17 Ağustos 2010 Salı

Ölüm,Kıyamet,Cehennem

ÖLÜM
KIYAMET
CEHENNEM




Bizim, sizi boş bir amaç ugruna yarattigimizi ve gerçekten bize döndürülüp getirilmeyeceginizi mi sanmiştiniz? (Müminun Suresi, 115)



HARUN YAHYA





















KÜLTÜR
YAYINCILIK

Tel : (0 212) 511 44 03


Baskı: Şan Ofset
Cendere Yolu No: 23 Ayazağa - İstanbul
Tel: (0 212) 289 24 24 (pbx)

www.harunyahya.org - www.harunyahya.com
www.harunyahya.net
























İÇİNDEKİLER

I ÖLÜM
Giriş
Batıl İnançlar ve Gerçekler
Gafletin Kalın Perdesi
Gerçek Ölüm ve Görünen Ölüm
Dünya Hayatının Gerçeği
Ölümden İbret Almayanların Dünya ve
Ahiretteki Durumları

II KIYAMET
Giriş
Evrenin Ölümü
Sur’a İkinci Kez Üfleniş ve
Ölülerin Diriltilmesi

III CEHENNEM 111
Giriş
Cehennemdeki Azap Ortamı
Cehennemdeki Manevi Azap

EVRİM YANILGISI







OKUYUCUYA

•Bu kitapta ve diğer çalışmalarımızda evrim teorisinin çöküşüne özel bir yer ayrılmasının nedeni, bu teorinin her türlü din aleyhtarı felsefenin temelini oluşturmasıdır. Yaratılışı ve dolayısıyla Allah'ın varlığını inkar eden Darwinizm, 140 yıldır pek çok insanın imanını kaybetmesine ya da kuşkuya düşmesine neden olmuştur. Dolayısıyla bu teorinin bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermek çok önemli bir imani görevdir. Bu önemli hizmetin tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise zorunludur. Kimi okuyucularımız belki tek bir kitabımızı okuma imkanı bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya özet de olsa bir bölüm ayrılması uygun görülmüştür.
•Belirtilmesi gereken bir diğer husus, bu kitapların içeriği ile ilgilidir. Yazarın tüm kitaplarında imani konular, Kuran ayetleri doğrultusunda anlatılmakta, insanlar Allah'ın ayetlerini öğrenmeye ve yaşamaya davet edilmektedir. Allah'ın ayetleri ile ilgili tüm konular, okuyanın aklında hiçbir şüphe veya soru işareti bırakmayacak şekilde açıklanmaktadır.
•Bu anlatım sırasında kullanılan samimi, sade ve akıcı üslup ise kitapların yediden yetmişe herkes tarafından rahatça anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın anlatım sayesinde, kitaplar "bir solukta okunan kitaplar" deyimine tam olarak uymaktadır. Dini reddetme konusunda kesin bir tavır sergileyen insanlar dahi, bu kitaplarda anlatılan gerçeklerden etkilenmekte ve anlatılanların doğruluğunu inkar edememektedirler.
•Bu kitap ve yazarın diğer eserleri, okuyucular tarafından bizzat okunabileceği gibi, karşılıklı bir sohbet ortamı şeklinde de okunabilir. Bu kitaplardan istifade etmek isteyen bir grup okuyucunun kitapları birarada okumaları, konuyla ilgili kendi tefekkür ve tecrübelerini de birbirlerine aktarmaları açısından yararlı olacaktır.
•Bunun yanında, sadece Allah rızası için yazılmış olan bu kitapların tanınmasına ve okunmasına katkıda bulunmak da büyük bir hizmet olacaktır. Çünkü yazarın tüm kitaplarında ispat ve ikna edici yön son derece güçlüdür. Bu sebeple dini anlatmak isteyenler için en etkili yöntem, bu kitapların diğer insanlar tarafından da okunmasının teşvik edilmesidir.
•Kitapların arkasına yazarın diğer eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin ise önemli sebepleri vardır. Bu sayede kitabı eline alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz özellikleri taşıyan ve okumaktan hoşlandığını umduğumuz bu kitapla aynı vasıflara sahip daha birçok eser olduğunu görecektir. İmani ve siyasi konularda yararlanabileceği zengin bir kaynak birikiminin bulunduğuna şahit olacaktır.
•Bu eserlerde, diğer bazı eserlerde görülen, yazarın şahsi kanaatlerine, şüpheli kaynaklara dayalı izahlara, mukaddesata karşı gereken adaba ve saygıya dikkat etmeyen üsluplara, burkuntu veren ümitsiz, şüpheci ve ye'se sürükleyen anlatımlara rastlayamazsınız.







YAZAR ve ESERLERİ HAKKINDA

Harun Yahya müstear ismini kullanan yazar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Daha sonra İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğrenim gördü. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri bulunmaktadır.
Yazarın müstear ismi, inkarcı düşünceye karşı mücadele eden iki Peygamberin hatıralarına hürmeten, isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya isimlerinden oluşturulmuştur. Yazar tarafından kitapların kapağında Resulullah'ın mührünün kullanılmış olmasının sembolik anlamı ise, kitapların içeriği ile ilgilidir. Bu mühür, Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son kitabı ve son sözü, Peygamberimizin de hatem-ül enbiya olmasını remzetmektedir. Yazar da, yayınladığı tüm çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah'ın sünnetini kendine rehber edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin tüm temel iddialarını tek tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam olarak susturacak "son söz"ü söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet ve kemal sahibi olan Resulullah'ın mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir duası olarak kullanılmıştır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini tüm dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim Harun Yahya'nın eserleri Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya, Polonya'dan Bosna Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya kadar dünyanın pek çok ülkesinde beğeniyle okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca, Malayca gibi pek çok dile çevrilen eserler, yurt dışında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört bir yanında olağanüstü takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman etmesine, pek çoğunun da imanının derinleşmesine vesile olmaktadır. Kitapları okuyan, inceleyen her kişi, bu eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve samimi üslubun, akılcı ve ilmi yaklaşımın farkına varmaktadır. Bu eserler süratli etkiye sahiptir. Kesin netice, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri taşımaktadır. Bu eserleri okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düşünen insanların, artık materyalist felsefeyi, ateizmi ve diğer sapkın görüş ve felsefelerin hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri mümkün değildir. Bundan sonra savunsalar da ancak duygusal bir inatla savunmaktadırlar, çünkü fikri dayanakları çürütülmektedir. Çağımızdaki tüm inkarcı akımlar, Harun Yahya külliyatı ile fikren mağlup olmuşlardır.
Kuşkusuz bu özellikler, Kuran'in hikmet ve anlatim çarpiciligindan kaynaklanmaktadir. Yazarin kendisi bu eserlerden dolayi bir övünme içinde degildir, yalnizca Allah'in hidayetine vesile olmaya niyet etmiştir. Ayrica yazarin bu kitaplardan elde ettigi hiçbir maddi kazanci da yoktur. Ne yazar ne de kitaplarinin yayinlanmasina, tanitim ve dagitimina vesile olanlar bundan maddi bir kazanç elde etmemekte, sadece Allah'in rizasini kazanmak için hizmet etmektedirler.
Bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, insanların görmediklerini görmelerini sağlayan, hidayetlerine vesile olan bu eserlerin okunmasını teşvik etmenin de, çok önemli bir hizmet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerli eserleri tanıtmak yerine, insanların zihinlerini bulandıran, fikri karmaşa meydana getiren, kuşku ve tereddütleri dağıtmada, imanı kurtarmada güçlü ve keskin bir etkisi olmadığı genel tecrübe ile sabit olan kitapları yaymak ise, emek ve zaman kaybına neden olacaktır. İmanı kurtarma amacından ziyade, yazarın edebi gücünü vurgulamaya yönelik eserlerde bu etkinin elde edilemeyeceği açıktır. Bu konuda kuşkusu olanlar varsa, Harun Yahya'nın eserlerinin tek amacının dinsizliği çürütmek ve Kuran ahlakını yaymak olduğunu, bu hizmetteki etki, başarı ve samimiyetin açıkça görüldüğünü okuyucuların genel kanaatinden anlayabilirler.
Bilinmelidir ki, dünya üzerindeki zulüm ve karmaşalarin, Müslümanlarin çektikleri eziyetlerin temel sebebi dinsizligin fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanin yolu ise, dinsizligin fikren maglup edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya konmasi ve Kuran ahlakinin, insanlarin kavrayip yaşayabilecekleri şekilde anlatilmasidir. Dünyanin günden güne daha fazla içine çekilmek istendigi zulüm, fesat ve kargaşa ortami dikkate alindiginda, bu hizmetin elden geldigince hizli ve etkili bir biçimde yapilmasi gerektigi açiktir. Aksi halde çok geç kalinabilir.
Bu önemli hizmette öncü rolü üstlenmiş olan Harun Yahya külliyati, Allah'in izniyle, 21. yüzyilda dünya insanlarini Kuran'da tarif edilen huzur ve barişa, dogruluk ve adalete, güzellik ve mutluluga taşimaya bir vesile olacaktir.



























-I-

ÖLÜM



De ki: "Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)'a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir." (Cuma Suresi, 8)



GİRİŞ

Ölüm sizi her an yakalayabilir.
Kimbilir o an, belki de şu andir ya da size çok yaklaşmiştir.
Belki de bu satırlar ahlakınızı yeniden düşünmeniz için ölümünüzden önce size tanınmış son bir fırsat, son bir hatırlatma, son bir uyarıdır. Siz bu satırları okurken bir saat sonra hayatta kalacağınızdan emin olamazsınız. Bir saat sonra hayatta olsanız bir sonraki saate erişeceğinizin hiçbir garantisi yoktur. Saat değil bir dakika, hatta bir saniye sonra bile hayatta olacağınız kesin değildir. Bu kitabı sonuna kadar okuyup bitireceğinizin de hiçbir garantisi yoktur. Ölüm size, büyük bir ihtimalle, bir dakika öncesinde ölmeyi hiç aklınızdan geçirmediğiniz bir anda gelecektir.
Mutlaka öleceksiniz, tüm sevdikleriniz de ölecek, sizden önce ya da sonra mutlaka ölecekler. Bundan 100 sene sonra dünya üzerinde sizin tanıdığınız hiçbir canlı insan kalmayacak.
Her insanın, kendi hayatı hakkında bitmek tükenmek bilmeyen planları vardır. Liseyi bitirmek, üniversiteye girebilmek, mezun olmak, iş sahibi olmak, ev sahibi olmak, evlenip çoluk çocuk sahibi olmak, çocuğunu büyütmek, emekli olmak, huzurlu bir hayata kavuşmak gibi... Bunlar bu planların en genel ve en sıradan olanlarındandır. Bunların dışında, herkesin, kendi içinde bulunduğu durum ve şartlara göre daha binlerce konuda çok kapsamlı plan ve tasarıları vardır.
Oysa bu planların hiçbirinin gerçekleşeceği kesin değildir. Buna karşın ölüm, yüzde yüz gerçekleşecektir.
Yıllarca çalışıp çabalayıp üniversiteye giren bir öğrenci okuluna giderken ölür. Ya da yeni işe giren bir kişi işine giderken veya evlenenler düğünden dönerken ani bir trafik kazası sonucunda ölürler. Başarılı bir iş adamı ise, işlerini çabuk halledebilmek, gideceği yere daha çabuk ulaşıp vakit kazanmak ve daha çok şeyler yapabilmek için uçak yolculuğunu tercih eder. Fakat uçak kaza yapar, yere düşer. Orada hayatı hiç düşünmediği şekilde son bulur.
Bütün planlar boşa gitmiştir. Geriye kalan planlarini gerçekleştiremeden, bir daha asla tamamlanmayacak bir şekilde yarida birakarak, dönüşü olmayan bir yere giderek ölürler... Oysa o gittikleri yer için hazirladiklari hiçbir planlari yoktur. Gerçekleştiremeyecekleri planlari yillarca en ince ayrintisina kadar düşünmüşlerdir, ama gerçekleşecegi kesin olan ölüm hakkinda hiçbir şey düşünmemişlerdir bile.
Peki akla ve bilince sahip bir insan hangisine öncelik vermelidir? Gerçekleşecegi kesin olan hakkinda mi, yoksa olmayan hakkinda mi plan kurmalidir? Insanlarin çogu, kesin olmayana önem verirler. Hayatin hangi safhasinda olursa olsun bütün planlarini, gelecekte daha iyi ve daha mükemmel bir hayata kavuşabilmek için yaparlar.
Eğer insan ölümsüz olsaydı, bu davranış gerçekten de mantıklı olacaktı. Fakat bütün planlar, ölüm denen mutlak sona mahkumdur. Bu nedenle, kesin olan ölümü bırakıp kesin olmayanları önemsemek, kesinlikle akıl dışıdır.
Ama insanlar, kafalarını esir almış olan garip bir büyü nedeniyle bir türlü bu açık gerçeği fark edemezler.
Böyle olunca, ölümle birlikte başlayacak olan gerçek hayatlarini da tanimazlar. Ahiretlerine yönelik bir hazirlik yapmazlar. Diriltildiklerinde ise, kendileri için özel yaratilmiş olan cehennemden başka bir yere gitmezler.
Bu broşür, insana düşünmek istemedigi gerçekleri düşündürmek ve hizla yaklaşan büyük olayi haber vermek için yazilmiştir... Bu büyük olay, kesindir.
Dolayısıyla, düşünmekten kaçmak, hiçbir şekilde çözüm değildir.




BATIL INANÇLAR ve GERÇEKLER

İnsanlar tarih boyunca karşılarına çıkan pek çok soruna çözüm bulmuşlar ancak ölüme çare bulamamışlardır. Her canlı varlık bir gün ölmek üzere doğar. Kimileri çok küçük yaşta hayata veda ederken, kimileri genç, kimileri orta, kimileri de ileri yaşlarda bu dünyayı terk ederler. Kimsenin sahip olduğu malı-mülkü, serveti, makamı, mevkisi, şöhreti, itibarı, kuvveti ve güzelliği, ölümü kendisinden uzaklaştıramaz. Herkes istisnasız ölüme boyun eğmiş ve bundan sonra da eğmeye devam edecektir.
Pek çok insan, ölümü düşünmek istemez. Bu mutlak sonun kendi başina da gelecegini aklina getirmez. Insanlar arasinda düşünülmedigi sürece, ölümle karşilaşilmayacagi gibi batil bir inanç gelişmiştir. Ölümle ilgili konu açan herhangi bir kişi hemen "şom agizli" olarak nitelenir ve bu konu hemen, "agzindan yel alsin" gibi anlamsiz sözlerle kapattirilir. Halbuki ölümden söz eden bir insan, isteyerek veya istemeyerek, Allah'in çok büyük ayetlerinden birini hatirlatmakta ve insanlarin üzerindeki kalin gaflet perdesini biraz da olsa aralamaktadir. Ancak gafleti, yaşam biçimi haline getirmiş geniş bir kitle, kendilerini rahatsiz eden bu tür gerçeklerin akillarina gelerek gafletlerini zedelemesinden çok huzursuz olurlar. Oysa bu kişiler, hayattayken ölümü düşünmekten ne kadar kaçarlarsa, ölümün gerçegiyle karşilaştiklarindaki rahatsizliklari da o kadar şiddetli olur. Bu dünyadaki gafletleri ne kadar büyükse ölüm aninda, kiyamet gününde ve ebedi azaptaki dehşet, şaşkinlik ve azaplari o derece büyük olur.
Zamanın ilerlemesine rağmen kendini yaşlanmaya ve ölüme karşı koruyabilmiş tek bir insan gösteremezsiniz. Ölmeyecek tek bir insan bulamazsınız. Çünkü insan kendi bedeninin ve kendi hayatının sahibi değildir. Yaşamaya karar verip hayatını kendisinin başlatmamış oluşu, bunun bir göstergesidir. Bir diğer göstergesi ise, hayatını sona erdiren ölüme müdahale edemeyişidir. Hayatın sahibi, onu verendir. Ve O, dilediği zaman da o hayatı geri alır. Hayatın sahibi olan Allah, Peygamberimize vahyettiği "Senden önce hiçbir beşere ölümsüzlügü vermedik; şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü kalacaklar?" (Enbiya Suresi, 34) ayetiyle, bunu haber verir.
Yalnızca şu anda, dünyada milyarlarca insanın var olduğu göz önünde bulundurulursa, ilk insandan bu yana, sayısız insan yaşamıştır. Bu insanların hepsi de istisnasız ölümü tatmışlardır. Günümüzden önce yaşayanların da şu anda yaşamakta olanların da kesinlikle başlarına gelmiş ya da gelecek olan kesin bir sondur ölüm. Kimse kendini bu kaçınılmaz sondan kurtaramaz. Kuran'da, bu konu şu şekilde bildirilir:

Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksizce ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir. (Al-i İmran Suresi, 185)


Ölümü Tesadüf ya da Talihsizlik Sanmak

Ölüm tesadüfen değil, her olay gibi, Allah'ın dilemesiyle hayır ve hikmetle gerçekleşir. Bir insanın doğum tarihi nasıl belliyse, aynı şekilde ölüm tarihi de daha o doğmamışken, dakikasına, saniyesine kadar bellidir. İnsan da kendisine verilen süreyi her saniye biraz daha tüketerek, o son ana doğru hızla yaklaşır. Herkesin ölümünün yeri, zamanı ve şekli kaderinde belirlenmiştir.
Buna rağmen insanların çoğu ölümün, Allah'ın ona sebep olarak yarattığı olaylar zincirinin bir sonucu olduğunu sanırlar. Her gün gazetelerde ölüm haberleri okunur. Ardından da, "Eğer bir tedbir alınsaydı sonuç bu şekilde olmazdı; şöyle yapılsaydı ölmezdi" gibi cahilce mantıklar yürütülür. Halbuki her insan kendisine tanınmış süreden ne bir saniye eksik ne de bir saniye fazla yaşayamaz. Ancak, imanın verdiği bilinçten uzak olan insanlar, her olaya olduğu gibi ölüme de tesadüfler zincirinin bir parçası olarak bakarlar. Allah Kuran'da, tamamen inkarcılara özgü olan böyle çarpık bir zihniyetten müminleri sakındırır:

Ey iman edenler, inkar edenler ile yeryüzünde gezip dolaşirken veya savaşta bulunduklari sirada (ölen) kardeşleri için: "Yanimizda olsalardi, ölmezlerdi, öldürülmezlerdi" diyenler gibi olmayin. Allah, bunu onlarin kalplerinde onulmaz bir hasret olarak kildi. Dirilten ve öldüren Allah'tir. Allah, yaptiklarinizi görendir. (Al-i İmran Suresi, 156)

Ölümü bir tesadüf sanmak büyük bir cahillik ve akılsızlıktır. Ve bu durum, üstteki ayetten de anlaşılacağı gibi, insana büyük bir manevi azap, karşı konulamaz bir sıkıntı verir. İnkar edenler ya da Kuran'da belirtildiği şekilde iman etmemiş olanlar, yakınlarını ve sevdiklerini kaybettiklerinde bu büyük azabı, "onulmaz hasret"i yaşarlar. Ölenin aslında bir kurtulma ihtimali olduğunu, fakat şanssızlık, aksilik, tedbirsizlik gibi durumlar yüzünden zamansız veya yok yere öldüğünü düşünürler. Bu düşünce de onların üzüntü, pişmanlık ve acılarının katlanarak artmasına neden olur. Çektikleri bu sıkıntı ve acı, gerçekte inançsızlıklarının azabından başka bir şey değildir.
Oysa olayın çok önemli bir sırrı vardır; ölümün sebebi, ne bir kaza, ne bir hastalık, ne de başka bir şeydir. Bütün bu sebepleri yaratan Allah'tır. Kaderimizde belirtilen süre olduğu zaman, yukarıda sayılan sebeplerden herhangi bir tanesi nedeni ile hayatımız sona erer. Ve insan, elindeki tüm maddi imkanını seferber etse dahi, kendileri için belirlenmiş olan ölüm zamanından bir an bile fazla yaşayamazlar. Kuran'da bu İlahi kanun şöyle vurgulanır:

Allah'ın izni olmaksızın hiçbir nefis için ölmek yoktur. O, süresi belirtilmiş bir yazıdır... (Al-i İmran Suresi, 145)


Çarpık Kader Anlayışı

Özellikle ölüm konusuyla ilgili olarak, halk arasında kader hakkında pek çok yanlış kanaat vardır. "Kaderini yenmek", "kaderini değiştirmek" gibi yanlış mantıklar toplumda oldukça yaygındır. Kimi insanlar birtakım beklenti ve tahminlerini kader zannedip, bunların gerçekleşmediğini görünce de kaderin belirlendiği gibi gitmediğini, değiştiğini sanırlar. Sanki kaderi önceden okumuş da, olaylar okudukları şekilde gelişmemiş gibi akılsızca bir tavır takınırlar. Bu tür çarpık ve tutarsız mantıklar, aklın tam olarak gelişememiş ve buna bağlı olarak kaderin anlamının tam olarak kavranamamış olmasından kaynaklanır.
Kader, zaman ve mekan kavramlarını yoktan var eden ve bunları tamamen kontrol ve hakimiyetinde bulunduran, zaman ve mekana tabi olmayan Allah'ın, geçmiş ve gelecekteki tüm olayları zamansızlık boyutunda tespit etmesi ve yaratmasıdır. Yaşanmış ve yaşanacak bütün olaylar zinciri, an an, detay detay Allah katında planlanmış ve yaratılmıştır.
Zamanı Allah yaratmıştır, bu yüzden O, zamana bağımlı değildir. Allah'ın katında herşeyin başı da, sonu da, sonsuzluk şeridindeki yeri de bellidir. Herşey olup bitmiştir. Nasıl bir filmi seyreden kişinin o film üzerinde herhangi bir değişiklik yapmaya güç ve imkanı yoksa, hayat şeridinde rol alan insanların da tabi oldukları kader şeridi üzerinde bir etkileri olamaz. İnsanlar kader üzerinde değil, kader insanlar üzerinde belirleyici ve yaptırıcı bir unsurdur. Herşeyiyle kaderin bir parçası olan insan o kaderden bağımsız bir şekilde davranamaz. Kaderin dışına çıkamaz. Bu bir video kasetteki filmde yer alan oyuncunun, kasetten dışarı sıyrılıp maddi bir boyut kazanarak videonun başına oturması ve kendi bulunduğu kasette silmeler, eklemeler, değişiklikler yapmasına benzer ki, elbette bu kendi içinde çelişkili ve mantıksız bir durumdur.
Dolayısıyla, kaderi yenme, kaderin akışını değiştirme gibi bir duruma söz konusu bile olamaz. Ancak unutulmamalıdır ki, "ben kaderimi değiştirdim" diyen bir insan da, aslında kaderinde yazılı olan bir cümleyi söylemektedir.
Bunu bir örnekle açıklamak istersek; bir insan günlerce komada kalabilir, yeniden yaşama dönmesi imkansız gibi gözükebilir. Fakat aynı insanın, beklenenin aksine, tekrar eski sağlığına kavuşması, onun "kaderini yendiği" ya da doktorların onun "kaderini değiştirdiği" anlamına gelmez. Bu olay, o kişinin, kaderinde kendisi için belirlenmiş süreyi doldurmadığını gösterir. Bu da aynı kaderin bir parçasından başka bir şey değildir. Herşey gibi hastalanması ve tekrar iyileşmesi de Allah katında yazılıp tespit edilmiştir. Ayetlerde şöyle belirtilir:

... Ömür sürene, ömür verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta (yazılı)dır. Gerçekten bu Allah'a göre kolaydır. (Fatır Suresi, 11)

Allah, bu tür olaylar vasıtasıyla iman edenlere imtihan sistemindeki ve yaratmasındaki sonsuz akıl ve zekayı, sonsuz çeşitlilik ve zenginliği gösterir. Bu da, iman edenlerin hayret ve takdirlerini, dolayısıyla imanlarını arttırır. Diğer yandan da, kendi ilkel mantıklarını Allah'a başkaldırmalarına delil olarak getiren inkarcıların küfür ve sapkınlıklarını, şaşkınlıklarını arttırır. Müminlerin, inkarcıların bu akılsızlık ve anlayışsızlıklarından ibret alıp, kendilerini iman ve akıl ile onlara üstün kılan Allah'a şükretmelerini sağlar.
İnsanlar arasında yaygın olan bir başka yanlış kanaate göre de, 80 yaşında birinin ölümü "ecel", küçük bir çocuğun, genç bir insanın ya da orta yaşlı bir kişinin ölümü "beklenmedik acı bir olay"dır. Bu yanlış mantıkla düşünen insanlar, ölümü kabullenip, olağan karşılayabilmek için kendi belirledikleri bazı şartların bulunmasını isterler. Bunlara göre, uzun süren ağır bir hastalık sonucu gelen ölüm genellikle doğal karşılanabilir, fakat ani bir hastalık ya da kaza sonucu gelen ölüm zamansız bir felakettir! Bu yüzden, çoğu zaman ölümler isyankar bir ruh haliyle karşılanır. Ancak bu mantık, Allah'ın adaletinin, sonsuz merhametinin, herşeyi hayır ve hikmetle yarattığının tam olarak takdir edemediğinin göstergesidir. Bu psikolojiye sahip olan herkes Allah'a tam bir teslimiyetle teslim olmadıkları için dünya hayatında sürekli bir sıkıntı ve keder içinde yaşamaya mahkum kalacaktır.


Reenkarnasyon İnancı

Ölüm hakkında çeşitli kesimlerde yaygın olan batıl inançlardan birisi de "reenkarnasyon"dur. Öldükten sonra çeşitli kereler farklı yer ve zamanlarda ve farklı kimliklerle dirilerek yeniden dünyaya gelme şeklinde açıklanan reenkarnasyon, gerek iman etmeyenler gerekse çeşitli batıl inanışların mensupları arasında, son zamanlarda ilgi gören sapkın bir akım haline gelmiştir.
Teknik olarak hiçbir delile dayanmamasına rağmen bu tür batıl inançların taraftar toplamasının başlıca sebebi, dini inancı olmayan insanların bilinçaltlarındaki, öldükten sonra yok olma endişesidir. Dini inançları zayıf olan kimseler de, dünyada yaptıklarının karşılığı olarak ahirette cehennem gibi bir cezanın kendilerini beklediğini bildikleri için ya da en azından ihtimal verdikleri için öldükten sonra ahirete gitme gibi bir gerçekten rahatsız olurlar. Her iki sınıf için de öldükten sonra dünyaya tekrar tekrar gelmek son derece cazip bir durumdur. Bu yüzden bu işin istismarını yapan belirli kesimlerin birkaç göz boyama seansıyla, daha fazla delil aramadan reenkarnasyon gibi bir safsatayı seve seve benimserler.
Ne yazık ki bu sapkın düşünceye, son zamanlarda Müslüman çevrelerden kendisine aydın, entellektüel, ilerici görünümü vermek isteyen bazı kişiler de olumlu bakmaktadır. Olayın asıl ciddi yönü ise, bu tür kimselerin söz konusu sapkın iddialarına Kuran ayetlerinden delil getirmeye ve ayetlerin açık ve net ifadelerini, "dillerini eğip bükerek" kendi yorumlarına uydurmaya çalışmalarıdır. Burada vurgulanmak istenen temel konu da, bu sapkın itikadın kesinlikle Kuran ve İslam dışı olduğu ve Kuran'ın açık ayetleriyle tamamen çeliştiğidir.
Reenkarnasyonun Kuran'da geçtiğini iddia edenlerin delili olarak öne sürdükleri birkaç ayetten biri Mümin Suresi'nin 11. ayetidir. Ayet şöyledir:

Dediler ki: "Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün ve iki kere dirilttin; biz de günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi çıkış için bir yol var mı ?" (Mümin Suresi, 11)

Reenkarnasyoncular bu ayette, insanın dünyada bir kere yaşayıp öldükten sonra tekrar diriltilerek dünyada ikinci bir yaşama başladığını, bu suretle ruhunun gelişimin tamamladığını ve bu ikinci yaşamını takip eden ikinci ölümünden sonra ahirette diriltildiğini iddia ederler.
Şimdi herhangi bir ön yargiya kapilmadan bu ayeti inceleyelim: Ayete göre insanin iki defa ölü iki defa diri hali oldugu anlaşilmaktadir. Üçüncü bir ölü ya da dirilik hali söz konusu degildir. Bu durumda dogal olarak akla, insanin en baştaki durumunun ölü mü ya da diri mi oldugu sorusu gelir. Bu sorunun cevabini ise Bakara Suresi'nin 28. ayetinde buluruz:

Nasıl oluyor da Allah'ı inkar ediyorsunuz? Oysa ölü iken sizi o diriltti; sonra sizi yine öldürecek, yine diriltecektir ve sonra O'na döndürüleceksiniz. (Bakara Suresi, 28)

Ayet açıktır; insan başlangıçta ölüdür, yani yaratılışının temeli başlangıçta, ayetlerde de bildirilen toprak, su, çamur gibi cansız maddelerden oluşmaktadır. Daha sonra Allah bu cansız yığına "bir düzen içinde şekil verip" diriltir. Birinci ölüm ve birinci diriliş gerçekleşmiştir. Birinci dirilişten belli bir süre sonra insan, yaşamı sona erince tekrar öldürülür, ilk ölümünde olduğu gibi toprağa geri döner, çürüyüp-ufalanıp toz haline gelir. Bu da ikinci defa ölü haline geçişidir. Geriye ise ikinci ve son diriltilmesi kalmıştır. Bu da ahiretteki dirilmesidir. İkinci ve son diriliş ahiretteki dirilme olduğuna göre, dünya hayatında ikinci bir diriliş söz konusu olamaz. Aksi takdirde bu tür bir iddia üçüncü bir dirilişi gerektirir ki böyle bir durumdan hiçbir ayette söz edilmez. Görüldüğü gibi ne Mümin Suresi 11. ayetinden, ne de Bakara Suresi 28. ayetinden insanın dünyada birden fazla kez diriltildiği anlamı çıkmaz. Tam tersine bir kere dünyada bir kere de ahirettei dirilişin olduğu ayetlerden açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
Durum bu kadar açık olmasına rağmen reenkarnasyoncular her iki ayeti de kendi anlamsız iddialarına delil olarak kullanmaya çalışırlar.
Ancak bu ayetle söz konusu kişilerin iddialarinin aksine ölümün ve dirilmenin gerçekte nasil olacagi bizlere haber verilmektedir. Bunun dişinda, Kuran'daki pek çok ayet de insanin içinde imtihan edildigi tek bir dünya hayati oldugunu ortaya koymaktadir. Örnegin ölümden sonra tekrar dünyaya dönüş olmadigi, Allah'in buna kesin olarak izin vermeyecegi ayetlerde şöyle bildirilmektedir:

Sonunda, onlardan birine ölüm geldiği zaman, der ki: "Rabbim, beni geri çevirin. Ki, geride bıraktığım (dünya)da salih amellerde bulunayım. "Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır. (Müminun Suresi, 99-100)

Ayette, kişiye ölüm geldikten sonra yeniden dünya hayatina bir dönüş, bir telafi imkani bulunmadigi anlatilirken inkarcilarin, bunun aksine ikinci bir diriliş ve dünyaya dönüş beklentisine sahip olduklari da dikkat çekmektedir. Allah bunun hiçbir geçerliligi bulunmayan ve inkarcinin kendi söyledigi bir sözden ibaret oldugunu açikça belirtir.
Bir başka ayette de cennettekilerin "ilk" ölümden başka bir ölüm tatmayacaklari şöyle bildirilir:

Orda, ilk ölümün dışında başka ölüm tatmazlar. Ve (Allah da) onları cehennem azabından korumuştur. Senin Rabbinden, bir fazl ve (lütuf) olarak. İşte büyük 'mutluluk ve kurtuluş' budur. (Duhan Suresi, 56-57)

Cennet ehlinin, birinci ölümleri dışında başka bir ölüm tatmayacaklarından dolayı duydukları sevinç bir başka ayette şöyle geçer:
Nasıl, biz ölecek olanlar değil miymişiz? Yalnızca birinci ölümümüzden başka (öyle mi)? Ve biz azaba uğratılacak olanlar değil miymişiz? (Saffat Suresi, 58-59)

Üstteki ayetler o kadar açıktır ki, insanın tattığı tek bir ölüm olduğu, hiçbir tevile yer bırakmayacak netlikte vurgulanmaktadır. Burada, önceki ayetlerde iki ölümden bahsedildiği halde, neden burada tek bir ölümden başka ölüm tadılmayacağının söylendiği gibi bir soru akla gelebilir. Bunun cevabı Duhan Suresi'nin 56. ayetindeki ölümü "tatma" ifadesinde kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Zira, insanın bilinçli olarak tattığı, yani yaşadığı, karşılaştığı, idrak ettiği ilk ve tek bir ölüm vardır; o da dünya hayatının sona erdiği an karşılaştığı ölümdür. En baştaki ölü halinden önce diri olmadığı dolayısıyla algılama ve şuur gibi özellikleri olmadığı için bu birinci ölümünün şuuruna varması, bunu tatması gibi bir durumu elbette ki olamaz.
Kuran'ın bunca açık ve kesin haberine rağmen, dünyada birden fazla ölme, dirilme, yeni bedenlere girme gibi olayların bulunduğunu iddia etmek Kuran'ın açık ayetlerini reddetmek anlamına gelecektir.




