17 Ağustos 2010 Salı

Kuran Ahlakı

KURAN AHLAKI


HARUN YAHYA









Vural Yayıncılık, Mayıs 2000

ISBN 975-7986-08-9



VURAL YAYINCILIK
Çatalçeşme Sok. Üretmen Han
No: 27/13 Cağaloğlu-İstanbul
Tel: (0 212) 511 42 30

Baskı: Seçil Ofset
100. Yıl Mahallesi Matbaacılar Sitesi MAS-SİT
4. Cad. No: 77 Bağcılar İstanbul
Tel: (0212) 629 06 15

http://www.harunyahya.org
http://www.harunyahya.com




İÇİNDEKİLER


Giriş
Allah'ı Hakkıyla Takdir Etmek
Gücünün Yettiği Kadar Allah'tan Korkmak
Kader
Tevekkül
Tefekkür
Dikkatli Olmak
Her İşte Bir Hayır Olması
Yanıbaşımızdaki Ölüm
Şeytanın Hiç Durmayan Faaliyeti
Daima Kötülük Emreden Nefis
Seçilmişlik
Dua ve Şekli
Bağışlanma ve Tevbe
Ölene dek Sabır
Allah'ın Müminlere Desteği
Ümitsizliğe ve Şeytanın Olumsuz
Telkinine Fırsat Vermemek
Her Olayın Kurani Bakış Açısıyla Değerlendirilmesi
Kalpteki Niyeti Allah'ın Bilmesi
Dünya Hayatının Geçiciliği
Mülkün Gerçek Sahibi
Şükür
Her An Devam Eden İmtihan
Allah Kimseye Kaldıramayacağı Yükü Vermez
İnkarcılara Sevgi Duymama
Hiçbir şeyi Allah'tan ve Elçisinden Üstün Görmemek
Gevşememe, Üzülmeme, Hüzne Kapılmama
Namazda Huşu
Allah'ı çokça Zikretmek
Bir Toplulukla Karşılaşıldığında
Allah'ı çokça Zikretmek
Ayetleri ve Hikmeti Akılda Tutmak
Boş ve Yararsız Şeylerden Yüz Çevirmek
İtidalli Olmak
İnsanın Melek Şahitleri
Verilen Borcun Yazılması
Yapmayacağı Şeyi Söylememek
Vicdan ve Ruh
Kardeşlik ve Beraberlik
Tartışmamak ve Çekişmemek
Kuran Okunurken Şeytan'dan Allah'a Sığınmak
İnce Düşünceli Olmak
Cahillerden Yüz Çevirmek
Bilgi Sahibi Olunmayan Konuda Tartışmamak
Alaycı Tavır Göstermemek
Müminleri Hoşlanmadıkları Lakapla Çağırmamak
Emaneti Ehline Vermek ve Emanet Ehli Olmak
Kararlılık
Darwinizm'in Çöküşü





GİRİŞ


İçinde yaşadığımız toplumda son derece çarpık bir ahlak anlayışı vardır. İnsanın ruhundaki bencil tutku ve hırsların bir ürünü olan bu ahlak anlayışı, insanları; kibirli, bencil, alaycı, küstah, acımasız, kaba ve zalim olmaya yöneltir. Herkes, kendi yükselişini sağlamak için diğer insanları ezmek gerektiğine inanır ve bunu her fırsatta uygular.
Oysa Allah, yarattığı insana böyle bir ahlakı yaşamasını tavsiye etmemiştir. Aksine Kuran'da, insanlara; asil, mütevazi, güvenilir, şefkatli, fedakar, olgun ve içli olmaları emredilir. Allah'ın hak Kitabı'nda bir insanın ahlakındaki inceliklere dikkat çekilerek şu emir verilir:

İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Lokman Suresi, 18)

Müslümanın görevi, kuşkusuz Allah'ın vahyettiği bu üstün ahlakı en ince ayrıntısına kadar uygulamaktır.
Ancak Müslümanlar da, bu ilahi ahlakı terk etmiş ve üstte sözünü ettiğimiz çarpık ahlak anlayışını benimsemiş olan fasık bir toplum içinde yaşamaktadırlar. Bu yüzden, bu sapkın ve ilkel kültürün nüfuz edici etkisinden tam anlamıyla kurtulmak için, son derece hassas ve dikkatli olmak zorundadırlar. Kendilerini sürekli tartmalı, cahiliye ahlakından tam anlamıyla uzaklaşıp Kuran ahlakını uygulamak için büyük bir dikkat göstermelidirler.
Okumakta olduğunuz kitap, bu çabasında Müslümana destek olmak, unutmaması gereken temel Kurani konuları aklında tutmasına yardım etmek için hazırlanmıştır. İlerleyen sayfalarda, bir müminin sürekli aklında tutması, her an üzerinde durması gereken bazı temel imani konuları ve yine unutulma tehlikesi olan bazı ibadetleri Kuran ayetleri ile birlikte inceleyeceğiz.


ALLAH'I HAKKIYLA TAKDİR ETMEK

Kuran ayetlerinde, Allah'ın gerçek sıfatları şu şekilde haber verilmektedir:

Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kâimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)

Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)

Ancak insanların çoğunun sahip olduğu Allah inancı, bu ayetlerde tarif edilen gerçek iman gibi değildir. Cahiliye insanları, Allah'ı, kendi kafalarında ürettikleri bazı hurafelere göre tanırlar. Bu nedenle de, O'nun sonsuz gücünü ve azametini kavrayamazlar. Kuran'da, bu kişiler "Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir." (Hac Suresi, 74) ayetiyle tarif edilir. Bu kişiler, Allah'ı üstteki ayetlerde verilen sıfatlarıyla tanımamakta; O'nu kendi kafalarında, evrenin bir köşesinde oturan ve "dünya işleri"ne hiç müdahale etmeyen, ya da arada bir müdahale eden bir varlık olarak canlandırmaktadırlar.
Bu nedenle, Allah'ın gücünü hakkıyla takdir etmek, imani zincirin ilk halkalarındandır. Mümin, içinde yaşadığı cahiliye toplumundaki çarpık Allah inancından kopar ve "Doğrusu şu: Bizim beyinsizlerimiz, Allah'a karşı ‘bir sürü saçma şeyler' söylemişler." (Cin Suresi, 4) diyerek bu sapkın inanışları reddeder.
Mümin Allah'a Kuran'da tarif edilen vasıflarıyla inanır. Allah'ın yeryüzünde, göklerde ve kendi nefsinde yarattığı delilleri, ayetleri, iman hakikatlerini inceleyerek, Allah'ın sanatını, gücünü iyice görerek, Rabbi'ni tanır, O'nun kadrini hakkıyla takdir eder.
Ancak eğer mümin kalbini Allah'ın zikrinden ve aklını O'nu düşünmekten uzak tutarsa, bu durumda cahiliyenin sapkın Allah inancına doğru bir kayış başlar. Ve eğer kendini toparlayıp Allah inancını Kuran'a göre belirlemezse, bazı imtihan durumlarında cahiliyeye kayma tehlikesiyle yüz yüze kalabilir. Allah, bu duruma, savaş sırasında zayıflık gösteren Müslümanlardan söz ederken indirdiği ayetlerde dikkat çeker. Buna göre, bu kimseler, "... canları derdine düşerek; Allah'a karşı haksız yere cahiliye zannıyla zanlara kapılmış"lardır. (Al-i İmran Suresi, 154)
Mümin, böyle bir duruma düşmemek için, cahiliyedeki Allah inancının bıraktığı izleri tümüyle kalbinden silmeli ve Kuran'da tarif edildiği şekilde, Allah'ı hakkıyla takdir ederek bu gerçek inancı kalbine sindirmelidir.


GÜCÜNÜN YETTİĞİ KADAR ALLAH'TAN
KORKMAK

İnsan ne kadar Allah'tan korkarsa, O'nun katında o denli üstün olur. Allah korkusunda bir sınır yoktur, insan bunu Allah'tan dileyerek artırabilir. Bu konuda Kuran'da Resuller örnek olarak verilmiştir. Bu sayede müminler kendilerini onlarla kıyaslayıp, Allah korkularını daha da artırabileceklerini anlayabilirler.
Allah müminlerden olabilecek en yüksek derecede Kendisi'nden korkmalarını istemektedir. Ayetlerde, bu konuda şu hüküm verilir:

Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup-sakının, dinleyin ve itaat edin. Kendi nefsinize hayır (en büyük yarar) olmak üzere infakta bulunun. Kim nefsinin bencil-tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Teğabün Suresi, 16)

Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup-sakının ve siz, ancak Müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin. (Al-i İmran Suresi, 102)



KADER

Dünyada ve hatta tüm kainatta hiçbir şey tesadüfen olmaz. Kuran'da bildirildiğine göre, Allah "... Her işi evirip düzenler..." (Rad Suresi, 2). Bir başka ayete göre ise, "... O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez" (En'am Suresi, 59). Meydana gelen bütün olayları yaratan, idare eden, bu olayların başlarının ve sonlarının nasıl olacağını tayin eden Allah'tır. Kainattaki bütün yıldızların ve dünyanın her hareketini, yeryüzündeki bütün canlıların her halini, insanın nasıl yaşayacağını, ne konuşacağını, ne ile karşılaşacağını belirleyen Allah'tır. Allah kitabında "Hiç şüphesiz, Biz herşeyi kader ile yarattık... " hükmünü verir. (Kamer Suresi, 49)
Bir başka ayette ise şöyle denir:

Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır. (Hadid Suresi, 22)

Mümin bu sırrın bilincinde olarak yaşamalı, inkarcıların içinde bulundukları "cehalet" boyutuna asla inmemelidir. Eğer yaşamın "kaderi takip etmek" olduğunu anlarsa, karşısına çıkan hiçbir olay onu üzmez ya da korkutmaz. Sığındığı mağaranın kapısına kendilerini öldürmek için gelen müşriklere rağmen, yanındaki arkadaşına "Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir" (Tevbe Suresi, 40) diyen Hz. Muhammed (S.A.V.) gibi emin ve güvenlikli olur.


TEVEKKÜL

Bütün olayları meydana getiren Allah'tır. Bu nedenle, olduğuna göre, bunların hepsinde mutlaka müminler için bir hayır vardır. Tüm olaylar, mutlaka dinin menfaatlerine ve müminlerin ahiretine faydalı olacak şekilde Allah tarafından tasarlanmışlardır ve bu plana göre de işlerler. Mümin, geçmiş yaşamındaki tecrübelere bakarak, her olayın sonucunda bir hayır oluştuğuna şahit olabilir.
İşte bu nedenle, mümin için tek güvenip dayanılacak dost, Allah'tır. Tek vekil O'dur. Müminin üzerine düşen, olaylar karşısında sadece Allah'ın istediği tepkileri vermek, sebeplere sarılmak, sonucunu ise Allah'tan beklemektir. Bir ayette, kafirlerin bilmediği bu büyük sır şöyle ifade edilir:

... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir; Ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir. Allah, herşey için bir ölçü kılmıştır. (Talak Suresi, 2-3)

Başka ayetlerde de tevekkülün sırrı yine şöyle açıklanır:

De ki: “Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim mevlamızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler.” (Tevbe Suresi, 51)

Mümin, inkarcılardan gelecek baskılara karşı şöyle demekle yükümlüdür: "Bize ne oluyor ki, Allah'a tevekkül etmeyelim? Bize doğru olan yolları O göstermiştir. Ve elbette bize yaptığınız işkencelere karşı sabredeceğiz. Tevekkül edenler Allah'a tevekkül etmelidirler." (İbrahim Suresi, 12)
Bir başka ayette ise şöyle denir:

Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi ‘yapayalnız ve yardımsız' bırakacak olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse mü'minler, yalnızca Allah'a tevekkül etsinler. (Al-i İmran Suresi, 160)


TEFEKKÜR

Allah, inanmayanların yeryüzünde yaratılmış olan delilleri görmeden geçip gittiklerini söyler. Müminin farkı ise, Allah'ın yarattığı delilleri görebilmesidir. Mümin çevresindeki her incelikte Allah'ın kudretini ve sanatını görür, O'nu tespih eder ve O'na yakınlaşmaya yol bulur. Müminlerin bu vasfı Kuran'da şöyle anlatılır:

Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru.” (Al-i İmran Suresi, 191)

Allah Kuran'ın birçok yerinde "düşünmez misiniz", "düşünenler için deliller vardır" ifadeleriyle müminlere tefekkürün önemini vurgulamaktadır. Ayrıca üzerinde düşünmek için Allah sonsuz malzeme yaratmıştır. Gördüğümüz, farkına vardığımız herşey Allah'ın bir tecellisi ve delili olduğuna göre göklerde, yerde ve bunların aralarında bulunan herşey bizim tefekkür vesilemizdir. Bir ayette şöyle denir:

Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır. (Nahl Suresi, 11)

Ayette "tefekkür konusu" olarak gösterilenlerin biri, örneğin hurma ağacı üzerinde biraz düşünelim. Ağaç, bilindiği gibi toprağa atılan bir tohumdan ortaya çıkar. Tohum küçücük (bir santimetre küp bile etmeyen) bir cisimdir; ama nasıl olur bilinmez, o tohumun içinden kısa süre içinde 4-5 metre uzunluğunda ve yüzlerce kilo ağırlığında dev bir tahta kütlesi oluşur. Tohumun bu dev tahta parçasını yaparken kullanabileceği tek malzeme ise içine gömülü olduğu topraktır.
Peki ama tohum nasıl ağaç üretmeyi bilir? Nasıl olur da etrafındaki toprağın içinde gerekli malzemeleri ayrıştırıp bunları tahta dokusu oluşturmak için kullanmayı "akledebilir"? Nasıl olur da ürettiği ağacın nasıl bir şekle ve yapıya sahip olması gerektiğini tahmin edebilir? Bu son soru özellikle önemlidir. Çünkü tohumdan herhangi bir tahta parçası çıkmamaktadır. Tohum, içinde damarlar bulunan, topraktaki maddeleri özümsemek için gereken köklere sahip ve üst kısmı da dallara ayrılan son derece iyi tasarlanmış bir canlı madde üretmektedir. İnsan bile iyi bir ağaç resmi çizmek gerektiğinde zorlanır; ağacın köklerindeki ve dallarındaki ayrıntıları çizmek zor bir iştir çünkü. Oysa tohum, çizmek şöyle dursun, bu son derece kompleks cismi topraktaki malzemeleri kullanarak sıfırdan üretmektedir.
Bu durumda tohumun son derece akıllı, hatta bizden de akıllı bir varlık olduğu sonucuna varırız. Daha doğrusu, tohumun içinde son derece etkileyici bir akıl vardır. Peki bu akıl bu tohuma nereden, nasıl gelmiştir? Nasıl olur da bir çekirdek, böyle bir akla ve hafızaya sahip olabilir?
Kuşkusuz bunun tek bir cevabı vardır: Tohum, Allah tarafından ağaç yapabilecek yeteneğe sahip olarak yaratılmış, programlanmıştır. Toprağa atılan her tohum, Allah'ın ilmi ile kuşatılmıştır, O'nun ilmi ile büyür. Bir ayette bu gerçek şöyle haber verilir:

Gaybın anahtarları O'nun katındadır, O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve herşey) apaçık bir kitaptadır. (En'am Suresi, 59)

Tohumu yaratan da, toprağın içine düştüğünde onu yarıp içinden yeni bir bitkiyi çıkaran da Allah'tır. Bir diğer ayette şöyle denir:

Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır. O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. İşte Allah budur. Öyleyse nasıl oluyor da çevriliyorsunuz? (En'am Suresi, 95)

Tohum, Allah'ın evrende yarattığı sonsuz sayıdaki "tefekkür malzemesi"nden, ya da "iman hakikati"nden yalnızca birisidir. İnsan, aklını saran kalın gaflet perdesini sıyırır da, "nasıl", "neden" gibi sorularla ve vicdanıyla düşünürse, tüm evrenin Allah'ın varlığının ve gücünün delilinden başka birşey olmadığını rahatlıkla görebilir.