GAFLETİN KALIN PERDESİ

İnsan bencil yaratılmıştır ve kendi çıkarlarını ilgilendiren şeyler hakkında son derece hassastır. Ancak her konuda kendi çıkar ve menfaatlerini en ince ayrıntısına kadar düşünen ve hesaplayan insanın doğrudan doğruya kendisini ilgilendiren ölüm konusunda kayıtsız ve umursuz olması son derece hayret vericidir. "Kesin bilgiyle iman etmeyenler"e özgü olan bu ruh halini Allah, Kuran'da tek bir kelimeyle tanımlamıştır: "Gaflet".
Gafletin kelime anlamı, şuurundaki bulanıklık ve kapalılıktan ötürü, bir insanın gerçekleri tam olarak algılayamayıp, sağlıklı değerlendirmeler yapamaması ve buna bağlı olarak, gereken sağlıklı tepkileri verememesidir. Bir ayette şöyle geçer:

İnsanların sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz çeviriyorlar. (Enbiya Suresi, 1)

Ölümcül, çaresiz bir hastalığa yakalanan birisinin öleceğine kesin gözüyle bakılır. Fakat ona bu gözle bakanların da er ya da geç ölecekleri kesindir. Gaflet yüzünden, işin bu yönü kimsenin aklına gelmez. Örneğin ölümcül bir hastalığa yakalanmış birinin yakın bir zamanda ölme ihtimali epeyce yüksektir. Fakat yanında duran sapasağlam birinin bir gün mutlaka öleceği çok daha yüksek ihtimal, daha da doğrusu kesindir. Belki de ölüm, kendisini bu "ölümcül hasta"dan çok daha önce, hiç ummadığı bir anda yakalayacaktır.
Yakınları, ölüm döşeğindeki hastalarının durumuna üzülürler. Ama bir gün kesinlikle ölecek olan kendilerine de üzülmek akıllarına gelmez. Oysa mantıksal olarak, bir olayın eninde sonunda gerçekleşeceği kesinse, bunun yakın ya da uzak olması verilen tepkiyi değiştirmemelidir.
Eğer ölmek üzere olanlar için üzülmek gerekiyorsa, yalnızca ölüm anında değil herkes birbiri ve kendisi için şimdiden üzülmeye başlamalıdır. Ya da içinde bulunduğu gafleti yırtmalı, ölümün gerçek anlamını kavramalıdır.
Bunun için de, öncelikle gafleti doğuran sebepleri tanımak yararlı olabilir.


Gafletin Nedenleri


- Tefekkür ve akletme eksikliği: Toplumun çoğunluğunu oluşturan geniş bir kitle ciddi konular üzerinde düşünmeye, kafa yormaya pek alışık değildir. Düşünmeden yaşamaya alışık olduklarından, ölümü de -kendi tabirleriyle- kafalarına fazla takmazlar. Üstesinden gelemedikleri günlük sorunlar, onların zihnini zaten yeterince meşgul etmektedir. Küçük konuları düşünerek o dar zihinlerini doldururlar, küçük sorunlarda boğulur ve ölüm gibi büyük konuları düşünemezler. Herhangi birinin ölümüyle karşılaştıklarında ya da ölümle ilgili bir konu açıldığında, "Allah gecinden versin, Allah kimsenin başına vermesin, Allah sıralı versin..." gibi sözlerle kendilerini avutur, konuyu en kısa zamanda geçiştirmeye çalışırlar.

- Yaşamin karmaşa ve hareketliligi: Yaşam öylesine akici ve hareketlidir ki kendini olaylarin akişina kaptiran insan özel bir çaba göstermezse, eninde sonunda kendisini yakalayacak olan ölüm gerçegini göz ardi eder. Gerçek imana sahip olmadigi için kader, tevekkül, Allah'a teslim olma gibi kavramlara son derece yabancidir. Bu nedenle kendini bildigi andan itibaren "dünyasini kurtarmaya" bakar. Bu tip insan ölümü düşünemeyecek kadar meşguldür. Sürekli yeni dünyevi planlar, çikarlar, hedefler peşinde koşar. Hiç ummadigi bir anda da hazirliksiz ve şaşkin bir şekilde ölüm gerçegiyle karşilaşir. Son bir pişmanlikla geri dönmeyi talep eder. Ama artik çok geçtir.

- Doğum yanılgısı: Gafletin sebeplerinden birisi de doğumun varlığıdır. Her gün doğumlar ve ölümler olur. Yeryüzünün nüfusu hiç eksilmez, hatta günden güne artar. İnsan kendisini bu döngünün etkisine kaptırınca sanki doğumlar ölümleri telafi ediyor, sıfırlıyor, yaşam böylece dengeleniyor gibi bir illüzyona kapılabilir. Bu da ölüme karşı bir gaflet perdesi oluşmasına sebep olur. Oysa şu andan itibaren hiçbir doğumun gerçekleşmeyeceği bir döneme girsek, insanların birbiri ardına öldüğünü ve dünya nüfusunun hızla sıfıra doğru gittiğini görürüz. İşte o zaman ölüm insana tüm dehşetiyle kendisini hissettirir. İnsan etrafındakilerin birer birer eksildiğini görür ve kaçınılmaz sonun er geç kendisine de geleceğini kesin olarak fark eder. Aynen ölüm hücresine kapatılmış mahkumlar gibi. Her gün birer ikişer insanlar idama götürülür. Hücredekilerin sayısı azalır. Aradan yıllar bile geçse, hala hayatta olanlar ertesi gün sıranın kendilerine gelip gelmeyeceği endişesiyle yatarlar. Ölüm bir an bile akıllarından çıkmaz.
Halbuki olayın aslı da bundan farklı değildir. Yeni doğanların öleceklere hiçbir etkisi yoktur. Bu, yalnızca psikolojik bir yanılgıdan ibarettir. Günümüzden 150 yıl önce yaşayanlardan bugün hiçbiri hayatta değildir. Kendilerinden sonra doğanların bu kişilerin ecellerine hiçbir faydası dokunmamıştır. Aynı şekilde 100 yıl sonra da şu anda yaşayan insanlardan hemen hemen hiçbirisi kalmayacaktır. Çünkü dünya bir tür durak yeridir; sürekli dolar ve boşalır.


Kendini Kandırma Yöntemleri

Ölümü göz ardı ettiren ve gafleti doğuran nedenlerin dışında bir de insanların kendi kendilerini avutmak için kullandıkları savunma mekanizmaları vardır. Bu kendini kandırma yöntemlerini birkaç madde halinde inceleyebiliriz.

- Yaşlilik dönemine erteleme düşüncesi: Bu savunma mekanizması gençlerde ve orta yaşlılarda görülür. Bunu kullanan insan, genelde 60-70 yıl yaşayacağını hesaplar ve ancak ömrünün son yıllarını bu tür "iç karartıcı" konulara ayırmaya karar verir. Hayatının en güzel yıllarında böyle "kasvetli" konularla kafasını yormak istemez. Bunun için dünyadan elini eteğini çekeceği bir zamanı uygun görür. Böylece, ölüme ve öbür dünyaya hazırlanmak için de yaşamından bir pay ayırmış olduğunu düşünür ve vicdanını rahatlatır.
Halbuki bir saniye sonra yaşayacaginin bile garantisi olmayan, daha ne kadar yaşayacagini, nerede ve ne zaman ölecegini asla bilmeyen bir insanin böyle uzun vadeli sonuçsuz hesaplar yapmasinin ne büyük bir gaflet oldugu ortadadir. Her gün etrafinda kendisiyle yaşit hatta daha genç pek çok kişi ölür. Gazeteler ölüm ilanlariyla doludur. Televizyonlarda her gece birçok ölüm haberi izler. Çogu zaman, büyük küçük, kendi yakinlarinin ölümlerine tanik olur. Fakat etrafindaki insanlarin bir gün hatta belki de yarin, kendi ölümüne de tanik olacaklarini, kendi ölüm ilanini okuyacaklarini aklina getirmez. Kaldi ki, o bekledigi "yaşlilik" sinirina kadar yaşasa bile bir şey degişmeyecek, sahip oldugu zihniyeti degiştirmedigi sürece, ölümle karşi karşiya gelene dek erteleme mantigini sürdürecektir.

-"Cehennemde cezamı çeker ve çıkarım" mantığı: Toplumda oldukça yaygın olan bu görüş, gerçekte batıl inançtan başka bir şey değildir. (Çünkü hiçbir Kurani temeli yoktur.) Kuran'ın hiçbir yerinde bir süre cehennemde ceza görüp, sonra bağışlanarak cennete alınanlardan söz edilmez. Tam tersine, konu ile ilgili tüm ayetlerde, kıyamet günü müminlerin ve kafirlerin kesin bir biçimde ayrılacakları, müminlerin ebediyen cennete girecekleri, kafirlerin ise ebediyen cehenneme, aşağılık bir azabın içine sürülecekleri bildirilmiştir:

Dediler ki: "Sayılı günlerin dışında, ateş asla bize değmeyecektir." De ki: "Allah katından bir ahid mi aldınız? -ki Allah asla ahdinden dönmez- Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?" Hayır; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır. İman edip salih amellerde bulunanlar ise cennet halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır. (Bakara Suresi, 80-82)

Bir diğer ayette şöyle denir:

Bu, onların: "Ateş bize sayılı günler dışında kesinlikle dokunmayacak" demelerindendir. Onların bu iftiraları, dinleri konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştür. (Al-i İmran Suresi, 24)

Cehennem, insanın hayal gücünün alamayacağı kadar büyük acıları yaşayacağı bir yerdir. cehennem Allah'ın "Kahhar", "Cebbar" sıfatlarının en şiddetli tecelli ettiği ve dünyadaki hiçbir azapla kıyaslanamayacak azaplarla dolu, korkunç bir ortamdır. Parmağının ucu yanınca bile canı çok acıyan aciz bir insanın rahat ve umursuz bir şekilde böyle bir azabı göze aldığını söylemesi, akletmediğinin açık bir göstergesidir. Allah'ın azabını hafife alan, rahatlıkla karşılayan bir kimse gerçekte Allah'ın kadrini gereği gibi takdir edemeyen, akledemeyen bir insandır.
-Ben zaten cennete gireceğim mantığı: Kendilerinin mutlaka cennete gireceğini iddia eden insanlar vardır. Dünyada iyilik olarak tanımladıkları ufak tefek birtakım şeyleri yaparak ve kötülük olarak tanımladıkları birtakım şeylerden uzak durarak, cennete gideceklerini sanırlar. Din hakkındaki bilgileri kulaktan dolma, hurafelerle dolu safsatalardan öteye geçmeyen bu insanlar, gerçekte Kuran'da tarif edilen güzel ahlakla hiçbir ilgisi olmayan, kendi uydurdukları bir din anlayışına sahiptirler. Sorulduğunda kendilerini en Müslüman olarak tanıtırlar. Oysa Kuran'a göre bu inanca sahip olan kişiler Allah'a birçok şeyi ortak koşan gerçek Müslümanlar değillerdir. Kehf Suresi'nde böyle bir insanın durumu şöyle anlatılır:

Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm." Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): "Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi. "Kıyamet-saatinin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım." Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki: "Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı ettin?" "Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam." (Kehf Suresi, 32-38)

Yukarıdaki ayetlerde anlatılan bahçe sahibi, "Rabbime döndürülecek olursam" ifadesiyle, Allah'a ve ahiret gününe kesin bilgiyle iman etmediğini, dolayısıyla bu konuda şüphe içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Buna karşın, kendisinin üstün bir mümin olduğu iddiasındadır ki Allah'ın kendisini cennetle ödüllendireceğinden emindir. Günümüzde bu zihniyete sahip pek çok kişinin var olduğunu görmekteyiz.
Bu kişiler Allah'a karşi samimiyetsiz bir tutum içinde olduklarini aslinda için için kendileri de bilirler, fakat kendilerine bu gerçek hatirlatilmak istense bunu kabul etmeyip hemen kendilerini temize çikarmaya çalişirlar. Dinin hükümlerini uygulamanin önemsiz oldugunu öne sürer, mahalledeki dindar görünümlü kişilerin aslinda ne kadar namussuz, ahlaksiz oldugunu iddia ederek kendilerini aklamaya ugraşirlar. Kalplerinin temiz oldugunu, kimsenin kötülügünü istemediklerini, kimsenin malinda, mülkünde, karisinda, kizinda gözleri olmadigini söyleyerek "iyi insan" olduklarini ispatlamaya kalkarlar. Dilencilere sadaka verdiklerini, komşuya helva ikram ettiklerini, senelerce gece gündüz çaliştiklarini, insanlara hizmet ettiklerini, bundan daha iyi Müslümanlik olmadigini savunurlar. Ancak bu kişinin, Müslüman olmasi şartininçevresiyle iyi geçinmek degil, Allah'a kul olmak ve O'nun hükümlerine itaat etmek oldugunu bilmez ya da bilmezlikten gelirler.
Samiyetsizliklerinin en büyük göstergesi ise, sahip oldukları sapkın din anlayışına dayanak bulmak için birtakım bahaneler üretmeleridir. Kendi yaşamlarını meşrulaştırmak için kullandıkları, "en büyük ibadet çalışmaktır", "mühim olan kalp temizliğidir" gibi ifadeler en çok rastlanılan örneklerdendir. Bu ifadeler Kuran'da bildirildiği üzere din öne sürülerek Allah'a karşı yalan söylemekten ibarettir. Ve Allah böyle bir ahlaka karşılık olarak sonsuz azap yurdu cehennem ile insanları uyarmaktadır. Bu tür kişiler, Bakara Suresi'nin 9. ayetinde bildirildiği üzere; "(sözde) Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatırlar da şuurunda değildirler." (Bakara Suresi, 9)

- Çifte standart mantıklar: İnsan, farklı bir kendini kandırma yöntemi daha geliştirmiş olabilir. Ölüm aklına geldiğinde sonsuza dek yok olacağını düşünür ve bunun dehşetiyle Allah'ın vaat ettiği sonsuz bir hayatın "var olabileceğine" yüzde elli ihtimal verir. Böylece kendi içinde bir nevi umut ışığı yakar. Öte yandan, Allah'ın kendisine yüklediği birtakım sorumluluklar olduğu aklına gelince de, diğer yüzde elli ihtimali düşünür. "Nasılsa toprak olup yok olacağım, ölümden sonra hayat yoktur" diyerek hesap verme, cehennem azabıyla karşılaşma gibi korku ve endişelerini bastırır. Her iki durumda da gaflet halinin ona verdiği bir nevi sarhoşluk hali içerisinde ölüm onu yakalayıncaya kadar yaşamını sürdürür.


Gafletin Sonucu

Önceki bölümlerde, ölüm, insana yaşadigi sürece kendini hatirlatir demiştik. Ya bu hatirlatmalar ona fayda verir ve birtakim konulari tekrar gözden geçirmesi, hayata ve olaylara bakiş açisini yeniden düzenlemesi gerektigini ciddi bir şekilde düşünmeye başlar. Ya da sözünü ettigimiz savunma mekanizmalari devreye girer, kalbinin ve gözünün önündeki gaflet perdesi günden güne daha da kalinlaşmaya başlar.
İşte inkarcıların bir kısmının yaşlanıp ölüme iyice yaklaştıkları halde, ölümü büyük bir sakinlikle, akılsızca bir rahatlıkla beklemeleri bu perdenin kalınlığının had safhaya ulaştığının göstergesidir. Çünkü ölüm onlara artık yalnızca güzel ve tatlı bir uykuyu, huzur ve sakinliği, ebedi bir rahatlığı çağrıştırmaktadır.
Oysa onları yoktan var edip yaratan, sonra öldürüp tekrar diriltecek olan Allah onlara azapla geçirecekleri ebedi bir hayatı, ebedi bir pişmanlığı ve mutsuzluğu vaat etmiştir. Onlar da bu gerçeği, tam ebedi uykuya dalacaklarını sandıkları ölüm anında bizzat görürler. Çünkü, ölümün bir yok oluş olmadığını, aksine kendileri için azapla dolu yeni bir dünyanın başlangıcı olduğunu anlarlar. Canlarını alan ölüm meleklerinin dehşet verici görüntüsü, o büyük azabın ilk habercisidir. Bu nedenle Kuran'da, ölümden sonraki yaşamı reddeden inkarcılardan söz edilirken "Öyleyse melekler, yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları zaman nasıl olacak?" (Muhammed Suresi, 27) denir. Bu anda, inkarcıların ölümden önceki küstah ve kibirli tavırları yerini dehşet, pişmanlık, çaresizlik ve sonsuz bir acıya bırakır. Kuran'da, bu durum şöyle anlatılır:

Dediler ki: "Biz yer (toprağın için) de yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeniden yaratılmış olacağız?" Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkar edenlerdir. De ki: "Size vekil kılınan ölüm meleği, hayatınıza son verecek, sonra Rabbinize döndürülmüş olacaksınız." Suçlu-günahkarları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: "Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız" (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen. (Secde Suresi, 10-12)


Ölümden Kaçış Yoktur

İnsan özellikle gençliğinde ölümü hiç mi hiç aklına getirmek istemez. Bunu bir son olarak gördüğü için ölümün düşüncesinden bile kaçar. Düşünmemek onun için en rahat kaçış yoludur. Oysa fiziksel kaçış ölüme bir çare olmadığı gibi, ölümü aklına getirmekten kaçınarak ölümden kurtulabilmek de mümkün değildir. Dahası, ölümü aklına getirmemek de mümkün değildir. İnsan, her gün önüne gelen gazetelerde mutlaka ölüm haberleriyle, ölüm ilanlarıyla karşılaşır. Yolda giderken bir cenaze arabasına rastlar ya da bir mezarlığın önünden geçer. Zaman içinde yakınları ve akrabaları ölür. Onların cenazelerine gittiğinde ve evlerini ziyaret ettiğinde, mutlak gerçekle yüzyüze kalır. Başkalarının, özellikle de sevdiklerinin ölümünü gördükçe, kendi sonunu düşünür. Bu düşünce, kalbini sıkar, ruhunu bunaltır.
İnsan ne kadar direnirse dirensin, nereye sığınırsa sığınsın, nereye kaçarsa kaçsın, aslında farkında olmadan her an kendi ölümüne doğru koşar. Önünde başka bir kapı, tercih veya çıkış yolu yoktur. Geri sayım sürekli devam eder. Ne yöne dönerse ölüm onu oradan karşılar. Çember sürekli daralarak ona doğru yaklaşır ve sonunda kıskıvrak yakalar. Allah'ın kanununda yine bir değişme olmamıştır. Kaderde belirlenmiş bir anda ve yerde ölüm onu yakalamıştır. Kuran'da, bu sır şöyle haber verilir:

De ki: "Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah) a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir." (Cuma Suresi, 8)

Her nerede olursanız ölüm sizi bulur, yüksekçe tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile... (Nisa Suresi, 78)

Bu nedenle yapmamız gereken, kendimizi kandırmayı ya da gerçekleri göz ardı etmeyi bir kenara bırakıp Allah'ın kaderimizde tespit ettiği süreyi en iyi şekilde değerlendirebilmektir. Bu sürenin ne zaman biteceğini de yalnız Allah bilmektedir.



GERÇEK ÖLÜM ve GÖRÜNEN ÖLÜM

Ruhun Ölümü (Gerçek Ölüm)

Nasıl öleceğinizi, ölümün nasıl bir şey olduğunu, ölürken neler olacağını hiç düşündünüz mü?
Şimdiye dek, önce ölüp sonra da dirilerek insanlar arasina dönen ve neler görüp, neler hissettigini anlatan hiç kimse olmamiştir. Bu nedenle ölümün nasil bir şey oldugunu, bir insanin ölüm aninda neler hissettigini bilmemize teknik olarak imkan yoktur.
Ancak insana hayatını veren ve zamanı gelince de geri alan Allah, ölümün nasıl gerçekleştiğini Kitabında bizlere bildirmiştir. Bu nedenle, ölümün nasıl gerçekleştiğini, ölmekte olan bir insanın gerçekte neler yaşayıp, neler hissettiğini ancak Kuran'dan öğrenebiliriz.
Kuran'a baktığımızda ise oldukça ilginç bir gerçekle karşılaşırız. Çünkü Kuran'da haber verilen ve tarif edilen ölüm, "tıbbi ölüm"den, yani diğer insanlar tarafından gözlemlenen ölümden çok farklıdır.
Öncelikle, bazı ayetler de ölüm anında, ölecek kişi tarafından görülen, fakat diğer insanlar tarafından gözlemlenemeyen olaylar yaşandığı bize haber verilir. Vakıa Suresi'nde şöyle buyrulmaktadır:

Hele can boğaza gelip dayandığında,
Ki o sırada siz (sadece) bakıp, durursunuz,
Biz ona sizden daha yakınız; ancak görmezsiniz. (Vakıa Suresi, 83-85)

Bir başka ayette de, bu "gözlemlenemeyen olaylar"in inkarcilar için bir zorluk ani oldugundan şöyle bahsedilir:
Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin; Allah bunlarla, ancak onları dünyada azablandırmak ve canlarının onlar inkar içindeyken zorluk içinde çıkmasını istiyor. (Tevbe Suresi, 85)

Buna karşin, müminlerin ölümü ise "güzellikle" olur:
Ki melekler, güzellikle canlarını aldıklarında: "Selam size" derler. "Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere cennete girin." (Nahl Suresi, 32)

İşte bu ayetlerde bize ölüm hakkındaki çok önemli ve değişmez bir gerçekler haber verilir: Ölüm anında, ölen kişinin yaşadıkları ile dışarıda onu izleyen kişilerin gördükleri şeyler çok farklıdır. Örneğin bir insan hayatı boyunca iflah olmamış azılı bir inkarcı olmasına karşın, dışarıdan, uykusu sırasında "rahat" bir ölümle ölmüş gibi algılanabilir. Oysa o anda başka bir boyuta geçen ruhu, büyük acılar içinde ölümü tadmaktadır. Ya da tam tersine, acı çektiği sanılan bir müminin ruhu, ayette de bildirildiği gibi bedeninden, melekler tarafından "güzellikle" ayrılır.
Kısaca, "bedenin tıbbi ölümü" ile, Kuran'da tarif edilen ölüm gerçekte çok farklı olaylardır.
İşte "tadılan" bu gerçek ölüm, az önce belirttiğimiz gibi inkarcılar için büyük bir azap, müminler içinse büyük bir nimet ve güzelliktir. İnkarcıların canlarının "zorluk" içinde çıktığını Kuran'dan biliyoruz. Ayetler de bu "zorluk" ayrıntılı olarak tarif edilir.

- Ölüm anında inkarcının sırtına ve yüzüne vurularak canının alınması:
Öyleyse melekler, yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları zaman nasıl olacak? İşte böyle; çünkü gerçekten onlar, Allah'ı gazablandıran şeye uydular ve O'nu razı edecek şeyleri çirkin karşıladılar; bundan dolayı (Allah,) amellerini boşa çıkardı. (Muhammed Suresi, 27-28)

- Ölümün şiddetli sarsintilari ve meleklerin inkarciya ölüm aninda, ebedi azaplarini müjdelemeleri:
... Sen bu zalimleri, ölümün 'şiddetli sarsintilari' sirasinda meleklerin ellerini uzatarak onlara: "Canlarinizi (bu kiskivrak yakalaniştan) çikarin, bugün Allah'a karşi haksiz olani söylediginiz ve O'nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayisiyla alçaltici bir azabla karşilik göreceksiniz" (dediklerinde) bir görsen... (Enam Suresi, 93-94)

Melekleri, onların yüzlerine ve arkalarına vurarak: "Yakıcı azabı tadın" diye o inkar edenlerin canlarını alırken görmelisin. Bu, ellerinizin önceden takdim ettiği işler yüzündendir. Yoksa şüphesiz Allah kullara zulmedici değildir. (Enfal Suresi, 50-51)

Ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, inkar eden bir kişinin ölümü kendisi için büyük bir azaptır. Dışarıdaki yakınları onun rahat yatağında huzurlu bir şekilde öldüğünü sanırlarken o, gerçekte, maddi ve manevi çok büyük bir azabın içine girmiştir. Ölüm melekleri, acı vererek ve aşağılayarak onun canını bedeninden çıkarırlar. Kuran'da, bu melekler, kafirlerin canlarını bedenlerinden, "ta en derinden acıyla sökerek çıkaranlar" (Naziat Suresi, 1) olarak tarif edilirler.
Başka ayetlerde şöyle buyrulmaktadir:

Hayır; can, köprücük kemiğine gelip dayandığı zaman, "Son müdahaleyi yapacak kim" denir.
Artık gerçekten, kendisi de bir ayrılık olduğunu anlamıştır. (Kıyamet Suresi, 26-28)

İşte inkarcı, artık hayatı boyunca inkar etmiş olduğu o büyük gerçekle yüzyüzedir. Ölümle birlikte, yaşamı boyunca işlediği büyük suçun, inkarının cezasını çekmeye başlayacaktır. Meleklerin sırtına vura vura, canını en derinden sökerek almaları, kendisini bekleyen sonsuz azabın yalnızca çok hafif bir başlangıcıdır.
Bunun aksine, ölüm, mümin için büyük bir mutluluk ve neşenin başlangicidir. Ruhu en derinden aciyla sökülen kafirin aksine müminin ruhu, "yumuşacik çekip alanlar" tarafindan (Naziat Suresi, 2), "güzellikle" ve "selamla" (Nahl Suresi, 32), adeta uykuda ruhun acısızca bedenden ayrılıp farklı bir boyuta geçmesi gibi (Zümer Suresi, 42) alınır.
Ölümün gerçeği işte budur. Dışardaki insanlar, yalnızca tıbbi ölümü bilirler; hayati fonskiyonları sona ermek üzere olan bir beden görürler. Ölen kimseyi seyredenler, ne onun yüzüne ve sırtına vurulduğunu, ne ayaklarının dolaştığını, ne de canının köprücük kemiğine dayandığını görürler. Bu görüntü ve hislerle yalnızca ölen kişinin ruhu muhatap olur. Oysa gerçek ölüm, dışarıda insanların göremeyeceği bir boyutta ölen kişi tarafından bütün yönleriyle "tadılmakta"dır. Bir başka deyişle, ölüm sırasında yaşanan olay, bir "boyut değişikliği"dir.
Buraya kadar incelediğimiz ayetlerden anlaşılan gerçekleri kısa maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz: Mümin de kafir de, ecelleri gelince ne bir saat ertelenir ne de bir saat öne alınırlar. Her nerede olurlarsa olsunlar vakitleri gelince ölüm onları bulur. Dışarıdan seyredenler fark etmese de, ölüm anı gelen bir kişi çok farklı olaylar yaşamaya başlar.


Müminin Ölümü:

- Kaçınılmaz olduğunu bildiği ve yaşamı süresince hazırlık yaptığı ölümle karşılaşır.
- Canını almaya gelen melekler ona selam verip, onu cennetle müjdelerler.
- Melekler güzellikle canını alırlar.
- Ruhu bedeninden yumuşakça çekilip alinir.
- Arkasından gelecek müminleri müjdelemek, Allah'ın vaadinin hak olduğunu ve müminler için bir korku ve üzüntü olmadığını haber vermek ister. Ama buna izin verilmez.


İnkarcının Ölümü:

- Hayatı boyunca kendisinden kaçıp durduğu ölümle buluşur.
- Ölümü şiddetli sarsintilar içinde olur.
- Melekler, ellerini ona doğru uzatır ve onu alçaltıcı ve yakıcı bir azapla müjdelerler.
- Melekler, yüzüne ve sırtına vura vura canını alırlar.
- Ruhu en derinden acıyla sökülür.
- Ruhu köprücük kemiklerine kadar çekilir ve son müdahale yapılır.
- Canı o inkar içindeyken zorluk içinde çıkar.
- Ölümle yüzyüze geldiği andaki imanı ve tevbesi kabul edilmez.
-Gerçeği görmenin verdiği büyük pişmanlık içinde Allah'tan kendisini dünyaya geri çevirmesini ve kaybettiği ömrünü telafi etmeyi talep eder. Ama şansını kaybetmiştir. Bu isteği kabul edilmez.
Dışarıdaki insanların gördüğü "tıbbi ölüm"ün de insana ders veren çok önemli bir yönü vardır. Tıbbi ölümün insan bedenini yok edişi, insana çok önemli bazı gerçekleri kavrama fırsatı verir. Bu nedenle, gerçek ölümün ardından söz konusu tıbbi ölüme de değinmek, hepimizin bedenini bekleyen mezar hakkında biraz düşünmek gerekir.


Bedenin Ölümü (Disardan Görünen Ölüm)

Ölüm anında ruh, bu dünyadaki insanların içinde yaşadıkları boyuttan ayrılırken, geride cansız bedenini bırakır. Deri değiştiren canlılar gibi, bu dünyadaki bedenini geride bırakır ve asıl hayatına doğru ilerler.
Ancak geride kalan bedenin hikayesi de anlamlı ve önemlidir. Özellikle bu bedene hayattayken gereğinden fazla değer verenler için.
Peki öldükten sonra bu bedenin başina neler gelecegini ayrintili olarak düşündünüz mü hiç?
Bir gün öleceksiniz. Belki hiç beklenmedik bir şekilde. Ekmek almak için bakkala giderken yolda biraraba tarafindan çigneneceksiniz. Ya da amansiz bir hastalik hayatiniza son verecek. Veya bir anda kalbiniz atmaktan vazgeçecek.
Böylece ölümü tatmaya başlayacaksiniz.
Bu andan itibaren de, bedeninizle hiçbir ilişkiniz kalmayacak. Hayat boyu "ben" dediginiz ve sahiplendiginiz o beden, siradan bir et parçasi haline gelecek. Ölümünüzle birlikte bedeninizi başka insanlar taşimaya başlayacaklar. Etrafta aglayanlar, "daha dün buradaydi", "dag gibi adamdi" diyenler olacak. Sonra o bedeni alip evin bir odasina, belki de morga koyacaklar. Orada bir gece bekleyecek. Ertesi gün gömme işlemleri başlayacak. Cansiz bedeni alip gasilhaneye götürecekler. Görevli, kaskati kesilmiş olan bedeninizi soguk suyla yikayacak. Ancak bu aşamada ölümün izleri de bedende aşikar hale gelecek. Morarmalar başlayacak.
Daha sonra bedeni beyaz bir bezle, kefenle saracaklar. Sonra da tahta tabuta koyup üstüne yeşil bir örtü örtecekler. Cenaze arabasi gelecek, tabutu devralacak. Araba mezarliga dogru ilerlerken, yolda hayat devam edecek. Bazi insanlar cenaze geçiyor diye saygi gösterecek, çogu kendi işine bakacak. Sonra mezarliga gelinecek. Tabut, sizi sevenler ya da seviyor gibi görünenler tarafindan ellerde taşinacak. Etrafta muhtemelen yine aglayanlar, sizlananlar olacak. Sonra o kaçinilmaz yere, mezara gelinecek. Üstünde sizin isminiz yazili... Bedeni tabuttan çikarip beyaz kefenle birlikte mezarin içine atacaklar. Dualar okunacak. Ve sonra son iş yapilacak. Ellerine kürek alanlar, beyaz kefenin içindeki bedenin üzerine toprak atmaya başlayacaklar. Kefenin agzini açip içine de toprak atacaklar. Agziniza, burnunuza, bogaziniza, gözlerinize topraklar dolacak. Topraklar yavaş yavaş kefeni örtecek. Biraz sonra işleri bitecek ve gidecekler. Mezarlık her zamanki derin sessizliğine bürünecek. Gidenler, kendi hayatlarına geri dönecekler, ama gömülen beden için artık hayatın hiçbir anlamı kalmamış olacak. Dünyadaki hiçbir güzellik, hiçbir güzel ev, güzel insan, güzel manzara artık o beden için bir şey ifade etmeyecek. Bedeniniz, hiçbir dostunuzla artık görüşemeyecek. Beden için var olan tek şey, artık yalnızca toprak ve onun içindeki bakteri ve kurtlar olacak.


Öldükten Sonra Ne Hale Geleceginizi Hiç Düsündünüz mü?

Zaten gömülmenizle birlikte bedeniniz hem içten hem de dıştan gelen etkilerle hızlı bir parçalanma sürecine girecek.
Vücutta oksijen kalmayacağından, bir süre sonra mikroplar faaliyete geçerek bedene yayılacaklar.
Karında toplanan gazlar cesedi şişirecek ve bu şişlik vücudun her tarafına yayılarak, bedeni tanınmaz hale getirecek.
Bundan sonra gazın diyaframa yaptığı basınçtan dolayı ağızdan ve burundan kanlı köpükler gelmeye başlayacak.
Çürüme ilerledikçe kıllar, tırnaklar, avuç içleri ve tabanlar yerlerinden ayrılacaklar.
Bu dış değişmeyle beraber, iç organlarda da (akciğer, kalp ve karaciğerde) çürüme başlayacak.
En korkunç olay ise bu noktada gerçekleşecek; karin bölgesinde toplanan gazlar deriyi zayif noktasindan patlatacaklar ve bedenden tahammül edilmez derecede pis kokular yayilacak. (Ölü insan kokusu, dünyanin en igrenç kokusudur.)
Bu süre içinde kafadan başlamak üzere, adaleler de yerlerinden ayrilacak.
Cilt ve yumuşak kisimlar tamamen dökülecek ve iskelet gözükmeye başlayacak.
Beyin tamamen çürüyecek ve kil görünümünü alacak, kemikler bağlantılarından ayrılacak ve iskelet dağılmaya başlayacak...
Bu olay, ceset bir toprak ve kemik yığını haline gelene kadar böylece devam edecek.
"Ben" sandığınız bedeniniz böylelikle korkunç ve iğrenç bir şekilde yok olacak. Geride kalanlar sizin için "helva"lar yapıp yerken, topraktaki tüm kurtlar, böcekler ve bakteriler sizin etlerinizi kemirecekler.
Eğer bir kaza sonucunda ölür de, gömülmezseniz, o zaman çok daha feci bir manzara ortaya çıkacak. Bedeniniz, sıcak havada açıkta kalmış bir et gibi, kurtlanacak, birkaç gün içinde bir kurt yumağı haline dönüşecek. Kurtlar, son et parçasını da yiyene kadar iskeletin kıvrımları arasında dolaşacaklar.
Böylece "en güzel bir biçimde" yaratılmış olan insan hayatı, olabilecek en korkunç biçimde sona erecek.
Peki neden?
İnsan vücudunun öldükten sonra bu hale getirilmesi Allah'ın dilemesiyledir. Ve bunun çok büyük bir anlamı vardır. İnsan, kendisinin aslında beden olmadığını, bedeninin yalnızca kendisine giydirilmiş geçici bir kılıf olduğunu, bu korkunç sonu görerek anlamalı, bedenin ötesinde bir varlığı olduğunu hissetmelidir. Kendini "et ve kemikten" ibaret sanan insana, bunun bir aldanış olduğunu kavratmak için böyle çarpıcı ve ibret verici bir son hazırlamıştır.
İnsan, bedeninin ölümüne bakmalı, bu geçici dünyada adeta sonsuza kadar kalacakmış gibi sahiplendiği ve bütün arzularına boyun eğdiği bedeninin akıbeti hakkında düşünmelidir. O beden toprağın altında çürüyecek, kurtlanacak ve iskelete dönüşecektir.


DÜNYA HAYATININ GEÇİCİLİĞİ

Hiç düşündünüz mü?
Neden insan sık sık temizlenmek zorundadır? Neden temizliğine, bakımına dikkat etmezse, vücudu, ağzı kokar, cildi ve saçı yağlanır? Neden terler ve bu terin kokusu son derece kötüdür?
İnsanın aksine, çicekler son derece güzel kokulara sahiptirler. Gül ya da karanfil, pis çamurlu bir toprakta yetişmelerine rağmen binlerce yıldır son derece güzel kokarlar. Ama insan, kötü kokmaya mahkumdur ve bunu ancak iyi bir bakımla engelleyebilir.
Neden böyle olduğunu, insanın neden bu şekilde bir eksiklikle yaratıldığını hiç düşündünüz mü? Allah'ın neden çiçekleri güzel kokulu yaparken, insan bedeninin bu şekilde acizliklerle dolu olduğunu hiç aklınıza getirdiniz mi?
İnsan yalnızca bu saydığımız özelliklerle kalmaz; yorulur, acıkır, susar, canı acır, midesi bulanır, hastalanır…
İnsanlara bunlar doğal şeylermiş gibi gelir, ama bu bir aldanıştır. İnsan hiçbir zaman kötü kokmayabilir, hiçbir zaman baş ağrısı çekmeyebilir, hiçbir zaman hasta olmayabilirdi. Sahip olduğu tüm bu kusurlar, "tesadüfen" oluşmuş değil, özel olarak yaratılmışlardır. Allah, insanı belirli bir amaç, belirli bir hikmet doğrultusunda bu şekilde eksik yaratmıştır.
Bunun iki amacı vardır: Birincisi, insanın aciz bir varlık, bir "kul" olduğunu anlamasıdır. Eksiksiz, mükemmel olmak Allah'ın vasfıdır, O'nun kulu olan insan ise sonsuz derecede eksiktir, zayıftır ve dolayısıyla O'na sonsuz derecede muhtaçtır. Bir ayet, konuyu çok hikmetli bir biçimde özetler:

Ey insanlar, siz Allah'a (karşi fakir olan) muhtaçlarsiniz; Allah ise, Ganiy (hiçbir şeye ihtiyaci olmayan)dir, Hamid (övülmeye layik)tir. Dileyecek olsa, sizi giderir (yok eder) ve yepyeni bir halk getirir. Bu, Allah'a göre güç degildir. (Fatir Suresi, 15-17)

İnsanın bedenindeki eksiklikler, ona aczini ve zaafını sürekli olarak hatırlatır. İnsan, kendini üstün ve kusursuz bir varlık sanmaya başlayabilir, ama her gün tuvalete gitmek zorundadır ve orada içine düştüğü zavallılık, gerçek mahiyetini kendisine bildirir.
İnsanın sahip olduğu kusur ve eksikliklerin ikinci amacı ise, bu yurdun geçiciliğini hatırlatmasıdır. Çünkü söz konusu kusur ve eksiklikler, bu dünyadaki bedene mahsusturlar. Ahirette, cennet ehli yeni bir bedenle, eksiksiz ve kusursuz bir şekilde yaratılacaktır. Bu dünyadaki zayıf, eksik, kusurlu beden, müminin gerçek bedeni değildir, geçici bir süre içinde kaldığı bir kalıptır.
Bundan dolayıdır ki, dünyada kusursuz bir güzellik elde edilemez. Fiziksel yönden en güzel, en çekici, en kusursuz olduğunu sandığımız bir insan da, diğer tüm insanlar gibi tuvalete gitmekte, terlemekte, kimi zaman ağzı kokmakta, kimi zaman yüzünde sivilce çıkmaktadır. Temiz kalabilmek için sürekli yıkanmak ve bakım yapmak zorundadır. Kimi insanın yüzü güzeldir, ama fiziği o kadar düzgün değildir. Bunun tersi de mümkündür. Kimisinin gözü güzel, fakat burnu eğri olabilir. Bu özelliklerin sonsuz varyasyonlarını sayabiliriz. Dış görünüş olarak gerçekten kusursuz gibi görünen bir kimsede de hiç umulmadık bir hastalık, rahatsızlık ya da kusur bulunabilir.
Herşeyden önemlisi, en mükemmel görünen insan bile mutlaka yaşlanir ve ölür. Beklenmedik bir anda bir kazayla paramparça olabilir. Dünyadaki beden gibi, dünyanin bizzat kendisi de eksik, kusurlu, yetersiz ve geçicidir. Bütün çiçekler mutlaka solar, en güzel yiyecekler çürür, bozulur, kokuşur. Tüm bunlar bu dünyaya mahsus eksik ve kusurlardir. Bizlere taninan kisa dünya hayati da, taşidigimiz beden de Allah'in çok kisa bir süre için verdigi geçici emanetlerdir. Sonsuz bir yaşanti ve mükemmel bir yaratiliş ise yalnizca ahirete mahsustur. Bir ayette şöyle denir:

Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatinin metai (kisa süreli faydalanmasi)dir. Allah katinda olan ise, daha hayirli ve daha süreklidir. (Bu da) iman edip Rablerine tevekkül edenler içindir. (Şura Suresi, 36)

Bir başka ayette, dünyanin gerçek mahiyeti şöyle anlatilir:

Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)

Kısaca bu dünyada Allah sonsuz kudret ve bilgisinin bir göstergesi olarak birçok güzellik, sanat ve harikalık ile çok çeşitli kusur ve eksiklikleri de aynı anda yaratmaktadır. Mükemmellik ve kalıcılık bu dünyanın kanununa aykırıdır. Gelişen teknoloji de dahil olmak üzere, insan aklının düşünebileceği hiçbir şey Allah'ın bu kanununu değiştiremeyecektir. Böylece insanlar bir yandan ahireti özleyip ona kavuşmak için çabalasınlar ve Allah'a gereken şükür ve takdiri göstersinler. Bir yandan da bunların gerçek yerinin bu geçici dünya değil, eksik ve kusurlardan arındırılmış ve müminler için hazırlanmış ebedi cennet hayatı olduğunu anlayabilsinler. Kuran'da, bu gerçek çok açık bir biçimde özetlenir:

Hayır, siz dünya hayatını seçip üstün tutuyorsunuz. Ahiret ise daha hayırlı ve daha süreklidir. (A'la Suresi, 16-17)

Bir başka ayette ise, "gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur" (Ankebut Suresi, 64) denir. "Asıl hayat"ımız olan ahiret ile geçici bir yurt olan dünya arasında, perde kadar ince bir sınır vardır. Ölüm, işte bu perdeyi kaldıran araçtır. Ölümle birlikte bu dünya ve bedenle olan ilişki kesilecek, yepyeni bir yaratılışla sonsuz hayata başlangıç yapılacaktır.
Ölümle birlikte başlayacak olan hayat gerçek hayattir. Eksiklik, kusur, geçicilik dünyaya ait kanunlardir. Gerçek kanunlar; kusursuzluk, ölümsüzlük, mükemmellik üzerine kuruludur. Bir başka deyişle, normal olan, bir çiçegin hiç solmamasi, bir insanin hiç kirlenmemesi, hiç yaşlanmamasi, bir meyvenin hiç çürümemesidir. Asil kanunlar, insanin her istediginin aninda gerçekleşmesini, insanin hiçbir aci ve hastalik yaşamamasini, hiçbir zaman üşümemesini, ya da terlememesini gerektirir. Ancak asil kanunlar, asil hayatta; geçici kanunlar da geçici olan bu dünya hayatindadir. Bu dünyada yaşanan tüm eksiklik ve kusurlar, asil kanunlarin özel olarak bozulup, yerlerine geçici kanunlarin konmasiyla oluşmaktadir.
Asıl kanunların yurdu, yani ahiret ise sanıldığının aksine uzakta değildir. Allah dilediği an insanın buradaki yaşamına son verip, onu ahirete geçirebilir. Bu geçiş, bir göz açıp-kapaması kadar çabuk gerçekleşecektir. Rüyadan uyanmak gibi... Ölümle birlikte sona erecek olan dünyanın, ahirete göre ne denli kısa olduğu Kuran'da şöyle anlatılır:

Dedi ki: "Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor." Dedi ki: "Yalnızca az (bir zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz," "Bizim, sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?" (Müminun Suresi, 112-115)

Ölümle birlikte rüya sona ermiş ve gerçek yaşam başlamiştir. Yeryüzünde "bir gün ya da bir günün birazi kadar", hatta "bir göz çarpmasi" kadar kalmiş olan insan, yaptiklarinin hesabini vermek üzere Allah'in huzuruna çikar. Eger dünyada iken ölümü aklinda tutmuş, Allah'a kavuşacaginin bilincinde olmuş ise, kurtulacaktir. Kuran'da "kitabi sag eline verilen" bu kurtulmuşlarin şöyle diyecegi haber verilir:

"... Alın kitabımı okuyun. Çünkü ben, gerçekten hesabıma kavuşacağımı sanmış (anlamış)tım." (Hakka Suresi, 19-20)


ÖLÜMDEN IBRET ALMAYANLARIN DÜNYA VE AHİRETTEKİ DURUMLARI

İnsanların çoğunda "ölüm yaşamın bittiği andır" şeklinde eksik ve yetersiz bir inanış vardır. Oysa biraz daha derin düşünülse ölümün diğer bir hayatın da başladığı an olduğu anlaşılacaktır. Bu eksik bakış açısı yüzünden, inkar edenler hedefledikleri herşeyi dünyadaki kısa sürenin içine sığdırmaya çalışırlar. Ahireti tanımayanların, bu dünyadan gözü kapalı bir şekilde sınır tanımadan yararlanmak istemelerinin sebebi de budur. Bunlar ölümle birlikte, herşeyden mahrum kalacakları endişesiyle, doğru-yanlış ayrımı yapmadan yaşamaya, bu dünyadan maksimum derecede faydalanmaya, nefislerini tatmin etmeye çalışırlar. Önlerinde çok uzun yılların var olduğuna kendilerini inandırıp, uzun vadeli planlar peşinde koşarlar. Böylelikle kendilerini çok akıllı, Allah'a ve ahiret gününe inancı tam olan ve ölümden sonrası için hazırlık yapan müminleri de akılsız olarak görürler. Bu, şeytanın insanı aldatmak için kullandığı en klasik yöntemdir. Şeytanın inkarcılar üzerinde uygulamak istediği oyununu Allah Kuran'da şu ayetlerle haber verir:

Şüphesiz, kendilerine hidayet açikça belli olduktan sonra, gerisin geri (küfre) dönenleri, şeytan kişkirtmiş ve uzun emellere kaptirmiştir. (Muhammed Suresi, 25)

(Şeytan) Onlara vaadler ediyor, onlari en olmadik kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan onlara bir aldaniştan başka bir şey vaat etmez. (Nisa Suresi, 120)

Bu dünyada sonsuza dek yaşayacakmiş gibi mal ve servet biriktiren inkarcilar, hayatlarini mal ve evlat çoklugu ile övünecekleri bir yariş haline getirirler. Bu sahte üstünlügün verdigi gurura kapilarak ahiretten tamamen uzaklaşirlar. Ancak içinde bulunduklari büyük yanilginin kendilerini nereye dogru yönlendirdigi, ayetlerle açikça bildirilmiştir:

Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine vermekte olduğumuz mal ve çocuklarla, biz onların hayırlarına koşuyoruz (veya yardım ediyoruz)? Hayır, onlar şuurunda değiller. (Müminun Suresi, 55-56)

Şu halde onlarin mallari ve çocuklari seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onlari dünya hayatinda azaplandirmak ve canlarinin onlar küfür içindeyken zorlukla çikmasini ister. (Tevbe Suresi, 55)

Allah insana, imtihan için gönderildiği bu dünyada ölümü ve ahireti düşündürecek pek çok mesaj gönderir. Bir ayette, insana uyarı olsun diye verilen belalara dikkat çekilir:

Görmüyorlar mı ki, gerçekten onlar her yıl, bir veya iki defa belaya çarptırılıyorlar da sonra tevbe etmiyorlar ve öğüt alıp (ders çıkarıp) düşünmüyorlar. (Tevbe Suresi, 126)

Gerçekten çoğu insan, sık sık tevbe etmesine, öğüt alıp düşünmesine vesile olacak belalarla karşılaşırlar. Bunlar, ayette denildiği gibi yılda bir kaç kez karşılaşılabilen büyük belalar ya da günlük küçük sıkıntılar olabilir. İnsan kaza, sakatlanma ve ölümle sonuçlanan birçok olaya tanık olur. Gazeteler ölüm haberleriyle, ilanlarıyla doludur. İnsana düşen, bu tip olayların kendi başına da gelebileceğini, her an kendi imtihanının da sona erebileceğini hatırlamak, hemen Allah'a sığınıp bütün samimiyeti ile bağışlanma dilemektir.
Müminlerin gördükleri olaylardan aldıkları ders ve ibret kalıcı olur. Fakat, aynı olayların iman etmeyenler üzerindeki etkisi ve bunlara verdikleri tepki çok daha farklıdır. İnkarcılar kendilerinde uyandırdığı dehşet hissinin bir sonucu olarak ölümün gerçekliğini kabullenmeyerek ya da unutmaya çalışarak kendilerini rahatlatmak için uğraşıp-dururlar. Ancak bu yanıltıcı metodla kendilerine zarar vermekten öteye gidemezler. Çünkü Allah, "Onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir" (Nahl Suresi, 61) ve bu süre sandıklarının aksine aleyhlerine işlemektedir. Kuran'da şöyle buyrulur:

O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar, biz onlara, ancak günahları daha da artsın diye süre vermekteyiz. Onlar için aşağılatıcı bir azap vardır. (Al-i İmran Suresi, 178)

Ölüm en yakınındaki kimseye isabet ettiğinde bile bu uyarıyı hiç üzerine alınmayan, bundan bir öğüt ve ders çıkaramayan gaflet içindeki insan, günün birinde kendisi ölümle karşı karşıya kalsa, içinde bulunduğu durumdan kurtulmak için bir anda dünyanın en ihlaslı insanı haline geliverir. Kuran'da bu psikoloji bir örnekle şöyle tasvir edilir:

Karada ve denizde sizi gezdiren O'dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgarla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgar gelip çatar ve her yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken, dinde O'na 'gönülden katıksız bağlılar (muhlisler)' olarak Allah'a dua etmeye başlarlar: "Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, muhakkak sana şükredenlerden olacağız." (Yunus Suresi, 22)

Ancak bu insanlar, Allah, kendilerini kurtardığında tekrar eski gafletlerine geri döner ve Allah'a verdikleri sözü unutarak, en ufak bir vicdani rahatsızlık duymadan sahtekarlık ve nankörlüklerini ortaya koyarlar. Oysa bu sahtekarlıkları, kıyamet günü kendi aleyhlerine bir delil olacaktır. Ayetin devamında şöyle denir:

Ama (Allah) onları kurtarınca, hemen haksız yere, yeryüzünde taşkınlığa koyulurlar. Ey insanlar, sizin taşkınlığınız, ancak kendi aleyhinizedir; (bu) dünya hayatının geçici metaıdır. Sonra dönüşünüz bizedir, biz de yaptıklarınızı size haber vereceğiz. (Yunus Suresi, 23)

Bu psikolojideki insan, ümitsiz bir çabayla aynı sahtekarlığı ölüm esnasında da dener. Fakat kendisine tanınan süre artık sona ermiştir:

Sonunda, onlardan birine ölüm geldiği zaman, der ki: "Rabbim, beni geri çevirin. Ki, geride bıraktığım (dünya)da salih amellerde bulunayım." Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır. (Müminun Suresi, 99-100)

İnkarcıların bu tutumunun Allah'ın huzurunda bile devam ettiğini görürüz. Bu durum ayatlerde şöyle haber verilir:

Suçlu-günahkarları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: "Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız" (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen... Öyleyse bu (azab) gününüzle karşılaşmayı unutmanıza karşılık azabı tadın. Biz de sizi gerçekten unuttuk; yaptıklarınıza karşılık ebedi azabı tadın. (Secde Suresi, 12-14)

Aynı sonuçsuz çırpınışların cehennemde de devam ettiğini haber veren ayetler şöyledir:

İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: "Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka salih bir amelde bulunalım." Size orda (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur. (Fatır Suresi, 37)

Ahiretteki bu ümitsiz çırpınışlar ve acı sonuç, hep insanın dünyanın gerçek amacını ve değerini takdir edemeyişinden kaynaklanır. İman etmemiş insan; dünyadayken Allah'ın etrafında yarattığı hikmetli olaylardan ibret almaz, Allah'ın gönderdiği uyarıları dinlemez, vicdanını bastırarak anlamazlıktan, görmezlikten gelir, ölümü kendinden çok uzakta görür, Allah'ın rızası değil, nefsinin istekleri doğrultusunda hareket eder. Tüm bunlar, sonunda geri dönüşü olmayan ölüme hazırlıksız yakalanmaya ve yukarıdaki ayetlerde geçen umutsuz duruma düşmeye sebep olur. Bu nedenle ölüm gelip uyandırmadan gafletin derin uykusundan uyanmak gerekir. Çünkü ölüm anında uyanmak insana hiçbir fayda sağlamayacaktır. Allah bu durumdan insanları şöyle sakındırır:

Sizden birinize ölüm gelip de: "Rabbim, beni yakın bir süreye (ecele) kadar geciktirsen ben de böylece sadaka versem ve salihlerden olsam" demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. Oysa Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiçbir kimseyi kesinlikle ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. (Münafıkun Suresi, 10-11)

Biraz aklı olan insanın yapması gereken, ölümden sürekli kaçmak değil onu her an hatırda tutmaktır. Ancak bu şekilde gerçek hedefinin bilincinde olarak hareket edebilir, nefsinin ve şeytanın kendisini bu geçici dünya hayatı ile aldatıp oyalamasına izin vermez.


Ölüme Hazırlık Yapmak

Bu dünya insanların eğitim yeridir. Allah insanlara dünyada çeşitli sorumluluklar yüklemiş ve onlara gözetmeleri gereken sınırları bildirmiştir. İnsan, bu sınırları gözettiği, emredilenleri yerine getirip, yasaklanan şeylerden sakındığı ölçüde ruhen olgunlaşır, aklı ve şuuru gelişir. Başına gelen olaylara sabretmesini, hiçbir durumda Allah'ın dininden taviz vermemeyi, her durum karşısında Allah'a yönelip dönmeyi, yalnız O'ndan yardım istemeyi öğrenir. Allah'ı gereği gibi takdir etmeyi, O'na karşı içli bir sevgi ve saygı dolu bir korku duymayı öğrenir, Allah'a karşı katıksız bir iman ve tam bir teslimiyet kazanır. Allah'ın yarattığı nimetlerin değerini gerçek manada anlar ve bu sayede Allah'a karşı olan şükrü, sevgisi, yakınlığı ve hayranlığı artar. Sonuçta, Allah'ın beğendiği üstün akla ve ahlak özelliklerine sahip ideal bir mümin haline gelir. Bu şekilde her yönüyle mükemmel yaratılmış olan cennete girmeye layık, aynı mükemmellikte bir insan haline gelir. Aksi takdirde dünya ortamında hiçbir eğitim almadan cennete girmiş olsaydı pek çok yönden eksik, olumsuz ve yetersiz bir konumda kalacak ve o mükemmel ortamda her türlü hatayı yapmaya açık bir kişiliği olacaktı.
Nitekim Hz. Adem de, cennetteki sonsuz yaşami için gereken egitimi almak üzere yeryüzüne gönderilmiş ve birçok imtihanlara tabi olmuştur. Sonuçta Allah'in Kuran'da övdügü üstün ahlak ve kişilige sahip seçkin bir insan haline gelmiştir.
Kısaca, Allah'ın özel olarak yarattığı bu hikmetli olay dünyadaki eğitimin bir parçası olan imtihan ortamının sırrını içerir. İnsan bu dünyada başına gelen sayısız olaylarla sınanır ve bu imtihandaki başarısı oranında ebedi hayatında ceza veya mükafata kavuşur. Hiç kimse kendi imtihanının ne zaman son bulacağını bilemez. Ölüm, Kuran'da bizlere bildirildiği gibi "süresi belirtilmiş bir yazidir". (Al-i Imran Suresi, 145) Bu süre bazen uzun, bazen de kısadır. Aslında en uzun olarak tanımladığımız süre bile nadiren 70 ya da 80 senenin üzerine çıkabilir.
Bu nedenle, uzun yaşama hesaplari yapmak yerine insan, Allah'a karşi sorumlu oldugunu ve hesap gününde bütün yaptiklarinin hesabini verecegini bilerek, Kuran'in rehberliginde ve onun gösterdigi yola uygun olarak yaşamalidir. Aksi halde, sonsuz hayati için bir hazirlik yapmamasi, bunun için kendisine taninan bu tek ve son firsati kaçirmasi ve ebediyen cennetten mahrum kalmasi kendisi için gerçekten de çok aci bir durum olur. Ebediyen cennetten mahrum olan biri sonsuz azap mekani olan cehenneme gidecek bir ahlak gösteriyor demektir. Bu nedenle dünyada boşa geçen her saniye hem çok büyük bir kayip hem de çok aci bir sonuca dogru atilan yeni bir adimdir.
Madem gerçek budur, öyleyse bu gerçeğin dünyadaki herşeyden daha önemli olması gerekir. Hayatımızda karşımıza çıkacak muhtemel olaylar için önceden hazırlık yaptığımız gibi, hatta daha da fazla, ölüm ve sonrası için benzeri bir hazırlık yapmamız en mantıklı hareket olacaktır. Zira ölecek olan biziz. Ölümden sonra karşımıza gelecek olaylarla da tek başımıza muhatap olacağız. Bu konu doğrudan doğruya "bizi", yani "kendimiz"i ilgilendirmektedir. Ebedi kurtuluşu isteyen insanlara, Allah Kuran'da şöyle emreder:
Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Herkes yarın için neyi takdim ettiğine baksın. Allah'tan korkun. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Kendileri Allah'ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuş olanlar gibi olmayın. İşte onlar, fasık olanların ta kendileridir. (Haşr Suresi, 18-19)


-II-
KIYAMET



... İnsan, önündeki (sonsuz geleceği)ni de 'fücurla sürdürmek ister.' "Kıyamet günü ne zamanmış" diye sorar. Ama göz 'kamaşıp da kaydığı'; Ay karardığı, Güneş ve ay birleştirildiği zaman; İnsan o gün: "Kaçış nereye?" der. Hayır, sığınacak herhangi bir yer yok. O gün, 'sonunda varılıp karar kılınacak yer (müstakar)' yalnızca Rabbinin katıdır. (Kıyamet Suresi, 5-12)

GİRİŞ

Ahirete İman

Ahiret inancı, Kuran'da imanın temel şartları arasında sayılan son derece önemli bir konudur. Allah, Fatiha Suresi'nin başında kendi sıfatlarını sayarken, Rahman ve Rahim sıfatlarının hemen ardından kendisinin "Din gününün maliki" (Fatiha Suresi, 3) olduğunu belirtir. Bir sonraki sure olan Bakara Suresi'nin hemen üçüncü ayetinde de müminlerin "gayba", yani görmediklerine, duyularıyla algılayamadıklarına iman ettikleri söylenir:

Onlar, gayba inanırlar... (Bakara Suresi, 3)

Ölümden sonra dirilme, kıyamet, cennet, cehennem gibi olaylar, kısaca ahiret hep bu "gayb"ın içerisinde yer alır. Nitekim bir sonraki ayette de, "... ve ahirete de kesin bir bilgiyle inanırlar" ifadesiyle "ahirete iman" konusu özel olarak tekrar vurgulanır.
Ahiret inancının önemi gerçek imanın bir göstergesi olmasından kaynaklanır. Kuran'da bildirilen şekilde bir ahiret inancı, insanın samimi ve gerçek bir mümin olduğunun çok büyük bir kanıtıdır. Çünkü ahirete iman eden bir kişi zaten Allah'a, O'nun kitabına ve resulüne de kayıtsız şartsız iman etmiş demektir. Bu kişi Allah'ın herşeye gücünün yettiğini, sözünün doğru, vaadinin de hak olduğunu bilir, dolayısıyla ahiretten hiçbir şüphe duymaz. Henüz bu gerçekleri görmediği, bunlara bizzat şahit olmadığı halde Allah'a olan imanının, O'na duyduğu güvenin ve kendisine verilmiş olan aklın doğal bir sonucu olarak, adeta görüyormuş gibi bunlara iman eder. Dahası, ahirete karşı şüphelerden arınmış, kesin bir iman, Allah'ın yalnızca varlığına değil aynı zamanda O'nun Kuran'da bildirdiği tüm sıfatlarına iman etmeyi, Allah'a tam bir güven ve teslimiyeti ve O'nu gereği gibi tanıyıp takdir etmeyi de içinde barındırır. İşte, Allah'ın makbul saydığı iman da budur.
Buraya kadar da anlaşildigi gibi tam ve hakiki bir imana sahip olmak kesin bilgiye dayanan bir ahiret inancinda mümkündür. Kuran'in birçok yerinde inkarcilarin ahireti tanimadigindan, onun gerçekleşecegine inanmadiklarindan bahsedilir. Aslinda bunlari söyleyenlerin pek çogu Allah'in varligina inanan kimselerdir. Ancak inkarcilarin en çok yanilgiya düştükleri konu Allah'in varligi degil, Allah'in sifatlaridir. Kimisi Allah'in herşeyi en başta yaratip biraktigini, daha sonra olaylarin kendi başina gelişip devam ettigini, kimisi Allah'in insani yarattigini fakat insanin kendi kaderini kendisinin belirledigini, kimisi Allah'in gizli olan şeyleri, düşünceleri bilmedigini, kimisi de Allah'in var oldugunu, ancak din diye bir şeyin olmadigini savunur. Allah bu sonuncu düşünceyi, yani Allah'in var olup dinin olmadigini savunanlari Kuran'da şöyle tanimlar:

Onlar: "Allah, beşere hiçbir şey indirmemiştir" demekle Allah'i, kadrinin hakkini vererek takdir edemediler... (Enam Suresi, 91)

Sonuçta imansızlığın temelinde Allah'ı tam bir reddetme değil, ayette de belirtildiği gibi Allah'ı gereği gibi takdir edememe, dolayısıyla da ahireti inkar etme vardır. Yoksa inkarcılar arasında, bir Yaratıcıyı kesin bir yargıyla reddedenlerin oranı oldukça düşüktür. Bunların bile çoğu içlerinde sürekli bir şüphe duygusuyla yaşar. Allah'a şirk koşan ve ölümden sonra dirilmeyi, hesap gününü, cenneti, cehennemi inkar edenlerin durumu birçok ayette haber verilir ve ahirete iman konusu bütün mantık ve detaylarıyla özlü olarak açıklanır.
Ahiret, her ne kadar bu dünyada beş duyumuzla idrak edemeyecegimiz bir gerçekse de Allah bu gerçegi aklimizla kavramamiza rahatlikla yetecek miktarda sayisiz deliller yaratmiştir. Zaten dünyadaki imtihan ortaminin bir geregi olarak, önemli olan bu gerçeklerin duyular vasitasiyla degil, akil ve vicdan yoluyla kavranmasidir. Normal bir insan biraz düşündügünde kendisi dahil, etrafindaki hiçbir şeyin tesadüf eseri olmadigini, herşeyin bir Yaraticinin sonsuz gücü, bilgisi, istegi ve kontrolünde gerçekleştigini rahatlikla görür. Bunun sonucu olarak ahireti yaratmasinin da Allah için hiçbir güçlük teşkil etmedigini, ahiretin yaratilmasinin bu dünyanin en dogal ve en makul sonucu oldugunu, Allah'in hikmetine, adaletine en uygun olay oldugunu kavrar.
Ancak durum bu kadar açıkken, tüm hayatını kendi heva ve hevesi, nefsani arzuları peşinde, Allah'ın emirlerine isyan içinde geçiren bir insanın ölümden sonra dirilmek, bir hesap günüyle karşılaşmak ve yaptıklarının karşılığını görmek pek işine gelmez. Bu nedenle her ne kadar ahiretin varlığına aklı yatsa bile vicdanını örtme ve kendini kandırma yolunu seçer. Bu boyuta giren bir inkarcı artık ölümden sonra dirilmeyi ve ahireti reddedebilmek için akıl ve mantıktan uzak, tutarsız ve tek aşamalı örnekler vermeye başlar:

Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek verdi; dedi ki: "Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?" (Yasin Suresi, 78)

Oysa, yalnızca bir kaçıştan ve kendini kandırmaktan öte bir amacı olmayan bu sorunun cevabı aslında çok açıktır:

De ki: "Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir." (Yasin Suresi, 79)

Allah, bu şekilde tutarsiz örnekler vermenin ahireti inkar edenlere özgü bir özellik oldugunu da Kuran'da vurgulamaktadir:

Ahirete inanmayanların kötü örnekleri vardır, en yüce örnekler ise Allah'a aittir. O, güç sahibi olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Nahl Suresi, 60)

Bazıları da örneklerini geliştirip detaylandırarak iddialarını daha mantıklı hale getirdiklerini sanırlar:

Derler ki: "Biz çukurda iken, gerçekten biz mi yeniden (diriltilip) döndürüleceğiz? Biz çürüyüp dağılmış kemikler olduğumuz zaman mı?" (Naziat Suresi, 10-11)

Ve aslında akıllarının yattığı ancak gerçekleşmesini istemedikleri bu olayın işlerine gelmediğini de açıkça itiraf etmekten çekinmezler:

Derler ki: "Şu durumda, zararina bir dönüştür bu." (Naziat Suresi, 12)

Kendi rızasıyla kendi aklını perdeleyen kişi, iddiasının mantıksızlığını kendi gözleriyle gördükten sonra işi duygusal bir inada sürükleyerek psikolojik bir tatmin bulma yoluna girer:

Olanca yeminleriyle: "Öleni Allah diriltmez" diye yemin ettiler. Hayır; bu, O'nun üzerinde hak olan bir vaaddir, ancak insanların çoğu bilmezler. (Nahl Suresi, 38)