DİKKATLİ OLMAK

Tefekkürün önemli bir parçası da dikkattir. Başta da belirttiğimiz gibi, Allah, tüm evreni ve o evrenin her parçasını Kendi varlığının delillerini göstermek için yaratmıştır. Ancak kafirler bu gerçeği kavrayamazlar. Çünkü bu inceliği kavrayacak bir "görme" yeteneğine sahip değildirler. Kuran'da ifade edildiği şekliyle "... gözleri vardır bununla görmezler..." (Araf Suresi, 179). Gözleriyle gördükleri maddesel evrenin üzerindeki ince perdeyi kaldırıp, arkasındaki büyük gerçeği farkedebilecek bir akla ve kavrayışa sahip değildirler.
Mümin ise, kainatın Allah tarafından ve bir hikmet, bir amaç ile yaratıldığını kabul etmekle, bu, gözleri olan ama görmeyen güruhtan ayrılır. Ancak bu kabul imanın ilk aşamasıdır. İman ve ona paralel olarak akıl geliştikçe, mümin kabul ettiği bu büyük gerçeği karşısına çıkan her ayrıntıda teşhis etmeye başlar.
İslam geleneğinde, imanın söz konusu gelişimi üç aşamaya ayrılır; İlm-el yakin, Ayn-el yakin, Hakk-el yakin.
Bu evreleri açıklamak için kullanılan bir yağmur örneği vardır. Dışarıda yağmurun yağdığını bilmenin üç derecesi bulunur. Birinci derecede (ilm-el yakin), bir kişi pencereleri kapalı bir biçimde evinde oturmakta iken dışarıdan gelen birisi, ona yağmurun yağdığını söyler ve o da onun doğruluğuna inanır. İkinci derece, ayn-el yakin, yani gözle kavrama derecesidir: Kişi, pencerenin yanına gider, perdeyi aralar ve yağmurun yağdığını gözleriyle görür. Hakk-el yakin de ise, kapıyı açar ve evden çıkar; artık yağmurun "içinde"dir.
İşte imanın ilm-el yakinden ayn-el yakin'e, hatta daha da ilerisine gitmesi için yapılması gereken fiili dualardan biri, dikkatli olmaktır.
Çünkü Allah'ın ayetlerini görebilmek, kafirler gibi "bakan kör"lerden olmamak için, bu gerekir. Nitekim Kuran'da müminler, Allah'ı kavramak için dikkatli olmaya çağırılmaktadır:

Dikkatli olun; göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. O, üzerinde bulunduğunuz şeyi elbette bilir. Ve O'na döndürülecekleri gün, yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Allah, herşeyi bilendir. (Nur Suresi, 64)

Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O, herşeyi sarıp-kuşatandır. (Fussilet Suresi, 54)

Zihin, Allah'ın ayetlerini görebilmesi için eğitilmeli ve sürekli bu konuyu düşünmesi için zorlanmalıdır. Aksi halde, kendi başına bırakılan bir zihin, kontrolsüz bir biçimde dolaşmaya başlar. Bir kaç saniye içinde konudan konuya atlar ve "boş işler"le, gereksiz ayrıntılarla, küçük hesaplarla kendini meşgul eder. Bu, bir tür sarhoşluktur. Kişi, aklını kontrol edemez. Herhangi bir konu üzerinde yoğunlaşıp dikkatini toplayamaz. Böyle olunca da, hem etrafında gelişen olayların inceliklerini kavrayamaz, yani tefekkür edemez, hem de bu olaylara müdahale edecek bir iradeye sahip olamaz. Aksine, zihni, o olaylar tarafından yönlendirilir. Tam anlamıyla bir "şaşkın"dır. Bu ise müminlere değil, kafirlere ait bir zihinsel durumdur. Allah, inkar edenlerin şaşkınlığını da şöyle tarif eder:

... Kim Allah'a ortak koşarsa, sanki o gökten düşmüş de onu bir kuş kapıvermiş veya rüzgar onu ıssız bir yere sürükleyip atmış gibidir. (Hac Suresi, 31)

Mümin, Allah'ın izniyle aklını dilediği gibi yönlendiren, aklını sürekli Allah'ı tanımak, O'nun dinine hizmet etmek için kullanan insandır. Aklına boş bir düşünce geldiğinde, aklını bundan kurtarır. Şeytan aklına bir kuşku ya da kuruntu soktuğunda ise yine Kuran'ın tarif ettiği şekilde zihnini bu baskıdan kurtarır. İşte tüm bu "aklı temiz tutma" çabasının en önemli parçası dikkattir.


HER İŞTE BİR HAYIR OLMASI

Allah herşeyi bir hikmet üzerine yaratır. Bu hikmetlerden biri de, meydana getirdiği olayların sonucunun müminlere yarar vermesi, dine fayda getirmesidir. Çünkü Allah müminlerle beraberdir ve müminlerin aleyhine yol vermez.
Müminin karşısına çıkan bazı olaylar, örneğin inkarcıların kurduğu bir tuzak, ilk bakışta olumsuz, aleyhte bir durum gibi gözükebilir; ama Allah mutlaka bunda da bir hayır yaratmıştır. Bu olayda ne gibi hayırlar olduğunu da hemen veya zaman içerisinde müminlere gösterir. Bu yüzden müminlerin de karşılaştıkları her olayda bir hayır olduğunu bilmeleri gerekir.
Kuran kıssalarında bu konuya örnek teşkil eden birçok olay anlatılmaktadır. Hz. Yusuf'un hayatı, bunların en çarpıcılarından biridir. Hz. Yusuf, küçük bir çocukken kardeşleri tarafından kuyuya atılmış, sonra oradan kurtulmuş, ama bir zaman sonra da masum olduğu halde, suçlanarak zindana atılmıştır. Böyle bir bir insan, eğer imana ve onun getirdiği bilince sahip değilse, büyük talihsizliklerle karşı karşıya olduğunu, başına hep felaketlerin geldiğini düşünecektir. Oysa Hz. Yusuf, tüm bu olayların Allah'ın kontrolünde geliştiğini ve hepsinde mutlaka bir hayır olduğunu hiçbir zaman unutmamıştır. Nitekim Allah bir süre sonra tüm bu "felaket"lerin arkasındaki hayrı göstermiş ve Hz. Yusuf, atıldığı Mısır zindanlarından kurtularak o ülkenin yönetiminde söz sahibi bir kişi olmuştur.
Bindiği gemide "kim denize atılacak" diye kura çekilen, kura kendisine isabet edip denize atılan, sonra da dev bir balık tarafından yutulan Hz. Yunus'un durumu da daha farklı değildir. Kuran'da, Hz. Yunus'un Allah'ı "tespih edenlerden" olduğu için o yerden kurtarıldığı ve sonra da hakimiyetle ödüllendirildiği anlatılır:

Eğer (Allah'ı çokça) tesbih edenlerden olmasaydı,
Onun karnında (insanların) dirilip-kaldırılacakları güne kadar kalakalmıştı.
Sonunda o hasta bir durumdayken çıplak bir yere (sahile) attık.
Ve üzerine, sık-geniş yaprakla (kabağa benzer) türden bir ağaç bitirdik.
Onu yüzbin veya (sayısı) daha da artan (bir topluluk)a (peygamber olarak) gönderdik.
Sonunda ona iman ettiler, Biz de onları bir süreye kadar yararlandırdık. (Saffat Suresi, 143-148)

Kuran kıssalarında anlatılan tüm bu örnekler, insana önemli bir ders verir: Bir olayın "felaket" gibi görünmesi, onun gerçekte öyle olduğu anlamına gelmez. Eğer bir mümin, Allah'a güvenip dayanırsa, O'ndan yardım diler, O'na sığınırsa, onun başına gelecek hiçbir olay "kötü" değildir. Allah yalnızca onu imtihan etmek, Kendisi'ne olan sadakat ve inancını sağlamlaştırmak için çeşitli zorluklar meydana getirir, ama bunların hepsinin hayırlı bir sonucu olur.
İnkarcılar için ise bu durumun tam tersi söz konusudur. Hiçbir olay onlar için "hayırlı" değildir. Onlara zevk ve neşe veren, güzel gibi görünen şeyler de gerçekte ahirette çekecekleri azabı artıran sebepler olacaktır. Haksız olarak elde ettikleri tüm kazançlar, hesabı sorulacak birer günah olarak yazılmaktadır. Allah, kitabında şu hükmü verir:

Allah'ın, bol ihsanından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu, onlar için şerdir; kıyamet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. (Al-i İmran Suresi, 180)


YANIBAŞIMIZDAKİ ÖLÜM

Cahiliye toplumu, adından da anlaşıldığı gibi, son derece bilgisiz, akılsız ve bilinçsiz bir toplumdur. Bu toplumun üyeleri, hayatlarını kesin gerçeklere, akla ve mantığa dayandırmazlar. Aksine, boş ve batıl inançlar, gerçek dışı zanlar, temenniler ve sonuçta aldanışlarla yaşarlar. Bu aldanışların biri de, ölüm hakkındaki düşünceleridir. Ölümün, mümkün olduğunca akıldan uzak tutulması, düşünülmemesi gerektiği kanaatindedirler.
Böyle yapmakla, yani ölümü gözardı etmekle yapmak istedikleri şey ise, kendi akıllarınca ölümden kurtulmaktır. Ölümü düşünmeyince, ölümden uzaklaştıklarını sanırlar. Tabii ki, bu mantık, bir tehlikeden kurtulmak için kafasını kuma gömen devekuşununkinden daha farklı bir mantık değildir. Oysa bir tehlikeyi görmezlikten gelmek, o tehlikeyi yok etmez. Aksine, o tehlikeye hazırlıksız yakalanmak ve dolayısıyla daha büyük zarar görmek anlamına gelir.
Mümin, her konuda olduğu gibi, bu konuda da cahiliye toplumunun mantığından tümüyle uzaktır. Onlar gibi açık ve kesin bir gerçeği yok sayarak hayali bir dünyada yaşamaz. Aksine, gerçek olduğu, şimdiye dek dünya üzerinde yaşamış olan istisnasız tüm insanların şahitliği ile ispatlanmış ve her geçen gün yeni şahitlerle ispatlanmakta olan ölümü, ciddi bir biçimde düşünür. İnkarcılara ise Allah'ın Kuran'da bildirdiği bir emri uyarınca şöyle seslenir:

De ki: “Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir." (Cuma Suresi, 8)

Ölüm, unutulması, düşünülmemesi gereken bir “musibet” değil, aksine insana hayatın gerçek anlamını öğreten ve dolayısıyla üzerinde yoğun biçimde düşünülmesi gereken büyük bir derstir. Mümin bu büyük olay üzerinde akılcı ve samimi bir biçimde düşünür. Allah'ın insanı bir süre yaşattıktan sonra neden bu dünyadan ayırdığını, neden tüm canlıları ölümlü kıldığını düşünür. Kuran'a göre, yaratılmış olan her varlık, yani Allah'ın dışındaki herşey ölümlüdür. Çünkü bu, onların aciz ve zayıf birer “kul” olduklarını gösterir. Hayatın sahibi Allah'tır; yaratılmışlar, ancak Allah'ın dilemesi ile hayat bulurlar ve yine Allah'ın dilemesi ile hayatlarını yitirirler. Bir ayette şöyle denir:

(Yer) Üzerindeki herşey yok olucudur; Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) baki kalacaktır. (Rahman Suresi, 26-27)

Herkes ölecektir ve en önemlisi, ne zaman nerede öleceğini kimse bilemez. Hiç kimsenin bir dakika sonra hayatta kalacağına dair bir garantisi yoktur. Bu nedenle, mümin sanki her an ölecekmiş gibi davranmalıdır. Ölümü sık sık düşünmek müminin ihlasını korumasını ve hep şuurlu hareket etmesini sağlar, Allah korkusunu artırır, nefsini terbiye etmesine yardımcı olur.
Kuran'da, ölümü düşünmenin önemine şöyle dikkat çekilir:

Senden önce hiçbir beşere ölümsüzlüğü vermedik; şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü kalacaklar? Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz bize döndürüleceksiniz. (Enbiya Suresi, 34-35)


ŞEYTANIN HİÇ DURMAYAN FAALİYETİ

Allah Hz. Adem'i yarattığı ve tüm meleklere "Adem'e secde edin" emrini verdiği zaman, Şeytan karşı gelmiş ve sonsuza dek lanetlenmişti. Bunun üzerine o da, kıyamet gününe kadar insanları saptırmak için Allah'tan süre istedi. Allah bu izni verince de şu vaadde bulundu:

De ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onları (insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın” (Araf Suresi, 16-17)

Bir başka ayette, Şeytan'ın “saptırma” vaadi şöyle anlatılır:

"Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah'ın yarattıklarını değiştirmelerini emredeceğim.” Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır. (Nisa Suresi, 119)

Eğer insan şeytanın bu vasfından habersiz olursa, kendini ondan koruyamaz ve tuzağına kolayca düşebilir. Bu nedenle, müminin Kuran'da haber verilen bu gerçekten her an haberdar olması, şeytanın saptırıcı telkinlerine karşı uyanık davranması gerekir. Nitekim Kuran'da bu emredilmiştir. Bir ayette şöyle denir:

Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmağa çağırır. (Fatır Suresi, 6)

Şeytan'a karşı en dikkatli olması gerekenler ise, müminlerdir. Çünkü Şeytan asıl olarak onlarla uğraşır. İnkarcıları saptırmak için uğraşmasına gerek yoktur; onlar zaten onun ordusu haline gelmişlerdir. Bu yüzden, tüm gücünü müminleri zayıflatmak, onları türlü şekillerde dine hizmetten geride bırakmak için harcar. Bu nedenledir ki Allah, Şeytan'ın fitnesine karşı müminleri özellikle uyarmaktadır:

Ey iman edenler, şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, (bilsin ki) gerçekten o (şeytan) çirkin utanmazlıkları ve kötülüğü emreder. Eğer Allah'ın üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı, sizden hiçbiri ebedi olarak temize çıkamazdı. Ancak Allah, dilediğini temize çıkarır. Allah, işitendir, bilendir. (Nur Suresi, 21)

Allah'ın Kuran'da bildirdiğine göre, Şeytan'ın bu faaliyeti ihlaslı müminleri etkilemeyecektir. Fakat zayıflık gösteren ve gaflete dalanlar, şeytanın sürekli verdiği olumsuz telkin ve kuruntudan etkilenebilirler. Şeytan, unutmamak gerekir ki, faaliyetini hiç durmadan, ara vermeden, durup dinlenmeden, uyumadan sürdürmektedir. Mümin de buna karşı sürekli Allah'ı anmalı, her an dikkat ve manevi teyakkuz halinde olmalıdır.


DAİMA KÖTÜLÜĞÜ EMREDEN NEFiS

İnsanın şeytan kadar dikkat etmesi gereken bir başka saptırıcı unsur da kendi içindedir. Allah, insanı yaratırken onun nefsine (benliğine) hem iyilik, hem de kötülük ilham etmiştir. Ve bu kötü taraf, insanı sürekli şeytanın tarafına çekmeye çalışır. Kuran'da, insan ruhundaki bu çift yönlülük şöyle açıklanır:

Nefse ve ona ‘bir düzen içinde biçim verene', sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 7-9)
İnsan, ayette belirtilen nefsinin içindeki bu “fücur”dan haberdar olmalı ve her zaman bu tehlikeye karşı dikkatli davranmalıdır. Eğer nefsindeki kötülüğün varlığını kabul etmez de, ayette söylendiği gibi onu “örtüp sarar”sa, o kötülükten sakınamaz, yine ayetin ifadesiyle “yıkıma uğrar”.
Dolayısıyla mümin tavrı, kendisinin her türlü kötülükten arınmış olduğunu iddia etmek değil, içindeki kötü yöne karşı sürekli temkinli davranmaktır. Hz. Yusuf'un “Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir” (Yusuf Suresi, 53) şeklindeki ifadesi, bu ihtiyatlı örnek tavrı sergiler.
İnsan, nefsine karşı her zaman bu şekilde ihtiyatlı davranmalı, nefsinin kendine emredeceği kötülüklere karşı uyanık olmalıdır. Çünkü, “...Nefisler ‘kıskançlığa ve bencil tutkulara' hazır kılınmıştır. (Nisa Suresi, 128) Bu tutkuların insana neler yaptırabileceğine de Kuran'da işaret edilmiştir. Hz. Adem'in oğullarından birini, kardeşini öldürmeye yönelten şey nefsidir. (Maide Suresi, 30) Samiri'nin, Hz. Musa'nın ardından tekrar putlara tapmasının ve kavmi de aynı sapıklığa sürüklemesinin ardında yatan neden de aynıdır; Samiri, “...bana bunu nefsim hoşa giden (bir şey) gösterdi” demektedir. (Taha Suresi, 96)
İnsanın kurtuluşu, kendini kıskançlığa, bencilliğe, isyan ve şirke yönelten nefsinin “fücurundan” sakınmasına bağlıdır. Kuran'ın ifadesiyle “...Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.” (Haşr Suresi, 9) Bir başka ayette ise şöyle denir:

Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi heva (istek ve tutkular) dan sakındırırsa, artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir. (Naziat Suresi, 40-41)

İşte mümin için en büyük mücadelelerden biri nefisle yapılan mücadeledir. Bu nedenle mümin, hangi duygu ve isteklerinin meşru olduğunu ve hangilerinin nefsinin “fücurundan” kaynaklandığını sürekli kontrol etmelidir. Nefsinin kendisine aşılayacağı; bencillik, kıskançlık, kibir, hırs gibi hastalıklara karşı koymalıdır.
Nefis, insanı boş hedefler peşinde koşturur. İnsana, daha çok mal ya da statü kazandığında tatmin olacağını fısıldar. Oysa insan bu tür zevklerin hiçbiriyle tatmin olmaz. Ne kadar çok kazansa, daha da fazlasını ister. Bu haliyle nefis, aç ve asla doymayan vahşi bir hayvan gibidir.
Nefsin tatmin bulması ise, söz konusu geçici zevklerin hiçbiriyle değil, ancak ve ancak kişinin Allah'a sığınmasıyla mümkün olur. İnsan, Allah'a kul olmak için yaratılmıştır ve “...kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur” (Rad Suresi, 28) hükmü uyarınca, bu görevini yerine getirip O'nun rahmetine sarılmaktan başka hiçbir şey ona huzur ve tatmin vermez.
O nedenledir ki, tatmin bulmuş bir nefis , ancak inkarın her türlü pisliğinden sıyrılarak iman eden nefistir. Allah Kuran'da bu nefse şöyle hitap eder:

Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis,
Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön.
Artık kullarımın arasına gir.
Cennetime gir. (Fecr Suresi, 27-30)




SEÇİLMİŞLİK


İnsan nasıl kendi yüzünü ya da bedenini belirleyemiyorsa, kendi kaderini de belirleyemez. İnsanın hangi tarihte, hangi toplumda hangi aile içinde doğacağını tespit eden, ilerleyen yaşamı boyunca da nelerle karşılaşacağına karar veren ancak Allah'tır. İnsana sahip olduğu aklı, kafasından geçirdiği düşünceleri de ilham eden yine Allah'tır.
Dolayısıyla, bir insanın iman etmesi, sahip olduğu herhangi bir özellikten kaynaklanmaz. İmanı veren, ancak ve ancak Allah'tır. O, “Hadi”dir, yani hidayet verendir; "Rab"dir, yani eğitip yetiştirendir. Dilediği kulunu doğruya yöneltir. Kuran'da Hz. Musa'nın sözleri şöyle haber verilmiştir, "Rabbimiz, herşeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu gösterendir.” (Taha Suresi, 50)
Bu yüzden de, iman eden insan, Allah tarafından kendisine lütufta bulunulduğu ve Allah tarafından seçildiği için mümindir. Kuran'da bildirildiği gibi; “Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer; seçim onlara ait değildir...” (Kasas Suresi, 68)
İnsanlar, cehenneme orayı hak ederek girerler. Kendilerini yaratan Allah'a karşı isyan etmişler ve o en büyük azaba “müstahak” olmuşlardır. Buna karşın, cennete ancak Allah'ın lütfu ve bağışlaması sayesinde girilir. Allah, cennetine sokacağı müminleri, seçmiş, onlara lütufta bulunmuş, onları eğitmiş, günahlarını bağışlamış, hatalarını örtmüştür.
Mümin, bu seçilmişliğinin her zaman için farkında olmalı, kendisine verilen iman nimetine karşı, daima Allah'a şükür halinde yaşamalıdır. Bu seçilmişliğin şerefi onun her hareketine yansımalı, bunun vakar ve asaletini üzerinde taşımalıdır. Yeryüzünde Kuran'da tarif edilen ahlakı temsil ettiğinin, çoğu kimse gaflet ve sapıklık içinde iken, Allah tarafından imanla şereflendirilmiş olduğunun bilincinde olmalıdır.
Çünkü yeryüzünde yaşayan insanlar içinde, “ziyanda” olmayan, her geçen gün cehenneme biraz daha yaklaşan güruhun içinde yer almayan az sayıdaki kuldan biridir. Allah, hangi insanların ziyanda olduğunu şöyle haber verir:

Asra andolsun;
Gerçekten insan, ziyandadır.
Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka. (Asr Suresi, 1-3)

Tüm inkarcılar, sonu cehenneme doğru giden bir “ziyan”ın içinde iken, bir mümin için Allah tarafından bu durumdan kurtarılmaktan, “Alemlerin Rabbi” tarafından tüm insanlara üstün tutulmaktan daha büyük bir şeref var mıdır?