Heva ve heveslerini ilah edinerek akıllarını terk edip, vicdanlarını rahatlatmak uğruna bu tür boş sözler sarfeden ve kendilerini de bunlara inandıran inkarcıların konumlarını da Allah Kuran'da belirlemiştir:

Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)

Kuran'ın bir başka yerinde de bu kişilerin durumu şöyle tarif edilir:

Şimdi sen, kendi hevasini ilah edinen ve Allah'in bir ilim üzere kendisini saptirdigi, kulagini ve kalbini mühürledigi ve gözü üstüne bir perde çektigi kimseyi gördün mü? Artik Allah'tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de ögüt alip-düşünmüyor musunuz?
Dediler ki: "(Bütün olup biten,) Bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi "kesintisi olmayan zaman (dehrin akışın)dan başkası yıkıma (helake) uğratmıyor." Oysa onların bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur; yalnızca zannediyorlar. (Casiye Suresi, 23-24)


Dünya Hayatının Gerçekliği

Ölüm, yeniden diriliş, ahiret gibi, inkarcilarin, aklin ulaşamayacagini iddia ettikleri konular, aslinda insanin hayati boyunca karşi karşiya oldugu gerçeklerden hiç de uzak olmayan olaylardir.
Uyku ve rüya örneği de bu gerçeklerden biridir. Ölümden sonra dirilişi inatla inkar eden ve sürekli ölümden kaçan bir kişi aslında her gece uykusunda ölüp, her sabah dirildiğinin şuurunda değildir. Kuran'ın uyku olayı hakkında bildirdikleri konunun anlaşılmasına yardımcı olur. Allah uykunun niteliğini şöyle açıklar:

Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda (bir tür ölüme sokar). Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanı(n ruhunu) tutar, öbürüsünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır. (Zümer Suresi, 42)

Sizi geceleyin öldüren (uyutan) ve gündüzün 'güç yetirip etkilemekte (yapıp kazanmakta) olduklarınızı' bilen, sonra adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda sizi dirilten (uyandıran) O'dur. Sonra 'en son dönüşünüz' O'nadir. Sonra yapmakta olduklarinizi size O haber verecektir. (Enam Suresi, 60)

Ayetlerde de görüldüğü gibi, uyku hali "ölüm" olarak adlandırılmakta, bildiğimiz "ölüm"le uyku arasında bir ayırım yapılmamaktadır. Peki nedir uykuda gerçekleşen ve ölümle bu kadar benzeşen olay?
Uyku, insan ruhunun, uyanıkken kullandığı bedeni terk etmesidir. Rüya görmeye başlandığında ise bu kez yepyeni bir beden kullanılmaya başlanır ve yepyeni bir ortam algılanır. Bunun rüya olduğunun bile farkında değilizdir. Rüyamızda korkar, hüzünlenir, sevinir, acı duyar ya da zevk alırız. Rüyamızda başımıza gelen olayların gerçek olduğundan o kadar eminizdir ki bu olaylara, uyanıkken verdiğimiz tepkilerin aynısını veririz.
Teknik olarak mümkün olsa ve bize dışarıdan müdahele edip, aslında gördüklerimizin yalnızca his ve görüntülerden ibaret olduğunu söyleseler, buna aldırış bile etmez hatta bizimle "dalga geçtiklerini" düşünürüz. Oysa, gerçekten de bunları dış dünyada sağlayan hiçbir maddi gerçeklik yoktur ve rüyada yaşadığımız tüm olaylar Allah'ın ruhumuza algılattığı bir görüntü ve hisler bütünüdür.
Ancak göz ardı edilmemesi gereken en önemli nokta, uykudan uyandığımızda da bu ilahi kanunun değişmediğidir. Allah rüyaların doğrudan kendi irade ve yaratmasına tabi olduklarını, "Hani Allah, onları sana uykunda az gösteriyordu; eğer sana çok gösterseydi, gerçekten yılgınlığa kapılacaktınız ve iş konusunda gerçekten çekişmeye düşecektiniz. Ancak Allah esenlik (kurtuluş) bağışladı. Çünkü O, elbette sinelerin özünde saklı duranı bilendir." (Enfal Suresi, 43) ayetiyle belirtirken, "Karşi karşiya geldiginizde, Allah, 'olacagi olan işi gerçekleştirmek' için, onlari gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onlarin gözlerinde azaltiyordu. Ve (bütün) işler Allah'a döndürülür." (Enfal Suresi, 44) ayetiyle normal hayatta da aynı kuralın işlediğini kesin bir şekilde belirtir. Allah, madde hakkında algıladığımız his ve görüntülerin tamamen kendi istek ve yaratmasına tabi olduğuna ve bunların dışarıda herhangi bir maddi varlığa sahip olmadığına bir başka ayette de şöyle işaret etmektedir:

Karşi karşiya gelen iki toplulukta, sizin için andolsun bir ayet (ibret) vardir. Bir topluluk, Allah yolunda çarpişiyordu, digeri ise kafirdi ki göz görmesiyle karşilarindakini kendilerinin iki kati görüyorlardi. Işte Allah, diledigini yardimiyla destekler. Şüphesiz bunda, basiret sahipleri için gerçekten bir ibret vardir. (Al-i İmran Suresi, 13)

Günlük hayatta, dışarıda var olduğunu zannettiğimiz maddi varlıklar, yaşadığımız olaylar da aynen rüya gibi gerçekte Allah'ın ruhumuza gösterdiği görüntüler ve bunlarla eş zamanlı olarak ruhumuza algılattığı hislerden meydana gelirler. Kendimize ait görüntüler ve fiiller de başka şeylere ait görüntü ve hareketler de Allah'ın kare kare bunlara ait görüntü ve algıları yaratmasıyla gerçekleşir. Bu gerçek Kuran'da şöyle açıklanır:

Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Mü'minleri kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı.) Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir. (Enfal Suresi, 17)

Ahiret ve ona ait olan görüntü ve algıların yaratılması da aynı ilahi kanun çerçevesinde gerçekleşir. Ölümle birlikte, dünya ortamı ve bu ortamda kullanılan bedenle ilgi kesilir. Ruh ise Allah'ın ruhunun bir parçası olduğundan ölümsüzdür. Yaşama, ölme, yeniden dirilme, ahiret hayatı gibi olaylar da yalnızca ölümsüz olan ruhun algıladığı çeşitli hislerden ibarettir. Bu nedenle, bu dünyanın yaratılması ile cennet ve cehennemin yaratılması arasında temel mantık açısından hiçbir fark yoktur. Aynı şekilde, bu dünyadan ahirete geçişin de uykudan uyanıp dünya hayatına geçmekten hiçbir farkı yoktur.
Yeniden dirilişle birlikte, ahiret ortami ve bu ortamda kullanilacak olan bedenle yeni bir yaşama başlanir. Cennet ya da cehennem algisi verilmeye başlayinca da kişi kendini orada bulur. Bu dünyada sonsuz çeşitlilikte görüntüyü, sesi, kokuyu, tadi, dokunma hissini yaratan Allah, ayni şekilde cennet ve cehenneme ait sonsuz görüntü ve hisleri de yaratacaktir. Bütün bunlarin yaratilmasi Allah için son derece kolaydir:

... O, bir işin olmasina karar verirse, ona yalnizca "OL" der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)

Diğer bir gerçekse, dünya hayatı rüyaya göre nasıl daha net ve keskinse, ahiretin de dünyaya kıyasla çok daha net ve keskin olduğudur. Benzer şekilde, rüya dünya hayatına nazaran ne kadar kısaysa dünya hayatı da ahirete kıyasla o kadar hatta kıyaslanamayacak derecede kısadır. Bilindiği gibi zaman, eskiden sanıldığı gibi sabit değil tam tersine izafi bir kavramdır. Bu konu günümüzde bilimsel olarak ispatlanmış bir gerçektir. Rüyada insanın saatler boyu yaşadığını sandığı bir olay dünya zamanına göre yalnızca birkaç saniyede gerçekleşir. En uzun rüya bile dünyadaki hesaba göre birkaç dakika sürer. Fakat rüyayı gören kişi belki de rüyasında günler geçirmiştir. Allah zamanın göreceli olduğuna ayetlerde işaret etmektedir:

Melekler ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir. (Mearic Suresi, 4)
Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta oldugunuz bin yil süreli bir günde yine O'na yükselir. (Secde Suresi, 5)

Aynı şekilde dünyada uzun yıllar yaşayan bir insan, aslında ahiretteki zaman boyutuna göre çok az bir süre yaşamış olur. Ahirete gittiklerinde bu gerçeğe şahit olanların konuşmaları Kuran'da şöyle aktarılır:

Dedi ki: "Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor." Dedi ki: "Yalnızca az (bir zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz," "Bizim, sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?" (Müminun Suresi, 112-115)

Durum böyleyken, insanın sonsuz yaşamını bu geçici dünya hayatı uğruna tehlikeye atmasının ne büyük bir akılsızlık olduğu ortadadır. Üstelik dünya hayatının ahiret hayatına kıyasla ne kadar kısa olduğu düşünülürse...
Sonuç olarak, dışarıda var olduğunu zannettiğimiz ve adına madde dediğimiz şey Allah'ın ruha verdiği algılardan başka bir şey değildir. İnsanın kendine ait olduğunu zannetiği bedeni de aynı şekilde Allah'ın ruha gösterdiği bir görüntüdür. Allah görüntüyü dilediği zaman değiştirir. İnsanın kendisine ait zannettiği bedeninin görüntüsü bir anda kaybolup yeni görüntülerle muhatap olmaya başlayınca ya da diğer bir deyimle ölünce gözündeki perde kalkar ve önceden sandığı gibi yok olmadığını anlar. Bu olay Kuran'da şöyle haber verilir:

O, ölüm sarhoşlugu, bir gerçek olarak gelip de, (insana) "Işte bu, senin yan çizip-kaçmakta oldugun şeydir" (denildigi zaman da). Sur'a da üfürülmüştür. Işte bu, tehdidin (gerçekleştigi) gündür. (Artik) Her bir nefis, yaninda bir sürücü ve bir şahid ile gelmiştir. "Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte Biz de senin üzerindeki örtüyü açip-kaldirdik. Artik bugün görüş-gücün keskindir." (Kaf Suresi, 19-22)

İşte o zaman işin gerçeğini daha iyi kavrayan inkarcılar:

Demişlerdir ki: "Eyvahlar bize, uykuya-birakildigimiz yerden bizi kim diriltip-kaldirdi? Bu, Rahman (olan Allah)in vaat ettigidir, (demek ki) gönderilen (elçi)ler dogru söylemiş". (Yasin Suresi, 52)

Bu andan itibaren inkar eden bir kişiyi, artik telafisi mümkün olmayan ve sonsuza dek sürecek bir pişmanlik kaplar. Işte bu, en büyük pişmanliktir.

EVRENİN ÖLÜMÜ

Kuran'da bizlere, evrendeki tüm yaratılmışların yanında, evrenin kendisinin de bir ölümü olduğu haber verilir. Ölümlü olan yalnızca insan değildir. Tüm hayvanlar ölür, bitkiler de ölür. Hatta gezegenler ve yıldızlar da ölür. Ölüm evrendeki tüm yaratılmışların ortak kaderidir. Allah katında ezelde belirlenmiş olan bir günde tüm insanlar, canlılar, dünya, güneş, ay, yıldızlar, kısacası tüm maddesel varlıklar yok olacaktır. Kuran'da bu güne "kıyamet" (kalkış günü) adı verilir; bu gün, "insanların, alemlerin Rabbi için kalkacağı gün"dür. (Mutaffifin Suresi, 6)
İnsanın ölümünün dehşet verici oluşu gibi, evrenin ölümü olan kıyamet de dehşet vericidir. O gün, önceden inanmamış olanlar, Allah'ın azametini, kudretini ilk kez, hem de çok büyük bir şiddetle hissedeceklerdir. İşte bu nedenle kıyamet, inkarcılar için başlı başına büyük bir azap, bir dehşet, pişmanlık, acı ve şaşkınlık günüdür. Kıyameti gören insan, hiçbir şekilde tarif edilemeyecek, dünyadaki tüm korkulardan yüzlerce kat şiddetli olan bir korkuya kapılacaktır. Kuran'da, kıyametin aşamaları ayrıntılı olarak anlatılır. Bu büyük olayın nasıl gerçekleşeceği ve bunu gören insanların ne hale geleceği çarpıcı bir biçimde tarif edilir.


Sur'a İlk Üfleniş

Kıyametin başlangıcı Sur'a üfürülmesi ile olur. Bu, dünyanın ve bütün evrenin toplu yıkımının ve sonun başlangıcının işaretidir. Artık geriye dönüş yoktur. Dünya hayatının tamamen bitip herkes için gerçek hayatın, yani ahiretin başladığının sesidir bu. Bu ses, kafirlerin kalplerinde kesintisiz ve sonsuza dek taşıyacakları korku, dehşet, yılgınlık ve şaşkınlığı başlatan ilk sestir. Kafirlerin bundan böyle, sonsuza değin geçirecekleri zorlu günlerin başladığının habercisidir. Müddesir Suresi'nde kıyamet gününün kafirler için nasıl bir an olduğu şöyle belirtilmiştir:

Çünkü o boruya (sur'a) üfürüldüğü zaman. İşte o gün, zorlu bir gündür. Kafirler içinse hiç kolay değildir. (Müddessir Suresi, 8-10)

Sur'a üfürülmesi, elbette ki inkarcılarda büyük bir dehşet ve huzursuzluk yaratacaktır. Kaynağı görülemeyen, algılanamayan, tanımlanamayan ürperti verici bir ses, tüm dünyayı kaplayacak, insanlar "bir şeylerin" başladığını hissedeceklerdir. Sur'un sesini duymanın verdiği huzursuzluk, giderek panik ve dehşete dönüşecektir. Sur'a üfürülmesinden sonra birbiri ardına gelecek olan olaylar ise, bu dehşeti hayal edilemeyecek bir seviyeye çıkaracaktır.


Yeryüzünün Yıkımı

Sur'a üfürülmesini büyük bir sarsıntı ve kulakları patlatırcasına gelen bir gürleme takip eder. Bu anda insanlar artık korkunç bir felaketle karşı karşıya olduklarını anlamışlardır. Dünyanın ve yaşamın yok olmakta olduğu iyice ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de dünya üzerindeki şeylerin değeri bir kaç saniye içinde sıfırlanır. Kıyametin yalnızca gürültüsü bile insanlar arasındaki bütün dünyevi bağları kopartıp parçalamaya yeterli olur. İnsanlar, artık yalnızca bir kaçıp kurtulma duygusuyla dolmuşlardır. Korku her yeri kaplamış, herkes kendi derdine düşmüştür:

Fakat "kulakları patlatırcasına olan o gürleme" geldiği zaman, kişi o gün, kendi kardeşinden kaçar. Annesinden ve babasından, eşinden ve çocuklarından. O gün, onlardan her birisinin kendine yetecek bir işi vardir. (Abese Suresi, 33-37)

Yer, şiddetli bir sarsinti ile sarsildiktan sonra yaratildigindan beri içinde barindirdigi, artik hiçbir anlam ve degeri kalmayan hazinelerini ve sirlarini dişari çikarir, insanlara gösterir:

Yer, o şiddetli sarsintisiyla sarsildigi, yer agirliklarini dişa atip-çikardigi ve insan: "Buna ne oluyor?" dedigi zaman; o gün (yer), haberlerini anlatacaktir. Çünkü senin Rabbin, ona vahyetmiştir. (Zelzele Suresi, 1-5)

Korkunç bir gürültü, ardından yerin şiddetle sarsılması ve bir de yeraltındaki maddelerin volkanik patlamalarla her yandan dışarı boşalması, dünya üzerindeki herşeyin değerini bir anda yok etmiştir. İnsanlar bu ana kadar bu şeylere çok önem vermektedirler. Örneğin evleri, işyerleri, arabaları, tarlaları onlar için çok önemlidir. Tüm hayatlarını iyi bir ev satın alıp içinde oturmak üzerine kurmuş olabilirler. Ancak bunların ne kadar boş olduğu kıyametin daha ilk dakikalarında ortaya çıkar. İnsanların hayatlarını adadıkları yapılar, kağıttan bir ev gibi bir anda yıkılıp yok olur. Hayatını içinde çalıştığı şirkette yükselmeye adamış olan bir insan, artık bir hiç haline gelmiştir. Tüm çabasını bir ülkede iktidarı ele geçirmek için çalışmış olan bir başkası da aynı korkunç durumdadır. Çünkü artık ortada ülke kalmamıştır... Herşey anlamını yitirmiştir, Allah rızası için yapılmış ibadetler dışında. Kuran'ın ifadesiyle, "o, 'herşeyi batirip gömen büyük-felaket' (Kiyamet) geldigi zaman. O gün, insan, neye çaba harcadigini düşünüp-anlar. Görebilenler için cehennem de sergilenmiştir." (Naziat Suresi, 34-36)

- Dağların Parçalanışı
O gün yaşanan felaketler hayal gücünün alamayacagi niteliktedir. Yeryüzündeki en saglam yapilar olan o heybetli, sarsilmaz daglar yerlerinden oynatilip yürütülür; köklerinden savrulur, yakilir, paramparça edilirler. En ufak bir depremde panige kapilan, kimi zaman bütün bir geceyi korkudan sokakta geçiren insanlar için, gözlerinin önünde daglarin yerinden oynatildigi türden bir felaket dayanilabilecek gibi degildir. Kuran'da daglarin kiyamet günündeki durumlari şöyle tasvir edilir:

Artık Sur'a tek bir üfürülüşle üfürüleceği. Yeryüzü ve dağlar yerlerinden oynatılıp kaldırılacağı, ardından tek bir çarpma ile birbirlerine çarpılıp parça parça olacağı zaman. İşte o gün, vakıa (bir gerçek olan kıyamet) artık vuku bulmuş (gerçekleşmiş)tur. (Hakka Suresi, 13-15)

Şüphesiz o hüküm (fasl) günü, belirlenmiş bir vakittir. Sur'a üfürülecegi gün, artik siz dalga dalga geleceksiniz. O sirada gök açilmiş ve kapi kapi olmuştur. Daglar yürütülmüş, artik bir serap oluvermiştir. (Nebe Suresi, 17-20)

Dağlar, yürütüldüğü zaman. Gebe develer, kendi başina terkedildigi zaman. Vahşi-hayvanlar, toplandigi zaman. (Tekvir Suresi, 3-5)

Ve dağların 'etrafa saçılmış' renkli yünler gibi olacakları (gün). (Kaaria Suresi, 5)

O gün, taş, toprak ve kayalardan meydana gelen kapkara daglari bile rengarenk yün parçalari gibi etrafa savuran sinirsiz, kahredici bir güç vardir. Insan bu gücün, "doganin gücü" olmadiginin artik çok iyi farkindadir. Bir zamanlar ilah edindigi, yaratilişini bile ona bahşettigi "tabiat ana", kendi yok oluşuna bile çare bulamamaktadir. Hayati boyunca yanliş yerlere atfettigi bu gücün gerçek sahibiyle tanişmaktadir şimdi. Ama bu tanişma artik ona hiçbir fayda saglamayacaktir. Yaşami boyunca sahibini akledemedigi, hakkinda düşünmedigi bu güç, onu her tarafindan sarip kuşatmiştir. Yaşami boyunca akil ve vicdaniyla anlayamadigi gerçegi, şimdi dehşetle anlayacaktir.
Sınırsız bir kudretin yarattığı dehşet, yaşanmadan hissedilemeyecek ve tarif edilemeyecek bir dehşettir. Bu dehşet, o gün, canlı cansız tüm varlıkları sarmıştır. Kıyamet günü yaşanan her sahneye bu korku ve dehşet hakimdir. İnsan, hayvan ve tabiat, hepsi bu ortak korku altında ezilirler. Artık ne dağlar bildiğimiz heybetli dağlar, ne deniz alıştığımız engin deniz, ne de gök o eski sınırsız, erişilmez göktür. Güneş, yıldızlar, bütün evren kıyametin korkusuyla kuşatılmış, kendilerini yaratana boyun eğmiştir. Koskoca dağlar kumdan kaleler gibi ufalanırlarken, bu dağların, denizlerin, yıldızların yanında çok daha küçük ve aciz olan insan ise, korku ve telaşının içinde ezilecek, büyük bir yıkım yaşayacaktır.

- Denizlerin Kaynaması
Kıyamet gününün dehşetini anlamak için şu anda sahip olduğumuz düşünce kıstasları yeterli değildir. Ama o gün meydana gelecek yıkımın Allah'ın şanına yakışacak şekilde olacağını bilmek, insanı felaketin boyutları hakkında fikir sahibi yapabilir. Örneğin dünyadaki en büyük kütle ve en büyük hayat kaynağı olan okyanusların benzin gibi tutuşturulması ve taşırılması o gün hakkında Kuran'da insanlara verilen örneklerden biridir:

Denizler, tutuşturuldugu zaman.
Nefisler, birleştigi zaman. (Tekvir Suresi, 6-7)
Denizler, fışkırtılıp-taşırıldığı zaman. (İnfitar Suresi, 3)


Göklerin Yokedilişi

Kıyamet gününün yıkımı ve dehşeti yalnızca dünyayı değil, uzayın ve evrenin de tümünü kaplar. Yeryüzü, yerin altı, dağlar, denizler için olduğu gibi gökyüzü, ay, güneş, yıldızlar ve gezegenler için de belirlenmiş ölüm vakti gelmiştir. Kuran'da, o büyük günden söz edilirken şöyle denir:

Şüphesiz, size vaadedilen gerçekleşecektir. Yildizlar 'örtülüp (işiklari) silindigi' zaman. Gök yarildigi zaman. Daglar, kökünden sökülüp savuruldugu zaman. (Mürselat Suresi, 7-10)

Kıyametle beraber, insanın bildiği, alıştığı ve sonsuza dek süreceğini sandığı bütün varlıklar ve düzenler temelinden bozulmaya uğrar, darmadağın olur ve en sonunda yokluğa karışırlar. O gün gökyüzünün uğradığı akıbet de böyledir. İnsanın doğumundan itibaren varlığından ve devamından emin olduğu, kendisini koruyan bir tavandır gökyüzü. Oysa kıyamet günü bu tavan büyük bir çatırtı ile çöker, parçalanır. Hayatı boyunca insanı saran, ona her nefesinde hayat veren hava, atmosfer, o gün aynen erimiş maden gibi akkor haline gelir, cayır cayır yanar. Hava artık hayat vermek için değil yakıp parçalamak için insanın ciğerlerine dolar. Kuran'da, o gün "gökyüzünün erimiş maden gibi olacagi gün" (Mearic Suresi, 8) şeklinde tarif edilmektedir.
Kıyamette gerçekleşecek olan bu büyük olayların insana vereceği dehşet, normal zamanlarda oluşan doğal felaketlerin verdiği korku ile kıyaslanarak belki kısmen anlaşılabilir. Depremler ya da volkanik patlamalar, bilindiği gibi insanların en çok korktuğu olaylardandır. Yeryüzünün doğal, süregelen ve alışılmış şartlarında meydana gelen bu tür değişiklikler, insanda büyük panik yaratır. Depremle çatlayan yer kabuğu veya lav püstürten bir volkan, insandaki alışmışlığı ve rahatı bir anda ortadan kaldırır. İnsan, umursamadan her gün bastığı sağlam zeminin değerini, o felaket anında çok iyi anlar.
Ancak verdiği bütün acılara rağmen deprem veya yanardağ patlaması, geçici olaylardır. Bir deprem ya da patlama yaşanır ve biter. Yaralar sarılır, bir süre sonra acıları unutulur, kötü bir anı olarak kalır. Ama kıyamet günü, ne bir depreme ne de başka bir afete benzemez. Bu günde birbiri ardına gelen inanılmaz yıkımlar, var olan herşeyin artık geri dönüşü olmaksızın yok olduğunun açık delilidir. Örneğin insanın hayal gücünü aşan bir olay gerçekleşecek ve gökyüzü, çatlayarak yarılacaktır. Bu, insanın bildiği tüm "fizik kuralları"nın, güvendiği her türlü kavramın bir anda yok olması demektir. Binlerce yıldır varlığına alışılmış yer ve gök, onları inşa eden tarafından paramparça edilip şekilden şekile sokulur. Kuran'da, o an "Gök çatlayıp-yarıldığı zaman, yıldızlar, dağılıp-yayıldığı zaman, denizler, fışkırtılıp-taşırıldığı zaman" olarak tarif edilmektedir. (İnfitar Suresi, 1-3) Başka ayetlerde ise, bu olaydan şöyle söz edilir:

Gök, yarılıp-parçalandığı. Ve 'kendi yaratılışına uygun' Rabbine boyun eğdiği zaman. (İnşikak Suresi, 1-2)

İnsanların dünyada gözlerinde büyüttükleri herşey parça parça edilmiştir. Gökyüzü cisimleri de birer birer ölürler. Bu, "güneş köreltildigi zaman, yildizlar, bulaniklaşip-döküldügü zaman"dir. (Tekvir Suresi, 1-2) Yüzbinlerce yıldır ışık saçan, dünyanın hayat ve enerji kaynağı güneş, dürülüp söndürülünce onun gerçek bir sahibinin olduğu ve o ana kadar ancak O'nun emriyle hareket ettiği gözler önüne serilir. İnsanların hep erişilmez, muhteşem, esrarengiz gördükleri ve içinde evrenin engin sırları barınır sandıkları yıldızlar adeta yaldızlı oyuncaklar gibi düşürülüp söndürülür. Koskocaman sarsılmaz dağlar yerinden oynatılıp yürütülür, uçsuz bucaksız engin denizler kaynatılıp buharlaşır, herşeyin varlığının ve yazgısının gerçek sahibinin kim olduğu, herşeyin üstündeki tek ve gerçek kudret sahibinin kim olduğu, yegane hakimiyetin kime ait olduğu tüm açıklığıyla ortaya çıkar. Artık verilen süre tamamlanmış ve insan içine daldığı gafletten olabilecek en büyük felaket ile uyandırılmıştır. Bu gafletin sebebi insanın Allah'ın "kadrini" (gücünü, kuvvetini) henüz dünyada iken tam olarak anlayamamış olmasıdır. Oysa o gün evrenin ve yaşamın sahibinin kim olduğu çok iyi anlaşılacaktır. Bir ayette şöyle denir:

Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa Kıyamet günü yer, bütünüyle O'nun avucu (kabzası)ndadır; gökler de sağ eliyle dürülüp-bükülmüştür. O, şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir. (Zümer Suresi, 67)


İnsanların İçinde Bulunduğu Durum

Kıyametin doğurduğu bütün bu korku, dehşet ve şaşkınlık inkarcı insanın dünya hayatındaki gafletinin karşılığıdır. İnsan dünyada kıyametten ne kadar gaflette ve ona karşı ne kadar hazırlıksızsa, o gün kapılacağı dehşet de o denli büyük olur. Bu korku ve dehşet hissi, kendisine ölüm anı gelmesinden itibaren sonsuza kadar inkarcınn peşini bırakmaz. Her an, her olay onun için bir korku vesilesidir. Artık önündeki her saniye kendisini dehşet verici sürprizler beklemektedir. Karşılaştığı her dehşet, ayrıca ileride karşılaşacağının korkusunu da doğurur. Bu korku, çocukların saçlarını bile bir anda ağartabilen bir korkudur.

Eğer inkar edecek olursanız, çocukların saçlarını ağartan bir günde kendinizi nasıl koruyacaksınız? Bu nedenle gök bile yarılıp-çatlamıştır; (artık) O'nun va'di gerçekleştirilip-yerine getirilmiştir. (Müzzemmil Suresi, 17-18)

Allah'ı, yapıp ettiklerinden habersiz sananlar o anda kendilerinin aslında kıyamet gününe kadar zaman verilmiş zavallılar olduklarını anlarlar. Çünkü Allah, o zamana dek "onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir." (İbrahim Suresi, 42) Bir diğer ayette, inkarcıların korku ve şaşkınlığı şöyle tarif edilir:

Kaari'a... Nedir kaari'a? Sana o kaaria'yı bildiren nedir? İnsanların, 'her yana dağılmış' pervaneler gibi olacakları gün ve dağların 'etrafa saçılmış' renkli yünler gibi olacakları (gün). (Kaaria Suresi, 1-5)

Dünyada en kuvvetli bağ olan annenin çocuğuna duyduğu koruma ve sevgi bağı bile kıyametin şiddetiyle parçalanıp kopar. Gebeler korkudan çocuklarını düşürürler. Dehşet herşeye hakimdir. O büyük şok insanlara şuurlarini kaybettirir. Şaşkinlik ve panikten afallamiş, kendini bilmez sarhoşlar gibi etrafa yayilmişlardir. Ama onlar sarhoş degildirler, onlarin akillarini alan güç Allah'in azabinin şiddetidir:

Ey insanlar, Rabbinizden korkup-sakının, çünkü Kıyamet saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, her emzikli kendi emzirdiğini unutup geçecek ve her gebe kendi yükünü düşürecektir. İnsanları da sarhoş olmuş görürsün, oysa onlar sarhoş değillerdir. Ancak Allah'ın azabı pek şiddetlidir. (Hac Suresi, 1-2)

İnsanların o gün, korku ve dehşetle birlikte tattıkları en kahredici duygulardan birisi de çaresizliktir. Dünyada başına gelebilecek muhtemel her türlü felaket için tedbirini alan, en ölümcül afet, en büyük deprem, en şiddetli kasırga, en dehşetli nükleer savaş için bile korunmasını ve sığınağını hazırlayan insanoğlu, öyle bir olayla karşı karşıya gelir ki kaçıp sığınabileceği, barınabileceği tek bir güvenli yer bile kalmamıştır. Allah'tan hiçbir yardım görmez. Yardım görebileceği başka herhangi bir merci, bir otorite de yoktur. Eskiden bir yol gösterici ve kurtarıcı sandığı bilim ve teknolojinin de artık hiçbir değeri kalmamıştır. En ileri teknolojiye sahip olsa, değil aya, uzayın en uzak köşesine kaçıp saklansa azap kendisini orada da bulacaktır. Çünkü kıyamet bütün evreni kaplamıştır. Yalnızca üzerinde bir zamanlar güven içinde yürüdüğü yeryüzü değil, erişilmez sandığı uzak yıldızlar bile Allah'ın emrine boyun eğmişler, "bulanıklaşıp-dökülmüştürler". (Tekvir Suresi, 1-2) İnsanların o günkü çaresizliği Kuran'da şöyle anlatılır:

Ay karardığı, güneş ve ay birleştirildiği zaman. İnsan o gün: "Kaçış nereye?" der. Hayır, sığınacak herhangi bir yer yok. O gün, 'sonunda varılıp karar kılınacak yer (müstakar)' yalnızca Rabbi'nin katıdır. (Kıyamet Suresi, 8-12)

SUR'A IKINCI KEZ ÜFLENIS ve ÖLÜLERIN DIRILTILMESI



Sur'a ilk olarak üflenmesiyle birlikte yer ve gök paramparça edilmiş ve maddesel evren ölmüştür. Canli hiçbir varlik kalmamiştir. Ayetin ifadesiyle, "yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülmüştür". (İbrahim Suresi, 48) Bu dönüşümden sonra mahşer günü için hazirlanan ortam şöyledir:

Sana dağlar hakkında soruyorlar. De ki: "Benim Rabbim, onları darmadağın edip savuracak"
"Yerlerini bomboş, çirçiplak birakacaktir."
"Orada ne bir eğrilik göreceksin, ne de bir tümsek." (Taha Suresi, 105-107)

İşte hesap günü insanların üzerinde dirilip, biraraya gelip, hesaplarını ve akıbetlerini bekleyecekleri yer budur. Artık sıra insanların diriltilip tek olan, kahhar olan Allah'ın huzuruna çıkarılmalarına gelmiştir. Ve Sur'a ikinci kez üfürülür. Dünya hayatında ahireti ve yeniden dirilişi inkar eden insan bir daha uyanmayı hiç beklemediği kabrinin içinden dışarı atılır. Sur'a bu ikinci üfürülüş ve insanların dirilmesi Kuran'da şöyle geçer:

Sur'a üfürüldü; böylece Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetliyorlar. Yer, Rabbinin nuruyla parıldadı... (Zümer Suresi, 68-69)


Ölülerin Mezarlarından Çıkmaları

İnsanların dirilişleri esnasında ve dirildikten sonraki durumları ayetlerde ayrıntılı olarak tarif edilmiştir. Kuran'da haber verildiğine göre o büyük diriliş şöyle gerçekleşir:

- Sur'a ikinci kez üfürülmesiyle birlikte toprağın altından dışarı çağrılan insanlar, yayılan çekirgeler gibi ve hızla koşarak kabirlerinden dışarı çıkarlar.

Gözleri 'zillet ve dehşetten düşmüş olarak', sanki 'yayilan' çekirgeler gibi kabirlerinden çikarlar. (Kamer Suresi, 7)

... Sonra sizi yerden (toprağın altından) bir (kere) çağırma ile çağırdığı zaman, hemencecik siz (bir de bakarsınız ki) çıkarılmışsınız. (Rum Suresi, 25)

O gün yer, onlardan çatlayıp-ayrılır da (onlar,) hızla koşarlar. İşte bu, Bize göre oldukça-kolay olan bir haşir (sizi birarada toplama)dır. (Kaf Suresi, 44)

- Kendilerini çağıran çağırıcıya doğru yönelirler ve dikili bir şeye doğru yönelmiş gibi boyunlarını çağırıcıya uzatmış olarak koşmaya başlarlar. Ve bu çağrı daha önce benzerine rastlanmış bir çağrı da değildir:

... O çağırıcının 'ne tanınmış, ne görülmüş' bir şeye çağıracağı gün... (Kamer Suresi, 6)

O gün, kendisinden sapma imkanı olamayan çağırıcıya uyacaklar... (Taha Suresi, 108)

... sanki onlar dikili bir şeye yönelmiş gibidirler. (Mearic Suresi, 43)

Dünyada Allah'ın sınırlarını tanımayan, Allah'a itaat etmeyen, kendi başının dikine giden, büyüklenen inkarcı, dirilir dirilmez birden çok itaatli, boyun eğici, bir hale gelmiştir. Ne olup bittiğini sorgulamadan, kayıtsız şartsız bu çağrıya icabet eder. Dünyadaki imtihan sona erdiği için başka seçim şansı da yoktur zaten. Aksini yapmayı istese de yapamaz. Hatta isteyemez bile. Bu çağrıya karşı koymaya hiçbir gücü yoktur. O nedenle bu günün "zorlu bir gün" olduğunu gerçekten hissetmiştir:

Boyunlarını çağırana doğru uzatmış olarak koşarlarken, kafirler derler ki: "Bu, zorlu bir gün." (Kamer Suresi, 8)

- Kafirler başlarini dikerek koşarlar, gözler dönmez, hareket edemez. Herkes kayitsiz şartsiz bir itaat içindedir. O gün insanlarin sahip olabilecegi tek geçerli ve degerli şey imandir. O da kafirlerde yoktur. Bu yüzden kalpleri bomboştur:

Başlarini dikerek koşarlar, gözleri kendilerine dönüp-çevrilmez. Kalbleri (sanki) bomboştur. (Ibrahim Suresi, 43)

- Tek bir merkeze doğru dalga dalga süzülürler.

Sur'a üfürüleceği gün, artık siz dalga dalga geleceksiniz. (Nebe Suresi, 18)

Sur'a üfürülmüştür; böylece onlar kabirlerinden (diriltilip) Rablerine dogru (dalgalar halinde) süzülüp-giderler. Demişlerdir ki: "Eyvahlar bize, uykuya-birakildigimiz yerden bizi kim diriltip-kaldirdi? Bu, Rahman (olan Allah)in va'dettigidir, (demek ki) gönderilen (elçi)ler dogru söylemiş". (Yasin Suresi, 51-52)

Bu "eyvah" çok büyük bir panik ve hayal kırıklığının ifadesidir. Çünkü kendi dirilişine bizzat şahit olan kafir, hayatı boyunca kendisine bunu haber veren elçilerin gerçekten doğru söylediklerini anlamıştır. Dolayısıyla bunu inkar edenlere müjdelenen, "dönüşü olmayan ebedi azab"ı da bizzat yaşayacağını idrak etmiştir. Artık bundan hiçbir şüphesi yoktur. "Ebedi uyku" diye bir şey olmadığını anlamıştır. Kendisine vaat edilenlerin birer birer başına geleceğinden, hiçbir kurtuluş ümidi olmadığından emindir.

- Kafirlerin genel ruh halleri korku, dehşet, yilginlik, şaşkinlik ve çaresizlik, genel görünümleri ise daha da dehşet vericidir. Yüzleri kapkaradir; toz, kararti ve zillet (aşagilanma) kaplamiştir:

O gün, öyle yüzler vardır ki, 'zillet içinde aşağılanmıştır.' (Gaşiye Suresi, 2)

Ve o gün öyle yüzler vardır ki üzerini toz bürümüştür. Bir karartı sarıp kaplamıştır. İşte onlar da, kafir facir olanlardır. (Abese Suresi, 40-42)

Kıyamet günü, Allah'a karşı yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Büyüklenenler için cehennemde bir konaklama yeri mi yok? (Zümer Suresi, 60)

- Kafirler kıyamet günü kör olarak haşredilirler.

Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.
O da (şöyle) demiş olur: "Ben görmekte olan biriyken, beni niye kör olarak haşrettin Rabbim?"
(Allah da) Der ki: "İşte böyle, sana ayetlerimiz gelmişti, fakat sen onları unuttun, bugün de sen işte böyle unutulmaktasın." (Taha Suresi, 124-126)

Allah, kimi hidayete erdirirse, işte o, hidayet bulmuştur, kimi saptirirsa onlar için O'nun dişinda asla veliler bulamazsin. Kiyamet günü, biz onlari yüzükoyun körler, dilsizler ve sagirlar olarak haşrederiz. Onlarin barinma yerleri cehennemdir; ateşi sükun buldukça, çilgin alevini onlara arttiririz. (Isra Suresi, 97)

- Kafirlerin bu kör gözleri de korkunçluk ve iğrençliklerini artırır bir şekildedir. Allah kafirlerin gözlerinin alacağı şekli şöyle ifade etmektedir:

Sur'a üfürüleceği gün, biz suçlu-günahkarları o gün, (yüzleri kara, gözleri) gömgök (kaskatı ve kör) olarak' toplayacağız. (Taha Suresi, 102)

Bu korkunç, aynı zamanda da aşağılık görünümleriyle kafirler ilk bakışta, müminlerden ayrılırlar. Dünyadayken kibir ve gösteriş içinde, Allah'ın ayetlerine karşı savaş açan, büyüklenen bu güruhun sonlarının başlangıcı işte böyle olur.


O Gün Dostluk, Akrabalik, Yakinlik ve Yardimlasma Yoktur

O gün insanın başkalarıyla, hatta kendi annesi, babası, eşi ve çocuklarıyla bile ilgilenmeye ne hali ne fırsatı vardır. Mahşer gününün şiddeti ve olağanüstü korkusu herkesi kendi derdine düşürür. Allah, o diriliş gününü, öteki adıyla din gününü şöyle tarif etmektedir:

Din gününü sana bildiren şey nedir? Ve yine din gününü sana bildiren şey nedir? Hiçbir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeye güç yetiremeyecegi gündür; o gün emir yalnizca Allah'indir. (Infitar Suresi, 17-19)

Fakat 'kulakları patlatırcasına olan o gürleme' geldiği zaman, kişi o gün, kendi kardeşinden kaçar-
Annesinden ve babasından,
Eşinden ve çocuklarindan,
O gün, onlardan her birisinin kendine yetecek bir işi vardir. (Abese Suresi, 33-37)

Dünya hayatında kişinin en çok değer verdiği put edindiği bağlar, böylece Allah'ın azabı karşısında paramparça olur. Artık insanlar arasındaki dünyevi yakınlıkların, soy bağlarının hiçbir anlamı kalmamıştır. Değeri olan tek şey, imandır:

Böylece Sur'a üfürüldüğü zaman artık o gün aralarında soylar (veya soybağları) yoktur ve (üstünlük unsuru olarak soyluluğu veya birbirlerine durumlarını) soruşturmazlar da. Artık kimin tartısı ağır basarsa, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Kimin tartısı hafif gelirse, işte onlar da kendi nefislerini hüsrana uğratanlar, cehennemde de ebedi olarak kalacak olanlardır." (Müminun Suresi, 101-103)

Dünyadaki bağlar ve ilişkiler öyle bir parçalanır ki, sözde en çok sevilen oğullar, eşler, kardeşler, hatta bütün soy, inkarcılar tarafından azaba karşılık fidye olarak teklif edilir:

(Böyle bir günde) Hiçbir yakın dost bir yakın dostu sormaz. Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir suçlu-günahkar, o günün azabına karşılık olmak üzere, oğullarını fidye olarak vermek ister. Kendi eşini ve kardeşini. Ve onu barındıran aşiretini de. Yeryüzünde bulunanların tümünü (verse de); sonra bir kurtulsa. Hayır; (hiçbiri kabul edilmez). Doğrusu o (cehennem), cayır cayır yanmakta olan ateştir. (Mearic Suresi, 10-15)

Mahşer günü yaşanacak olan bu "fidye teklifi", inkarcilarin gerçekte ne kadar nankör olduklarinin ve menfaatleri dogrultusunda nasil acimasizca hareket ettiklerinin bir göstergesidir. Bu teklif, dünya hayatinin ne denli boş oldugunu da gösterir. Dünya hayatinda çogu insan küçük çikarlar peşinde koşar. Iyi bir iş, güzel bir ev, para, makam mevki sahibi olmak ugruna bütün bir ömür çalişilir. Buna karşin, Kuran'da haber verildigi üzere tek bir kadin degil dünyadaki kadinlarin tümü, tek bir ev degil dünyadaki bütün mülkler, yeryüzünün altin ve gümüş bütün hazineleri, hatta bütün dünya, mahşer gününün azabindan kurtulmak için fidye olarak verilmek istenecektir. Ama elbette bu umutsuz bir çabadir ve insani hiçbir şekilde kurtaramaz. O mülklerin sahibi zaten Allah'tır. İnsanın kurtuluşu ise, bir daha geri dönemeyeceği dünya hayatında kalmıştır. Vakit çok geçtir ve cehennemin ateşi ona vaat olunduğu gibi yanmaya başlamıştır.


İnsanların Hesap İçin Toplanmaları

Kuran'da, insanın yaşamının gerçek anlamı şöyle açıklanır:

Ey insan, gerçekten sen, hiç durmaksızın Rabbine doğru bir çaba harcayıp durmaktasın; sonunda O'na varacaksın. (İnşikak Suresi, 6)

Hayatımız boyunca ne yaparsak yapalım, harcadığımız bütün çabaların sonucunda ulaşacağımız son nokta, Allah'ın huzuruna çıkacağımız andır. Tüm bu hayatın amacı, O'na kulluk etmektir. Hayatın en önemli anı ise, Allah'a hesap vereceğimiz mahşer günüdür.
Dünyadaki yaşamimiz boyunca geçen her gün, bizi o mahşer gününe biraz daha yakinlaştirir. Geçen her saat, her dakika, hatta her saniye, ölüme, yeniden dirilişe ve hesaba dogru atilmiş bir adimdir. Hayat, bir kum saati gibi sürekli olarak bu yöne dogru akar. Saati durdurmanin ya da geri çevirmenin yolu yoktur. Tüm insanlar, bu yolu izleyeceklerdir. Allah, Kuran'da şöyle hükmetmektedir:

Şüphesiz onlarin dönüşleri Bize'dir. Sonra onlari hesaba çekmek de elbette Bize aittir. (Gaşiye Suresi, 25-26)

Şu an dünyada yaklaşik 6 milyar insan yaşamakta. Bu sayiya şimdiye dek yaşamiş ve bundan sonra da yaşayacak insanlarin sayisini eklersek, mahşer (diriliş) günü mezarlarindan çikip toplanacak insan kalabaligi ve bunun oluşturacagi olaganüstü tablo hakkinda bir fikir edinebiliriz. Ilk insan Hz. Adem'den, kiyamet günü cani alinacak son inkarciya kadar yeryüzünde yaşamiş insanlarin tümü bu mahşer meydaninda biraraya gelecektir. Sayisi milyarlarla ifade edilebilecek bu insan toplulugunun oluşturacagi manzara son derece görkemli olacaktir. Fakat ayni zamanda bir o kadar da ürküntücü ve dehşet verici olacagi kesindir. Allah'in huzurunda toplanma ani ve insanlarin durumu Kuran'da şöyle anlatilir:

O gün, kendisinden sapma imkanı olamayan çağırıcıya uyacaklar. Rahman (olan Allah)a karşı sesler kısılmıştır; artık bir hırıltıdan başka bir şey işitemezsin.
O gün, Rahman (olan Allah)'ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati bir yarar sağlamaz.
O, önlerindekini de, arkalarındakini de bilir. Onlar ise, bilgi bakımından O'nu kavrayıp kuşatamazlar.
(Artık bütün) Yüzler, diri, kaim olanın önünde eğik durmuştur ve zulüm yüklenen ise yok olup gitmiştir. (Taha Suresi, 108-111)

Kafirlerin bütün bir ömür boyu göz ardı ettiği, müminlerin ise şevkle hazırlanıp beklediği hesap anı gelmiştir. Bu büyük mahkeme için görkemli bir mekan yaratılır. O gün, ayette bahsedildiğine göre, "Gök yarılıp-çatlamıştır; artık o gün, 'sarkmış-za'fa uğramıştır.' Melek(ler) ise, onun çevresi üzerindedir. O gün, Rabbinin arşını onların da üstünde sekiz (melek) taşır." (Hakka Suresi, 16-17) Bir başka ayette ise, o gün, "... Ruh ve meleklerin saflar halinde duracakları gün..." (Nebe Suresi, 38) olarak tarif edilir.
Alemlerin Rabbi olan Allah o gün yarattığı kullarından hesap soracaktır. Beraberinde inkar edenler için Allah'ın azamet ve şanına yakışır bir azap kaynağı da yaratılmıştır. Cehennem, cayır cayır yanmaktadır. Herşeyin benzersiz ve mükemmel şekilde yaratıcısı olan Allah, kafirler için aynı mükemmellikte bir azap hazırlamıştır. Kimse o gün O'nun vereceği acının bir benzerini veremez. Bir ayette şöyle denir:

Hayır; yer, parça parça yıkılıp darmadağın olduğu, Rabbin (in buyruğu) geldiği ve melekler dizi dizi durduğu zaman; O gün, cehennem de getirilmiştir. İnsan o gün düşünüp-hatırlar, ancak (bu) hatırlamadan ona ne fayda? Der ki: "Keşke hayatım için, (önceden bir şeyler) takdim edebilseydim." Artık o gün hiç kimse (Allah'ın) vereceği azab gibi azablandıramaz. O'nun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz. (Fecr Suresi, 21-26)

İnsan, eğer dünyadaki yaşamında Allah'a kul olmamışsa ve bu büyük güne iman edip ona hazırlık yapmamışsa, pişmanlığın en büyüğünü yaşayacaktır. Toprak olmayı, dirilmeye bin kere tercih edecektir. Ancak bu pişmanlığın faydası yoktur; onu azaptan kurtaramayacaktır. Aksine, bu pişmanlık onun için yeni bir azap kaynağı olacak, cehennemde çekeceği fiziksel acıların üzerine bir de manevi işkence olarak eklenecektir.


Kitaplarin Verilisi, Teraziler ve Hesaba Çekilme

Dirilmenin şaşkinligi henüz atlatilmadan, hesaba çekilecek olmanin verdigi korku ve sikinti başlar. Insanin dünyadaki yaşami sirasinda her yaptigi, her düşündügü gözler önüne serilir. En ufak bir ayrinti bile unutulmaz. Bir ayete göre, yapilan iş, "Gerçekten bir hardal tanesi ağırlığında olsa da, (bu,) ister bir kaya parçasından ya da göklerde veya yer(in derinliklerinde) de bulunsa bile, Allah onu getirir. Şüphesiz Allah, latif olandır, (herşeyden) haberdardır." (Lokman Suresi, 16)
Cehennemin ve cennetin en yakın olduğu bu anda herkes kendi amel defterinden dünyada ahiret için neyi hazırladığını öğrenir. Kuran'da, o an şöyle anlatilir:

O gün insanlar, amelleri kendilerine gösterilsin diye, bölük bölük fırlayıp-çıkarlar. Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür. Artık kim zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse, onu görür. (Zelzele Suresi, 6-8)

Kuran'da bildirildiğine göre, hesap defterleri inkarcılara sol ellerinden, müminlere ise sağ ellerinden verilecektir. "Sağın adamları", bir ayette şöyle anlatılır:

Siz o gün arzolunursunuz; sizden yana hiçbir gizli (şey), gizli kalmaz. Artik kitabi sag-eline verilen kişi, der ki: "Alin, kitabimi okuyun." "Çünkü ben, gerçekten hesabima kavuşacagimi sanmiş (anlamiş)tim." Artik o, hoşnut bir yaşama içindedir. Yüksek bir cennette. Devşirilecek (meyve ve eşsiz ürün) leri pek yakindir. "Geride kalan günlerde, 'peşin olarak sunduklariniza karşilik olmak üzere,' afiyetle yiyin ve için." (Hakka Suresi, 18-24)

Müminlerin bu sevinç ve coşkusuna karşin kafirler öldürücü bir utanç içindedirler. Ölmeyi hatta yok olmayi isterler. Üstteki ayetin devaminda kafirlerin çaresizlikleri şöyle anlatilir:

Kitabı sol eline verilen ise; o da, der ki: "Bana keşke kitabım verilmeseydi. Hesabımı hiç bilmeseydim. Keşke o (ölüm herşeyi) kesip bitirseydi. Malım bana hiçbir yarar sağlayamadı. Güç ve kudretim yok olup gitti." (Hakka Suresi, 25-29)

Başka ayetlerde, sagin ve solun adamlari arasindaki fark yine çarpici bir üslupla anlatilir:

Artık kimin kitabı sağ yanından verilirse. O, kolay bir hesap (sorgu) ile sorguya çekilecek. Ve kendi yakınlarına sevinç içinde dönmüş olacaktır. Kimin de kitabı ardından verilirse. O da, helak (yok olmay)ı çağıracak. Çılgın alevli ateşe girecek. Çünkü o, (dünyada) kendi yakınları arasında sevinçliydi. Doğrusu o, (Rabbine) bir daha dönmeyeceğini sanmıştı. Hayır; gerçekten Rabbi, kendisini çok iyi görendi. (İnşikak Suresi, 7-15)

Kitaplardaki ameller, hesap günü için özel hazırlanmış duyarlı terazilerde tartılır. Bu gün, Allah'ın adaleti karşısında kimse zerre kadar haksızlığa uğratılmaz:

Biz ise, Kıyamet gününe ait duyarlı teraziler koyarız da artık, hiçbir nefis hiçbir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak Biz yeteriz. (Enbiya Suresi, 47)

Dünya hayatında yapılan her amel, en küçük ayrıntılar bile eksik kalmaksızın bu tartıya konulmuştur. Bu tartının ibresi sonsuz azaba veya sonsuz kurtuluş ve mutluluğa götürecek kararı belirler. Eğer tartı ağır basarsa cennete, hafif kalırsa ateş çukuruna girilecektir. Hiçbir güç veya yardımcı o anda insana yardım edemez:

İşte, kimin tartıları ağır basarsa, artık o, hoşnut olunan bir hayat içindedir. Kimin tartıları hafif kalırsa, artık onun da anası (son durağı) "haviye"dir (uçurum). Onun ne olduğunu (mahiyetini) sana bildiren nedir? O, kızgın bir ateştir. (Kaaria Suresi, 6-11)

Ardından tüm insanlar tek tek hesaba çekilirler. Artık dünyadaki makamların, mevkilerin hiçbir anlamı kalmamıştır. Bir devlet başkanı da sıradan bir insan da, Allah katında aynı hesapla karşı karşıya kalır. Herkese, kendisini yaratmış olan Allah'a kulluk edip etmediği, O'nun emirlerine uyup uymadığı sorulur. Kafirin tüm günahları, tüm pislikleri, tüm kötülükleri, aklından, kalbinden bütün geçirdikleri tek tek ortaya dökülür:

Sırların orta yere çıkarılacağı gün. Artık onun ne gücü vardır, ne yardımcısı. (Tarık Suresi, 9-10)

Dünyadaki yaşamlarini Allah'in gösterdigi şekilde degil de, kendi istek ve tutkularina ya da içinde bulunduklari toplumun çarpik deger ve inançlarina göre yönlendirmiş olanlarin hesabi zorludur. Bir ayette, o büyük hesap şöyle anlatilir:

Ve 'diri diri toprağa gömülen kızcağıza' sorulduğu zaman:
"Hangi suçtan dolayı öldürüldü?"
Sahifeler (amel defterleri) açıldığı zaman,
Gök, sıyrılıp-yüzüldüğü zaman,
Cehennem ateşi çilginca kiziştirildigi zaman,
Cennet de yakınlaştırıldığı zaman,
(Artık her) Nefis, neyi hazırladığını bilip-öğrenmiştir. (Tekvir Suresi, 8-14)

Bir kulun, Rabbimizin huzurunda yaptıklarını inkar etmeye fırsatı yoktur. İşlediği bütün hayır ve şer ortaya çıkarılmıştır. İnkar etse bile şahitler onu yalanlar. Dünya hayatında kendisine şahit olan insanlar da hesap sırasında şahitlik yapmak için ortaya getirilir. Bir ayette şöyle denir:

Yer, Rabbinin nuruyla parıldadı; (orta yere) kitap kondu; Peygamberler ve şahidler getirildi ve aralarında hak ile hüküm verildi, onlar haksızlığa uğratılmazlar. (Zümer Suresi, 69)

Hesap sırasında inkarcıları bekleyen başka şahitler de vardır. İşitme, görme duyuları ve derileri Allah'ın izniyle dile gelip konuşur, kendi aleyhlerinde şahitlik ederler. Bütün bir ömür boyunca kullandıkları, kendilerine ait sandıkları uzuvlarının bile insana ihanet etmesi, o gün yaşanacak olan psikolojik yıkımı daha da artırır. Bir ayette, yaşanacak olan bu gerçek şöyle açıklanır:

Allah'ın düşmanlarının biraraya getirilip-toplanacakları gün işte onlar, ateşe bölükler halinde dağıtılırlar. Sonunda oraya geldikleri zaman, işitme, görme (duyuları) ve derileri kendi aleyhlerine şahitlik edecektir. Kendi derilerine dediler ki: "Niye aleyhimizde şahitlik ettiniz?" Dediler ki: "Herşeye nutku verip-konuşturan Allah, bizi konuşturdu. Sizi ilk defa O yarattı ve O'na döndürülüyorsunuz. Siz, işitme, görme (duyularınız) ve derileriniz aleyhinize şahitlik eder diye sakınmıyordunuz. Aksine, yaptıklarınızın birçoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. İşte bu sizin zannınız; Rabbiniz hakkında beslediğiniz-zannınız, sizi bir yıkıma uğrattı, böylelikle hüsrana uğrayan kimseler olarak sabahladınız." Şimdi eğer sabredebilirlerse, artık onlar için konaklama yeri ateştir. Ve eğer onlar hoşnut olma (dünya)ya dönmek isterlerse, artık hoşnut olacaklardan değildirler. (Fussilet Suresi, 19-24)

Kafirler, kendilerini yaratan ve yaşatan Allah'a isyan etmekle, olabilecek en büyük suçu işlemişlerdir. Bu yüzden hesap günü kendilerini savunmalarina dahi izin verilmez. Hatta seslerini çikarmalarina dahi firsat taninmaz. Aşagilanmiş ve zavalli bir şekilde haklarindaki hükmün verilmesini beklerler:

O gün, yalanlayanların vay haline. Bu, onların konuşamayacakları bir gündür. Ve onlara özür beyan etmeleri için izin verilmez. O gün, yalanlayanların vay haline. Bu, hüküm günüdür; sizi ve öncekileri 'birarada topladık.' Şayet kurabileceğiniz hileli bir düzeniniz varsa, durmaksızın bana karşı kurun. O gün, yalanlayanların vay haline. (Mürselat Suresi, 34-40)

Kafir o gün kendi yaptıklarından şiddetle nefret eder ve kendi nefsine karşı da büyük bir öfke duyar. Fakat Allah'ın onlara karşı duyduğu öfke çok daha büyüktür. Küfredenlere şöyle seslenilir:

... Allah'ın gazablanması, elbette sizin kendi nefislerinize gazablanmanızdan daha büyüktür. Çünkü siz, imana çağrıldığınız zaman inkar ediyordunuz. (Mümin Suresi, 10)

Allah'ın gazabıyla karşı karşıya kalan inkarcıyı büyük bir umutsuzluk ve üzüntü kaplamış durumdadır. Öldürücü bir utanç içindedir ve hiç dirilmemiş olmayı ister. Ölümün kendisini ebediyen yok etmiş olmasını diler. Oysa artık anlamaktadır ki, ölüm bir son değil, yalnızca bir başlangıçtır. Bundan sonra başka bir ölüm de yoktur. Allah'ın, "O inkar edenler Müslüman olmayı nice kereler dileyecekler." (Hicr Suresi, 2) ayeti de inkarcılar üzerinde tecelli etmeye başlar.
Buna karşin, müminler için de kolay bir hesap olacaktir. Mümin hesaptan sonra, büyük kurtuluş ve mutlulugun coşkusuyla sevinç içindedir. Dünyadaki yaşamini, kendisini yaratan ve dogruya yönelten Allah'in istedigi şekilde sürdürmüştür. Günahlarını ise, sonsuz rahmet sahibi Allah affeder. Böylece Allah'ın sınırsız nimetleriyle dolu cennete kavuşur, sonsuz ateş azabından da uzak tutulur:

Ey insan, gerçekten sen, hiç durmaksızın Rabbine doğru bir çaba harcayıp durmaktasın; sonunda O'na varacaksın.
Artık kimin kitabı sağ yanından verilirse,
O, kolay bir hesap (sorgu) ile sorguya çekilecek,
Ve kendi yakınlarına sevinç içinde dönmüş olacaktır. (İnşikak Suresi, 6-9)


İnkarcıların Çaresizliği

İnkarcı o gün kendisinden her isteneni yapmak ister, ama başaramaz; gücü, kuvveti alınmıştır. Secdeye davet edildiğinde secde etmek ister, ancak bunu bile başaramaz. Tıpkı insanın kabus görürken bir şeyi yapmak isteyip de yapamaması, bağırmak isteyip de sesinin çıkmaması gibi. Eli ayağı tutmaz hale gelir. Korku, dehşet ve çaresizlikten adeta felç olmuştur:

Ayağın üstünden (örtünün) açılacağı ve onların secdeye çağrılacakları gün, artık güç yetiremezler. Gözleri 'korkudan ve dehşetten düşük', kendilerini de zillet sarıp-kuşatmış. Oysa onlar, (daha önce) sapasağlam iken secdeye davet edilirlerdi. (Kalem Suresi, 42-43)

Kafirin secdeye davet edilmesinin amacı onun, bunu dünyadayken yapmamasından dolayı üzüntü ve pişmanlığının artması, bir daha da sonsuza kadar, ne kadar çok istese de bunu yapıp telafi etmesinin imkansız olduğunu görmesi, bunun keder ve ümitsizliğini ebediyen içinde taşıması içindir.
Kuran'da mahşer günü müminlerin ve kafirlerin nasil bir çehreye sahip olduklarindan da haber verilir. Müminlerin içlerindeki coşku yüzlerine yansimiş, işil işil bakmaktadirlar. Inkarcilar ise yaptiklari nankörlügün ve akilsizligin farkina varir ve kendilerine isabet edecek azabi beklerler. Müminlerin coşkulu, işiltili ifadelerine karşilik onlarin yüzlerine kararti ve pislik çökmüştür:

Hayır; siz çarçabuk geçmekte olanı (dünyayı) seviyorsunuz. Ve ahireti terkedip-bırakıyorsunuz. O gün yüzler ışıl ışıl parlar. Rablerine bakıp-durur. O gün, öyle yüzler vardır ki kararmış-ekşimiştir. Kendisine, beli büken işlerin yapılacağını anlamaktadır. (Kıyamet Suresi, 20-25)


Cehennemin Gösterilişi

Genellikle, ahirette cehennemle yalnızca inkarcıların muhatap olacağı sanılır. Oysa bu ancak kısmen doğrudur. Meryem Suresi'ndeki ayetler, mümin ya da kafir, tüm insanların cehennemin çevresinde diz çökeceğini haber vermektedir:

İnsan demektedir ki: "Ben öldükten sonra mı, gerçekten diri olarak çıkarılacağım?" İnsan önceden, hiçbir şey değilken, gerçekten bizim onu yaratmış bulunduğumuzu (hiç) düşünmüyor mu? Andolsun Rabbine, biz onları da, şeytanları da mutlaka haşredeceğiz, sonra onları cehennemin çevresinde diz üstü çökmüş olarak hazır bulunduracağız. Sonra, her bir gruptan Rahman'a karşı azgınlık göstermek bakımından en şiddetli olanını ayıracağız. Sonra biz ona girmeye kimlerin en çok uygun olduğunu daha iyi biliriz. Sizden ona girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin kesin olarak üzerine aldığı bir karardır. Sonra, takva sahiplerini kurtarırız ve zulmedenleri diz üstü çökmüş olarak bırakıveririz. (Meryem Suresi, 66-72)

Ayetlerden anlaşildigi gibi, mahşer günü tüm insanlar "cehennemin çevresinde diz üstü çökmüş olarak" hazir bulundurulacaklardir. Tüm insanlar, mümin ya da kafir, cehennemin korkunç ugultusuna ve içindeki akil durdurucu görüntülere şahit olacaklardir. Ancak sonra müminler kurtarilir ve kafirler diz üstü çökmüş olarak birakilir. Daha sonra da cehennemin içine atılırlar.
Müminlerin de o topluluk içinde olmalarının hikmetlerinden birinin, Allah'ın azametini daha iyi kavramaları ve O'na şükretmeleri olduğu düşünülebilir. Cehennem ortamını yakından gören mümin, Allah'ın kendisine verdiği imanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu iyice kavrar. Çünkü şahit olduğu cehennem o kadar korkunçtur ki, yalnızca o azaptan kurtulmuş olmak bile, insan için büyük bir mutluluktur.
Mümin, cehenneme şahit olmakla, kiyas yapma imkanina sahip olur. Böylece insana verilecek en güzel nimetleri barindiran, içinde ebedi kalacagi cennetin degerini daha iyi anlar. Dünyada da acidan kurtulmak büyük bir nimettir. Örnegin dag başinda soguktan donma tehlikesi geçiren biri için, içinde ateş yanan köhne bir baraka, o an için en lüks otel odasindan daha güzeldir. Günlerce yemek yememiş birisi için kuru bir ekmek, normal zamanda yiyecegi en mükellef ziyafetten daha lezzetli gelir. Acinin sona ermesi, başli başina büyük bir sevinç, neşe, huzur ve dolayisiyla şükür kaynagidir.
Cehennemi yakından görüp ondan kurtulan mümin, işte bu sevince ulaşır. Bir de bunun üzerine cennet ile ödüllendirilmesi, Kuran'da sözü edilen "felah"ı (büyük kurtuluş ve mutluluk) eksiksiz bir biçimde tadmasını sağlar. Var olan en büyük azabı gördükten sonra, cennete girip hayal gücünün alamayacağı nimetlere kavuşan mümin cennetin değerini çok iyi bilir. Geri kalan sonsuz hayatı boyunca da cehennem ortamını hiç unutmaz, bu sayede cennetten aldığı zevk aynı oranda fazlalaşır.
Mahşer gününde insanlar, Araf (burçlar) üzerinde bulunan, mümin ve kafirleri yüzlerinden taniyan kimselerin şu sözleriyle karşilaşirlar:
İki taraf arasında bir engel ve burçlar (A'raf) üstünde hepsini yüzlerinden tanıyan adamlar vardır. Cennete gireceklere: "Selam size" derler, ki bunlar henüz girmeyen fakat (girmeyi) 'şiddetle arzu edip umanlardır.' Gözleri cehennem halkından yana çevrilince: "Rabbimiz, bizi zalimler topluluğuyla birlikte kılma" derler.

Burcun üstündeki adamlar, kendilerini yüzlerinden tanıdıkları (ileri gelen birtakım) adamlara seslenerek derler ki: "Ne (güç ve servet) toplamış olmanız, ne büyüklük taslamanız (istikbarınız) size bir yarar sağlamadı. Kendilerine Allah'ın bir rahmet eriştirmeyeceğine yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıydı? (Cennettekilere de) Girin cennete. Sizin için korku yoktur ve mahzun olmayacaksınız." (A'raf Suresi, 46-49)

Artık yaratılmışların en hayırlıları olan müminler (Beyyine Suresi, 7) ile yaratılmışların en aşağılığı (Beyyine Suresi, 6) olan inkarcıların birbirlerinden sonsuza kadar ayrılmaları vaktidir. Ayırma günü Kur'an'da şöyle belirtilmiştir.