DUA VE ŞEKLİ

Allah bir ayetinde, duanın önemini şöyle ifade eder:

De ki: ‘Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?'... (Furkan Suresi, 77)
Gerçekten de dua, bir mümini kafirden ayıran, Allah katında “değerli” kılan temel ibadetlerden ve imanın belki de en açık göstergelerinden biridir.
İnsanların çoğu, tüm evrenin bir maddeler toplamı olduğunu ve bu maddelerin de, hiçbir ilahi kontrol olmadan birbirlerini etkileyerek hareket ettiklerini sanır. Gerçekte var olan herşeyin Allah'ın iradesine boyun eğmiş olduğunun, herşeyin ancak Allah'ın “Ol” emri ile olduğunun farkında değildir. Bu nedenle de, tüm yaşamı, bu maddeler dünyasında mücadele, çaba ve uğraşı içinde çalışmakla geçer.
Ancak mümin evrenin sırrını bilmektedir. Bu nedenle, istediği bir şeye ulaşmanın asıl yolunun, o şeyleri kontrol edenden istemek olduğunu da anlar. Bilir ki, Allah, herşeyi kendi iradesine boyun eğdirmiştir, herşeye hakimdir ve kendisinden yardım isteyen kullarına da şefkatle cevap verir. O Allah ki kullarına şöyle seslenir:

Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi, 186)

Ancak bilinmelidir ki, “icabet”, duada istenen herşeyin verilmesi demek değildir. Çünkü insan cahildir ve ayette ifade edildiği şekliyle “...hayra dua ettiği gibi, şerre de dua etmektedir” (İsra Suresi, 11). Bu nedenle Allah, her duaya icabet eder, ama bazen isteneni verir, bazen de o istenen şey gerçekte bir “şer”dir; vermez.
Duanın ne olduğunun ise yine Kuran'a bakarak belirlenmesi gerekir. Allah duayı; yalnızca Kendisi'ne has kılınmış, korku ve umutla, yalvara yalvara, için için yapılacak bir ibadet olarak tarif etmektedir. Bu özelliklere sahip olmayan, Allah'ın azametini takdir edemeyen bir dua, gerçek bir dua olmayacaktır. Dua; ancak, ihlaslı, candan, samimi bir biçimde, çok isteyerek, yalvararak, Allah'tan korkarak ve karşılığını görmenin umudu içinde olarak yapıldığında gerçek manada dua olur. Duada belli bir konsantrasyon ve Allah'la çok içten bir bağ kurmak gerekir. “Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin... O'na korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır” (A'raf Suresi, 55-56) ayetleri, duanın şeklini en açık biçimde tarif eder. Bir başka ayette ise şöyle denir:

İsimlerin en güzeli Allah'ındır. Öyleyse O'na bunlarla dua edin... (Araf Suresi, 180)

Dua anı, insanın kendi aczini ve Allah'ın sonsuz kudretini en belirgin bir biçimde itiraf ettiği andır. İnsan dua etmekle iman etmiş olur ki, tüm evreni kontrol eden, gücü herşeye yeten, kendisinin o kısık sesini duyan ve ona icabet edecek olan şefkatli bir Rabbi vardır. Duadan kaçınmak ise, Allah'ın bu büyük rahmetinden yüz çevirmek, kibirlenmek anlamına gelir. Nitekim Allah, kitabında şöyle buyurur:

...Bana dua edin, size icabet edeyim. Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir. (Mümin Suresi, 60)

Dua; mümin için hem ibadet, hem kuvvetli bir silah, hem de büyük bir nimettir. Sadece istemek gibi fiilen kolay bir hareketle, maddi, manevi herşeyi elde edebilmenin anahtarıdır.


BAĞIŞLANMA VE TEVBE

Allah'ın Kuran'da en çok tekrarlanan sıfatlarından ikisi, "Rahman" ve "Rahim", yani "esirgeyen" ve "bağışlayan" sıfatlarıdır. Kullarına olan bu rahmetinden dolayıdır ki, Allah, insanları işledikleri günahlar yüzünden hemen cezalandırmaz. Bir ayette şöyle bildirilir:

Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı, onun üstünde (yeryüzünde) canlılardan hiçbir şey bırakmazdı; ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler. (Nahl Suresi, 61)

Allah, insanların işlediği suçların cezasını ertelemekle, onlara bağışlanma dilemek ve tevbe etmek için süre vermektedir. İnsan, ne denli büyük günahlar işlemiş olursa olsun, bunlardan dolayı Allah'tan bağışlanma dileyebilir ve bir daha işlememeyi hedefleyerek tevbe edebilir. Allah, kitabında kullarını günahları için bağışlanma dileyip tevbe etmeye şöyle çağırmaktadır:

Bizim ayetlerimize iman edenler sana geldiklerinde, onlara de ki: “Selam olsun size. Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı ki, içinizden kim bir cehalet sonucu bir kötülük işler sonra tevbe eder ve (kendini) ıslah ederse şüphesiz, O, bağışlayandır, esirgeyendir.” (En'am Suresi, 54)

Bağışlanma, insanın bilerek ya da bilmeyerek yaptığı tüm hatalar, işlediği tüm günahlar için Allah'ın affediciliğine sığınmasıdır. Tevbe ise, işlenmiş olan belirli bir günah için yapılır. Tevbe eden mümin, yaptığı bir hatayı ya da sürdürdüğü bir tavrı düzeltmeye kesin olarak karar verir ve bir daha tekrarlamamak için Allah'tan güç ve destek diler. Nitekim makbul olan tevbe de, ardından fiili düzelme ile desteklenen tevbedir:

Kim tevbe eder ve salih amellerde bulunursa, gerçekten o, tevbesi (ve kendisi) kabul edilmiş olarak Allah'a döner. (Furkan Suresi, 71)

İnsan tevbe edip, ancak sonra yine nefsine yenilerek aynı günahı tekrar ediyor olabilir. Belki defalarca tevbe edip, sonra bunların hepsini de bozmuş olabilir. Ama bu, bir daha tevbe edemeyeceği anlamına gelmez. Tevbe kapısı, insan yaşamını sürdürdüğü sürece açıktır. Ancak bilinmelidir ki, insanın ölümün kenarına gelip, ahirette başına gelecekleri fark ederek son anda tevbe etmesi kabul edilmeyebilir. Kuran'da şöyle denir:

Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.
Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: “Ben şimdi gerçekten tevbe ettim” diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 17-18)
Bir başka ayet, çok geç olmadan tüm müminleri bu kurtuluş kapısına şöyle çağırmaktadır:

“...Hep birlikte Allah'a tevbe edin ey mü'minler, umulur ki felah bulursunuz.” (Nur Suresi, 31)


ÖLENE DEK SABIR


İnsan aceleci olarak yaratılmıştır ve bu özelliği yüzünden de türlü hatalar yapar. Oysa din, insanın bu aceleciliğini bırakmasını ve Allah için sabretmesini tavsiye eder. Mümin, Allah'ın vaat ettiği büyük nimet ve kurtuluşu beklemeyi ve bu uğurda sabretmeyi bilmelidir. Bu bir ibadettir; ayette "Rabbin için sabret" (Müddessir Suresi, 7) hükmü verilir. Allah yolunda yürütülecek mücadelenin de, Allah'a yakınlaşmak için izlenecek yolun da en önemli özelliklerinden biri sabırdır. Kuran'da şöyle denir: "Ey iman edenler, sabredin ve sabırda yarışın, nöbetleşin. Allah'tan korkun. Umulur ki kurtulursunuz." (Al-i İmran Suresi, 200)
Bu arada, sabır ile "tahammül" kavramlarını ayırmak gerekir. Cahiliye toplumunda bu iki kavram birbirine karışmış durumdadır, oysa aralarında mümin tarafından kavranabilen önemli bir fark vardır. Tahammül, hoşa gitmeyen, acı veren bir sıkıntıya katlanma eylemidir. Oysa Kuran'da kastedilen sabır, mümin için bir sıkıntı kaynağı değildir. Mümin, Allah'ın rızasını kazanmak için sabreder, dolayısıyla sabrından dolayı bir sıkıntıya kapılmaz, aksine manevi bir haz duyar. Kuran'da, sabrın ancak müminler için bir lezzet, inkarcılar içinse sıkıntı veren bir "tahammül" olduğu şöyle ifade edilmiştir: "Sabır ve namazla yardım dileyin. Bu, şüphesiz, huşû duyanların dışındakiler için ağır (bir yük)dır." (Bakara Suresi, 45)
Kuran'da, sabrın müminler için "müjdeli" bir ibadet olduğu ve müminlerin karşılarına çıkan zorluklara karşı sabrederken sahip oldukları ruh hali ise şöyle anlatılır:

Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki: “Biz Allah'a ait (kullar)ız ve şüphesiz O'na dönücüleriz.” (Bakara Suresi, 155-156)

Sabır öylesine üstün bir özelliktir ki, mümin topluluğuna büyük bir güç katabilir. Allah, gücün sabra göre nasıl değiştiğini aşağıdaki ayette açıklamaktadır:

Şimdi, Allah sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir za'f olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır; eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah'ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 66)

Sabır, Kuran'da anlatılan tüm mümin özelliklerini de kapsayan bir vasıftır. Çünkü bir insan; mütevazi, cömert, fedakar, itaatkar olabilir, fakat yalnızca eğer bu özelliklerinde sabır gösterirse bunların bir değeri olur. Sabır, diğer tüm mümin vasıflarını değerli ve geçerli kılan bir vasıftır. İmanı makbul kılan, onda gösterilen sabırdır. Müminin tüm ömrü sabırla geçer. "Allah için sabret" hükmüne yaşamının her günü yeniden itaat eder. Sonunda ise, Allah canını alır ve onu rızası ve cennetiyle ödüllendirir. Cennetin kapısındaki melekler, gelen müminlere şöyle seslenirler: "Sabrettiğinize karşılık selam size. Yurdun sonu ne güzel." (Rad Suresi, 24)



ALLAH'IN MÜMİNLERE DESTEĞİ


Cahiliye toplumundaki insanlar, karakterlerini sahip oldukları güç ve statüye göre geliştirirler. Kendilerine güvenmeleri için, mutlaka ya zengin, ya ünlü, ya çok güzel, ya da yakışıklı olmaları gerekir. “Saygın” birinin oğlu ya da kızı olmak da yine aynı toplumda önemli bir güven kaynağıdır.
Ancak kuşkusuz müminler için durum tümüyle farklıdır. Mümin, herhangi bir sözde desteğe değil, yalnızca Allah'a güvenip dayanır. Kendine güvenmesi için, inkarcıların ihtiyaç duyduğu maddi kıstasların hiçbirine ihtiyacı yoktur.
Çünkü, Allah daima müminlerin destekçisidir. Onları kafirler karşısında zayıf bırakmaz. “Andolsun, ben galip geleceğim ve elçilerim de” (Mücadele Suresi, 21) hükmü gereği, Resullerini ve onlara tabi olan müminleri her zaman galip kılar. Mümin, tüm dünyanın karşısında tek başına da olsa, bu büyük destekle onlara karşı üstün gelir. Allah, Resulüne karşı şu güvenceyi vermektedir:

Onlar, seni aldatmak isterlerse, şüphesiz Allah sana yeter. O, seni yardımıyla ve mü'minlerle destekledi. (Enfal Suresi, 62)

Unutulmamalıdır ki, müminlere yolları açan, başarı kazandıran, onları geliştiren, güçlendiren Allah'tır. İnsanın çözüm olarak başvurduğu sebepler, başarılı olması için yeterli değildir. Sebepler tek başına hiçbir şey yapamaz; sadece fiili bir duadırlar. Bununla beraber olan sözlü dua ve ihlasın karşılığında Allah istenen sonuçları yaratır. Dolayısıyla müminin başarmak istediği bir işte yalnızca Allah'ın yardımına güvenip dayanması gerekir.
Böyle olunca da, tüm dünyaya karşı meydan okuyabilecek kadar kendinden emin, hiçbir tehlikeden çekinmeyecek kadar gözü kara ve hiçbir aleyhte görünen gelişmeden etkilenmeyecek kadar sağlam karakterli bir insan ortaya çıkar. Kavminin hepsinin birer birer sapmasına karşılık hiçbir şekilde güvensizliğe kapılmayan ve “...Eğer siz ve yeryüzündekilerin tümü inkâr edecek olsanız bile şüphesiz Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, övülmüştür” (İbrahim Suresi, 8) diyebilen Hz. Musa, bu demirden iradenin çok iyi bir örneğidir.
Hz. Musa, bu denli güvenli ve korkusuzdur. Çünkü Allah'ın yardımının müminlerle birlikte olduğuna emindir. Allah, ona, “Korkma, muhakkak sen üstün geleceksin” (Taha Suresi, 68) hükmünü vahyetmiştir.
Kuşkusuz Hz. Musa'nın tavrı diğer tüm müminler için de örnek olmalıdır. Çünkü Allah, aynı güvenceyi yalnızca Hz. Musa'ya ya da öteki Resullere değil, kendi rızasına ihlasla sarılan tüm müminlere vermektedir. Kafirlere karşı onları koruyacağını, galip kılacağını vaat etmektedir. Bu Kuran'da, “...Allah, kafirlere mü'minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez.” (Nisa Suresi, 141) şeklinde ifade edilmiştir.
Mümin, yalnızca Allah'a olan sadakatini korumak, O'na kullukta kararlı olmakla yükümlüdür. Böyle yaptığı takdirde, korkması gereken hiçbir şey yoktur:

Ey iman edenler, üzerinizdeki (yükümlülük) kendi nefislerinizdir. Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O, size yaptıklarınızı haber verecektir. (Maide Suresi, 105)

Doğru yola erişenlere, inkar edenler hiçbir şekilde zarar veremez. Müminleri baskı altına almak, hatta öldürmek için yaptıkları tüm planlar, tüm tuzaklar Allah tarafından boşa çıkartılır. Bir ayette bu sır şöyle açıklanır:

Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış düzen (kötü bir karşılık) vardır. (İbrahim Suresi, 46)

İnkarcılar müminler aleyhine tuzaklar hazırlarken, Allah da onları, “...bilmeyecekleri bir yönden derece derece” (Araf Suresi, 182) yıkıma doğru sürükler. Söz konusu kişiler, kendi basit mantık örgüleri içinde müminlerden üstün olduklarını ve onları kolaylıkla mağlup edeceklerini sanırlar. Oysa, Allah müminlerle beraberdir ve Allah'ın güç, izzet ve azameti de inananlarda tecelli etmektedir. Kuran'da, münafıkların kavrayamadığı bu gerçek şöyle ifade edilir:

Onlar ki: “Allah'ın Resulü yanında bulunanlara hiçbir infak (harcama)da bulunmayın, sonunda dağılıp gitsinler,” derler. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Ancak münafıklar kavramıyorlar.
Derler ki, “Andolsun, Medine'ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp-çıkaracaktır.” Oysa izzet (güç, onur ve üstünlük) Allah'ın, O'nun Resulü'nün ve mü'minlerindir. Ancak münafıklar kavramıyorlar. (Münafikun Suresi, 7-8)

Bu, kesin ve değişmez bir kuraldır. Mümin, “Ey iman edenler, tedbirinizi alın...” (Nisa Suresi, 71) ayeti gereğince, ibadet kastıyla inkarcılara karşı dikkatli ve tedbirli davranacak, ama söz konusu İlahi kuralın rahatlığı içinde olacaktır. Allah, aynı kuralı bir başka ayetinde şöyle açıklar:

Şüphesiz inkar edenler, Allah'ın yolundan alıkoyanlar ve kendilerine hidayet açıkça belli olduktan sonra ‘elçiye karşı gelip zorluk çıkaranlar', kesin olarak Allah'a hiçbir şeyle zarar veremezler. (Allah,) Onların amellerini boşa çıkaracaktır. (Muhammed Suresi, 32)


ÜMİTSİZLİĞE VE ŞEYTANIN OLUMSUZ
TELKİNİNE FIRSAT VERMEMEK

Ümitsizlik iki türlü olabilir. Birincisi, insanın karşılaştığı zorluklar karşısında ümitsizliğe kapılmasıdır. Kuşkusuz böyle bir durum kuşkusuz asla mümine yakışmaz. İman eden her insan, Allah'ın koruması altında yürütülen ve O'nun destekleyeceğini vaat ettiği bir mücadelenin asla kaybedilmeyeceğini bilmelidir. Üstte aktardığımız tüm ayetler, Allah'ın kesin bir biçimde müminlerin destekçisi olduğunun ve onları asla inkarcılar karşısında yardımsız bırakmayacağının garantisidir.
Ümitsizliğin daha tehlikeli olan ikinci türü ise, kişinin yaptığı bir hata ya da işlediği bir günah nedeniyle kendi imanından ümit kesmesi, Allah'ın kendisini bağışlamayacağına ve artık cehennemlik olduğuna kendini inandırmasıdır. Oysa bu tamamen Kuran'a muhalif bir düşünce, bir kuruntudur. Aksine, Allah kendisine samimi bir biçimde tevbe edenlerin tüm günahlarını bağışlar. Allah'a yönelmek, O'nun rahmetine sığınmak için hiçbir nokta “çok geç” değildir. Allah, Kitabı'nda kullarına şöyle seslenmektedir:

...Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir. (Zümer Suresi, 53)

Ümitsizlik, şeytanın mümini Allah yolundan alıkoymak için verdiği vesveselerden biridir. Şeytan bu yolla hata yapan bir müminin moralini bozmaya, yapılan basit hataları kendi gözünde büyütmeye ve onu daha da büyük hatalara sürüklemeye çalışır. Hedefi, mümini imanından ve samimiyetinden kuşkuya düşürmek, ona boş kuruntular aşılamaktır. Eğer insan şeytanın bu yönteminden etkilenirse, giderek imani bir zayıflığa düşer, hata üstüne hata yapmaya başlar. "Bir kere hata yaptım, artık dönüşü yok" diye dile getirilen bir mantık içerisinde, giderek daha da büyük günahlara sürüklenir.
Mümin böyle bir hisse kapıldığında hemen Allah'a sığınmalı, Kuran'ın nuruyla düşünmeli ve şeytanın istediği bu korkunç ruh halinden çıkmalıdır. Bir ayette, müminin göstermesi gereken tavır şöyle açıklanır:

Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. (Araf Suresi, 200)

Mümin, ihlaslı ve samimi olduktan sonra hata dahi yapsa, bağışlanma diledikten sonra Allah'ın kendisini affetmesini umabilir. Dahası, eğer samimiyetsiz bir hareket yapmış, hatta uzun süre samimiyetsiz bir boyutta yaşamış da olsa, yine de her an tevbe edip durumunu düzeltebilir. Allah sonsuz rahmet ve adalet sahibi iken, müminlere cenneti ve başarıyı vaat etmişken ümitsizliğe kapılmak, ancak şeytanın bir hilesidir. Hz. Yakub'un Kuran'da bildirilen şu öğüdü, tüm müminler için yol göstericidir:

“... Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez.” (Yusuf Suresi, 87)


HER OLAYIN KURANİ BAKIŞ AÇISIYLA
DEĞERLENDİRİLMESİ

Müminin yaşamının amacı, Allah'a kulluk etmekten başka bir şey değildir. İnsan dünya üzerinde kendi hırslarına göre yaşamak, tutkularının peşinde koşmak ya da başka insanlara hizmet etmek için değil, yalnızca ve yalnızca Allah'a kulluk etmek için yaratılmıştır.
Allah'a kulluk etmesinin yolu ise, Kuran'ı kendisine rehber edinmesidir. Mümin için nihai amaç, Kuran'ın her hükmüne elinden gelenin en fazlasıyla uyabilmektir.
Kuran'a bakıldığında ise, müminin yalnızca namaz, oruç, hac gibi muhkem ibadetlerle değil, aynı zamanda uygulanması teşhis ve yorum gerektiren ibadetlerle de yükümlü kılındığını görürüz. Örneğin bir ayette “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et...” (Nahl Suresi, 125) emri verilir. Burada kast edilen “hikmet”in ve “güzel öğüt”ün ne olduğunu, mümin, hem Kuran'ın genel mantık ve üslubuna bakarak, hem de kendi akıl ve anlayışına başvurarak bulacaktır.
Müminin aklını ve anlayışını devreye sokmasını gerektiren pek çok yükümlülük daha vardır. Örneğin Allah Kuran'da, müminin karşılaşacağı insan tiplerini ve toplum modellerini tarif eder, bunlara karşı gösterilmesi gereken tavırları da bildirir. Hatta çoğu zaman, karşılaşılan insan tipine ve onun öne sürdüğü mantıklara karşı söylenmesi gereken sözler, “De ki” ile başlayan ayetlerde haber verilir.
Mümine karşılaşacağı durumlarla ilgili bilgi ve emir veren tüm bu ayetler, Kuran'da çok açık bir biçimde yazılıdırlar. Ancak, bunların günlük yaşama aktarılması, öncelikle Kuran'da kast edilen durumların günlük hayatta teşhis edilmesini gerektirir ki, müminin aklının ve anlayışının devreye girdiği nokta budur.
Kuran'da, farklı insan tipleri anlatılır; Müslümanlar, müşrikler, münafıklar, kalplerinde hastalık olanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler gibi. Bunlarla ilgili ayetleri çok iyi öğrenebilir; çünkü asıl yapılması gereken şey, Kuran'da tarif edilen bu insan tiplerini çok iyi tanıyabilmek, insan ilişkilerini ve tüm yaşamını Allah'ın emirleri doğrultusunda şekillendirmektir.
Mümin bilmelidir ki, etrafındaki tüm insanlar, Kuran'da tarif edilen bu insan modellerinin birine girmektedir. Çünkü hepsi yaratılmıştır ve “Biz, bir ‘oyun ve oyalanma konusu' olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık” (Enbiya Suresi, 16) hükmü gereği boş bir amaç için değil, Allah'ın Kuran'da tarif ettiği toplum modelini oluşturmak için vardırlar.
Mümin, bu gerçeğin bilincinde olarak hareket ederse, Allah'ın kendisine yüklediği sorumlulukları yerine getirebilir. Kuran'ın hayattaki karşılığı, yalnızca insanlar değildir kuşkusuz. Aksine, aslında insanın gördüğü her madde, her olay gerçekte Kuran'da yazılanların birer yansımasından başka bir şey değildir. Bir ayette, bu konu şöyle açıklanmıştır:

Biz ayetlerimizi hem afakta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Herşeyin üzerinde Rabbinin şahit olması yetmez mi? (Fussilet Suresi, 53)

İşte tüm evren, gerçekte Kuran'ın “afakta” (ufuklarda) görünen ayetlerinin toplamından ibarettir. Nasıl bir tablo, kendi ressamını tanıtırsa, o tablodaki her detay, ressamın fırçasının izlerini gösterirse, tüm evren ve o evrenin her detayı da herşeyin yaratıcısı olan Allah'ı göstermek için vardır.
Mümin bu gerçeğin bilincine vardıkça, hem Allah'ı daha iyi tanır ve O'na daha çok yaklaşır, hem de O'nun hükümlerine çok daha ayrıntılı bir biçimde itaat eder. Hayatın her detayının gerçekte Kuran'da tarif ya da işaret edilen bir “ayet” olduğunu kavradıkça, “günlük yaşam” denen şeyin her aşamasında Kuran'a göre düşünecek ve Kuran'ın hükümlerini uygulayacak hale gelir.
Her olay, Allah'ın çizdiği kadere bağımlı olarak gelişir, bu yüzden de herşeyin bir sebebi ve hikmeti vardır. Mümine düşen, karşılaştığı her olayı Kuran mantığına göre yorumlamak ve Kuran'da belirtilen tepkileri vermektir. Eğer “boş” bir şeyle karşılaşırsa, Kuran'ın hükmüne göre ondan yüz çevirmelidir; o boş iş, mümin ondan yüz çevirsin diye yaratılmaktadır zaten!...
Müminin karşılaştığı her olayı Kuran ayetlerine göre yorumlaması, öncelikle Kuran'a dayalı bir kültür ve karakter geliştirmesine bağlıdır. Bunun için de cahiliyenin kendisine verdiği tüm kültürü ve karakter özelliklerini üzerinden atması gerekir. Bir olay karşısında ne yapması gerektiğine, cahiliye toplumunda yerleşik olan kıstaslara göre değil, Kuran'a göre karar vermelidir. Kuran'da ise karşılaştığı her duruma ışık tutan bir çözüm bulacaktır. Çünkü o, “herşeyin açıklayıcısı” olarak insanlara indirilmiştir. (Nahl Suresi, 89)



KALPTEKİ NİYETİ ALLAH'IN BİLMESİ

İnkarcıların en temel özelliklerinden biri, samimiyetsiz olmalarıdır. Hem Allah'a, hem diğer insanlara, hem de kendilerine karşı samimiyetsizdirler. İnsanların yüzüne karşı menfaat gereği çok sıcak davranırken, içlerinden onlara karşı çok kolay kin veya kıskançlık besleyebilmektedirler. Aynı iki yüzlülüğü kendilerine karşı da yaparlar; yaptıkları yanlışları kendileri de bildikleri halde bilinçaltlarına iter ve kendi kendilerini mükemmel bir insan olduklarına inandırırlar.
Bu samimiyetsizliğin temelinde, kalplerinden geçen düşüncelerin kimse tarafından bilinemeyeceği ve dolayısıyla bu düşünceler nedeniyle kimse tarafından suçlanamayacakları inancı yatar. Bu inanç kendi toplumları içinde doğrudur; kimse kimsenin gerçek düşüncelerini bilmez. Ancak hesaplamadıkları bir şey vardır; Allah, insanların kafalarından geçen tüm düşünceleri, hatta kendilerinin bile farkına varmadıkları bilinçaltlarını en iyi biçimde bilendir. İlgili ayetlerde şöyle denir:

Göklerde ve yerde olanların tümünü bilir; sizin saklı tuttuklarınızı da, açığa vurduklarınızı da bilir. Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Teğabün Suresi, 4)

Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. O, yarattığını bilmez mi? O, Latif'tir; Habir'dir. (Mülk Suresi, 13-14)

Hiç kimse, Allah'ın bilgisi dışında bir diğeriyle konuşamaz, Allah'ın takibinden kaçamaz. Kuran'da bu şöyle ifade edilmiştir:

Allah'ın göklerde ve yerde olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun? Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka O'dur; beşin altıncısı da mutlaka O'dur. Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra yaptıklarını kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Şüphesiz Allah, herşeyi bilendir. (Mücadele Suresi, 7)

Dolayısıyla, insanın Allah'ı hiçbir şekilde aldatması mümkün değildir. Allah, kişinin yaptığı tüm fiilleri, kalbinden geçen düşünceleri, hatta onun dahi tam olarak bilmediği bilinçaltını bilir. Bir ayette şöyle bildirilir:

“Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kaf Suresi, 16)

Bu durumda insanın yapması gereken şey, Allah'a karşı son derece samimi ve boyun eğici olmaktan başka bir şey değildir. Allah insanın ne olduğunu bilirken, Allah'a karşı kendini olduğundan üstün göstermeye çalışmanın hiçbir anlamı yoktur. İnsan, zaaflarını, eksiklerini, kusurlarını, imani zayıflıklarını Allah'a samimi bir biçimde açmalı ve O'ndan yardım istemelidir.
Peygamberler, Allah'la samimi diyaloğun en güzel örnekleridir. Allah'a “Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” diye dua eden, Allah kendisine “inanmıyor musun?” diye sorunca da, “hayır (inandım), ancak kalbimin tatmin olması için” (Bakara Suresi, 260) diyen Hz. İbrahim, eksikliğini Allah'a karşı itiraf etmenin ve O'ndan yardım istemenin örneğidir. Aynı şekilde, Allah kendisine “Firavun'a git” emrini verdiğinde, “Rabbim, gerçekten onlardan bir kişi öldürdüm, beni öldürmelerinden korkuyorum” (Kasas Suresi, 33) diyerek Allah'tan güç ve dirayet isteyen Hz. Musa da bir samimiyet timsalidir.
İnsan Allah'a muhtaç olduğunu kavramadan kendini güçlü, dirayetli, takva sahibi, cesur görmeye çalışmakla bu özelliklere kavuşmaz. Çünkü “...insan zayıf olarak yaratılmıştır” (Nisa Suresi, 28) ve bu zaafı, Allah'a muhtaç olduğunu iyice anlasın diye vardır. Bu nedenle, samimi bir biçimde Allah'a yakınlaşmalı, kendisinde gördüğü her türlü hatayı O'na açıp, O'ndan destek istemelidir.


DÜNYA HAYATININ GEÇİCİLİĞİ

İnsan dünyaya geçici bir süre için gelmiştir. Burada Allah tarafından hem imtihan edilecek, hem eğitilecek, sonra da ahiretteki ebedi yurduna gidecektir. Dünyadaki nimetler, güzellikler ise, cennetteki gerçek nimetlerin çok eksik bir kopyası olarak, ahireti hatırlatmak kastıyla yaratılmışlardır.
Oysa inkarcılar, bunu kavrayamaz ve ebedi sandıkları dünya hayatını varlıklarının tek amacı haline getirirler. Bu ise tam anlamıyla bir aldanıştır. Çünkü son derece geçici, son derece eksik ve kusurlu olan dünya nimetleri, ebediyete ve mükemmelliğe istek duyan insanı tatminden çok uzaktırlar. Allah, dünyanın nasıl bir aldanış olduğunu şöyle anlatır:

Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)

Gerçekten de, gaflet içinde yaşayan inkarcıların hepsi, üstte sayılan bir kaç hedefe (mal ve çocuklarda çoğalma tutkusu, övünme gibi) ulaşmayı amaç edinerek yaşarlar. Bir başka ayette, dünyadaki aldatıcı süsler hakkında şöyle söylenmiştir:

Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır.

De ki: “Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup sakınanlar için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir.” (Al-i İmran Suresi, 14-15)

Dünya, ahiretle karşılaştırılamayacak kadar basit ve değersizdir. Bunu ifade etmek için olacak, Arapça'daki “dünya” kelimesi, “dar, sıkışık, pis yer” anlamından türemiştir. İnsanlar dünya üzerinde geçirecekleri 60-70 yıllık ömrü başta çok uzun ve tatmin edici sanırlar, oysa çok kısa bir süre sonra bu ömrün sonuna gelir ve mezarın kapısına dayanırlar. Ölüm yaklaştıkça da, yaşadıkları hayatın ne kadar kısa olduğunu daha iyi anlarlar. Mahşer (diriliş) günü ise, onlarla şöyle konuşulur:

Dedi ki: “Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?” Dediler ki: “Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor.” Dedi ki: “Yalnızca az (bir zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz. Bizim, sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?” (Müminun Suresi, 112-115)

Allah'a isyan ederek dünya hayatına hırsla kapılmak ve ahireti göz ardı etmek, ebedi cehennemle cezalandırılacak bir suçtur. Allah, “Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr edenler” hakkında şu hükmü verir: “İşte bunlar, ahireti verip dünya hayatını satın alanlardır; bundan dolayı azapları hafifletilmez ve kendilerine yardım edilmez.” (Bakara Suresi, 86)

Bir başka ayette ise şöyle denmektedir:

Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla tatmin olanlar ve bizim ayetlerimizden habersiz olanlar; İşte bunların, kazandıkları dolayısıyla barınma yerleri ateştir. (Yunus Suresi, 7-8)

Dünyanın Allah tarafından yaratılmış geçici bir yurt olduğunu inkar eden, dahası Allah tarafından bu geçici yurtta yaratılmış bazı nimetlere Rabbinden yüz çevirerek hırsla bağlanan, bunları sahiplenen ve bir yandan da ilahlaştıran bir insan, elbetteki azaba müstahaktır. Kuran'da, böylelerinin durumu çok açık ifade edilmiştir:

Artık kim taşkınlık edip-azarsa,
Ve dünya hayatını seçerse,
Şüphesiz cehennem, (onun için) bir barınma yeridir. (Naziat Suresi, 37-39)


MÜLKÜN GERÇEK SAHİBİ

İnsanların çektiği acıların ya da birbirlerine yaptıkları eziyetlerin başlıca nedenlerinden biri, mülk kavgasıdır. Hatta, cahiliye toplumunun yaşamının tümü “mülk sahibi olma” hırsına dayanır. Bu kişiler sürekli daha fazla mala sahip olabilmek için uğraşır, bu tutkuyu yaşamlarının en büyük amacı haline getirirler.
Oysa, dünya hayatının temelini teşkil eden bu “çoğalma tutkusu” (Hadid Suresi, 20), tam manasıyla bir aldanıştır. Çünkü yeryüzündeki tüm mülkün sahibi, Allah'tır. İnsanlar, “mal sahibi” olduklarını sanmakla kendilerini aldatırlar. Sahip olduklarını sandıkları şeyleri kendileri yaratmamışlardır, o şeyleri yaşatmaya güçleri yetmez. Yok olmalarını da engelleyemezler. Dahası, bir şeye “sahip” olacak bir durumları yoktur, çünkü kendileri bir başka varlığın “mülkü”dürler; “İnsanların sahibi” (Nas Suresi, 2) olan Allah'ın kontrolü altındadırlar.
Kuran'da, tüm varlıkların, kendilerini yaratmış olan Allah'ın mülkü olduğu şöyle haber verilir: “Göklerde, yerde, bu ikisinin arasında ve nemli toprağın altında olanların tümü O'nundur”. (Taha Suresi, 6) Bir başka ayette ise şöyle denir: “Göklerin ve yerin mülkünün Allah'a ait olduğunu bilmiyor musun? O, kimi dilerse azaplandırır, kimi dilerse bağışlar. Allah, herşeye güç yetirendir. (Maide Suresi, 40)
Allah, sahip oldukları malları insanlara dünya hayatında “emanet” olarak vermiştir. Bu emanet, belli bir vakte kadardır ve elbette günü geldiğinde hesabı sorulacaktır.
İnsana sorulacak olan hesap, kendisine “emanet” olarak verilen mülkü nasıl ve hangi mantıkla kullandığıdır. Eğer o mülkü kendisinin saymış, “gasp” ederek sahiplenmiş ve o mülkü nasıl kullanması gerektiğini kendisine anlatan Resullere karşı “mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?” (Hud Suresi, 87) diye cevap vermişse, büyük bir azaba müstahak olur. Kuran'da, bunların başına gelecekler şöyle aktarılır:

Allah'ın, bol ihsanından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu, onlar için şerdir; kıyamet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. (Al-i İmran Suresi, 180)