Ve resuller de (şahitlik için) belli bir vakitte getirildigi zaman. (Bu,) Hangi gün için ertelenmişti? Ayirma günü için. Bu ayirma gününü sana ne bildirdi? O gün, yalanlayanlarin vay haline. Biz, öncekileri helak etmedik mi? Sonra arkadan gelenleri onlarin izinde yürütecegiz. Işte Biz, suçlu-günahkarlara böyle yapiyoruz. O gün, yalanlayanlarin vay haline. (Mürselat Suresi, 11-19)

Bu ayırma günü, ölümle başlar, dirilişle ve hesapla devam eder ve insanların ebedi yurtlarına yollanmasıyla son bulur. Kaf Suresi'nde kafirlerin ve müminlerin ebedi yurtlarına yaptıkları yolculuk, şöyle anlatılır:

O, ölüm sarhoşlugu, bir gerçek olarak gelip de, (insana) "Işte bu, senin yan çizip-kaçmakta oldugun şeydir" (denildigi zaman da).
Sur'a da üfürülmüştür. Işte bu, tehdidin (gerçekleştigi) gündür.
(Artık) Her bir nefis, yanında bir sürücü ve bir şahid ile gelmiştir.
"Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte Biz de senin üzerindeki örtüyü açip-kaldirdik. Artik bugün görüş-gücün keskindir."
Onun yakını olan (ve yanından ayrılmayan melek) dedi ki: "İşte bu, yanımda hazır durumda olan şey."
Siz ikiniz (ey melekler), her inatçı nankörü atın cehennemin içine,
Hayra engel olan, saldırgan şüpheciyi,
Ki o, Allah'la beraber başka bir ilah edinmişti. Artik ikiniz, onu en şiddetli olan azabin içine atin.
Onun yakın-dostu (saptırıcı) dedi ki: "Rabbimiz, ben onu kışkırtıp-azdırdım. Ancak kendisi (haktan) uzak bir sapıklık içindeydi."
(Allah buyurur:) "Benim huzurumda çekişip-durmayin. Ben size daha önce 'kesin bir uyari' göndermiştim.
Huzurumda söz değişikliğe uğratılmaz ve Ben kullara zulmedici değilim."
O gün cehenneme diyeceğiz: "Doldun mu?" O da: "Daha fazlası var mı?" diyecek.
Cennet de, muttakiler için, uzakta değildir, (o gün) yakınlaştırılmıştır.
Bu, size vaat olunandır; (gönülden Allah'a) yönelip-dönen (İslam'ın hükümlerini) koruyan,
Görmediği halde Rahman'a karşı 'içi titreyerek korku duyan' ve 'içten Allah'a yönelmiş' bir kalb ile gelen içindir.
Ona 'esenlik ve barış (selam)la' girin. Bu, ebedilik günüdür. (Kaf Suresi, 19-34)


-III-
CEHENNEM



... O düşündü ve bir ölçü tespit etti. Kahrolasi, nasil bir ölçü koydu? Yine kahrolasi, nasil bir ölçü koydu? Sonra bir bakti. Sonra kaşlarini çatti ve yüzünü ekşitti. Sonra da sirt çevirdi ve büyüklük tasladi. Böylece: "Bu, yalnizca 'aktarilarak ögrenilen' bir büyüdür" dedi. "Bu, bir beşer sözünden başkasi degildir." Onu Ben, cehenneme sürükleyip-atacagim. Cehennem (sakar) nedir, sen bilir misin? Ne alıkoyar, ne bırakır. Beşere delicesine susamiştir. (Müddessir Suresi, 18-29)

GİRİŞ

Aldanmalar ve Gerçekler

İnkar edenlerin içinde sonsuza kadar kalacakları yer, bedenlerine ve ruhlarına acı tattırmak için özel olarak yaratılmış olan "cehennem"dir.
Çünkü inkar edenler suçludurlar ve Allah'ın adaleti, her suç için bir ceza gerektirir. İşledikleri suç ise, olabilecek en büyük suçtur. İnsanın kendisini yaratan, ona can veren Allah'a isyan ve nankörlük etmesi, tüm evrendeki en büyük suçtur. Böyle büyük bir suça da büyük bir ceza gerekir ki, cehennem bu adaleti yerine getirmek için vardır. İnsan Allah'a kul olsun diye yaratılmıştır. Yaratılış amacını reddederse, karşılığını görür. Allah, bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:

... Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir. (Mü'min Suresi, 60)

Madem cehennem vardır, o halde insanlığın en büyük meselesi bu olmalıdır. Bizim için en büyük tehlike cehennemdir ve hiçbir şey, kendimizi cehennemden korumaktan daha önemli değildir. Dünya üzerindeki hiçbir iş, cehennemden kurtulmak için yapılacak işlerden önemli olamaz.
Bu açık gerçeğe karşın, insanların çok büyük bir bölümü bir tür sarhoşluk içindedirler. Kendilerine başka dertler bulurlar. Önemsiz bir konu için aylarca, yillarca didinirler de, kendileri için en büyük tehlike olan cehennemi düşünmezler bile. Ateş yanibaşlarindadir, ama bunu fark edemeyecek kadar kördürler. Kuran'da, "daimi sarhoşluk" (gaflet) halindeki bu çogunluktan şöyle söz edilir:

İnsanları sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz çeviriyorlar. Rablerinden kendilerine yeni bir hatırlatma gelmeyiversin, bunu mutlaka oyun konusu yaparak dinliyorlar. Onların kalpleri tutkuyla oyalanmadadır... (Enbiya Suresi, 1-3)

İnsanları kalpleri tutkuyla oyalanmadadır. Anlamsız saplantılar üzerine tüm hayatlarını harcamaktadırlar. Kimisi işinde yükselmeyi, kimisi "mutlu bir yuva" kurmayı, çok para kazanmayı ya da boş bir ideolojiyi savunmayı hayatının amacı haline getirmiştir. Önlerindeki büyük tehlikenin ise farkında değildirler. Cehenneme karşı olan duyarsızlıkları, konu hakkında kulladıkları üsluptan bile hemen anlaşılır. Bu tür insanların oluşturduğu "cahiliye toplumu" içinde hemen herkes anlamını tam olarak kavramadan cehennnem sözcüğünü sık sık telaffuz eder. Bu kelime kimi zaman esprilere dahi konu olur. Hiç kimse bu kelimenin anlamı üzerinde uzun uzun durmaz. İşte en büyük hata burada yapılır. Cehennem genel olarak hayali bir kavram olarak kabul görür.
Oysa cehennem, inkarcıların şiddetle bağlandıkları bu dünyadan daha gerçektir. Dünya yok olacaktır, ama cehennem sonsuza dek vardır. Dünyayı, evreni ve insanı eşi benzeri bulunmayan sayısız denge ve ayrıntı üzerinde kusursuz bir sanatla yaratan Allah, aynı şekilde ahireti ve cehennemi de yaratmıştır. Ve cehennem azabını bütün müşrik, münafık ve kafirlere vaat etmiştir.
Yaratılmış en kötü mekan olan cehennem, hayal gücünün alabileceğinden çok öte bir azap kaynağıdır. Bu azap Allah'ın şanına yakışır bir sanatla yaratılmıştır ve dünyada mümkün olan en büyük acılardan kat kat şiddetli acılar içerir.
Bir başka büyük gerçek ise bu azabin cehenneme giren herkes için "sonsuza dek" sürecek olmasidir. Cahiliye toplumu içindeki birçok insan, cehennem azabinin belirli bir zaman sürecegi, sonra da bagişlanacaklari gibi bir hurafeye inanir. Bu inanç özellikle kendilerini Müslüman sayip, ibadetlerini tam olarak yapmayanlar arasinda oldukça yaygindir. Bu kişiler dünya hayatindan istedikleri kadar yararlanip, bunun karşiliginda cehennemde bir süre kalacaklarini, daha sonra affedileceklerini zannederler. Ama kendilerini bekleyen son, tahmin ettiklerinden çok daha acidir. Çünkü cehennem sonsuza dek sürecek bir azap mekanidir. Kuran'in hiçbir ayetinde, cehennemde "biraz" azap görüp, sonra da cennete alinacak insanlardan söz edilmez. Aksine, ilgili tüm ayetler, sürekli olarak cehennemin kafirler için yaratildigini ve azabinin sonsuza dek sürdügünü, geriye hiçbir dönüş olmadigini vurgulamaktadir. Inkar edenler, "bütün zamanlar boyunca içinde kalacaklardır." (Nebe Suresi, 23)
"Biraz yanıp sonra da cennete girme" şeklindeki hurafe ise, bazı insanların kendilerini avutup aldatmak için uydurdukları bir safsatadır. Nitekim Kuran'da buna da dikkat çekilir. Aynı şeyi Yahudiler de öne sürmüşlerdir:

Dediler ki: "Sayılı günlerin dışında, ateş asla bize değmeyecektir." De ki: "Allah katından bir ahid mi aldınız? -ki Allah asla ahdinden dönmez- Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?" Hayır; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır. (Bakara Suresi, 80-81)

Kendisini yaratan, kendisine "işitme, görme ve kalp" veren Allah'a karşi, hayatini nankörlük ve isyan içinde geçiren kimse, sonsuz azabi hak etmiştir. (Nahl Suresi, 78) Kendisini avutmak için öne sürdügü bahanelerin hiçbir yarari olmayacaktir. Dünyada iken yaptigi taşkinliklar, Allah'in dinine karşi gösterdigi kayitsizlik ve hatta hinç, hakkindaki hükmü kesinleştirmiştir. Bir ayette, bu durum şöyle anlatilir:

Onlara karşi apaçik olan ayetlerimiz okundugu zaman, sen o inkar edenlerin yüzlerindeki 'red ve inkari' taniyabilirsin. Neredeyse, kendilerine karşi ayetlerimizi okuyanin üzerine çullaniverecekler. De ki: "Size, bundan daha kötü olanini haber vereyim mi? Ateş... Allah, onu inkar edenlere va'detmiş bulunmaktadir. Ne kötü bir duraktır." (Hac Suresi, 72)

Dünyada iken Allah'a karşi büyüklük taslamiş, müminlere karşi da düşmanlik beslemiş olanlara, mahşer günü şöyle denecektir:

Öyleyse içinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından girin. Büyüklük taslayanların konaklama yeri ne kötüdür. (Nahl Suresi, 29)

Cehennemin en korkunç özelliği azabın hiçbir zaman bitmeyecek olmasıdır. İçine bir kez girdikten sonra artık geri dönüş yoktur. Tek gerçek sonsuza kadar sürecek ateş azabıdır. Allah'ın kahredici ("Kahhar") sıfatının en çok tecelli ettiği nokta budur. Bununla yüzyüze gelen insan ruhen sonsuz yıkıma uğrar. Çünkü artık hiçbir umut kalmamıştır. Kuran'da, cehennemliklerin çaresizliği şöyle anlatılır:

Fasık olanlar içinse, artık onların da barınma yeri ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde, geri çevrilirler ve onlara: "Kendisini yalanladığınız ateş azabını tadın" denir. (Secde Suresi, 20)

... Ateş sizin içinde süresiz kalacaginiz konaklama yerinizdir. Şüphesiz Rabbin, hüküm ve hikmet sahibi olandir, bilendir. (Enam Suresi, 128)

Ateşten çikmak isterler, ama ondan çikacak degiller. Onlar için sürekli bir azab vardir. (Maide Suresi, 37)


CEHENNEMDEKI AZAP ORTAMI

Cehenneme Götürülme

Cehennem... Allah'ın "Kahhar" (Kahredici), "Cebbar" (istediğini zorla yaptıran), "Muntakim" (intikam alıcı) gibi isimlerinin sonsuza dek tecelli edeceği bu yer, insana her yönden acı vermek için özel bir yaratılışla yaratılmıştır. Kuran ayetlerinde cehennem yaşayan bir canlı gibi tasvir edilir. Bu canlı, inkarcılara karşı öfke, nefret, hınç ve istekle doludur. Yaratıldığı günden beri, sabırsızlıkla, Yaratıcımızı inkar eden kafirlerden intikam almayı beklemektedir. Cehennem, ayetlerde belirtildiğine göre, insana delicesine susamıştır. Kafirlere olan nefretinden çılgına dönmüştür. Yalanlayanları gördüğünde öfkesinin şiddetinden parçalanacak gibi olur. Bu ateşin yaratılışının tek amacı vardır; kahredici bir azap vermek. O da görevini yapacak, acıların en büyüğünü verecektir.
İnkar edenler, Allah'ın huzurunda hesaba çekildikten sonra kitaplarını sol yanlarından alırlar. Bu an, sonsuza dek içinde kalacakları cehenneme sürülecekleri andır. Kafirler için hiçbir kaçış imkanı yoktur. Hazır bulundurulan milyarlarca insanın yarattığı mahşer kalabalığı kafirler için bir kurtuluş ya da gözden kaçma imkanı yaratmaz. Kimse bu kalabalığın arasına karışıp kendisini unutturamaz, kaybettiremez. Cehennem ehlinin her biri, kendisi için görevlendirilmiş bir şahit, bir de sürücü melekle gelir:

Sur'a da üfürülmüştür. Işte bu, tehdidin (gerçekleştigi) gündür.
(Artık) Her bir nefis, yanında bir sürücü ve bir şahid ile gelmiştir.
Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte Biz de senin üzerindeki örtüyü açip-kaldirdik. Artik bugün görüş-gücün keskindir.
Onun yakını olan (ve yanından ayrılmayan melek) dedi ki: "İşte bu, yanımda hazır durumda olan şey."
Siz ikiniz (ey melekler), her inatçı nankörü atın cehennemin içine,
Hayra engel olan, saldırgan şüpheciyi,
Ki o, Allah'la beraber başka bir ilah edinmişti. Artik ikiniz, onu en şiddetli olan azabin içine atin. (Kaf Suresi, 20-26)

İşte kafirler bu korkunç yere doğru yüzüstü sürüklenerek götürülürler. Kuran'ın ifadesiyle "bölük bölük" cehenneme doğru sevkedilirler. Ancak daha ulaşmadan, uzaktan cehennemin korkusu yürekleri sarar. Çünkü cehennemin dehşet verici homurtusu ve uğultusu uzaktan duyulur:

... kaynayıp-feveran ederken onun korkunç homurtusunu işitirler. Öfkesinin şiddetinden neredeyse patlayıp parçalanacak... (Mülk Suresi, 7-8)

Bir başka ayette geçen bir ifadeye göre de, ateş, inkarcilari "uzak bir yerden görür" ve "gazabli öfke"ye kapilir.
Ayetlere göre, inkarcılar, dirilişle birlikte başlarına gelecekleri hissetmeye başlarlar. Boyunları aşağılanmaktan ve utançtan ötürü bükülmüştür. Başları düşmüş, dostsuz, yardımcısız kalmış, gururları kırılmış, çökmüş durumdadırlar. Utançlarından dolayı başlarını kaldırmadan gözlerinin ucuyla bakarlar. Bir ayette şöyle denir:

Onları görürsün; zilletten başları önlerine düşmüş bir halde, ona (ateşe) sunulurlarken göz ucuyla sezdirmeden bakarlar. İman edenler de: "Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendi nefislerini, hem yakın akraba (veya yandaş)larını da hüsrana uğratmışlardır" dediler. Haberiniz olsun; gerçekten zalimler, kalıcı bir azab içindedirler. (Şura Suresi, 45)


Cehenneme Giris, Karsilanma ve Cehennemin Katlari

Sonuçta cehennemin kapısına varırlar. Kuran'da, olacaklar şöyle haber verilir:

İnkar edenler, cehenneme bölük bölük sevkedildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, kapıları açıldı ve onlara (cehennemin) bekçileri dedi ki: "Size Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bugünle karşılaşacağınızı (söyleyip) sizi uyaran elçiler gelmedi mi?" Onlar: "Evet" dediler. Ancak azab kelimesi kafirlerin üzerine hak oldu. Dediler ki: "İçinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından (içeri) girin. Büyüklüğe kapılanların konaklama yeri ne kötüdür." (Zümer Suresi, 71-72)

Cehennemin kapıları ise, her bir kafir grubu için özel olarak var edilmiştir. İnsanlar Allah'a karşı isyanlarının şiddetine göre sınıflara ayrılmışlardır. Cehennemde de, Kuran'da belirtilen konumlarına ve kazandıkları günahlara göre farklı azap tabakalarına yerleştirilirler. Bir ayette şöyle denir:

(Allah) diyecek: "Cinlerden ve insanlardan sizden önce geçmiş ümmetlerle birlikte ateşe girin." Her bir ümmet girişinde kardeşini (kendi benzerini) lanetler. Nitekim hepsi birbiri ardinca orada toplaninca, en sonra yer alanlar, en önde gelenler için: "Rabbimiz, işte bunlar bizi saptirdi; öyleyse ateşten kat kat arttirilmiş bir azab ver diyecekler. (Allah da:) "Hepsi için kat kattır. Ancak siz bilmezsiniz" diyecek. (Araf Suresi, 38)

Bir diğer ayette, cehennem içindeki farklı "kat"lardan şöyle söz edilir:

... onların tümünün buluşma yeri cehennemdir. O'nun yedi kapısı vardır; onlardan her bir kapı için bir grup ayrılmıştır." (Hicr Suresi, 43-44)

Bu katların en altında yer alan, diğer bir ifadeyle en büyük azapla karşılaşanlar ise, iman etmedikleri halde mümin taklidi yapmaya çalışmış olan ikiyüzlü "münafık"lardır. Kuran'da şöyle denir:

Gerçekten münafıklar, ateşin en alçak tabakasındadırlar. Onlara bir yardımcı bulamazsın. (Nisa Suresi, 145)

Cehennem nefret doludur, kafirlere doymaz, beşere azap vermeye susamiştir. Içine atilan çok sayida inkarciya ragmen daha fazlasini ister.

O gün cehenneme diyeceğiz: "Doldun mu?" O da: "Daha fazlası var mı?" diyecek. (Kaf Suresi, 30)

Cehennem bir kere yakaladığını sonsuza kadar alıkoyar. Allah, ayetlerde cehennemi şöyle tarif etmektedir:

Onu Ben, cehenneme sürükleyip-atacağım. Cehennem (sakar) nedir, sen bilir misin? Ne alıkoyar, ne bırakır. Beşere delicesine susamiştir. (Müddessir Suresi, 26-29)

Üstteki ayetten anlaşildigi gibi kafirler cehenneme "atilirlar". Bir diger ayette ise, kafirlerin cehenneme, adeta çöp gibi "dökülüverildigi" bildirilir. (Şuara Suresi, 94)


Kilitlenen Kapilarin Ardindaki Sonsuz Hayat

Kafirler, cehenneme girdiklerinde cehennemin kapıları üzerlerine kapatılır ve olabilecek en dehşet verici görüntülerle karşılaşırlar. Biraz sonra ateşe atılacaklarını ve bunun da sonsuza kadar süreceğini anlamışlardır. Kapıların kapanması, artık bir çıkışın ya da kaçışın olmadığını gösterir. Allah, inkarcıların durumunu şöyle haber verir:

Ayetlerimizi inkar edenler ise, sol yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meş'eme). "Kapıları kilitlenmiş" bir ateş onların üzerinedir. (Beled Suresi, 19-20)

Karşi karşiya kaldiklari azap, Kuran'in ifadeleriyle "büyük bir azap" (Al-i Imran Suresi, 176), "şiddetli bir azap" (Al-i Imran Suresi, 4) ve "acikli bir azap"tir. (Al-i Imran Suresi, 21) Insanin dünya hayatinda sahip oldugu kistaslar, cehennem azabini tam olarak kavramaya yeterli degildir. Birkaç saniye olsun ateşe veya kaynar suya dayanamayan insan, sonsuza kadar sürecek bir ateş azabini zihninde gerektigi gibi canlandiramaz. Hatta dünyadaki ateşin verebilecegi herhangi bir aci, cehennem azabinin şiddeti ile karşilaştirilamaz. Allah'in azabinin bir benzeri yoktur:

Artık o gün hiç kimse (Allah'ın) vereceği azab gibi azablandıramaz. Onun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz. (Fecr Suresi, 25-26)

Kuran'da anlatıldığına göre, cehennemde tam anlamıyla bir hayat, ancak her anı çok yönlü işkencelerle dolu bir hayat söz konusudur. Cehennemdeki bu hayat ise, aşağılanmanın, rezilliğin, sefilliğin, fiziksel ve psikolojik eziyetlerin, işkencelerin çok çeşitli uygulamalarından oluşur. Cehennemdeki azabı dünyadaki herhangi bir şeyle kıyaslamak elbette mümkün değildir.
Cehennem ehli beş duyusuyla da azap çeker. Gözü dehşet verici ve igrenç görüntüler görür; kulagi korkunç ve aci veren sesler, ugultular, gürültüler, çigliklar, inlemeler, haykirişlar duyar; burnu olabilecek en pis ve tiksinti verici kokularla dolar; dili en igrenç tadlari, en dayanilmaz acilari hisseder; derisi ve tüm vücudu, tek bir hücresi eksik kalmamak üzere yanar, şiddetli acilar içinde kivranir. Bir türlü ölüp yok olmaz. Kuran'daki ifadeyle "ateşe ne kadar dayaniklidirlar". (Bakara Suresi, 175) Derileri yenilenir, azapta hiçbir kesinti ve hafifleme olmadan aynı işkence sonsuza doğru gider. Yine Kuran'daki ifadeyle artık kafirler "sabretseler de birdir, sabretmeseler de". (Tur Suresi, 16)
En az fiziksel acılar kadar şiddetli manevi azaplar da vardır. Aşağılanır, horlanır, rezil olur, pişman olur, çaresizliğini ve ümitsizliğini düşündükçe yüreği yanar, kan ağlar. Sonsuzluk aklına geldikçe mahvolur. Öyle ki, azap bir milyon yıl sonra veya bir milyar yıl sonra ya da trilyonlarca yıl sonra sona erecek olsa bu onun için büyük bir umut ve sevinç kaynağı olurdu. Ama azabın bir daha hiç sonunun gelmeyeceğini, cehennemden hiçbir zaman çıkış olmayacağını bilmenin verdiği ümitsizlik hissi dünyadaki herhangi bir ümitsizlik hissiyle kıyaslanamayacak bir duygudur.
Kuran'daki tasvirlerden anlaşildigina göre cehennem, pis kokusu, dar, gürültülü, karanlik, isli, dumanli, izbe ve tekin olmayan mekanlari, hücreleri kavurucu sicakligi, en igrenç yiyecek ve içecekleri, ateşten elbiseleri, kül rengi zeminiyle sonsuza kadar artan azabiyla azap sanatinin en ince ayrintilarina kadar sergilendigi bir mekandir. Ancak söz konusu ortami, fikir vermesi açisindan bazi yönlerden, nükleer savaş sonrasindaki dünyayi tasvir eden filmlerdeki karanlik, alabildigine pis, igrenç, bunaltici ortamlara benzetebiliriz. Elbette böyle bir mekanda ona uygun bir hayat söz konusudur. Cehennem ehli duyar, konuşur, tartişir, kaçmaya çalişir, ateşte yakilir, azabin hafifletilmesini ister, susar, acikir, pişmanlik duyar. Şuuru çok açiktir.
Bu ortamda cehennemlikler pis ve iğrenç mekanlarda hayvanlar gibi yaşarlar. Yiyecek olarak yalnızca zakkum ağacını veya darı dikenini bulabilirler. İçecek olarak ise irin, kan ve kaynar sudan başka bir şeyleri yoktur. Bu arada ateş onları her yanlarından kuşatmıştır. Yanan derilerinin yerine yenileri yaratılır. Böylece ateşin verdiği acı, kesintisiz bir şekilde hiç hafiflemeden devam eder. Derileri dökülmüş, etleri yanmış, bütün vücutları yanık, kan, irin içinde olduğu halde zincirlere vurulur ve kırbaçlanırlar. Tasmalandırılır, elleri boyunlarına bağlı olarak daracık yerlere atılırlar. Zebaniler tarafından ateşten yataklara yatırılırlar, üzerlerine örttükleri örtüler bile ateştendir. Bu azaptan kurtulabilmek için sürekli feryat ederler, yalvarırlar, ama kendilerine cevap bile verilmez. En azından, bir günlük de olsa azabın hafiflemesini isterler, ama yine aşağılanma ve azapla karşılık görürler.
Cehennemde bütün bu olanlar kesin birer gerçektir. Bugün dünyada sürdürdüğümüz hayat kadar, hatta daha da gerçektirler.
Allah'a, O'nun tam olarak istediği gibi değil, bir ucundan ibadet edenler (Hac Suresi, 11); "nasıl olsa Allah bağışlar" diyerek günah işleyip de azapta belirli bir süre kalacaklarını umanlar (Al-i İmran Suresi, 24); Allah'tan başka ilahlar edinerek, para, mevki, kariyer gibi kavramları hayatlarının amacı haline getirenler; Allah'ın dinini kendi istekleri doğrultusunda değiştirenler, Kuran'ı şahsi menfaatlerine göre yorumlayıp çarpıtanlar, imandan sonra inkara sapanlar, kısacası bütün kafirler, müşrikler ve münafıklar hepsi cehenneme getirilirler. Bu, Allah'ın kesin bir sözüdür ve gerçekleşecektir:

Eğer biz dilemiş olsaydık, her bir nefse kendi hidayetini verirdik. Fakat benden çıkan şu söz gerçekleşecektir: "Andolsun, cehennemi cinlerden ve insanlardan (inkar edenlerle) tamamıyla dolduracağım." (Secde Suresi, 13)

Bu insanlar da zaten cehennem için özel olarak yaratılmışlardır:

Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)


Ateş Azabi

Cehennemdeki bu hayatın içinde, en büyük ve temel azap kuşkusuz ateştir. Ateşin cehennemin karakteristik özelliği olması ateşin diğer işkencelere kıyasla insanın benliğini kökünden sarsan yok eden bir unsur olmasından kaynaklanır. İnsan vücudunun en derin noktalarına, Kuran'ın tabiriyle "hücrelerine" kadar işleyen bir azaptır ateş.
İşte cehennem ehli, cehennemde "cayır cayır yanmakta olan" (Mearic Suresi, 15), öfkeli, "alevleri kabardıkça kabaran" (Leyl Suresi, 14), "çılgınca yanan" (Furkan Suresi, 11) bu ateşin içine atılırlar ve çığlık çığlığa yanarlar. Bir ayette şöyle denir:

Kimin tartıları hafif kalırsa. Artık onun da anası (son durağı) "haviye"dir (uçurum). Onun ne olduğunu (mahiyetini) sana bildiren nedir? O, kızgın bir ateştir. (Kaaria Suresi, 8-11)

Ayetlerden anlaşildigina göre, ateş cehennemin her yerini kaplamiştir. Bu çukurda ateşten korunulan, ateşin erişmedigi bir yer yoktur. Kafir diger fiziksel ve ruhsal işkencelere tabi olurken de hayatinin her aninda ateşle muhataptir. Ateş, son derece büyüktür. Kuran, onun büyüklügünü ve şiddetini ifade ederken, ateşin kivilcimlari için "saray" ve "deve sürüleri" benzetmelerini kullanir:

O gün, yalanlayanların vay haline. Kendisini yalanladığınız (azab)a gidin. Üç dala ayrılmış bir gölgeye gidin. Ne gölge altında barındırır, ne (yakıcı) alevden korur. Gerçekten o, sanki her biri saray olan bir kıvılcım saçar. Her biri, sanki sapsarı erkek deve sürüleri gibidir. (Mürselat Suresi, 28-33)

Kafirler ateşten kaçmak, ondan kurtulmak için tüm güçlerini harcarlar. Ama kaçmalarina izin verilmez. O öyle bir ateştir ki, "yüz çevirip arkasini döneni çagirir-durur". (Mearic Suresi, 17) Bir başka ayette ise şöyle denir:

Fasık olanlar içinse, artık onların da barınma yeri ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde, geri çevrilirler ve onlara: "Kendisini yalanladığınız ateş azabını tadın" denir. (Secde Suresi, 20)

Böyle bir ateşle yananlarin tahayyül edilemeyecek çiglik ve inlemeleri ortaligi kaplar. Yalnizca bu korkunç çiglik ve inlemeler bile cehennem ehli için özel bir azap kaynagidir. Orada "kemikleri çatırdatan inlemeler vardır". (Enbiya Suresi, 100) Bir başka ayete belirtilene göre ise, "mutsuz olanlar ateştedirler, onlar için orada (kahirla ve aciyla) nefes alip vermeler vardir". (Hud Suresi, 106)
Ateş, dayanilmaz bir acidir. Insan bir kibrit çöpünün alevine bile parmagini bir saniye tutamaz. Korkunç bir aci duyar. Ancak bu dünyada bu ve benzeri şekillerde hissettigimiz ateş azabi, cehennemdekinin yaninda çok çok zayiftir. Çünkü insan, dünyada uzun süre yanamaz. Eger yanan bir ateşin içine düşmüşse, 5-10 saniye içinde can verir, ateşin büyük acisini çok kisa bir anda yaşar.
Ancak cehennemdeki durum, çok korkunçtur, çünkü oradaki ateş insani öldürmez, yalnizca aci çektirir. Cehennem ehli, sonsuza kadar sürecek olan bir ateşin içinde sonsuza kadar yanacaktir. Bu işlemin sonsuza kadar sürecegini bilmenin verdigi dayanilmaz bir çaresizlik, umutsuzluk ve yikim içindedir.
Azabın bir başka yönü de, özel olarak yüzlerinin yakılmasıdır. İnsanı kibirlendiren, bu kibirle kendisini müstağni görmesini sağlayan vücudunun en önemli yeri yüzüdür. Çünkü yüz kişiye ayrı bir fert olma özelliği kazandırır. "Ben" diye tanımlanan varlığın en belirgin göstergesidir. Güzellik ve çirkinlik kavramlarının en yoğun olarak toplandığı bölgedir. İnsanlar, gazetelerde ya da televizyonda yüzü ileri derece yanmış birisinin görüntüsüne rastladıklarında, şiddetli bir acımayla karışık ürperti hissederler. Ardından benzer bir felakete karşı Allah'tan koruma isterler. Hiç kimse böyle bir felaketi kendisine kondurmak istemez ve zaten kısa sürede bu görüntü unutulur. Ancak inkarcıların gaflette olduğu bir şey vardır ki, o da benzer bir sona hem de akıllarının alamayacağı kadar şiddetlisine adım adım yaklaşmakta olduklarıdır. Cehennemdeki ateş insan vücudunun her noktasına büyük acılar verir. Ama insanın yüzünün yanması en acısıdır. Gözler, kulaklar, burun, dil ve derinin, yani beş duyu kaynağının aynı anda bulunduğu tek ve en önemli bölgedir yüz. İnsan yüze gelecek darbelere karşı çok hassastır, en ufak bir harekete şiddetli bir refleksle cevap verir. Cehennemde ise yüz, ateşte kızartılır, kaynar sularla haşlanır. Acının en yoğun olarak hissedildiği yere en ağır işkenceler yapılır. Ayetlerde, bu azap şöyle tasvir edilir:

Yüzlerinin ateşte evrilip çevrilecegi gün, derler ki: "Eyvahlar bize, keşke Allah'a itaat etseydik ve Resule itaat etseydik." (Ahzap Suresi, 66)

Giyimleri katrandandır, yüzlerini ateş bürümektedir. (İbrahim Suresi, 50)

Ateş, onlarin yüzlerini yalayarak yakar da onun içinde onlar (etleri siyrilmiş olarak siritan) dişleriyle kaliverirler. (Müminun Suresi, 104)


Cehennemin Odunlari, Kaynar Su ve Daglanan Vücutlar

Kafirlerin cehennem ateşi içinde yanmalari anlatilirken, Kuran'da dikkat çekici bir ifade kullanilir. Buna göre, kafirler yana yana "cehennemin odunu" haline gelmişlerdir. Cehennemde ateşin kavurdugu herhangi bir nesne gibi yanmazlar. Kafirlerin kendileri ateşin özünü, yakitini oluştururlar. Bu durum bir ayette şöyle bildirilir:

"Zulmedenler, ise onlar da cehennem için odun olmuşlardir". (Cin Suresi, 15)

Odunun kendisi, ateşinin yakacagi herhangi bir cisimden çok daha uzun, çok daha şiddetle, için için yanar. Işte kafirler de, ayni şekilde yalanladiklari bu ateşin odunu olurlar. Ayetler de, bu gerçek şöyle haber verilmiştir:

Ey iman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır... (Tahrim Suresi, 6)

Şüphesiz inkar edenler, onlarin mallari da, çocuklari da kendilerine Allah'tan (gelecek azaba karşi) hiçbir şey kazandirmaz. Ve onlar ateşin yakitidirlar. (Al-i Imran Suresi, 10)

Gerçekten siz de, Allah'ın dışında taptıklarınız da cehennemin odunusunuz, siz ona varacaksınız. (Enbiya Suresi, 98)

Odun yerine geçen insanların yanında, bir de ateşi yakmak için kullanılan gerçek odunlar vardır. Ancak burada da farklı bir azap yaşanır. Dünyada iken dost, örneğin karı-koca olan inkarcılar, birbirlerinin ateşine odun taşırlar. Kuran'da, Ebu Leheb ve karısından şöyle söz edilir:

Ebu Leheb'in iki eli kurusun; kurudu ya.
Malı ve kazandıkları kendisine bir yarar sağlamadı.
Alevi olan bir ateşe girecektir. Eşi de; odun hamali (ve)
Boynuna bükülmüş bir ip (baglanmiş) olarak. (Mesed Suresi, 1-5)

Bu, dünyadaki tüm bağların kopması demektir. Dünyada iken birbirlerini çok sevdiklerini söyleyen ve birlikte Allah'a karşı isyan eden kafirler, cehennemde birbirlerinin ateşini beslerler. Orada tam bir ihanet söz konusudur. Allah'tan başka edinmiş oldukları tüm dostlar, en yakınları, eşleri dahi birer düşman haline gelmişlerdir.
Canlı ve cansız odunlarla bu şekilde yanan ateş, bir de kafirleri "haşlayan" suları kaynatır.
İnsanın en büyük organı vücudunu çepe çevre saran, hissetmesini, zevk almasını sağlayan derisidir. Kalınlığı birkaç milimetreyi geçmez. İnsanın en çok değer verdiği yüzü, elleri, kolları, bacakları ve diğer bütün organları deri tarafından sarmalanmıştır. Ancak deri hassaslığı yüzünden en büyük acı kaynağı olabilir. Derinin en zayıf olduğu nokta ise ateşe ve kaynar sıvılara karşı olan zafiyetidir. Ateş deriyi kavurur yakar, kaynar su ise haşlar. Kaynar su insanın derisini tek bir nokta boşta bırakmaksızın çepeçevre sarar. İncecik deriyi kabartır, deri iltihapla şişer, su toplar ve patlar, böylece dayanılmaz bir azaba neden olur. Dünyadaki fiziksel güzelliği, gücü kuvveti, makamı, şöhreti, hiçbir şeyi insanı kaynar bir suya karşı dayanıklı kılmaz. Kuran'daki ifadeyle, "küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azab vardır". (Enam Suresi, 70) Bir başka ayette de şöyle denir:

Ve eğer o, yalanlayan sapıklardan ise artık (onun için) alabildiğine kaynar sudan bir şölen vardır. Ve çılgınca yanan ateşe bir atılma da. Şüphesiz bu, kesin bilgi ifade eden bir gerçektir. (Vakıa Suresi, 92-95)

Bir başka yerde ise, kafirlere yapilacak kaynar su azabi şöyle anlatilir:

Onu tutun da cehennemin orta yerine sürükleyin.
Sonra kaynar suyun azabından başının üstüne dökün;
(Azabı) tad; çünkü sen, (kendince) üstün, onurluydun.
Gerçekten bu, sizin kuşkuya kapildiginiz şeydir. (Duhan Suresi, 47-50)

Bunların yanında, ateş azabının bazı farklı çeşitleri vardır. Birisi de, ateşte kızdırılan metallerle cehennem ehlinin vücutlarının dağlanmasıdır. Ancak kendilerini dağlamak için kullanılacak olan bu metaller, dünyada iken Allah'a ortak koştukları mal ve mülkleridir:

... Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele. Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve:) "İşte bu, kendiniz için yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın" (denilecek). (Tevbe Suresi, 34-35)


Daha Başka Azaplar

Cehennem, çoğu insanın sandığı gibi yalnızca bir tür "dev fırın" değildir. Cehenneme giden insanlar ateşte yanacaklardır. Bu doğrudur. Ama cehennemde var olan tek şey ateş değildir. Orada insanı hem fiziksel hem de psikolojik yönden azaplandıracak çok çeşitli yöntemler vardır.
Dünyada, işkence için çok farkli yöntemler, araçlar geliştirildigini biliyoruz. Çogu kurban bu işkenceler sirasinda ya sakat kalir ya da acidan ölür. Sag kalanlar ise genelde akil sagliklarini kismen, hatta bazen tümüyle yitirirler. Oysa bu dünyadaki işkence yöntemleri, cehennemdekilere oranla karşilaştirilamayacak kadar hafiftir. Cehennemde çok farkli, çok gelişmiş işkence yöntemleri kullanilacaktir. Dünyada elektrik verilerek işkenceye ugratilan bir insani da, verilen elektrigi de, insanin elektrige olan aci duyarliligini da Allah yaratmiştir. Daha insana aci verecek birçok bilinmeyen kaynak ve insanin bilinmeyen birçok zaafi vardir. Allah yarattigi kullarinin zaaflarini en iyi bilendir. Bu zaaflar dogrultusunda en çok aciyi da yine Allah verecektir. Bu, "Muazzip" (azap edici) ve "Kahhar" (kahredici) olan Allah'in kanunudur.
Kuran'da haber verildiğine göre cehennemde azap her yönden gelmektedir. Azaptan kendilerini korumaya fırsatları yoktur, azap her yandan onları kuşatmaktadır. Üstlerinden, altlarından gelen azabı savmaya güç yetiremezler. Ayetler şöyledir:

Azab konusunda senden acele (davranmanı) istiyorlar. Oysa cehennem, o inkar edenleri gerçekten kuşatıp-durmaktadır. Azabın onları üstlerinden ve ayaklarının altından kaplayacağı gün (Allah): "Yaptıklarınızı tadın" der. (Ankebut Suresi, 54-55)

Ayrıca, cehennemdeki, şu anda bilemediğimiz daha başka farklı azap kaynakları da Kuran'da şu şekilde haber verilir:

Cehennem; onlar oraya girerler; ne kötü bir yataktır o. İşte bu; tatsınlar onu: Kaynar su ve irin. Ve onun şeklinden başka, çift çift (olan daha beter azablar) vardır. (Sad Suresi, 56-58)

Bu ayetten ve diğer bazı ayetlerden, cehennemdeki azabın çok farklı türleri olabileceğini anlıyoruz. Bunların ateş, aşağılama gibi en belirgin olanları ayetlerde anlatılmıştır, ama ayetlerden anlaşıldığı gibi, cehennemde çok daha başka azap ve işkence türleri de vardır. Örneğin ateş ve kaynar suyun yanı sıra vahşi hayvanların saldırısı, akrepler, böcekler ve yılanlarla dolu bir çukura atılmak, farelerin saldırısına uğramak, canlı iken kurtlanmış yaralara sahip olmak ve bunların çok daha üstünde hayal gücünün bile alamayacağı bütün azap kaynakları, hem de hepsi aynı anda olabilir.


Sıcak, Karanlık, Duman ve Darlık

Dünyada insana en çok sıkıntı veren ortamlar dar, pis, karanlık ve sıcak ortamlardır. Çok sıcak, nemli ortamlar insanı boğar, yüksek nem en temel ihtiyaç olan nefes almayı zorlaştırır. Nefes alamamak insanı şiddetli biçimde bunaltır, göğsü daralır, kalbi sıkışır. Çok sıcak ve nemli havalarda gölge bile rahatlatıcı olmaz. Görünmeyen ama yoğun bir tabaka insanı çepeçevre kuşatır, nefes borusundan girip göğsünü tıkar. Lüks saunalardaki yüksek ısı ve neme insan çok kısa bir süre dayanabilir. On dakika yoğun buhar altında kalmaya dayanamayan birisi saunaya kapatılsa kısa bir süre içinde fenalık geçirir. Biraz daha uzun kalırsa, nem ve sıcaktan kıvranarak ölür.
Cehennemde de bu boğucu atmosfer çok yoğun bir biçimde hakimdir. Dünyada sıcağa karşı birçok önlem geliştirmiş olan insan cehennemde çaresizdir. Ortam en sıcak çölden daha sıcak, en karanlık, izbe hücrelerden daha sıkıntı verici ve pistir. Sıcak insanın en küçük parçası olan hücrelerine dek işler. Kafirler için kavurucu sıcağa karşı bir koruyucu, ferahlama veya serinleme imkanı yoktur. Kuran'da, cehennem ehlinin bu durumundan şöyle söz edilir:

"Ashab-ı Şimal", ne (mutsuzdur o) "Ashab-ı Şimal." Hücrelere işleyen kavurucu bir sıcaklık ve kaynar su. Ve kapkara dumandan bir gölge içindedirler. Ki o, ne serindir, ne ferahlatıcı (kerim). (Vakıa Suresi, 41-44)

O gün, yalanlayanların vay haline. Kendisini yalanladığınız (azab)a gidin. Üç dala ayrılmış bir gölgeye gidin. Ne gölge altında barındırır, ne (yakıcı) alevden korur. (Mürselat Suresi, 28-31)

Bu denli boğucu bir atmosfer içinde, bir de dar bir yere sokulma azabı vardır. Bir ayette, kafirlere uygulanacak bu ceza şöyle anlatılır:

Elleri boyunlarına bağlı olarak, sıkışık bir yerine atıldıkları zaman, orada yok oluşu isteyip-çağırırlar. Bugün bir yok oluşu çağırmayın, birçok (kere) yok oluşu isteyip-çağırın. (Furkan Suresi, 13-14)

Bu dünyada dar bir yerde kapalı kalmak, gerçekten de insanı çıldırtacak kadar bunaltıcı bir azaptır. Dar bir hücrede hapis, suçlulara verilen ağır cezaların başında gelir. Trafik kazalarında parçalanmış biraracın içinde saatlerce sıkışıp canlı kalan, kazazadelerin durumu, bir deprem veya göçükte toprak altında kalan insanların çaresizliği olabilecek en büyük felaketlerden biri olarak nitelendirilir. Oysa bu gibi örnekler cehennemdeki ortama göre oldukça hafiftir. En önemlisi göçük altında veya benzer bir yerde sıkışan insan ya bir süre sonra şuurunu kaybedip ölür ya da bir süre sonra canlı olarak kurtarılır. Sonuç olarak acı çekilecek sürenin bir sonu, bitiş zamanı vardır.
Oysa cehennemde ne bir son vardır ne de umut. Pis, yakıcı, havasız, karanlık, dumanlı bir atmosferde bir de elleri boynuna bağlanan ve daracık, sıkışık bir yere sokulan inkarcı, suda boğulan bir insan gibi, tarifsiz bir eziyet çeker. Debelenir, çırpınır, kurtulmaya çalışır, ama kımıldayamaz. Sonunda, ayette belirtildiği gibi, yok oluşu çağırır, ölüp yok olmayı ister. Ancak bu mümkün değildir. Sokulduğu o daracık yerde, dünya ölçüsüyle aylar, yıllar, belki yüzyıllar boyu kalacak, giderek artan bir sıkıntı içinde binlerce kez yok oluşu çağıracaktır. Oradan çıkarıldığında ise, kurtuluşa değil, cehennemin bir başka azabına götürülür.


Yiyecekler, İçecekler ve Giyecekler

Dünya, Allah'ın insan için yarattığı sayısız lezzetli ve besleyici yiyecek maddeleriyle donatılmıştır. Farklı lezzetlerdeki etler, türlü renk, tat ve kokuda meyve ve sebzeler, baldan süte kadar uzanan hayvan ürünleri, hatta baharatlar, insan için özel olarak yaratılmış ve dünya var olduğu günden itibaren insanlara cömertçe sunulmuştur. Bu arada, insan vücudu da bu lezzetleri algılayabilecek yapıda özel olarak yaratılmıştır. İnsan güzel yiyeceklere karşı Allah'ın verdiği bir ilhamla iştah ve arzu duyar. Aynı şekilde de pis ve iğrenç maddelere (çürümüş, kokuşmuş maddeler, irin, iltahap, kan vs.) karşı da bir tiksinti besler. Bu da insana ilham edilmiş bir başka özelliktir.
Bu dünyada var olan nimetlerin çok daha üstünleri Allah'ın Rahman sıfatı gereği cennette müminler için sonsuza dek hazır bulundurulacaktır. Cehennem ehli ise dünyada yapıp ettiklerinin cezası olarak Allah'ın lütfedici ve rızıklandırıcı (Rezzak) sıfatlarından çok uzakta kalırlar. (Şura Suresi, 19) Artık onlar için yalnızca azap vardır. Bir ayette, şöyle denir:

İnkar edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) "Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezalandırılacaksınız." (Ahkaf Suresi, 20)

Artık onlar için hiçbir nimet yoktur. En temel, en doğal ihtiyaçlarının karşılanması bile onlar için bir azaba dönmüştür. Yiyecekleri birer acı kaynağı olarak Allah özel olarak yaratmıştır. Artık sonsuza kadar yiyebilecekleri tek şey darı dikeni veya zakkum ağacıdır. Bunlar da, ne doyurur, ne de besler. Yalnızca acı verirler; ağzı ve boğazı yırtar, karınlarını parçalar, kanatır, iğrenç bir tad ve koku verirler. Ayetlerde cennetteki muhteşem güzelliklerden ve lezzetlerden söz edildikten sonra cehennem ehlinin yiyecekleri şöyle tarif edilir:

Nasıl, böyle bir konaklanma mı daha hayırlı yoksa zakkum ağacı mı? Doğrusu biz, onu kafirler için bir fitne (bir imtihan konusu) kıldık. Şüphesiz o, 'çılgınca yanan ateşin' dibinde bitip çıkar. Onun tomurcukları, şeytanların başları gibidir. Artık gerçekten, ondan yiyecekler böylelikle karınlarını ondan dolduracaklar. (Saffat Suresi, 62-66)

Onlar için (zehirli olan) darı dikeninden başka bir yiyecek yoktur. Ne doyurup-semirtir, ne açlıktan korur. (Gaşiye Suresi, 6-7)

Cehennem ehli, Allah'ı tanımamış olmalarının cezasını bu şekilde çekmektedir. Ceza olarak kendilerine hazırlanmış bir "şölen" vardır. Vakıa Suresi'nde, inkar edenlerin suçu ve kendilerine hazırlanan bu özel "şölen" şöyle anlatılır:

Çünkü onlar, bundan önce varlık içinde şımartılmış olanlardı.
Onlar, büyük günah üzerinde ısrarlı davrananlardı.
Ve derlerdi ki: "Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuzda mı, gerçekten biz mi diriltilecekmişiz?"
"Önceden gelip-geçmiş atalarimiz da mi?"
De ki: "Şüphesiz, öncekiler de ve sonrakiler de."
"Bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır."
Sonra gerçekten siz, ey sapık olan yalanlayıcılar,
Şüphesiz zakkum olan bir agaçtan yiyeceksiniz. Böylece karinlari(nizi) ondan dolduracaksiniz. Onun üzerine de alabildigine kaynar sudan içeceksiniz. Üstelik 'içtikçe susayan hasta develerin' içişi gibi içeceksiniz. (Vakia Suresi, 45-55)

Dünyadaki boğaz ağrıları, şiddetli karın sancıları insana en çok sıkıntı ve acı veren hastalıklardan iken, cehennemde bütün bunlardan çok daha şiddetlileri sonsuza kadar kafirin yaşamının bir parçasını oluşturur. Yemek zorunda oldukları bu yiyecekler boğazlarında tıkanıp kalır. Yutabildikleri ise karınlarında erimiş maden potası gibi gibi kaynar durur. Tokluklarını gidermez. Cehennem ehli sonsuza kadar korkunç ve sürekli bir açlık içindedir.
İşin ilginç tarafı, bu olay bir sefer olmaz, sonsuza kadar tekrarlanıp gider. Çünkü cehennem ehli öyle açtır ki, daha önce sayısız kereler denediği halde azabını arttırmaktan başka bir işe yaramayan bu dikenleri her seferinde yemek zorunda kalırlar. Ardından da kaynar suya hücum ederler. Ama bu su ne hazmettirir, ne de susuzluğunu giderir. Yukarıdaki ayette de söylendiği gibi, hasta develer gibi içtikçe susuzlukları artar. Bu cezayı iyice çekmeleri için kafirler, cehenneme susamış olarak sokulurlar. (Meryem Suresi, 86)
Kaynar suyun yanı sıra onlara içirilen bir başka iğrenç içecek ise, irindir. Tıpta en kötü kokan salgı olarak bilinen irin, kafirlerin ikinci seçenekleridir. İrinin yanı sıra irinin ait olduğu yaradan çıkan kan bu iltihapla beraber karıştırılıp küfredenlere sunulur. Bir başka ayette ise hem irin hem de üstüne katılmış kaynar sudan bahsedilir. Bu şekilde kafir, hem kaynar suyun azabını hem de irinin iğrenç tadını birlikte aynı anda tadar.
Sunulan içecekler bu kadar iğrenç ve dayanılmaz olmasına rağmen, kafirlerin susuzluklarını gidermek için bunlara koşmaları susuzluklarının derecesini gösterir. Birinin azabını tadıp diğerine koşarlar. Bu da yemeleri gibi sonsuza dek tekrarlanır. Cehennem ehli sonsuza kadar korkunç ve süregiden bir susuzluk içinde kıvranırlar:

Orada ne serinlik tadacaklar, ne bir içecek.
Kaynar sudan ve irinden başka.
(İşlediklerine) Uygun olan bir ceza olarak, (Nebe Suresi, 24-26)
Bundan dolayı bugün, kendisine hiçbir sıcak dost yoktur.
İrin ve kan karışımından başka bir yemek yoktur.
Bunu da hata edenlerden başkasi yemez. (Hakka Suresi, 35-37)

Ağızlarına aldıkları bu iğrenç karışımı bir türlü yutamazlar, boğazlarında kalır. Yutmaya, yutkunmaya çalışır, ama başaramazlar. Kan ve irinle boğulurlar, ancak yine de bir türlü ölemezler:

Önünde cehennem vardır ve (orada) irinli sudan içirilecektir. Yutkunmaya çabalayacak ve boğazından geçirmeyi başaramıyacak, ona her yandan ölüm gelecek, oysa ölmeyecek de. Ardından daha katı bir azab olacak (İbrahim Suresi, 16-17)

Bu çaresizlik içinde, kendileri için özel olarak yaratılan bir diyalog imkanıyla, cennet ehli ile muhatap olurlar. Onların içinde bulundukları muhteşem nimetleri görürler. Bu, çektikleri azabı kat kat artırır. Bu arada, cennet ehlinden biraz kendilerine de nimet verilmesini isterler, ama bu boşuna bir yalvarıştır:

Ateşin halki cennet halkina seslenir: "Bize biraz sudan ya da Allah'in size verdigi riziktan aktarin." Derler ki: "Dogrusu Allah, bunlari inkar edenlere haram (yasak) kilmiştir." (Araf Suresi, 50)

Yiyecek, içeceğin yanı sıra giyecekler de küfredenler için özel olarak hazırlanmıştır. İnsan derisi hassastır. Kızgın bir soba veya ütüye bir saniye bile dokunamaz. Kazayla dokunduğu zaman ise günlerce acı çeker, yarası su toplar, derisi kabarıp dökülür. Cehennemde ise, bir ütüden çok daha kızgın elbiseler insanın vücudunun her tarafını sarıp yapışacak, insanın savmaya güç yetiremediği bir ateş olup derileri kavuracaktır:

... İşte o inkar edenler, onlar için ateşten elbiseler biçilmiştir... (Hac Suresi, 19)

Asfaltı yola yapıştıran katran cehennemde kafirin elbisesi olur, onun üstüne yapışıp için için yanarak onun vücudunu eritir:

Giyimleri katrandandır, yüzlerini ateş bürümektedir. (İbrahim Suresi, 50)
Onlar için cehennemden yataklar ve üstlerine örtüler vardır. Biz zulme sapanları işte böyle cezalandırırız (Araf Suresi, 41)


Zebaniler

Bütün bu hallerine karşin, artik sonsuza kadar cehennem ehline aciyacak, onlari ateşten kurtaracak, onlara yardim edebilecek tek bir kişi yoktur. Allah ile ebediyen muhatap olamazlar. Unutulmuşlugun ve terkedilmişligin izdirabini yaşarlar. Ayetin ifadesiyle, "bugün, kendisine hiçbir sıcak dost yoktur". (Hakka Suresi, 35) Tek muhatap oldukları önlerindeki sonsuz yaşamlarında kendilerine sayısız azap ve işkenceler uygulayacak olan azap melekleridir: "Zebaniler". Cehennem ehline azap vermekle görevli olan bu melekler zerre kadar merhamet hissine sahip değildirler. Son derece acımasız, sert, güçlü ve dehşet verici meleklerdir bunlar. Alemlerin Rabbi olan Allah'a isyan edenlerden, hak ettikleri şekilde intikam almak için yaratılmışlardır ve görevlerini kusursuz olarak yerine getirirler:

Ey iman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır; üzerinde oldukça sert, güçlü melekler vardır. Allah kendilerine neyi emretmişse ona isyan etmezler ve emredildiklerini yerine getirirler. (Tahrim Suresi, 6)

Hayır; eğer o, (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursa, andolsun, onu perçeminden tutup sürükleyeceğiz; O yalancı, günahkar olan alnından. O zaman da meclisini (yakın çevresini ve yandaşlarını) çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız. (Alak Suresi, 15-18)

İşte bu zebaniler, Allah'ın kafirler üzerindeki gazabının, öfkesinin ve kahrediciliğinin bir tecellisidirler. Kafirleri her yönden en korkunç, en acı, en aşağılayıcı, hor ve hakir kılıcı muamelelere tabi tutarlar.
Bu arada yanlış anlaşılmaması gereken önemli bir nokta vardır. Zebaniler gerçekte en ufak bir zulüm ya da haksızlık yapmazlar. İnkarcılara hak ettikleri cezayı ne bir eksik ne de bir fazla, en güzel bir biçimde verirler. Allah'ın adaletinin en güzel tecellisi olan bu melekler tamamen masum, Allah'ın kendilerine tahsis ettiği görevi büyük bir zevk ve teslimiyetle yerine getiren mübarek varlıklardır.


CEHENNEMDEKI MANEVI AZAP

Şimdiye dek cehennem ehlinin çektigi çeşitli fiziksel acilardan söz ettik. Ancak tüm bunlarin yaninda, en az bunlar kadar önemli bir başka azap ise, manevi azaptir. Bu manevi azap pişmanlik, ümitsizlik, horlanma, aşagilanma, utanç, hayal kirikligi gibi pek çok ruhi azaplari içinde barindirir.


"Kalplere Tırmanan Ateş"

Hemen herkesin dünyada çeşitli vesilelerle tattigi bir manevi azap vardir. Örnegin çok sevdigi bir yakinini, dostunu, sevgilisini, karisini, kocasini ya da evladini kaybeden ve ona bir daha ebediyen kavuşamayacagini düşünen veya çok yakin bildigi, güvendigi birisinin ihanetine ugrayan bir insanin kalbi tarif edemeyecegi acilarla dolar. Işte bu manevi azap, gerçekte, o insanin kaybettigi veya ihanetine ugradigi kişiyi ilahlaştirmasinin karşiligi olarak Allah'in kalpte yarattigi özel bir azap türüdür. Insanin, Allah'a yöneltmiş olmasi gereken sevgi, hayranlik, yakinlik, takdir, dostluk, baglilik ve güven duygularini, o, herşeyiyle Allah'a ait, O'na muhtaç, aciz ve ölümlü kimseye yöneltmiş olmasinin ve bu şekilde, Allah'a, O'nun yarattigi bir kimseyi ortak koşmasinin, diger bir deyimle şirk koşmasinin karşiligi olan bir azaptir bu. Müşrikliginin cezasini Allah daha bu dünyadayken ona bu şekilde tattirir ki, ahirete gitmeden akli başina gelsin ve tevbe ederek yalnizca Allah'a yönelip dönsün. Burada ilahlaştirilanin mutlaka bir insan olmasi da şart degildir. Kişilerin zaaflari farkli farklidir. Mal, mülk, para, servet, itibar, kisaca Allah'a ortak koşulan, şirk koşulan herhangi bir nesne ya da kavram da ayni şekilde ilahlaştirilabilir.
Dünyada bunları kaybetmenin verdiği azap ise yalnızca, cehennemdeki benzerinin çok küçük dozdaki bir yansımasıdır. Bir ibret ve uyarı mahiyetindedir. Ahirete şirk dolu bir kalple gideni ise cehennemde bu acının aslı ve süreklisi beklemektedir. Yalnızca dünyadaki bu manevi azap bile şirk koşmanın derecesine göre, kimi zaman öyle şiddetli olur ki, bu acıyı çeken, kurtulmak için her türlü fiziksel işkenceyi bile bu manevi acıya tercih eder. Hatta ölüp kurtulabilmek için intihar bile edenler olur. Bu tarifsiz acıyı ifade edebilmek için ise müşrik, "yüreğinin yandığını", "ciğerinin yandığını", "içinin yandığını" söyler.
Nitekim Kuran'da cehennem azabının bu manevi yönü dikkat çekici bir şekilde vurgulanarak, "kalpleri yakan bir ateş"ten söz edilmektedir:

Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline;
Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır.
Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanıyor.
Hayır; andolsun o, 'hutame'ye atılacaktır.
"Hutame"nin ne olduğunu sana bildiren nedir?
Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir.
Ki o, yüreklerin üstüne tırmanıp çıkar.
O, onların üzerine kilitlenecektir;
(Kendileri de) Dikilip-yükseltilmiş sütunlarda (baglanacaklardir). (Hümeze Suresi, 1-9)

Dünyadaki en şiddetli aci bile zamanla unutulur, belki izleri bir süre devam eder ama, hiçbir zaman ilk günkü şiddetini korumaz. Cehennemde ise bu aci dünyadakinden kat ve kat daha fazla olmak üzere, hem de ebediyen hiç eksilmeden kafirlerin yüreklerine tirmanip yakar.
Bunun yanı sıra, cehennem ehlinin umutsuzluk, pişmanlık, aşağılanmışlık, öfke, kin ve çekişme duygularının karışımı sonucunda yaşadığı manevi azap da buna katılır ve inkar edenler en az fiziksel olduğu kadar ruhi yönden de işkence çekerler.


Aşagilanmanin Binbir Çeşidi

Cehennemle ilgili pek çok ayet, burada kafirler için aşagilayici, alçaltici bir azap oldugunu haber verir. Bu, inkarcilarin dünya hayatindaki kibir ve büyüklenmelerine karşilik takdir edilmiş bir cezadir.
Dünya hayatında inkarcının en büyük hedeflerinden biri, başka insanların kendisine imrenmeleri, kendisini takdir etmeleridir. İyi bir iş, çocuklar, güzel evler, arabalar ve benzeri dünyevi tutkular insanlara yapılan gösterişle değer kazanır. Nitekim Kuran'da dünya hayatının aldatıcı süslerinin arasında insanların kendi aralarında "övünme"leri sayılır:
İşte, insanların dünyadaki en büyük tutkusu olan bu "övünme" inkarcılar için ahirette şiddetli bir azaba dönüşür. Bu azab, önceden sözünü ettiğimiz fiziksel acıların yanında, aşağılanmayı, hor ve aşağılık kılınmayı da içermektedir. Çünkü kafir dünyadayken "Övülmeye layık olan" (Bakara Suresi, 267) Allah'ı unutmuş, buna karşın "kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edinmiş"tir. (Furkan Suresi, 43) Bu nedenle de hayatını Allah'ı övmekle değil, kendisine övgü toplamaya uğraşmakla geçirir. Kendisini yaratan Allah'ın değil, insanların hoşnutluğu üstüne bir hayat kurmuştur. İşte bu yüzden de, en büyük yıkımı insanlar karşısında küçük düşüp aşağılanınca yaşar.
İşte inkarcı için en büyük kabuslardan biri, başkalarına rezil olma, küçük düşme, aşağılanma halidir. Hatta inkarcılar arasında, diğer insanlara rezil olmamak, aksine, onlardan övgü toplamak için canını bile verebilecek çok sayıda insan vardır. Bu yüzden cehennemdeki birçok azap, bu kabusun üzerine kuruludur. Kafirler dünyadaki kibir ve büyüklenmelerine karşılık, cehennemde korkunç bir biçimde aşağılanırlar. Farklı ayetlerde, bu gerçeğe şöyle dikkat çekilir:

İnkar edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) "Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezalandırılacaksınız." (Ahkaf Suresi, 20)

O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar, biz onlara, ancak günahları daha da artsın, diye süre vermekteyiz. Onlar için aşağılatıcı bir azab vardır. (Al-i İmran Suresi, 178)

Bu aşagilanmanin binbir çeşidi vardir. Cehennem ehline, dünyada hayvanlara yapilan muameleden çok daha alçaltici davranilir. Onlari aşagilamak için demirden kamçilar, bukagilar ve tasmalar bulunur. Iplerle direklere baglanirlar, boyunlarina tasmalar (bukagilar) geçirilir, ayaklara zincirler vurulur.
Aslında aşağılanmak, cehennem içindeki tüm diğer azaplarla aynı anda gerçekleşir. Örneğin ateşe atılırken de bir yandan aşağılanırlar. Bu büyük horlanma, kafir diriltildikten ve cehenneme götürülmek için seçildikleri andan itibaren başlar ve sonsuza dek sürer.
Kafir, bu melekler tarafından milyarlarca insan içinden, alnından ve ayaklarından yakalanır. Kuran'ın ifadesiyle, "işte o gün, ne insana, ne cinne günahindan sorulmaz... (o gün) Suçlu-günahkarlar, simalarindan taninir da alinlarindan ve ayaklarindan yakalanirlar." (Rahman Suresi, 39-41)
Allah'a isyan etmiş, O'nu unutmuş olan kimse, bu şekilde yakalandiktan sonra hayvanlardan beter bir muamele görecek, saçindan tutulup yerde sürüklenecek ve cehenneme atilacaktir. Karşi koyamaz, bagirsa, çirpinsa da kimse ona yardim edemez. Bu, sadece çaresizligin verdigi azabi artirir:

... andolsun, onu perçeminden tutup sürükleyeceğiz; O yalancı, günahkar olan alnından. O zaman da meclisini (yakın çevresini ve yandaşlarını) çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız. (Alak Suresi, 15-18)

Ayete göre, inkarcılar "cehennem ateşine 'küçültücü bir sürüklenme ile' sürüklenecekler" ve onlara, "işte sizin yalanladığınız ateş budur" denecektir. (Tur Suresi, 13-14) Bir diğer ayette haber verildiğine göre de, bu "sürükleniş", "yüzükoyun" olacaktır. (Furkan Suresi, 34)
Cehennem'e de aynı şekilde, yüzükoyun olarak atılırlar.

Kim bir kötülükle gelirse, artık onlar da ateşe yüzükoyun atılır (ve onlara:) "Yaptıklarınızdan başkasıyla mı cezalandırılıyorsunuz?" (denir). (Neml Suresi, 90)

Ateşin içinde yüzükoyun sürüklenecekleri gün cehennemin dokunuşunu tadin" (denecek). (Kamer Suresi, 48)

Oraya girmeleriyle birlikte, aşagilanma daha da şiddetlenir. Çektikleri tüm fiziksel azaplarin bir de bu yönü vardir. Örnegin ateşe atildiklarinda, yanmanin verdigi acinin yaninda, bir de aşagilanmanin, horlanmanin, küçültülmenin izdirabini yaşarlar.
Bir başka surede, inkarcinin ateş azabi sirasinda nasil aşagilandigi şöyle anlatilir:

"Onu tutun da cehennemin orta yerine sürükleyin. Sonra kaynar suyun azabından başının üstüne dökün; (Azabı) Tad; çünkü sen, (kendince) üstün, onurluydun. Gerçekten bu, sizin kuşkuya kapıldığınız şeydir." (Duhan Suresi, 47-50)

Kafiri aşagilamak için ayrica özel olarak hazirlanmiş kamçilar, tasmalar, bukagilar, zincirler vardir. Kuran'da şöyle denir:

(Allah buyruk verir:) "Onu tutuklayın, hemen bağlayın." "Sonra çılgın alevlerin içine atın." "Daha sonra onu, uzunluğu yetmiş arşın olan bir zincire vurup gönderin." "Çünkü, o, büyük olan Allah'a iman etmiyordu yoksula yemek vermeye destekçi olmazdı." (Hakka Suresi, 30-34)

Dünyada, vahşi olanlar dişinda, hayvanlar bile zincire vurulmazlar. Insanlardan ise artik insan muamelesi görmeyen ileri derecede tehlikeli akil hastalari baglanirlar. Buna karşin, cehenneme gönderilmiş inkarcilar, tüm yaratiklarin en aşagilaridirlar. Işte bu nedenle üstteki ayette haber verilen "uzunlugu yetmiş arşin olan zincir"e vurulurlar. Başka ayetlerde bu aşagilatici azaptan şöyle söz edilir:

Boyunlarında demir-halkalar ve (ayaklarında) zincirler olduğu halde sürüklenecekler. Kaynar suyun içinde; sonra ateşte tutuşturulacaklar. Sonra onlara denilecek: "Sizin şirk koştuklarınız nerede?" (Mümin Suresi, 71-73)

... İşte onlar Rablerine karşı inkara sapanlar, işte onlar boyunlarına (ateşten) halkalar geçirilenler ve işte onlar -içinde ebedi kalacakları- ateşin arkadaşları olanlardır. (Rad Suresi, 5)

Diğer bazı ayetlerde söz konusu aşağılayıcı azap şöyle anlatılır:

O gün suçlu-günahkarların (sıkı) bukağılara vurulduklarını görürsün. Giyimleri katrandandır, yüzlerini ateş bürümektedir. (Bu azab,) Allah'ın her nefsi kendi kazandığıyla cezalandırması içindir. Şüphesiz Allah, hesabı pek çabuk görendir. (İbrahim Suresi, 49-51)

İşte o inkar edenler, onlar için ateşten elbiseler biçilmiştir; başları üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınları içinde olanlar ve derileri eritilmiş olur. Onlar için demirden kamçılar vardır. (Hac Suresi, 19-21)

Cehennemdeki bu aşagilanmanin kafirlerin ruhunda yarattigi karanlik, rezillik, küçülmüşlük ve horlanmişlik dişlarina da vurur. Tipki dünyada insanlara rezil olan, onuru ayaklar altina alinan, bütün kişisel haklari tecavüze ugrayan insanlarin tarifsiz sikintilarinin yüzlerine vurmasi gibi. cehennemde yaşanacak olan aşagilanma da, insanlarin çehresine etki edecek, yüreklerdeki zillet dişa vuracaktir. Kuran'da şöyle denir: "O gün, öyle yüzler vardır ki, zillet içinde aşağılanmıştır". (Gaşiye Suresi, 2)
Buraya kadar saydığımız tüm bu aşağılanma yöntemlerinin yanı sıra, cehennemde inkarcılar için çok daha çeşitli aşağılanmaların da olacağını unutmamak gerekir. Allah Kuran'da kafir için "aşağılanma", kavramını kullanmış ve buna belli başlı örnekler vermiştir. Ancak aşağılanma çok geniş bir kavramdır ve insanda dünyadayken bu duyguyu oluşturan herşey, her muamele, her olay bu kavrama dahildir. Cehennemde de belki de binlerce katıyla bulunmaktadır.