Ayette belirtildiği gibi, insan, Allah'ın bol ihsanından insanlara verilen mallar, o insanlar tarafından “cimrilik” yapmadan harcanması içindir. İnsan, malı sahiplenip onu muhafaza etmeye çalışmak yerine, malın gerçek sahibinin Allah olduğunu bilmek ve malı O'nun emrettiği biçimde harcamakla yükümlüdür. Kendisine emanet verilen mallardan, kendi ihtiyaçları için gerekli olan makul bir kısmını kullanacak, “ihtiyaçtan arta kalanı” (Bakara Suresi, 219) ise Allah yolunda harcayacaktır. Eğer Allah yolunda harcamak yerine, bu malları “biriktirmeye” kalkarsa, onları sahiplenmiş olur. Bunun ahiretteki cezası ise çok ağırdır. Bir ayette şöyle denir:

...Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele. Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve:) “İşte bu, kendiniz için yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın” (denilecek). (Tevbe Suresi, 34-35)

İslam'da “iktisat” vardır, ama “malı yığma” yoktur. Müminler, “kötü günler”e karşı, yığılacak mallara değil, Allah'a güvenirler. Allah da, onlara bereketi artırır. İnfak ettikleri (Allah yolunda harcadıkları) mallara karşılık, onlara çok daha fazlasını verir. Bunu da infak ederler, Allah nimetini daha da artırır. Bir ayette, infakın bereketi şöyle ifade edilir:

Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tane bulunan bir tek tanenin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat kat artırır. Allah (ihsanı) bol olandır, bilendir. (Bakara Suresi, 261)

Malı sahiplenen ve onu hayır yolunda harcamayıp biriktirenin durumu ise şöyle anlatılır:

....O, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır.
Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanıyor.
Hayır; andolsun o, ‘hutame'ye atılacaktır.
“Hutame”nin ne olduğunu sana bildiren nedir?
Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir. (Hümeze Suresi, 2-6)


ŞÜKÜR

Allah, herşeyi bir amaç ve hikmetle yarattığı gibi, insana verdiği nimetleri de bir amaç üzerine yaratmıştır. İnsana verilen herşey; hayat, iman, rızıklar, sağlık, göz, kulak; tüm bunlar, insanın Allah'a şükretmesi için birer nimettir.
İnsan, eğer cahiliye toplumunu saran gaflet perdesini kaldırır da, etrafını şuurlu bir biçimde gözlerse, hoşuna giden herşeyin Allah'tan gelen bir nimet olduğunu görebilir. Yediği tüm besinler, soluduğu temiz hava, etrafındaki güzellikler, tüm bunları görmesini sağlayan gözü, herşey, ama herşey Allah'tan bir nimettir. Öyle ki, bu nimetler sayılamayacak kadar çokturlar; Kuran'da şöyle denir:

Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 18)

Ve kuşkusuz tüm bu nimetlerin de bir amacı vardır. Tüm bunlar, insanlar nefislerinin dilediği gibi kullansın, sorumsuzca ve şımarıkça tüketsin, talan etsin diye yaratılmamışlardır. Aksine, nimetin verilmesindeki amaç, o nimeti kullanan kişiyi Allah'a yöneltmektir. Çünkü verilen herşey, karşılığında şükrü gerektirir. En büyük ve en güzel nimetleri hiç durmaksızın insanlara veren Allah'a ise, en fazla ve en samimi şükrü yapmak gerekir.
Şükür hem büyük bir ibadettir, hem de insanı “azgınlaşmaktan” korur. Çünkü insanın nefsinde, zenginlik ya da güç bulduğunda zalimleşmeye, zorbalaşmaya, vicdansızlaşmaya karşı bir eğilim vardır. Zenginleşir, güzel imkanlara kavuşursa, acizliğini unutmaya ve kibirlenmeye başlar. Şükür, işte bu “azgınlaşmayı” engeller. Şükreden insan bilir ki; eline geçen her nimet kendisine Allah tarafından verilmiştir ve her zaman için de O'na aittir. Bu nimeti de, O'nun yolunda, O'nun istediği biçimde kullanmakla yükümlüdür. Kendilerine büyük makam, büyük mülk ve hakimiyet verilen Hz. Davud, Hz. Süleyman gibi peygamberlerin tevazu ve olgunluklarının anahtarı budur. Kendisine verilen mülk nedeniyle azgınlaşan Karun'un da asıl sorunu, şükretmeyi bilmemesidir.
Eğer mümin, kendisine verilen nimetlerden dolayı azgınlaşmayacağını, kibirlenip şımarmayacağını yaptığı şükürle Allah'a gösterirse, Allah da ona daha fazla nimet verir. Allah'ın Kuran'da verdiği “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir” (İbrahim Suresi, 7) hükmü, bunu ifade etmektedir.
Şükür, yalnızca Allah'a söz ile hamd etmekle değil, O'nun verdiği tüm nimetleri Hak yolunda kullanmakla olur. Mümin, kendisine verilen herşeyi, Allah'ın dininin hizmetine sokmakla yükümlüdür. En başta da, Allah'ın kendisine verdiği bedeni O'nun rızası için, O'nun yolunda mücadele etmek için kullanacaktır. Kuran'da, Allah'ın nimetlerine şükretmenin, O'nun nimetlerini başkalarına anlatmakla, yani dini tebliğ etmekle olacağı şöyle ifade edilir:

Elbette Rabbin sana verecek, böylece sen hoşnut kalacaksın.
Bir yetim iken, seni bulup da barındırmadı mı?
Ve seni yol bilmez iken, ‘doğru yola yöneltip iletmedi mi?
Bir yoksul iken seni bulup zengin etmedi mi?
Öyleyse, sakın yetimi üzüp-kahretme.
İsteyip-dileneni azarlayıp-çıkışma.
Rabbinin nimetini durmaksızın anlat. (Duha Suresi, 5-11)


HER AN DEVAM EDEN İMTİHAN

Başta da belirttiğimiz gibi, dünya üzerinde gerçekleşen ve insanın da şahit olduğu hiçbir olay, amaçsız ve boşuna gerçekleşmez. Allah, herşeyi bir hikmete göre yaratır. Bunu kavramak ise, insanın bilincine bağlıdır. İmanı, dolayısıyla da aklı ve basireti artan insan, giderek olaylardaki hikmetleri daha iyi kavrar.
Bu hikmetlerin en önemlilerinden biri ise, insanın imtihan edilmesidir. Allah, karşısına çıkardığı özel yaratılmış durumlarla, insanın samimiyetini ve imanını dener. Ona bazen nimet verir, şükredip etmediğini ortaya çıkarır. Bazen de sıkıntı verir, tevekküllü ve sadakatli davranıp davranmadığını ortaya çıkarmak için. Bir ayette şöyle denmektedir:

“Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz bize döndürüleceksiniz”. (Enbiya Suresi, 35)

İmtihanın farklı farklı çeşitleri olacaktır. Bu durum bir başka ayette şöyle açıklanır:

Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. (Bakara Suresi, 155)

Aslında insanın tüm yaşamı, imtihan sırrına uygun olarak tasarlanmaktadır. Öncelikle bedeni, imtihan edilmek içindir. Kuran'da “Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık” (İnsan, 2) hükmü verilir. Dolayısıyla, insanın işittiği ve gördüğü herşey, gerçekte kendisi için bir imtihan sebebidir. Karşılaştığı her olayda önünde iki seçenek vardır; ya Kuran'ın hükmüne, ya da kendi nefsinin tutkularına göre hareket edecektir.
Allah, çeşitli zorluklar meydana getirerek müminin sabrını ve kararlılığını da dener. Bunların en önemlilerinden biri, inkarcılar tarafından müminlere yapılan baskılardır. Sözlü saldırılar, alay etmeler, fiziksel baskılar, hatta işkenceler ve öldürme teşebbüslerini içeren tüm bu faaliyetler, ancak müminleri sınamak içindir. Bir ayette şöyle denir:

Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan azimdendir. (Al-i İmran Suresi, 186)

İmtihandaki en önemli nokta, karşılaşılan durumun Allah tarafından yaratılmış özel bir deneme olduğunun kavranmasıdır. Eğer insanın kavrayışı sınırlı olur da, karşılaştığı durumun bir imtihan olduğunu anlamazsa, son derece yüzeysel bir bakış açısına sahip olur. Kuran'da, kendilerine konulan cumartesi yasağını aşan Yahudilerin karşılaştığı bu tür bir durum şöyle anlatılır:

Bir de onlara deniz kıyısındaki şehri(n uğradığı sonucu) sor. Hani onlar cumartesi (yasağını çiğneyerek) haddi aşmışlardı. ‘Cumartesi günü iş yapma yasağına uyduklarında', balıkları onlara açıktan akın akın geliyor, ‘cumartesi günü iş yapma yasağına uymadıklarında' ise, gelmiyorlardı. İşte Biz, fıska sapmaları dolayısıyla onları böyle imtihan ediyorduk. (Araf Suresi, 163)

İmtihan, akılla anlaşılır ve akılla aşılır. Bu nedenle mümin, hayatının her anında bir imtihan dünyasında yaşadığını bir an olsun unutmamak ve Allah'ın hikmetlerini görebilmek için dua etmeli, dikkatli ve ihtiyatlı davranmalıdır. Unutulmamalıdır ki, Cennet gibi büyük bir mükafat, sadece “iman ettik” demekle kazanılmaz. Allah Kitabı'nda şöyle demektedir:

İnsanlar, (sadece) “İman ettik” diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?
Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir. (Ankebut Suresi, 2-3)

Bir diğer ayette ise, şöyle denir:

Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri belirtip-ayırdetmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırdetmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? (Al-i İmran Suresi, 142)


ALLAH KİMSEYE KALDIRAMAYACAĞI
YÜKÜ VERMEZ

Cahiliye toplumundaki insanların önemli bir bölümü, dini uygulamanın kendilerine zor geldiğini ve bu nedenle din dışı bir hayat sürdüklerini iddia ederler. Böylece, Allah'a karşı olan nankörlüklerini kendilerince meşrulaştırmayı, suçlarını hafifletmeyi umarlar. Oysa yalnızca kendilerini aldatmaktadırlar. Çünkü Allah, kimseye kaldıracağından daha ağır bir sorumluluk yüklemez. Kuran'da bildirildiği gibi, "Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı lehine, kazandırdıkları aleyhinedir..." (Bakara Suresi, 286)
Bir başka ayette ise, Allah'ın bize seçip beğendiği dinin Hz. İbrahim'in dini gibi kolay olduğu ifade edilir:

Allah adına gerektiği gibi cihad edin. O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi). O (Allah) bundan daha önce de, bunda (Kur'an'da) da sizi “Müslümanlar” olarak isimlendirdi; elçi sizin üzerinize şahid olsun, siz de insanlar üzerine şahidler olasınız diye. Artık dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a sarılın, sizin Mevlanız O'dur. İşte, ne güzel mevla ve ne güzel yardımcı. (Hac Suresi, 78)

Gerçek böyleyken, insanın dini uygulamanın zor olduğunu, istediği halde bunu yapamadığını iddia etmesi, kuşkusuz bir sahtekarlıktır. Bu iddiayla da hiç kimseyi kandıramaz; ancak kendi kendini aldatmış olur.


İNKARCILARA SEVGİ DUYMAMA

İnsanın Kuran ahlakını hakkıyla yaşayabilmesi için, cahiliye toplumunun tüm kültürel özelliklerinden ve değer yargılarından tamamen kopması gerekmektedir. Terk edilmesi gereken kavramların başında da, cahiliyenin sevgi anlayışı gelir.
Cahiliyede sevgi, menfaat üzerine kuruludur. İnsan, bir diğer insanı kendisine menfaat sağladığı, kendisine baktığı ya da en azından iyi davrandığı için sever. Sevginin bir diğer ölçüsü ise kan bağıdır; insanlar kendi ailelerinden, sülalelerinden, “aşiret”lerinden hatta kimi zaman milletlerinden olan başka insanları sırf bu kan bağlantısı nedeniyle severler.
Oysa mümin için sevginin kıstası bunlar değildir. Çünkü o, herşeyden fazla olarak Allah'ı sevmektedir. Bu Kuran'da şöyle açıklanır:

İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını ‘eş ve ortak' tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür... (Bakara Suresi, 165)

Allah'ı herşeyin üstünde tutan mümin, diğer insanları da Allah'a olan yakınlıklarına göre sever ya da Allah'a olan nankörlüklerine göre onlardan uzaklaşır. Allah'a nankörlük eden, O'nun dinine düşman olan insanlar kendisine çok yakın olsalar da hiçbir şey değişmez. Kuran'da müminlerin bu vasfı şöyle anlatılır:

Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orda süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir. (Mücadele Suresi, 22)

İnkarcılara karşı az da olsa sevgi beslemek ise, Allah'ın rızasına aykırı bir harekettir ve asla mümine yakışmaz. Kuran'da, bu konuda müminler çok ciddi biçimde uyarılmaktadır:

Ey iman edenler, Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size geleni inkâr etmişler, Rabbiniz olan Allah'a inanmanızdan dolayı elçiyi de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl) onlara karşı hâlâ sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp-sapmış olur. (Mümtehine Suresi, 1)

Hz. İbrahim ve ümmetinin tavrı, tüm müminler için mükemmel bir örnektir:

İbrahim ve onunla birlikte olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: “Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkar ettik. Sizinle aramızda, siz Allah'a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir... (Mümtehine Suresi, 4)


HİÇBİR ŞEYİ ALLAH'TAN, ELÇİSİNDEN
VE MÜCADELEDEN ÜSTÜN GÖRMEMEK

Müminin yükümlülüğü, tüm yaşamı boyunca Allah'a kulluk etmektir. Varlığımızın amacı ve dolayısıyla yegane işimiz, Allah'a kul olmaktır. Dünya üzerindeki yaşamımız, ancak Allah'a kul olmanın bir parçası ise anlam taşır. Allah'a kulluk etmek dışında başka herhangi bir mantık üzerine kurulmuş olan bir hayat, Allah'ı inkar etmek ya da O'na ortak koşmak anlamına gelir ki, sonu cehennemdir.
Bir başka deyişle, dünya yaşamının tümü, mümin için bir araç olmalıdır. Hayatın her parçasını, Allah'a yakınlaşmak ve O'nun dinine hizmet etmek için bir vesile olarak görmelidir. Eğer araç amaç haline gelirse, ki inkarcıların yaptığı budur, o halde ortada büyük bir tehlike var demektir.
Kulluk etmekten başka bir amaç için yaşamayan mümin, dünyadan çoktan vazgeçmiştir. Allah, bu durumu şöyle açıklar:

Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da O'nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk' budur. (Tevbe Suresi, 111)

Müminler mallarını ve canlarını satmışlardır. Dolayısıyla, malları ya da canları üzerinde herhangi bir tasarrufları olamaz. Allah neyi emrederse, onu şevkle yaparlar. Allah bir nimet verirse, onu kullanır ve Rablerine şükrederler. Allah kendi yolunda cihadı emrettiğinde ise, göz göre göre ölüme gitmekten çekinmezler.
Böyle bir mümin, hiçbir fedakarlıktan kaçınmaz ve dünya üzerindeki hiçbir şey de onu mücadeleden alıkoyup oyalayamaz. Allah'ın emrini yerine getirmek için dünyanın en güzel nimetlerini bırakıp bir anda kendisini ölüm tehlikesinin içine atabilir. Aksi bir tavır ise, insanın malını ve canını satmadığını, hala onları sahiplendiğini gösterir ki, sonu hüsrandır. Allah şu hükmü verir:

De ki: “Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Resulü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 24)

Bu iman ve bu bilinç sahabede o kadar güçlüydü ki, savaşa gitmekten çekinmek bir yana dursun, Peygamberin yanında savaşa gidebilmek için her yolu deneyen, gitmek imkanı olmadığında ise üzüntüsünden ağlayanlar vardı. Allah, bu salih müminlerle sahtekarlar arasındaki farkı şöyle haber verir:

Allah'a ve elçisine karşı ‘içten bağlı kalıp hayra çağıranlar' oldukları sürece, güçsüz-zayıflara, hastalara ve infak etmek için bir şey bulamayanlara bir sorumluluk (günah) yoktur. İyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.

Bir de (savaşa katılabilecekleri bir bineğe) bindirmen için sana her gelişlerinde “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum” dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (sorumluluk) yoktur.