Telafisi Olmayan Pişmanlik

Kafir, dirildiği andan itibaren yaptığı kahredici hatanın farkına varır. Bu onarılmaz hatanın verdiği pişmanlık dalgası tüm vücudunu kaplar. Büyük bir yıkım yaşar, pişmanlığın etkisiyle kendini yer bitirir.
Dünyada yaptıkları inkarcılara gösterildiğinde, gaflet içinde geçirdikleri hayatlarını telafi etmeye karşı onulmaz bir hasret duyarlar. Geri dönmeyi, kendilerine bir şans daha verilmesini isterler. Dünyada iken birlikte gaflete daldiklari dostlarini, sevgililerini bir daha görmek istemezler. Tüm dostluklar, tüm sevgiler, tüm baglar kaybolmuştur. Dünyada iken kurmuş olduklari yaşam, yaptiklari işler, evleri, arabalari, eşleri, çocuklari, şirketleri, örfleri, gelenekleri, savunduklari "dünya görüşü", herşey, ama herşey artik degersizleşmiş, yok olmuştur. Herşey yok olurken, yerine de bir tek azap gelmiştir. Ayetlerde, o günkü yikimin yarattigi ruh hali şöyle tarif edilir:

Ateşin üstünde durdurulduklarinda onlari bir görsen; derler ki: "Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydik ve mü'minlerden olsaydik." Hayir, önceden sakli tuttuklari kendilerine açiklandi. Şayet (dünyaya) geri çevrilseler bile, kendisinden sakindirildiklari şeylere şüphesiz yine döneceklerdir. Çünkü onlar, gerçekten kafirlerdir. Onlar dediler ki: "Bu dünya hayatimizdan başkasi yoktur. Ve bizler diriltilecek degiliz." Rablerinin karşisinda durdurulduklarinda onlari bir görsen: (Allah:) "Bu, gerçek degil mi?" dedi. Onlar: "Evet, Rabbimiz hakki için" dediler. (Allah:) "Öyleyse inkar edegeldikleriniz nedeniyle azabi tadin" dedi. (Enam Suresi, 27-30)

Bu arada kafir, içindeki bu büyük yıkıma rağmen, bir yandan da hala kibiri bırakmamakta ve ayetin ifadesiyle "azabı görünce pişmanlığını gizlemekte"dir. (Yunus Suresi, 54) Bu kibirin canlı kalması, onun için ayrı bir azap kaynağı olacak, cehennemde karşılaşacağı aşağılanma, söz konusu kibir nedeniyle ona tarifsiz acılar verecektir.


Cehennem Ehlinin Birbirleriyle Çekismeleri

Dünyada iken çok önemli sayılan makam ve mevkilerin, ast-üst ilişkilerinin artık hiçbir anlamı kalmamıştır. Aksine, insanlar liderlerine, liderler de kendilerine bağlananlara lanetler yağdırırlar:

Öyle ki (o gün) kendilerine tabi olunanlar, kendilerine tabi olanlardan uzaklaşip-kaçmişlardir... (O zaman, yönetilip) Uyanlar derler ki: "Eger bize bir kere (daha dünyaya dönme) firsati verilse(ydi) muhakkak (şimdi) onlarin bizden uzaklaştiklari gibi, biz de onlardan uzaklaşir (onlari yüzüstü birakir)dik." Böylece Allah, onlara bütün yaptiklarini onulmaz hasretlerle gösterecektir. Ve onlar ateşten çikacak degildirler. (Bakara Suresi, 166-167)

Yüzlerinin ateşte evrilip çevrilecegi gün, derler ki: "Eyvahlar bize, keşke Allah'a itaat etseydik ve Resul'e itaat etseydik." Ve dediler ki: "Rabbimiz, gerçekten biz, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptirmiş oldular. Rabbimiz, onlara azabtan iki katini ver ve büyük bir lanet ile lanet et. (Ahzap Suresi, 66-68)
Orada birbirleriyle çekişip tartişarak derler ki: "Andolsun Allah'a, biz gerçekten apaçik bir sapiklik içindeymişiz. Çünkü sizi (yalanci olanlari) alemlerin Rabbiyle eşit tutuyorduk. Bizi suçlu-günahkarlardan başka saptiran olmadi. Artık bizim için ne bir şefaatçi var, ne de candan-yakın bir dost. Bizim bir kere daha (dünyaya dönüşümüz mümkün) olsaydı da iman edenlerden olabilseydik." Gerçekten, bunda bir ayet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. (Şuara Suresi, 96-103)

Böylece, sonsuz azapla karşilaşan cehennem ehli arasinda büyük bir çekişme başlar. Herkes birbirini suçlar. Eski dostlar birbirlerine büyük bir kin beslerler. Aralarındaki nefretin tek nedeni dünya hayatındaki dostluklarıdır. Günah işlemede ve din dışı yaşamda birbirlerini teşvik etmiş, inkarda birbirlerinden destek almışlardır. Bütün dostluk kavramları cehennem azabıyla birlikte yıkılır, bütün bağlar parçalanıp koparılır. Bütün bu kalabalığın arasında herkes yapayalnızdır ve biri diğerini lanetler:

(Allah) diyecek: "Cinlerden ve insanlardan sizden önce geçmiş ümmetlerle birlikte ateşe girin." Her bir ümmet girişinde kardeşini (kendi benzerini) lanetler. Nitekim hepsi birbiri ardinca orada toplaninca, en sonra yer alanlar, en önde gelenler için: "Rabbimiz, işte bunlar bizi saptirdi; öyleyse ateşten kat kat arttirilmiş bir azab ver diyecekler. (Allah da:) "Hepsi için kat kattir. Ancak siz bilmezsiniz" diyecek. (Araf Suresi, 38)

İnkar edenler dediler ki: "Rabbimiz, cinlerden ve insanlardan bizi saptırmış olanları bize göster, ayaklarımızın altına alalım, en aşağılarda bulunanlardan olsunlar." (Fussilet Suresi, 29)

Ateşin içinde, iddialar öne sürüp karşilikli tartişirlarken zayif olanlar, büyüklenen (müstekbir)lere derler ki: "Gerçekten biz, size uymuş (teb'aniz) olan kimselerdik. Şimdi siz, ateşten bir parçasini olsun, bizden uzaklaştirabilir misiniz? Büyüklenen (müstekbir) ler derler ki: "Biz hepimiz (ateşin) içindeyiz; gerçekten Allah, kullar arasinda hüküm verdi (artik)." (Mümin Suresi, 47-48)

(Müşrik olan hakim güçlere:) "Işte bu(nlar) da sizinle birlikte (küfür ve zulümde) gögüs gerenlerdir. Onlara bir merhaba (bile) yok. Çünkü onlar ateşe gireceklerdir." (denilir). (Onlara uyanlar) Derler ki: "Hayir, sizler; asil size bir merhaba yok. Bunu (azabi) siz bizim önümüze sürdünüz. Ne kötü bir durak." Derler ki: "Rabbimiz, kim bunu bizim önümüze sürdüyse, ateşteki azabini kat kat arttir." Ve derler ki: "Bize ne oluyor ki, kendilerini şerir (kötü)lerden saydigimiz adamlari göremi yoruz. Biz onlari bir alay konusu edinmiştik; yoksa gözler mi onlardan kaydi?" Bu, cehennem halkinin birbiriyle çekişmesi kesin bir gerçektir. (Sad Suresi, 59-64)


Sonuçsuz Yalvarmalar ve Ümitsizlik

Cehennem ehli, büyük bir çaresizlik içindedir. Başlarina gelen azap, hem korkunç derecede aci verici hem de sonsuzdur. Tek çare olarak sizlanmayi, yalvarmayi seçerler. Gördükleri herkese yalvarirlar. Cennet ehlini görürler, onlardan bir parça olsun su ve yemek isterler. Allah'a yalvarmaya, merhamet dilemeye çalişirlar. Ama hepsi boşunadir.
Yalvarmalarının bir kısmı, cehennemin bekçileri olan zebanileredir. Kendilerine en görülmedik işkenceleri yapan bu azap meleklerine bile yalvarır ve onlardan kendileri adına Allah'a seslenmelerini isterler. İçinde bulundukları azap o kadar yoğun bir azaptır ki, onun bir gün için olsun hafifletilmesi için yalvarırlar. Ama yanıt alamazlar:

Ateşin içinde olanlar, cehennem bekçilerine dediler ki: "Rabbinize dua edin; azabtan bir günü (olsun) bize hafifletsin." (Bekçiler:) "Size kendi Resulleriniz açik belgelerle gelmez miydi?" dediler. Onlar: "Evet" dediler. (Bekçiler:) "Şu halde siz dua edin" dediler. Oysa kafirlerin duasi çikmazda olmaktan başkasi degildir. (Mümin Suresi, 49-50)

Bunun yanında Allah'tan merhamet dilemeye de çalışırlar. Ancak yine boşunadir:

Dediler ki: "Rabbimiz, mutsuzluğumuz bize karşı üstün geldi, biz sapan bir topluluk imişiz. Rabbimiz, bizi (ateşin) içinden çıkar, eğer yine (inkara) dönersek, artık gerçekten zalim kimseler oluruz."
Der ki: "O'nun içine sinin ve benimle söyleşmeyin. Çünkü gerçekten benim kullarimdan bir grup: "Rabbimiz, iman ettik, sen artik bizi bagişla ve bize merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayirlisisin, derlerdi de, siz onlari alay konusu edinmiştiniz; öyle ki, size benim zikrimi unutturdular ve siz onlara gülüp duruyordunuz. Bugün ben, gerçekten onlarin sabretmelerinin karşiligini verdim. Şüphesiz onlar, 'kurtuluşa ve mutluluga' erenlerdir." (Müminun Suresi, 106-111)

Ayetten anlaşildigina göre bu, Allah'in cehennem ehline son hitabidir. Çünkü Allah bunlara "O'nun içine sinin ve benimle söyleşmeyin" dedikten sonra artik aksinin olmasi söz konusu degildir. Bundan böyle Allah cehennem ehli ile sonsuza dek muhatap olmaz. Bu, düşünmesi bile insana aci veren bir durumdur.
Cehennem ehli çığlık çığlığa azap çekerken, "kurtuluşa ve mutluluğa eren"ler, yani müminler de cennetin nimetleri içindedirler. Ve cehennem ehlinin çektiği manevi azapların birini, söz konusu cennet ehli ile olan diyaloğu oluşturur. İnkarcılar, cehennemin korkunç azapları içinde işkence görürken, özel olarak yaratılan bir sistem ile cenneti görür, oradaki büyük nimet ve ihtişamı izlerler. Dünyada iken kendileriyle alay ettikleri müminlerin büyük bir rahatlık içinde, görkemli mekanlarda, muhteşem evlerde, nefis yiyecek ve içecekleri tattıklarını görürler. Kendi yaşadıkları azab ve aşağılanmaya karşılık, müminlerin böylesine büyük bir nimet, övülmüşlük ve huzur içinde olduğunu fark ederler.
Bu ise yaşadiklari azabi daha da şiddetlendirir. Duyduklari pişmanlik, dayanilmaz boyutlara varir. Dünyada iken iman etmemiş, müminlerin aksine Allah'in hükümlerine itaat etmemiş olmalarinin kahredici pişmanligi içinde bogulurlar.
Bu psikoloji içinde cennet ehliyle diyalog kurmaya, hatta onlardan yardım dilemeye de çalışırlar. Yalvarırlar, ancak yine boşunadır. Kuran'da, cennet ve cehennem ehli arasındaki bu diyalog şöyle haber verilir:

Onlar (müminler) cennetlerdedirler; birbirlerine sorarlar. Suçlu-günahkarları;
"Sizi şu Cehennem'e sürükleyip-iten nedir?"
Onlar: "Biz namaz kılanlardan değildik" dediler.
"Yoksula yedirmezdik.
(Batıla ve tutkulara) Dalıp gidenlerle biz de dalar giderdik.
Din (hesap ve ceza) gününü yalan sayıyorduk.
Sonunda yakîn (kesin bir gerçek olan ölüm) gelip bize çattı."
Artık, şefaat edenlerin şefaati onlara bir yarar sağlamaz. (Müddesir Suresi, 40-48)

Yaşanacak olan diyaloglarin en ilginçlerinden biri de, müminler ile münafiklar arasinda olanidir. Münafiklar, dünyada iken bir süreligine de olsa müminlerin yaninda bulunmuş kimselerdir. Iman etmedikleri halde, çeşitli çikar hesaplari geregi kendilerini mümin gibi göstermeye çalişmiş ve böylece "ikiyüzlü" sifatini kazanmişlardir. Ahirette ise cehennemde yanarken, müminleri görür ve yardim istemeye, yalvarmaya kalkarlar. Kuran'da, arada geçen diyalog şöyle aktarilir:

O gün, münafık erkekler ile münafık kadınlar, iman edenlere derler ki: "(Ne olur) Bize bir bakın, sizin nurunuzdan birazcık alıp-yararlanalım." Onlara: "Arkanıza (dünyaya) dönün de bir nur arayıp-bulmaya çalışın" denilir. Derken aralarında kapısı olan bir sur çekilmiştir; onun iç yanında rahmet, dış yanında o yönden azab vardır. (Münafıklar) Onlara seslenirler: "Biz sizlerle birlikte değil miydik?" Derler ki: "Evet, ancak siz kendinizi fitneye düşürdünüz, (Müslümanları acıların ve yıkımların sarmasını) gözetip-beklediniz, (Allah'a ve İslam'a karşı) kuşkulara kapıldınız. Sizleri kuruntular yanıltıp-aldattı. Sonunda Allah'ın emri (olan ölüm) geliverdi; ve o aldaltıcı da sizi Allah ile (Allah'ın adını kullanarak, hatta masumca sizden görünerek) aldatmış oldu. Artık bugün sizden herhangi bir fidye alınmaz ve inkar edenlerden de.. Barınma yeriniz ateştir, sizin veliniz (size yaraşan dost) odur; o ne kötü bir gidiş yeridir." (Hadid Suresi, 13-15)


Kurtuluşu Olmayan, Sonsuz Azap

Şimdiye dek sözünü ettigimiz cehennem azaplarinin yaninda, onlarin şiddetini kat kat artiran bir özelligi daha vardir cehennemin; hiçbir zaman kurtuluş yoktur. Bir aci çok şiddetli olsa bile, eger insan onun bitecegini bilirse, bu onu rahatlatir. Her acinin bitimi bir lezzettir ve bu lezzeti beklemek, aci aninda bile olsa, insana umut verir.
Ancak bu umut cehennemde yoktur ve cehennem ehlini en çok yıkıma uğratan şey de budur. Ateşte yakıldıkları, zincirlendikleri, kaynar suyla haşlandıkları, kırbaçlandıkları, dar yerlere elleri boyunlarına bağlı olarak sokuldukları anlarda, bilirler ki bu azap sonsuza kadar sürecektir. Her kaçmaya çalıştıklarında sert bir şekilde engellenmeleri, onlara işkencenin sonsuza kadar devam edeceğini gösterir. Bir ayette bu kahredici ortam şöyle anlatılır:

Ne zaman ordan, sarsıcı-üzüntüden çıkmak isterlerse, oraya geri çevrilirler ve (onlara:) "Yakıcı azabı tadın" (denir). (Hac Suresi, 22)

Cehennem tümüyle kapalıdır. Kafirler için cehenneme yalnızca bir kez giriş vardır, sonra çıkış imkansızdır. Hiçbir çıkış yolu bırakılmamıştır. Hapsedilmenin verdiği duygu kafirleri çepeçevre kuşatır. Etrafları, aşmaya güç yetiremeyecekleri duvarlar, kilitlenmiş kapılarla çevrilmiştir. Ayetlerde bu kahredici hapsolunmuşluk, şöyle tasvir edilir:

Ayetlerimizi inkar edenler ise, sol yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meş'eme). "Kapıları kilitlenmiş" bir ateş onların üzerinedir. (Beled Suresi, 19-20)

Ve de ki: "Hak Rabbinizdendir; artık dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin. Şüphesiz biz zalimlere bir ateş hazırlamışız, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır... (Kehf Suresi, 29)

Onların barınma yerleri cehennem'dir, ondan kaçacak bir yer bulamayacaklardır. (Nisa Suresi, 121)

İnkarcılar ateşi gördüklerinde ait oldukları yeri anlarlar. Anlarlar ki, artık hiç kimse için o ateşten kaçış imkanı yoktur. Zaman kavramı yok olmuştur ve sonsuz bir azap başlamıştır. Acının en korkunç özelliği ebediyen sürecek olmasıdır. Yüz yıl, bin yıl veya milyon yıl geçse, yine de sona yaklaşılmış olmaz. Milyonlarca yıl, sonsuzluğun yanında bir hiçtir. Cehennemde yaşayan kafir, dünyadaki gibi bir sonluluk bekler, ama boşunadır. Bu yüzden ayetlerde azabın sonsuza kadar sürecek olması önemle belirtilmiştir:

Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da ve (bütün) kafirlere, içinde ebedi kalmak üzere cehennem ateşini vaat etti. Bu, onlara yeter. Allah onları lanetlemiştir ve onlar için sürekli bir azab vardır. (Tevbe Suresi, 68)

Eğer onlar (gerçek) ilahlar olsalardı, ona girmeyeceklerdi. Oysa onların tümü içinde temelli kalıcıdırlar. (Enbiya Suresi, 99)

İnkar edenlere gelince, onlar için de cehennem ateşi vardır. Onlar için ne, karar verilir, ki böylece ölüversinler, ne de kendilerine onun azabından (bir şey) hafifletilir. İşte biz, her nankör olanı böyle cezalandırırız. (Fatır Suresi, 36)

Dünyada yaşanan bütün acilar için muhakkak bir son yani kurtuluş vardir. Aci çeken insanin iki kurtuluşu olabilir, aci ya biter ya da kişi ölür. Dişaridan bakildiginda ikisi de bir kurtuluştur. Cehennemde ise durum çok daha kötüdür. Izdirap sürekli ve kesintisizdir. Kafirlerin kendilerini toparlamalarina, rahat bir nefes almalarina firsat verilmez.


Sonsuz Azaptan Kurtulmak Için Bir Hatirlatma

Kitap boyunca, dünyada Allah'ın ayetlerinden yüz çeviren ve herşeyi yaratan Rabbimizi şuursuzca inkar edenlerin, ahirette hiçbir kurtuluşlarının olmayacağı, cehennemde dehşet verici bir azapla karşılaşacakları tüm detaylarıyla anlatıldı.
İşte bu yüzden her insan, burada anlatılan gerçekleri öğrendiğinde hiç zaman yitirmeden içine girdiği yoldan geri dönmelidir. Çünkü bu yolun sonu büyük bir yıkım getirir. Yapması gereken en önemli şey ise kendini Allah'a teslim etmektir. Bunu yapmadığı takdirde, ebedi bir pişmanlık yaşayacaktır. Kuran'da inkarcıların pişmanlığı şöyle haber verilir:

O inkar edenler Müslüman olmayı nice kereler dileyecekler. Onları bırak, yesinler, yararlansınlar ve onları (boş) emel oyalayadursun. İleride bileceklerdir. (Hicr Suresi, 2-3)

Sonsuz azaptan ve bu pişmanliktan kurtulmanin ve Allah'in rizasini ve cennetini kazanmanin yolu ise bellidir:
Geç olmadan Allah'a gönülden iman etmek,
Tüm yaşamini O'nu razi edecek davranişlarla geçirmek…


EVRİM YANILGISI

Darwinizm, yani evrim teorisi, yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış, ancak başarılı olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok açık bir "tasarım" bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle çürümüştür. Böylece Allah'ın tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için dünya çapında yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında söylenen yalanlara ve yapılan sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu propaganda gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en büyük yanılgı olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile getirilmektedir. Özellikle 1980'lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok bilim adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD'de, biyoloji, biyokimya, paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim adamı, Darwinizm'in geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini artık "bilinçli tasarım" (intelligent design) kavramıyla açıklamaktadırlar. Söz konusu "bilinçli tasarım", tüm canlıları Allah'ın yaratılmış olduğu gerçeğinin bilimsel bir ifadesidir.
Evrim teorisinin çöküşünü ve yaratilişin delillerini diger pek çok çalişmamizda bütün bilimsel detaylariyla ele aldik ve almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu, taşidigi büyük önem nedeniyle, burada da özetlemekte yarar vardir.


Darwin'i Yıkan Zorluklar

Evrim teorisi, tarihi eski Yunan'a kadar uzanan bir öğreti olmasına karşın, kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerinin ayrı ayrı yaratıldıklarına karşı çıkıyordu. Darwin'e göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir "mantık yürütme" idi. Hatta, Darwin'in kitabındaki "Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu.
Darwin, teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in bilim karşisindaki yenilgisi, üç temel başlikta incelenebilir:
1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü "evrim mekanizmaları"nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel başligi ana hatlari ile inceleyecegiz.


Aşilamayan Ilk Basamak: Hayatin Kökeni

Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce ilkel dünyada ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı sorulardır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o "ilk hücre" nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, yaratılışı reddettiği, hiçbir doğaüstü müdahaleyi kabul etmediği için, o "ilk hücre"nin, hiçbir tasarım, plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde rastlantısal olarak meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.


"Hayat Hayattan Gelir"

Darwin, kitabında hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı.
Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: "Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür." (Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and The Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977. s. 2)
Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.


20. Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar

20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı: "Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır." (Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196)
Oparin'in yolunu izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit) sentezledi.
O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı. ("New Evidence on Evolution of Early Atmosphere and Life", Bulletin of the American Meteorological Society, cilt 63, Kasım 1982, s. 1328-1330.)
Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti. (Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7)
Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı? (Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40)

Hayatın Kompleks Yapısı

Evrim teorisinin hayatın kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmesinin başlıca nedeni, en basit sanılan canlı yapıların bile inanılmaz derecede karmaşık yapılara sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik ürünlerden daha karmaşıktır. Öyle ki bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler biraraya getirilerek canlı bir hücre üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantilarla açiklanamayacak kadar fazladir. Hücrenin en temel yapi taşi olan proteinlerin rastlantisal olarak sentezlenme ihtimali; 500 aminoasitlik ortalama bir protein için, 10950'de 1'dir. Ancak matematikte 1050'de 1'den küçük olasılıklar pratik olarak "imkansız" sayılırlar.
Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa, 500'er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San Diego California Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. (Leslie E. Orgel, The Origin of Life on Earth, Scientific American, cilt 271, Ekim 1994, s. 78)
Kuşkusuz eger hayatin dogal etkenlerle ortaya çikmasi imkansiz ise, bu durumda hayatin dogaüstü bir biçimde "yaratildigini" kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amaci yaratilişi reddetmek olan evrim teorisini açikça geçersiz kilmaktadir.


Evrimin Hayali Mekanizmaları

Darwin'in teorisini geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin "evrim mekanizmaları" olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış olmasıdır.
Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen "doğal seleksiyon" mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında "Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" demek zorunda kalmıştı.(Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189)


Lamarck'ın Etkisi

Peki bu "faydalı değişiklikler" nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı. Darwin'den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck'a göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck'a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı.
Darwin de benzeri örnekler vermiş, örnegin Türlerin Kökeni adli kitabinda, yiyecek bulmak için suya giren bazi ayilarin zamanla balinalara dönüştügünü iddia etmişti. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184.)
Ama Mendel'in keşfettigi ve 20. yüzyilda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalitim kanunlari, kazanilmiş özelliklerin sonraki nesillere aktarilmasi efsanesini kesin olarak yikti. Böylece dogal seleksiyon "tek başina" ve dolayisiyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak kalmiş oluyordu.


Neo-Darwinizm ve Mutasyonlar

Darwinistler ise bu duruma bir çözüm bulabilmek için 1930'ların sonlarında, "Modern Sentetik Teori"yi, ya da daha yaygın ismiyle Neo-Darwinizm'i ortaya attılar. Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi" olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi.
Bugün de hala dünyada evrim adına geçerliliğini koruyan model Neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün, bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının "mutasyonlara", yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara zarar verirler.
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki ancak zarar verir. Amerikali genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açiklar:
Mutasyonlar küçük, rastgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rastgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir. (B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988)
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin "evrim mekanizması" olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları sadece tahrip eden, sakat bırakan bir genetik olaydır. (İnsanlarda mutasyonun en sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma "evrim mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin'in de kabul ettiği gibi, "tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu gerçek bizlere doğada hiçbir "evrim mekanizması" olmadığını göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.


Fosil Kayıtları: Ara Formlardan Eser Yok

Evrim teorisinin iddia ettiği senaryonun yaşanmış olmadığının en açık göstergesi ise fosil kayıtlarıdır.
Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayisiz "ara türler"in oluşmuş ve yaşamiş olmalari gerekir.
Örneğin geçmişte, balık özelliklerini hala taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu teorik yaratıklara "ara-geçiş formu" adını verirler.
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu ucube canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179)


Darwin'in Yıkılan Umutları

Ancak 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermiştir.
Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayitlarini detayli olarak inceledigimizde, türler ya da siniflar seviyesinde olsun, sürekli olarak ayni gerçekle karşilaşiriz; kademeli evrimle gelişen degil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. (Derek A. Ager, "The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British Geological Association, cilt 87, 1976, s. 133)
Yani fosil kayıtlarında, tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz biçimleriyle aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam aksidir. Dahası, bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir canlı türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır. Bu gerçek, ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır. Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir. (Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983. s. 197)
Fosiller ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Yani "Türlerin kökeni", Darwin'in sandığının aksine, evrim değil yaratılıştır.


İnsanın Evrimi Masalı

Evrim teorisini savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu konudaki Darwinist iddia, bugün yaşayan modern insanın maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, modern insan ile ataları arasında bazı "ara form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel "kategori" sayılır:
1- Australopithecus
2- Homo habilis
3- Homo erectus
4- Homo sapiens
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına gelen "Australopithecus" ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını göstermiştir. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 75-94; Charles E. Oxnard, "The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt", Nature, cilt 258, s. 389)
İnsan evriminin bir sonraki safhasını da evrimciler, "homo" yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir gerçekte kayıptır" diyerek bunu kabul eder.(J. Rennie, "Darwin's Current Bulldog: Ernst Mayr", Scientific American, Aralık 1992)
Evrimciler "Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens" sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus'un dünya'nın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir. (Alan Walker, Science, vol. 207, 1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1st ed., New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, vol. 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272)
Dahası Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (modern insan) ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır. (Time, Kasım 1996)
Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler. (Stephen. J. Gould, Natural History, vol. 85, 1976, s. 30)
Kısacası, medyada ya da ders kitaplarında yer alan hayali birtakım "yarı maymun, yarı insan" canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan ibarettir.
Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle Australopithecus fosilleri üzerinde 15 yıl araştırma yapan İngiltere'nin en ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu canlılardan insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç bir "bilim skalası" yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze oluşturmuştur. Zuckerman'ın bu tablosuna göre en "bilimsel" -yani somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en "bilim dışı" sayılan kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati, altıncı his gibi "duyum ötesi algılama" kavramları ve bir de "insanın evrimi" vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:
Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara -yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 19)
İşte insanın evrimi masalı da, teorilerine körü körüne inanan birtakım insanların buldukları bazı fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.


Göz ve Kulaktaki Teknoloji

Evrim teorisinin kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve kulaktaki üstün algılama kalitesidir.
Gözle ilgili konuya geçmeden önce "nasıl görürüz" sorusuna kısaca cevap verelim. Bir cisimden gelen ışınlar gözde retinaya ters olarak düşerler. Bu ışınlar, buradaki hücreler tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir noktaya ulaşırlar. Bu elektrik sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi düşünelim:
Beyin ışığa kapalıdır. Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar giremez. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyretmektesiniz.
Üstelik bu o kadar net ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile bu netliği her türlü imkana rağmen sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba, kitabı tutan ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın. Bu gördüğünüz netlikte ve kalitedeki bir görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır binlerce mühendis bu netliğe ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir. Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi izlemektesiniz.
Uzun yıllardır, onbinlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme kalitesine ulaşmaya çalışmaktalar. Evet üç boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur. Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir.
İşte evrimciler, bu kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedirler. Şimdi biri size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda oluştu, atomlar biraraya geldiler ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdiler dese ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz atomlar nasıl yapsın?
Gözün gördüğünden daha ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum kulak için de geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak için de geçerlidir, yani beyin ışık gibi sese de kapalıdır, ses geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse, burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Net bir görüntü elde edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de aynı çabalar onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir sese ulaşılamamıştır. En büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli müzik setini düşünün. Sesi kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya az da olsa mutlaka parazit oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana böyledir.
Şimdiye kadar insanoglunun yaptigi hiçbir görüntü ve ses cihazi, göz ve kulak kadar hassas ve başarili birer algilayici olamamiştir.
Ancak görme ve işitme olayinda, tüm bunlarin ötesinde çok daha büyük bir gerçek daha vardir.


Beynin Içinde Gören ve Duyan Suur Kime Aittir?

Beynin içinde, ışıl ışıl renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan kimdir?
İnsanın gözlerinden, kulaklarından, burnundan gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak beyne gider. Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl oluştuğuna dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli gerçeğe hiçbir yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini görüntü, ses, koku ve his olarak algılayan kimdir? Beynin içinde göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm bunları algılayan bir şuur bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir?
Elbette bu şuur beyni oluşturan sinirler, yag tabakasi ve sinir hücrelerine ait degildir. Işte bu yüzden, herşeyin maddeden ibaret oldugunu zanneden Darwinist-materyalistler bu sorulara hiçbir cevap verememektedirler.
Çünkü bu şuur, Allah'in yaratmiş oldugu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulaga ihtiyaç duymaz. Bunlarin da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.
Bu açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran Yüce Allah'ı düşünüp, O'ndan korkup, O'na sığınması gerekir.


Materyalist Bir İnanç

Buraya kadar incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi yoktur ve fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır.
Ama evrim teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini "bilime saldırı" olarak göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki neden?...
Bu durumun nedeni, evrim teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm'i de doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça itiraf da ederler. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda önde gelen bir evrimci olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilim adamı" olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan 'a priori' bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz. (Richard Lewontin, "The Demon-Haunted World", The New York Review of Books, 9 Ocak, 1997, s. 28.)
Bu sözler, Darwinizm'in, materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı yarattığına inanır. Milyonlarca farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların, böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir kabuldür. Ama Darwinistler, "İlahi bir açıklamanın sahneye girmemesi" için, bu kabulü savunmaya devam etmektedirler.
Canlıların kökenine materyalist bir ön yargı ile bakmayan herkes ise, şu açık gerçeği görecektir: Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcının eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz biçimde düzenleyen ve tüm canlıları da yaratıp şekillendiren Allah'tır.

Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın. (Bakara Suresi, 32)