Yol, ancak o kimseler aleyhinedir ki, zengin oldukları halde (savaşa çıkmamak için) senden izin isterler ve bunlar geride kalanlarla birlikte olmayı seçerler. Allah, onların kalplerini mühürlemiştir. Bundan dolayı onlar, bilmezler. (Tevbe Suresi, 91-93)


GEVŞEMEME, ÜZÜLMEME, HÜZNE KAPILMAMA

Mümin, Allah yolunda uzun ve zorlu bir mücadele yürütür. Karşısında çoğu kez kendisinden teknik olarak daha güçlü, daha kalabalık görünen düşmanlar vardır. Ancak yine de Allah, Kuran'ın yolunu izledikleri sürece, bu düşmanlara karşı müminleri üstün kılar.
Bu başarının sırlarından biri, müminlerin asla gevşemeden, şevk ve heyecanla mücadelelerini sürdürmeleridir. İnkarcılar ise böyle olamazlar; dünyaya olan bağlılıkları, korkuları, zaafları, inançsızlıkları nedeniyle, bir zorluk karşısında moralleri bozulur ve gevşerler. Müminler ise, kesin galip olacaklarını bilmenin verdiği şevkle ve Allah'ın kalplerini sağlamlaştırması sayesinde, gevşekliğe kapılmazlar. Kuran'da, iman edenlerin bu vasfı şöyle anlatılır:

Nice peygamberle birlikte birçok Rabbani (bilgin)ler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isabet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever. (Al-i İmran Suresi, 146)

Ancak, üstteki ayetten de anlaşıldığı gibi, müminlerin de gevşekliğe kapılmamak, mücadele azmini ayakta tutmak için Allah'a dua etmeleri gerekmektedir. Çünkü nefis, insanı gevşekliğe sürüklemeye çok eğilimlidir. Şeytan da bir yandan sürekli fısıldadığı vesveselerle aynı amaç için çalışır. Mümin topluluğunun arasına girmiş olan ikiyüzlü münafıklar da, uygun ortam bulduklarında, aynı telkinlerde bulunurlar. Örneğin savaş sırasında Peygamberin ashabına “Ey Yesrib (Medine) halkı, artık sizin için (burada) kalacak yer yok, şu halde dönün” (Azhab Suresi, 13) diyenler gibi, ümitsizlik ve bozgun yaratmaya çalışırlar. Allah da tüm bu olumsuz etkenlere karşı müminleri uyarır: “ Öyleyse sen sabret; şüphesiz Allah'ın vaadi haktır; kesin bilgiyle inanmayanlar sakın seni telaşa kaptırıp-hafifliğe (veya gevşekliğe) sürüklemesinler.” (Rum Suresi, 60) demişlerdir.
Mümin, yalnızca kendinden sorumludur ve başkalarının zayıf davranması onu etkilememelidir. Karşı tarafın gücü de onu hiçbir şekilde yıldırmamalıdır. Tüm yaşamı Allah içindir ve dolayısıyla sonuna kadar da Allah rızası için ibadet etmeyi sürdürecektir. Bir ayette şu emir verilir:

Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz. (Al-i İmran Suresi, 139)

(Düşmanınız olan) Topluluğu aramakta gevşeklik göstermeyin. Siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da, sizin acı çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Oysa siz, onların umud etmediklerini Allah'tan umuyorsunuz. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Nisa Suresi, 104)


NAMAZDA HUŞU

Namaz insanın Allah'a kulluk ettiğinin en açık ifadesi olarak büyük bir önem taşımaktadır. İnsanı Allah karşısında secdeye vardıran bu ibadet, bir anlamda Müslümanlık alametidir.
Ancak namazın her zaman bu anlama gelmediği durumlar da vardır. Bir ayette bu şöyle açıklanır:

İşte (şu) namaz kılanların vay haline,
Ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar,
Onlar gösteriş yapmaktadırlar. (Maun Suresi, 4-6)

Demek ki, namazın Allah katındaki makbuliyeti, onu oluşturan fiili hareketler değil, içteki amaç ve ruhtur. Bazıları namazı insanlara “Müslüman” olduklarını göstermek için kılmaktadırlar ve dolayısıyla sevap kazanmak bir yana, büyük bir günah ve sapma içine düşmektedirler.
Namaz gibi önemli bir ibadeti makbul hale getiren şey ise, kılan kişinin Allah'ın önünde secde ettiğini, O'na boyun eğdiğini bilmesi ve yalnızca bu amacı taşımasıdır. Bu nedenledir ki Allah, müminlere “... Allah'a gönülden boyun eğiciler olarak (namaza) durun” (Bakara Suresi, 238) emrini verir.
Bir başka ayette ise müminler şöyle tarif edilir: “Onlar namazlarında hûşû içinde olanlardır”. (Müminun Suresi, 2) “Huşu”, “saygı dolu bir korku, yumuşama, derin bir saygı” anlamına gelmektedir. Bu arada, Arapça'da her ikisi de “korku” anlamına gelen “huşu” ve “havf” kelimelerinin arasındaki ince farka dikkat etmek gerekir. Havf, basit ve içgüdüsel bir korkudur. Kuran'da kafirler ve hayvanlar için kullanılır. Müminlerin Allah'a karşı duydukları korku ise, aklın ve vicdanın bir sonucu olarak ortaya çıkan ve saygı dolu, içli bir korkuyu ifade eden “huşu” kelimesidir. Namaz ise, ancak huşu içinde kılındığı zaman gerçek anlamını bulur.
Böyle bir namaz, insanın Allah'a olan yakınlığını ve takvasını artırır. İnsanı manen ayakta tutar. Bir ayette ise şöyle denir:

Sana Kitap'tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklar (fahşa)dan ve kötülüklerden alıkoyar. Allah'ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür. Allah, yaptıklarınızı bilir. (Ankebut Suresi, 45)



ALLAH'I ÇOKÇA ZİKRETMEK

Şimdiye dek değindiğimiz tüm mümin özellikleri ve temel imani konular, müminin kendisini Allah'a adamasını, Allah için yaşayıp, Allah için mücadele etmesini gerektirmektedir.
Allah'a adanmış bir hayat ise, elbette Allah'la yakın bir diyalog kurulmadan mümkün olmaz. Bu diyaloğun yolu ise, "zikir" yani Allah'ı anmadır. Mümin, "Ey iman edenler, Allah'ı çokça zikredin" (Ahzab Suresi, 41) hükmü uyarınca, günlük hayatının her aşamasında zikir ve dua halinde olmalı, verilen nimetlere karşı için için şükretmeli, hataları dolayısıyla bağışlanma dilemeli, yapacağı işler için yardım istemeli ve sık sık Allah'ı tesbih edip yüceltmelidir. Mümini, Hz. İbrahim gibi "Allah'la dost" kılacak olan ibadet, bu zikirdir. Bir ayette, zikrin nasıl yapılması gerektiği şöyle bildirilir:

Rabbini, sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle, yalvara yalvara ve için için zikret. Gaflete kapılanlardan olma. (A'raf Suresi, 205)

Kuran'a göre, "...Allah'ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür..." (Ankebut Suresi, 45). Eğer zikir olmazsa, diğer ibadetler de tam yapılmamış olur. Allah anılarak ve Allah'ın rızası düşünülerek yapılmadıktan sonra, diğer ibadetler, karşılıksız birer amel haline gelebilirler. Kuran'da, peygamberlerin vasıfları anlatılırken, en çok onların Allah'ı zikretmelerine dikkat çekilir. Sad Suresi 30. ayette, "Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönelip-dönen biriydi" denir.


BİR TOPLULUKLA KARŞILAŞILDIĞINDA
ALLAH'I ÇOKÇA ZİKRETMEK

Müminin yaşama sebebi Allah'a ibadettir. Bu ibadetin en önemli kısımlarından biri ise, O'nun dinini tebliğ ederek ve Allah'ın tabiriyle “şeytanın fırkasıyla” mücadele ederek yapılmaktadır. Bu mücadele ise, hemen her zaman son derece zorlu ve şiddetli bir mücadeledir. “Şeytanın fırkası” çoğu zaman teknik bir üstünlüğe sahiptir çünkü.
Ancak mümin buna aldırmaz. Çünkü o, dünyayı işleten gerçek sebep-sonuç ilişkilerini bilmektedir. Bilmektedir ki, zafer, sayı ya da araç üstünlüğüyle değil, ancak Allah'ın vermesiyle olur ve Allah onu dilediğine verir. Nitekim Hak Din'in tarihi de, “Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle galip gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir” (Bakara Suresi, 249) hükmünün sırrıyla kazanılmış zaferlerle doludur. Zaferi getiren, imandır. İnkarcıların bilmediği ve hiçbir zaman da kavrayamayacağı bu batıni gerçek, Kuran'da şöyle açıklanır:

Ey iman edenler, bir toplulukla karşı karşıya geldiğiniz zaman, dayanıklık gösterin ve Allah'ı çokca zikredin. Ki kurtuluş (felah) bulasınız. (Enfal Suresi, 45)



AYETLERİ VE HİKMETİ AKILDA TUTMAK

Müzemmil Suresi 73. ayetinde bildirildiği gibi gün boyunca müminler için uzun uğraşlar vardır. Bu uğraşılar kuşkusuz dinin menfaatlerine yöneliktir, ama yine de mümini din dışı ortamlara girmeye mecbur bırakırlar. Böylece cahiliye toplumu ile muhatap olmasına neden olurlar.
İşte mümin bu tip dünyevi işlerle de uğraşırken Allah'la olan bağlantısını ve Kuran'da kendisine verilen bakış açısını kaybetmeyen insandır. Bir ayette bu vasıf şöyle anlatılır:

(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten ‘tutkuya kaptırıp alıkoymaz'; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37)

Bu vasfın önemli bir parçası ise, Allah'ın ayetlerini akılda tutmak, Kuran'ın hikmetini asla unutmamaktır. Ayette, peygamber eşlerine verilen "Evlerinizde okunmakta olan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, latiftir, haberdar olandır." (Azhap Suresi, 34) emri, kuşkusuz tüm müminler için yol göstericidir. Mümin, Allah'ın ayetlerini düşündüğü sürece, dış dünyada bunların tecellilerini görecek ve Allah'a daha çok yaklaşacaktır.


BOŞ VE YARARSIZ ŞEYLERDEN YÜZ ÇEVİRMEK

Müminin kalbi, boş ve yararsız şeylere ilgi duymaz ve bu tür şeylerle tatmin olmaz. İnkarcılar için çok büyük önem taşıyan dünya işleri, mümin için ancak dinin menfaatleri gerektirdiğinde ilgilenilecek, onun dışında zerre kadar değer taşımayacak konulardır. İşte bu nedenledir ki Kuran'da, müminler, "Onlar, ‘tümüyle boş' şeylerden yüz çevirenlerdir" diye tarif edilir. (Müminun Suresi, 3)
Ayette, müminin boş ve yararsız bir konuşma veya olayla karşılaştığında bundan yüz çevirip, kendini faydalı bir işe kanalize etmesi gerektiği vurgulanmıştır. Bu, her zaman Allah'ın rızasına en uygun tavırdır. Müminin bunu yapması için kendini hiç boş bırakmaması, sürekli dikkatli ve ne yaptığını bilen bir tutum içinde olması gereklidir. Basit insanlarla basit tartışmalara girmek, dinin menfaatleri dışında herhangi bir konunun mücadelesini vermek mümine yakışmaz. Kuran'da, örnek mümin tavrı şöyle tarif edilir:

‘Boş ve yararsız olan sözü' işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: “Bizim yapıp-ettiklerimiz bizim, sizin yapıp-ettikleriniz sizindir; size selam olsun, biz cahilleri benimsemeyiz” derler. (Kasas Suresi, 55)

Ki onlar, yalan şahidlikte bulunmayanlar, boş ve yararsız sözle karşılaştıkları zaman onurlu olarak geçenlerdir. (Furkan Suresi, 72)

Mümin bir işi bitirdiği zaman da, hiç durmadan başka bir işle uğraşmaya başlamalıdır. "Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et. Ve yalnızca Rabbine rağbet et" hükmü, bunu gerektirir. (İnşirah Suresi, 7-8)


İTİDALLİ OLMAK

Müminin itidalli olması öncelikle haddi aşmayarak yalnızca helal dairesi içinde hareket etmesini ifade eder. Bu, ilk bakışta teknik bir sakınma gibi görünse de, gerçekte tutarlı bir ruh halini gerektirir. Çünkü mümin kimi zaman cahiliye toplumunun arasına girecek, onlarla muhatap olacaktır. Cahiliyenin hakim olduğu ortamlarda gereken davranışları göstermesi ve kendini cahiliye kültürünün etkisine bırakmaması, ölçülü ve olgun davranması gerekir.
Yalnızca cahiliye ortamlarında değil, müminler arasında da ince düşünceyi ve itidali gerektiren durumlar vardır. Bir ayet, bunun önemli bir örneğini şöyle verir:

Ey iman edenler, seslerinizi peygamberin sesi üstünde yükseltmeyin ve birbirinize bağırdığınız gibi, ona sözle bağırıp-söylemeyin; yoksa siz şuurunda değilken, amelleriniz boşa gider. (Hucurat Suresi, 2)

Kaldı ki, helal dairesinde de "itidalsiz" davranışlar yapma tehlikesi vardır. Çünkü her tavır her ortama uymaz. Bir söz ya da davranış, haram olmasa da, bazı durumlarda "yakışıksız" olabilir. Bu nedenle, müminin aklını kullanarak aşırı ve sivri hareketlerden uzak durması gerekmektedir. Olaylar karşısında heyecanlanmayan, hiçbir zaman soğukkanlılığını kaybetmeyen, hiçbir zaman akıldan uzaklaşmayan, ani üzüntü ya da sevinçlere kapılmayan bir karakter geliştirmesi gerekmektedir. Kuran'da söz konusu dengeli ve istikrarlı ruh hali şöyle tarif edilir:

Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır.
Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız. Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Hadid Suresi, 22-23)


İNSANIN MELEK ŞAHİTLERİ

İnsan, başka insanlar tarafından görülmediği zamanlar, tümüyle “yalnız başına” kaldığını düşünür. Oysa bu bir yanılgıdır. Öncelikle, Allah her zaman onun yanındadır ve yaptığı herşeyi görmekte ve duymaktadır. Dahası, gözüyle göremediği, ama onu hiç yalnız bırakmayan gözleyiciler de vardır etrafında. Bunlar, Allah tarafından görevlendirilmiş meleklerdir ve insanın yaptığı tüm işleri yazmakla görevlidirler. Kuran'da bu sır şöyle haber verilir:

Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız. Onun sağında ve solunda oturan iki yazıcı kaydederlerken. O, söz olarak (herhangi bir şey) söylemeyiversin, mutlaka yanında hazır bir gözetleyici vardır. (Kaf Suresi, 16-18)

İnsanın her iki yanında görevlendirilen bu meleklerin yazdıkları, mahşer günü ortaya konur. Ve insanlar, dünyada yaptıkları bu işlerden sorguya çekilirler. Kuran'da, o gün yaşanacaklar şöyle anlatılmaktadır:

Artık kimin kitabı sağ yanından verilirse,
O, kolay bir hesap (sorgu) ile sorguya çekilecek,
Ve kendi yakınlarına sevinç içinde dönmüş olacaktır.
Kimin de kitabı ardından verilirse,
O da, helak (yok olmay)ı çağıracak,
Çılgın alevli ateşe girecek.
Çünkü o, (dünyada) kendi yakınları arasında sevinçliydi.
Doğrusu o, (Rabbine) bir daha dönmeyeceğini sanmıştı.
Hayır; gerçekten Rabbi, kendisini çok iyi görendi. (İnşikak Suresi, 7-15)


VERİLEN BORCUN YAZILMASI

İnsan, yaratılışı gereği unutkan bir yapıya sahiptir. Bu sebeple Allah, müminler arasında geçici bir borç ilişkisi olduğunda bunun şahitler gözetiminde yazılmasını emretmiştir:

Ey iman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız. Aranızdan bir katip doğru olarak yazsın, katip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın ve Rabbi olan Allah'tan sakınsın, ondan hiçbir şeyi eksiltmesin. Eğer üzerinde hak olan (borçlu), düşük akıllı ya da za'f sahibi veya kendisi yazmaya güç yetiremeyecekse, velisi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahid tutun; eğer iki erkek yoksa, şahidlerden rıza göstereceğiniz bir erkek ve biri şaşırdığında öbürü ona hatırlatacak iki kadın (da olur). Şahidler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar. Onu (borcu) az olsun, çok olsun, süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu, Allah katında en adil, şahitlik için en sağlam, şüphelenmemeniz için de en yakın olandır. Ancak aranızda devredip durduğunuz ve peşin olarak yaptığınız ticaret başka, bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alış-veriş ettiğinizde de şahid tutun. Yazana da, şahide de zarar verilmesin. (Aksini) Yaparsanız, o, kendiniz için fısk (zulüm ve günah)tır. Allah'tan sakının. Allah size öğretiyor. Allah herşeyi bilendir. (Bakara Suresi, 282)

Başka bir ayette de, bu borcun bağışlanmasının daha hayırlı olacağı şöyle haber verilir:

Eğer (borçlu) zorluk içindeyse, ona elverişli bir zamana kadar süre (verin). (Borcu) Sadaka olarak bağışlamanız ise, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. (Bakara Suresi, 280)



YAPMAYACAĞI ŞEYİ SÖYLEMEMEK

Allah, müminleri verdikleri sözleri tutmakla yükümlü kılmıştır. Bir ayette şöyle denir: “... Ahde vefa gösterin. Çünkü ahid bir sorumluluktur.” (İsra Suresi, 34)
Çünkü güvenilir olmak, müminin önde gelen vasıflarından biridir. Tüm resuller, kavimlerine kendi güvenilirliklerini göstermişler, dürüst ve ahlaklı kişiler olarak tanınmışlardır. Bu durumda, güvenilirliğin önemli bir parçası olan ahde vefa büyük önem taşır.
Mümin verdiği sözleri tutmalı, gerçekleştiremeyeceğini düşündüğü vaatlerin altına ise hiç girmemelidir. Ayette bu konu çok açık bir biçimde hükme bağlanır:

Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü (büyük bir suç teşkil etti). (Saff Suresi, 2-3)


VİCDAN VE RUH

"Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön." (Fecr Suresi, 27-28)

Kuran'da bildirildiğine göre nefsin iki ayrı yönü olduğunu, bir kısmının "heva"dan, yani Allah'ın yolundan alıkoyan bencil tutku ve hırslardan oluştuğunu biliyoruz. Nefsin öteki kısmı ise, insanı Allah'a ve dinin içerdiği doğrulara yöneltir, nefsin içindeki "fücur"dan sakınmasını sağlar. Nefsin bu kısmı, vicdandır. Vicdan ise, insana Allah tarafından üflenmiş "ruh"tan kaynak bulur.
Secde Suresi'nde Allah'ın insana kendi ruhundan "üflediği" şöyle haber verilir:

"Ki O, yarattığı herşeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir özden (sülale'den), basbayağı bir sudan yapmıştır. Sonra onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi..." (Secde Suresi, 7-9)

İşte insanın sahip olduğu tüm vasıflar, Allah'ın kendisine üflemiş olduğu "ruhtan" kaynaklanmaktadır. İnsan, eğer nefsin istek ve tutkularına saplanarak bu ruhu örtmezse, Allah'ın beğendiği sıfatları üstünde taşımaya başlar. Allah sonsuz merhametlidir; O'na teslim olan bir mümin de merhametlidir. Allah sonsuz akıl sahibidir; O'na kulluk eden bir mümin de üstün bir akla sahip olur. İnsan Allah'a ne kadar yakınlaşır, O'na ne kadar teslim olursa, O'nun ahlakıyla daha çok ahlaklanır ve "yaratılmışların en hayırlısı" (Beyyine Suresi, 7) olur.
Ruh, insanı vicdana yaklaştırır. Nefsin içinde, insanı daima kötülüğe çağıran hevaya karşın, onu daima iyiliğe çağıran bir vicdan da vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya çağıran şaşmaz bir pusulaya, yani vicdana sahiptir.
Şems Suresi'nde haber verildiği üzere, Allah insana "nefsinin fücurundan sakınmayı" ilham etmektedir. Bu ilham, vicdandır. Dolayısıyla vicdan, bir anlamda Allah'ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve Kuran'da gösterilen temel prensipleri tam olarak özümsediği takdirde, sürekli olarak doğru yolda ilerleyecektir. Zaten Kuran'ın tüm hükümleri, insanın içindeki vicdanın gereklerine göre belirlenmiş durumdadır. Rum Suresi'ndeki iki ayet, bu konuda açıklayıcıdır:

"Hayır, zulmedenler, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi heva (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah'ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur. Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler." (Rum Suresi, 29-30)

Ayetlere göre, inkar edenler nefislerinin fücuruna, yani hevalarına uyarak sapmışlardır. Buna karşın müminlerin yapması gereken, Allah'ın insanlara vahiy yoluyla ulaştırdığı dine uymaktır. Bu din, Allah'ın insanları yarattığı fıtrata (yaratılışa) yani Allah'tan kendilerine üflenmiş olan ruha, vicdana tekabül etmektedir.
Kuran'da bildirilen vicdanın günlük hayatta uygulanması, toplumda yerleşik olan "vicdan" kavramından oldukça farklıdır. Toplumun vicdan anlayışı, yolda rastlanan bir fakire sadaka vermek ya da hayvanlara sevgi göstermek gibi son derece yüzeysel örneklerle sınırlıdır. Oysa müminin vicdanı, Kuran'ın tüm emirlerinin ve tavsiyelerinin yerine getirilmesini gerektirir. Hatta Kuran'da genel hatlarıyla çizilen pek çok tavır, akıl yoluyla bulunur ve vicdan yoluyla uygulanır.
Örneğin, Allah Kuran'da müminlere mütevazi olmalarını emretmektedir. Ancak bu tevazunun nasıl uygulanacağını, hareketlere nasıl yansıtılacağını mümin aklıyla bulur. Aklıyla bulduğu bu tavırları uygulamasını sağlayan güç ise, vicdandır.
Mümin günlük hayatta sürekli olarak birkaç seçenek arasında seçim yapmak durumunda kalır. Karşılaştığı seçenekler içinde, Allah'ın rızasına en uygun olanını, dinin menfaatlerine en yararlı olanını seçmekle yükümlüdür. Bu seçimi yaparken önce Kuran'ın, sonra da vicdanının hakemliğine başvurmalıdır. Çoğunlukla, muhatap olduğu seçenekler karşısında vicdanı ilk olarak devreye girer ve hangi seçeneğin Allah'ın rızasına daha uygun olacağını ona söyler. Ancak ikinci aşamada hevası da devreye girecek ve onu diğer alternatiflere yöneltmeye çalışacaktır. Bunun için de genellikle insana mazeretler fısıldar. Kuran'da nefsin öne sürdüğü bu "mazeret"lere sık sık dikkat çekilmektedir. (bkz. Cavit Yalçın, Kuran'dan Cevaplar, 2.b. İstanbul: Vural Yayıncılık, Kasım 1996, s.98-107)
Mümin, nefsin kendisine fısıldadığı tüm mazeret ve bahanelere kulaklarını tıkamalı ve vicdanının kendisine gösterdiği ilk doğruyu uygulamalıdır. Kuran'da müminlerin vicdanına dair verilen örnekler, insanı bu konuda düşünmeye yöneltmelidir. Bir ayette, Peygamberimiz döneminde savaşa çıkamadıkları için gözlerinden yaşlar süzülen müminlerden şöyle söz edilir:

Allah'a ve elçisine karşı 'içten bağlı kalıp hayra çağıranlar' oldukları sürece, güçsüz-zayıflara, hastalara ve infak etmek için bir şey bulamayanlara bir sorumluluk (günah) yoktur. İyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. Bir de (savaşa katılabilecekleri bir bineğe) bindirmen için sana her gelişlerinde "Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum" dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (sorumluluk) yoktur. (Tevbe Suresi, 91-92)

Savaşa çıkmak görünüşte, kuşkusuz son derece tehlikelidir. Savaşmaya giden bir insan, ölüme ya da yaralanmaya gittiğini bilir. Ancak buna karşın müminler Allah yolunda savaşmak için büyük bir istek duymaktadırlar. Bu ayetler, Kuran'da kastedilen vicdanın çarpıcı bir örneğidir.


KARDEŞLİK VE BERABERLİK

Önem taşıyan bir diğer mümin vasfı da, tesanüd (kardeşlik, dayanışma, birliktelik)tür. Kuran'ın hükmüne göre, tüm müminler birbirlerinin kardeşidirler. Aynı yola başkoymuş, aynı kitaba tabi olmuş, aynı hedefe sahip, aynı duyguları taşıyan insanlardır. Dolayısıyla aralarında büyük bir sevgi ve dayanışma bulunur. Allah, bu durumu şöyle tarif etmektedir:

Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever. (Saff Suresi, 4)

Üstteki ayette tarif edilen bir tesanüd içinde Allah yolunda bulunmak kesin bir emirdir. Bir ayette şöyle denir:

Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzenizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar. (Al-i İmran Suresi, 103)

Müminler güzel ahlaklıdırlar, mütevazidirler, sevgi ve saygı doludurlar. Bu yüzden de tesanüd müminler arasında doğal bir şekilde oluşur. Ancak bu konuda yine de dikkat edilmesi gereken yönler vardır. Çünkü müminlerin yapabileceği bazı hatalar, bu tesanüdün zedelenmesine ve müminlerin arasında bir anlık da olsa soğukluk yaşanmasına neden olabilir.
Bu yanlış hareketlerin nedeni, müminlerin davranışlarını gaflet anlarında kontrol altına alan nefstir. Mümin fedakar, hoşgörülü ve sıcaktır; ama herkeste nefs bulunur ve insan dikkat etmezse bazen kontrolü nefs eline alır. Kıskanç, bencil ve hırslı olan nefsin kontrolü eline alması ise, bu kötü hislerin mümine etki etmesi demektir. İşte bu yüzden Allah Kuran'da, müminleri tesanüd konusunda son derece dikkatli olmaları için uyarmaktadır. Madem şeytanın insandaki tezahürü olan nefs, insanı yanıltabilmektedir, öyleyse karşıdaki müminin nefsini harekete geçirecek bir üslup kesinlikle kullanılmamalıdır:

Kullarıma, sözün en güzel olanınnı söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır. (İsra Suresi, 53)

Ayette bildirilen gerçek son derece önemlidir. Birincisi, müminlerin birbirlerine karşı sürekli olan en güzel hitap şeklini (yalnızca güzel değil, "en güzel") kullanmaları emredilmektedir. İkincisi, şeytanın bir özelliği açığa vurulmaktadır: Şeytan, insanların ve özellikle de müminlerin arasını bozmak için uğraşmaktadır.
Şeytanın ve nefsin müminlerin arasındaki tesanüdü bozmak için en çok başvurduğu yol, rekabet duygusudur. Eğer mümin gaflet halinde olursa, makam, mevki gibi konularda rekabet hissine kapılıp kardeşlerini geçmeye, kendini onlardan daha ön plana çıkarmaya çalışabilir. Aynı şekilde kendisinden daha ön plandaki bir kardeşine karşı kıskançlık hissedebilir. Aslında gaflet halinde yapılan bu hareket, gerçekte Allah'a isyan anlamına gelmektedir. Çünkü, "Yoksa onlar, Allah'ın kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar?..." (Nisa Suresi, 54) ayetine göre, insanlara verilmiş olan nimetler Allah'tandır ve bunları kıskanmak Allah'ın takdirine karşı gelmek anlamına gelir. Bu nedenle müminlerin kıskançlık gibi bir tavırdan kesinlikle uzak durmaları gerekmektedir. Eğer böyle bir tavır ortaya koyulursa, bu hem Allah'ın rızasına muhalif bir harekettir hem de ayetin hükmüne göre, müminlerin gücünün azalmasına neden olur:

Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 46)

Bu nedenle mümin, kesinlikle kardeşleri ile arasında bir çekişme, rekabet ortamı oluşmasına engel olmalıdır. Hem kendisi kıskançlık gibi ilkel bir duyguya kapılmamalı, hem de sahip olduğu özellikleri ön plana çıkartarak kardeşlerinin nefsindeki kıskançlık damarını tahrik etmemelidir. Olabildiğince mütevazi, alçak gönüllü olmak, rekabet tehlikesini yok eder. Kuran'da bu konuda verilen bir diğer kıstas ise, kardeşlerinin nefsini kendi nefsine üstün tutmak, yani her durumda fedakar davranmak ve bundan zevk almaktır. Kuran'da bu kıstas şöyle tarif edilir:

Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)

Kıskançlık, rekabet, darılma inananlar arasında birliğin ve kardeşliğin önündeki en önemli üç engeldir. Hırs sonucu müminler arasında doğabilecek herhangi bir rekabet, müminlerin birbirine olan sevgisini azaltır. Bu tür bir Kuran dışı hareket, onların ruhlarına büyük zarar verir ve manevi yönden büyük bir gerilemeye yol açar.
Oysa inananlar için sonsuz bir sevap kaynağı mevcutken birbirlerinin önünü tıkayıp, haksız rekabet ve kıskançlıklarla vakit geçirmenin hiçbir anlamı yoktur. Eğer hedef Allah rızası olursa, herhangi bir rekabet olmaz: Çünkü herkes bir diğerinin önünü kesmeden Allah rızası için hizmet edebilir, sevap toplayabilir. Bu nedenle müminler, her uzvun bir diğerinin yardımcısı ve destekçisi olduğunu unutmamalı ve kardeşlerinin başarılarını kendi başarılarıymış gibi görebilmelidirler. Bu son derece önemlidir.
Kuran'da müminlerin arasındaki tesanüt ile ilgili çok sayıda ayet vardır. Bir ayette, müminlerin diğer müminlerle tesanüdlerinin artması için ettikleri bir dua şöyle aktarılır:

Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: "Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten Sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin." (Haşr Suresi, 10)

Müminlerin arasında bir çekişme ya da kırgınlık yaşanması, tüm mücadeleye zarar verir. Böyle bir hareket, müminlerin gücünü azaltırken, inkarcıları da güçlendirir. Nitekim bir Kuran ayetinde, müminlerin birbirlerinin velileri (dost ve koruyucuları) olmadıkları takdirde, fitne çıkacağı haber verilmektedir:

İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur. (Enfal Suresi, 73)

Tesanütle ilgili açık hükümler vardır:

Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır. (Al-i İmran Suresi, 105)

Sana savaş-ganimetlerini sorarlar. De ki: "Ganimetler Allah'ın ve Resûlündür. Buna göre, eğer mü'min iseniz Allah'tan korkup-sakının, aranızı düzeltin ve Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin." (Enfal Suresi, 1)

Gerçek şu ki, dinlerini parça parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiçbir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah'adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir. (En'am Suresi, 159)

Müminler diğer müminlere karşı son derece merhametli ve son derece alçakgönüllü olmakla yükümlüdürler. Aksi bir tavır kesinlikle mümin tavrı değildir. Kibir, kıskançlık, çekememezlik müminlerin değil, inkarcıların özelliğidir. Bu nedenle nefsi yüzünden böyle bir rezilliğe düşmüş olan mümin hemen kendini toparlamalı, Allah'a sığınmalı ve gerçek mümin tavrını göstermelidir. Aksi halde aşağıdaki ayetin hükmüne göre, o gider ve Allah yerine daha hayırlısını getirir:

Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) Kendisi'nin onları sevdiği, onların da Kendisini sevdiği mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise 'güçlü ve onurlu' Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. (Maide Suresi, 54)


TARTIŞMAMAK-ÇEKİŞMEMEK

Müminlerin inkarcılar karşısındaki başarılarının sırlarından biri, aralarındaki sıcak kardeşlik ve dayanışmadır. Kuran da, "Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever" (Saff Suresi, 4) ayeti ile bu birlik ve dayanışmanın önemi vurgulanmaktadır.
Dolayısıyla, bu birlik ve dayanışmayı zedeleyecek, müminlerin arasını açacak her türlü söz ya da davranış, doğrudan dine karşı bir tavır olur. Nitekim Allah Kuran'da müminleri bu tehlikeye karşı uyarmıştır:

Allah'a ve Resulü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 46)

Salih bir mümin, böyle bir tartışma ve çekişmeye yer vermemek için azami dikkat göstermelidir. Daima diğer mümin kardeşlerini incitebilecek söz ve davranışlardan özenle kaçınmalı, aksine aradaki sevgi ve güveni daha da artıracak tavırlar sergilemelidir. Kuran'da bu konuda açık bir hüküm verilmektedir:

Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır. (İsra Suresi, 53)

Mümin, bir başka mümin kardeşi ile farklı bir fikirde olduğu zaman, mümkün olduğunca alttan alıcı, mütevazi ve saygılı bir üslup kullanmalı ve böylece iki farklı fikrin meşru olan "istişare" boyutunda kalmasını ve asla "tartışma" boyutuna girmemesini sağlamalıdır. Diğer iki kardeşi arasında tatsız bir olay olduğunda ise, "Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz" (Hucurat Suresi, 10) hükmü uyarınca uygun bir üslupla kardeşlerinin arasını bulmalıdır. Unutulmamalıdır ki, müminler arasındaki en ufak bir sürtüşme, Allah'ın hoşnut olmayacağı bir tavırdır.


KURAN OKUNURKEN ŞEYTAN'DAN
ALLAH'A SIĞINMAK

Kuran, Allah'ın insanlara yol gösterici olarak indirdiği ilahi kelamdır. Ancak Kuran'la, herkes hidayete ulaşmaz. Aksine Kuran, müminlerin hidayetini artırırken, kafirlerin de inkarını ortaya çıkarır. Bir ayette, Kuran'ın bu özelliği şöyle açıklanır:

Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan, Kitabın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir; diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: “Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır” derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez. (Al-i İmran Suresi, 7)

Görüldüğü gibi, Kuran'ın bazı ayetleri, “kalplerinde kayma olanlar”ın sapıklığını ortaya çıkarmak gibi bir özellik de taşımaktadır. Müminler ise, aynı ayetleri okumakla imanlarını ve Allah'a olan teslimiyetlerini artırırlar.
Ancak hiç kimsenin mümin ruh halini daima koruyacağına dair bir garantisi yoktur. Mümin de eğer bir gaflet anında olursa, Kurani bakış açısını yitirebilir. Şeytan'ın geçici bir kışkırtmasından ya da vesvesesinden etkilenebilir. Böyle bir ruh halinde iken Kuran'ı okuduğunda ise, ayetlerin hikmetlerini kavrayamaz, Kuran'ın hidayet artırıcı vasfından yararlanamaz. İşte bu nedenle, Allah, müminlere Kuran okumadan önce şeytanın etkisinden Allah'a sığınmayı emretmektedir. Allah ayette şöyle emreder:

...Kur'an okuduğun zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. (Nahl Suresi, 98)
Allah'ın müminlere emrettiği bu ibadet, şeytanın varlığını ve faaliyetlerini hatırlatması açısından önemlidir. Gerçekten de şeytan, asla görevini terk etmez ve insanlara sağlarından, sollarından, önlerinden ve arkalarından yanaşarak onlara vesvese vermeye çalışır. Allah'ın doğru yoluna oturarak onları bu yoldan saptırmayı hedefler. Şeytanın bu faaliyetlerini ve taktiklerini Allah bize Kuran'da birçok ayette bildirmektedir. Dolayısıyla cennetten kınanmış ve kovulmuş olarak indirilen şeytanın hilelerinden kurtuluş, bunları bize Kuran aracılığıyla öğreten ve onlardan sakınma yollarını gösteren Allah'ın yol göstermesi sayesinde gerçekleşir. İbrahim Suresi 22. ayetinde de belirtildiği gibi, “Şeytanın inanan kullar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücü yoktur.” Bunun sırrı, inanan kulların yol gösterici olarak Kuran'ı kabul etmesi ve “kovulmuş şeytan”dan Allah'a sığınarak onu okumasıdır.


İNCE DÜŞÜNCELİ OLMAK

Cahiliye toplumundaki insanların büyük bölümü kaba, düşüncesiz, vurdumduymaz bir karaktere sahiptirler. Bunun en büyük nedeni ise, inkarcıların temel vasıflarından biri olan bencilliktir. Herkes yalnızca kendi menfaatlerini düşünür. Diğer insanların düşünce ve duyguları ise ya ikinci plandadır ya da hiç dikkate alınmaz.
Oysa gerçek bir mümin topluluğu tümüyle farklıdır. Çünkü müminlerin en önemli özelliklerinden biri, nefsin bencil tutkularından kurtulmalarıdır. Nefsinin sonsuz isteklerini yenebilmiş olan mümin ise, diğer müminlere karşı fedakar ve ince düşünceli davranır. Kuran'da peygamberle birlikte Mekke'den göç eden muhacirler ile Medine'de onlara yardım eden müminler (Ensar) arasındaki bu fedakarlık şöyle anlatılır:

Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)

Görüldüğü gibi, ideal mümin sistemi, müminlerin kendi haklarından da feragat ederek diğer mümin kardeşlerini kendilerinden üstün tutmalarını gerektirmektedir. Gerçek iman, gerçek teslimiyet ve gerçek kardeşlik budur.
Müminin diğer mümin kardeşlerini kendisinden üstün tutması, yalnızca ona daha çok maddi imkan sağlaması ile sınırlı değildir. Bu kardeşliğin ifade edildiği yerlerden biri de düşüncedir. Mümin, kardeşlerinin ihtiyaçlarını kendinden çok düşünmeli, onların sorunları hakkında kendi sorunlarından da fazla tefekkür etmelidir.
Kaba ve düşüncesiz tavırlar, bu imanın olgunlaşmadığını gösterir. Yaptığı bir hareketin diğer müminleri nasıl etkileyeceğini hesaplamayan, yalnız kendi isteklerine göre, “aklına geldiği gibi” hareket eden bir insan, Allah'ın tarif ettiği mümin modelinden çok uzak demektir. Kuran'da ince düşüncenin ve düşüncesizliğin örnekleri üzerinde önemle durulur. Kuşkusuz, en önemlisi peygambere karşı ince düşünceli ve saygılı olmaktır:

Ey iman edenler, Allah'ın Resulü'nün huzurunda öne geçmeyin ve Allah'tan sakının. Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir. (Hucurat Suresi, 1)

İnce düşüncenin önemi, bir başka ayette ise şöyle vurgulanır:

Ey iman edenler (rastgele) Peygamberin evlerine girmeyin, (Bir başka iş için girmişseniz ille de) yemek vaktini beklemeyin. (Ama yemeğe) çağrıldığınız zaman girin, yemeği yiyince dağılın ve söze dalmayın. Gerçekten bu, peygambere eziyet vermekte ve o da sizden utanmaktadır; oysa Allah, hak(kı açıklamaktan)tan utanmaz. Onlardan (peygamberin eşlerinden) bir şey isteyeceğiniz zaman, perde arkasından isteyin. Bu, sizin kalpleriniz için de, onların kalpleri için de daha temizdir. Allah'ın Resulü'ne eziyet vermeniz ve ondan sonra eşlerini nikahlamanız size ebedi olarak (helal) olmaz. Çünkü böyle yapmanız, Allah katında çok büyük (bir günah)tır. (Ahzab Suresi, 53)

Kuran ahlakıyla yetişmiş insanlar, son derece kaliteli, kibar, nezih ve ince düşüncelidirler. Kendi nefsinden önce kardeşinin nefsini düşünen, ona duyduğu sevgiye rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yediren müminlerin doğal halleridir bu. Aynı zamanda cennettekilerin bir vasfıdır ince düşünceli olmak.
İnce düşünce örneklerini şartlara ve ortama göre çoğaltmak mümkündür. Bunların başlıcaları bir işle meşgul olan kardeşini rahatsız etmemek, eğer dua ediyorsa ortamın sessizliğini bozmamak, o istemeden ona hizmet etmek, rahat etmesini sağlamak, bir eksiği veya ihtiyacı olup olmadığını öğrenmek sayılabilir. Ama unutmamak gerekir ki, bu sayılanlar son derece genel bir anlatımdır. Her ortam ve şarta göre bu örnekler yüzlerce, binlerce olacak şekilde arttırılabilir.


CAHİLLERDEN YÜZ ÇEVİRMEK

Kuran'da müminlerin vasıfları anlatılırken şöyle denir:

O Rahman'ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendileriyle muhatap oldukları zaman “Selam” derler. (Furkan Suresi, 63)

‘Boş ve yararsız olan sözü' işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: “Bizim yapıp-ettiklerimiz bizim, sizin yapıp-ettikleriniz sizindir; size selam olsun, biz cahilleri benimsemeyiz” derler. (Kasas Suresi, 55)

Yaratılışları gereği müminler son derece huzurlu bir ruh haline sahipken, inkarcılar son derece huzursuz, saldırgan ve saygısızdır. Adeta cehennem azabı onlar için henüz dünyada iken başlamıştır ve en basit bir olay bile ani tepkiler vermelerine sebep olmaktadır. Bu nedenle, cahiliye toplumu içinde, günlük hayatta her an sorun çıkarabilecek insanlarla sık sık karşılaşılır. Oysa müminler, çok üst bir ahlaka ve bakış açısına sahip oldukları bu insanlarla, İslam'a bir zarar vermedikleri sürece, muhatap dahi olmazlar. Onlara karşı daima üstteki ayetlerde tarif edilen asil tavrı sergilerler. Müdahale edilmesi gereken durumlarda da en uygar, en etkili ve yasal yolları kullanırlar.





BİLGİ SAHİBİ OLUNMAYAN
KONUDA TARTIŞMAMAK

Kuran'da, “...İnsan, herşeyden çok tartışmacıdır” (Kehf Suresi, 54) ayetiyle nefsin önemli bir özelliği haber verilir. Bir başka ayette ise bu özelliğin tüm bir kafir kavimde tecellisi anlatılır:
Meryem oğlu (İsa) bir örnek olarak verilince, senin kavmin hemen ondan (keyifle söz edip) kahkahalarla gülüyorlar.

Dediler ki: “Bizim ilahlarımız mı daha hayırlı, yoksa o mu?” Onu yalnızca bir tartışma-konusu olsun diye (örnek) verdiler. Hayır, onlar ‘tartışmacı ve düşman' bir kavimdir. (Zuhruf Suresi, 57-58)

İnkarcıların bu tartışma eğilimi, ilk başta gözüktüğü gibi farklı fikirlerin değerlendirilerek doğrunun bulunması amacından değil, sadece ve sadece nefsani bir karşı çıkma hırsından kaynaklanır. Cahiliyenin tartışmalarında, kimse karşı tarafın fikrini değerlendirip doğruyu bulmaya çalışmaz. Yalnızca kendi fikrini galip getirmeye ve karşı tarafı ezmeye çalışır. Düzenledikleri hemen her tartışmanın yüksek bir ses tonunda, gerilmiş yüz ifadeleriyle geçmesi ve hatta kimi zaman kavgaya dönmesinin nedeni budur.
En akılsızca olanı ise, hakkında hiçbir bilgileri olmayan konularda tartışmalarıdır. Son derece cahil oldukları din konusunda sürekli “ahkam kesmeleri” ve müminlerle tartışmak istemeleri bunun en çarpıcı örneğidir. Bir ayette, konuya şöyle dikkat çekilir:

İşte sizler böylesiniz; hakkında bilginiz olan şeyde tartıştınız, ama hiç bilginiz olmayan bir konuda ne diye tartışıp-duruyorsunuz? Oysa Allah bilir, sizler bilmezsiniz. (Al-i İmran Suresi, 66)


ALAYCI TAVIR GÖSTERMEMEK

Müminler arasında alayın yeri olmadığını Allah, bir ayette şöyle hükme bağlar:

Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi ‘olmadık-kötü lakablarla' çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar, zalim olanların ta kendileridir. (Hucurat Suresi, 11)

Bu ayet, alayın her türlüsünden şiddetli bir kaçınma gerektirir. Buna karşın, bazı insanlar alay etmeyi, sadece önünden geçen birine çelme takıp yere düşünce kahkahalarla gülmek gibi kaba hatlarla düşünüyor olabilirler. Oysa alay; bıyık altından bir gülümseme, espriyle yumuşatılmış bir "iğneleme" ya da açıkça tavır sergilenemeyecek bir ortamda, aynı alaycı hissi paylaşan biriyle göz teması kurma şeklinde bile olabilir. Bu tip hareketler cahiliye kültürüne aittirler ve müminlerin arasında yaşatılmaları da son derece anormal bir tavır olur. Öyle ki, Kuran, "kaş göz işaretleriyle alay eden"lerin sonunun "hutame" olduğunu şöyle haber vermektedir:

Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline;
Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır.
Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanıyor.
Hayır; andolsun o, ‘hutame'ye atılacaktır.
“Hutame”nin ne olduğunu sana bildiren nedir?
Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir.
Ki o, yüreklerin üstüne tırmanıp çıkar.
O, onların üzerine kilitlenecektir;
(Kendileri de) Dikilip-yükseltilmiş sütunlarda (bağlanacaklardır). (Hümeze Suresi, 2-9)

Bu açık hükme rağmen, bir müminin alaycılık gibi aşağılık bir tavra girmesi olur şey değildir. Nitekim hiçbir mümin de bilinçli olarak bu tarz bir davranış sergilemez. Ancak tek ihtimal yaptığı çirkinliğin farkında olmaması ve bunu bir eğlence sanmasıdır. Böyle bir durumda ise hemen kendini tartması ve yaptığı bu hareketten tevbe ederek vazgeçmesi gerekir.


MÜMİNLERİ HOŞLANMADIKLARI
LAKAPLA ÇAĞIRMAMAK

Birbirine kötü ve hoşa gitmeyen lakaplarla hitab etmek, herşeyden önce inkarcıların kendi aralarında sergiledikleri bir tavırdır. Bundaki amaç, kötü lakapla çağrılan kişinin küçük düşürülmesi ve diğerlerinin ondan “üstün” olduğunun kanıtlanmasıdır.
Kötü lakabın konusu, fiziksel bir kusur olabileceği gibi kişinin geçmişte yapmış olduğu hatalı bir hareket de olabilir. İnkarcıların en önemli özelliklerinden biri, böyle hareketleri asla unutmamaları ve bir daha hayat boyu tekrarlanmayacak olsa bile kişiye hep o hareketi yakıştırmalarıdır.
Oysa müminler gerek olgun ve bağışlayıcı karakterleri, gerekse aralarındaki dayanışma dolayısıyla bu tarz bir davranışa tenezzül etmezler. Dahası, “...birbirinizi ‘olmadık-kötü lakaplarla' çağırmayın...” ayeti konuyu açık bir biçimde hükme bağlar. (Hucurat Suresi, 11)


EMANETİ EHLİNE VERMEK
VE EMANET EHLİ OLMAK

Kuran'da hem ahlaki bir prensip, hem de yapılacak işlerde başarı sebebi olarak emanet ve emanet ehli kavramları üzerinde durulur. Mümin, kendisine verilen emanetlere dikkatle riayet eder, kendine gösterilen güveni boşa çıkarmaz. Ayrıca, bir emaneti kime vermesi gerektiğini yani kimin emanet ehli olduğunu da iyi teşhis etmesi gerekir. Bir ayette konuya şöyle dikkat çekilmektedir:

Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58)
Bir başka ayette ise, “...Kim ahdine vefa eder ve sakınırsa şüphesiz Allah da sakınanları sever” (Al-i İmran Suresi, 76) denmektedir.
Emanet, maddi değeri olan bir mal olabileceği gibi, bir görev ya da sorumluluk da olabilir. Mümin, aklını ve teşhis yeteneğini kullanarak kimlerin emanet ehli olduğunu, hangi emaneti kime vereceğini tespit etmelidir.


KARARLILIK

Müminin en belirgin özelliklerinden biri, son derece kararlı oluşudur. Hiçbir zaman şevkini, heyecanını yitirmez. O, mücadeleye yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için başlamıştır. Dolayısıyla hiçbir zorluk onu yolundan döndüremez. İnsanların kendisi hakkında ne düşüneceği de önemli değildir. Tek hedef Allah'ın rızasıdır; tüm hayatı bu hedefe göre şekillenir.
Müminin kararlılığı Allah tarafından çeşitli şekillerde sınanır. Allah, müminlere geçici bir süre sıkıntı verebilir, onları eğitmek için zorluk verebilir. Kuran'da bu durum şöyle açıklanır:

Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. (Bakara Suresi, 155)

Kesin bir kararlılığa sahip olan mümin, ayette belirtildiği gibi kendisine isabet eden tüm bu zorluklara sabreder. Kuran'da Allah, müminlerin bu tavrını aşağıdaki ayetlerde övmektedir:

Nice peygamberlerle birlikte birçok Rabbani (bilgin)ler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isabet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever.
Onların söyledikleri: "Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde) sağlamlaştır ve bize kafirler topluluğuna karşı yardım et" demelerinden başka bir şey değildi. (Al-i İmran Suresi, 146-147)

Buna karşılık zorluklara göğüs germemek, müminlere yakışan bir tavır değildir:

Senden, yalnızca Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri kuşkuya kapılıp, kuşkularında kararsızlığa düşenler izin ister. (Tevbe Suresi, 45)

Andolsun, Biz bundan önce Adem'e ahid vermiştik, fakat o, unutuverdi. Biz onda bir kararlılık bulmadık. (Taha Suresi, 115)

Zorlukların yanısıra ele geçen iyi imkanların da insan üzerinde gevşetici etkisi vardır. Rahatlık, çoğu kişinin heyecanını ve şevkini söndürür. Zaten insanların kendisine Allah'tan bir nimet geldiğinde şımarıklığa kapılması ve Allah'tan yüz çevirmesi, klasik inkarcı özelliğidir. Kuran'da bu durum şöyle tarif edilir:

İnsana bir zarar dokunduğunda, yan yatarken, otururken ya da ayaktayken bize dua eder; zararını üstünden kaldırdığımız zaman ise, sanki kendisine dokunan zarara Bizi hiç çağırmamış gibi döner-gider. İşte, ölçüyü taşıranlara yapmakta oldukları böyle süslenmiştir. (Yunus Suresi, 12)

Oysa müminler için böyle bir şey söz konusu bile değildir. Ellerine ne denli iyi imkan geçerse geçsin (lüks, ihtişam, para, iktidar gibi), bu onların kararlılıklarını bozup gevşek bir yapıya bürünmelerine sebep olmaz. Çünkü mümin tüm bunların Allah'tan gelen birer nimet olduğunun ve Allah'ın dilerse bunları geri alabileceğinin farkındadır. Asla şımarıklığa kapılmaz.
Ciddi bir çaba göstermek, işi sıkı tutmak, gevşeklik göstermemek, aşırılıklardan ve taşkınlıklardan kaçınmak, müminlerin kararlılık ve istikrarının bir göstergesidir. Ayette, "ahiret için ciddi bir çaba gösterenler"den şöyle söz edilir:

Kim de ahireti ister ve bir mümin olarak ciddi bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır. (İsra Suresi, 19)

Allah, "Yoksa onlar, işi sıkı mı tuttular? İşte şüphesiz Biz de işi sıkı tutanlarız" (Zuhruf Suresi, 79) demektedir. Kuşkusuz bu vasıf, Allah'ın yeryüzündeki halifeleri olan müminlerin de vasfıdır.
Gevşememek, sürekli şevkli ve heyecanlı olmak, Allah'ın emridir:

Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz. (Al-i İmran Suresi, 139)

İnsan, bir amaç üzerine yaratıldığını, ait olduğu yere döneceğini bilirse, hedef ve amacının bilincine varmış olur. Bu amaca doğru yönelmeye niyet ederse yerinde bir karar verir ve bu niyetini gerçekleştirmek üzere harekete geçerse istikrarına kavuşur. Güneş, ay, yıldızlar ve bütün varlıklar kaderde kendilerine tespit edilmiş çizgiyi izlerlerken, insanın bu yaratılış zinciri dışında başıboş bırakılmış olması elbette ki ihtimal dışıdır.
Dolayısıyla kararlılık ve istikrar iki önemli mümin vasfıdır. Müminler, "Müminlerden öyle erkek-adamlar vardır ki- Allah ile yaptıkları ahde sadakat gösterdiler; böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi, kimi beklemektedir. Onlar hiçbir değiştirme ile değiştirmediler" (Ahzab Suresi, 23) ayetinde olduğu gibi ölünceye dek aynı kararlılık ve istikrarı Allah'ın rızası uğruna gösteren kişilerdir. Ne yapacağı belli olmayan, müminlerin yanında başka, inkar edenlerin yanında başka hareket eden münafık karakterli kişiler ise, son derece istikrarsız bir ruh hali içindedirler. Müminler bir başarıya ulaştığında "biz de sizdendik" demeleri ya da zorda kalınca müminlerden uzak durmaya çalışmaları bunun en açık göstergesidir:
"Sabrın ve kararlılığın kalplerine rabtedildiği" (Kehf Suresi, 14) Kehf ehli, kararlılık açısından en güzel örneklerden birini teşkil etmektedir. İbadetlerdeki süreklilik istikrar açısından yine önemli bir örnektir. Kuran'daki "sarp yokuş" (Beled Suresi, 11) kavramı kararlılık ve istikrarın önemini daha da iyi açıklar. Kararlılık ve istikrarın bitiş noktası ise ölümdür. Mümin, ölünceye dek sabretmekle yükümlüdür:

Şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmişlerdir. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Şu halde, kim ahdini bozarsa, artık o, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahdine vefa gösterirse, artık O da, ona büyük bir ecir verecektir. (Fetih Suresi, 10)



DARWINİZM'İN ÇÖKÜŞÜ


Kitap boyunca, Kuran ahlakını yaşamak bir insanın hem dünya hem de ahiret hayatı için gerekli olan bir ibadettir. Bu kitap boyunca Kuran'a uygun bir hayat tarzının nasıl olması gerektiğini inceledik. Kitabın bu bölümünde ele alınacak olan Darwinizm ise Kuran dışı yaşamın ve felsefenin temelini oluşturmaktadır. Yaratılışı ve Allah'ın varlığını inkar eden Darwinizm'in nasıl bir aldatmaca olduğunu ortaya koymak bu yüzden çok önemlidir. İlerleyen sayfalarda bu gerçek bir kez daha delilleriyle ortaya konacaktır.


Darwinizm'in İdeolojik Çöküşü

Darwinizm'i sadece bilim dünyasını ilgilendiren bir iddia olmaktan çıkarıp tüm bir toplum için önemli hale getiren yönü, teorinin ideolojik boyutudur. Tüm canlıların ve bu arada insanın nasıl var olduğu sorusuna vermeye çalıştığı cevap nedeniyle, Darwinizm birtakım felsefelerin, dünya görüşlerinin ve siyasi ideolojilerin temelini oluşturur.
Burada Darwinizm'in bu ideolojik boyutunu, özellikle Türk Devleti ve Milleti'ni yakından ilgilendiren iki yönü açısından ele alacağız. Bunlardan biri Darwinizm ile materyalist felsefe arasındaki ilişkidir. Diğeri ise, Darwinizm ile ırkçılık, özellikle de Türk düşmanlığı arasındaki az bilinen ama önemli bağlantıdır.
Önce birinci ilişkiyi ele alalım. Materyalist felsefe, ya da bir diğer ifadeyle "maddecilik", tarihi Eski Yunan'a kadar uzanan bir düşünce sistemidir. Materyalizm, maddenin yegane varlık olduğu varsayımına dayanır. Materyalist felsefeye göre, madde sonsuzdan beri vardır, sonsuza kadar da var olacaktır. Yine bu felsefeye göre, madde ötesinde başka hiçbir varlık yoktur.
Materyalizmin doğal olarak birtakım siyasi yansımaları da vardır. Bunların başında hiç tartışmasız komünizm gelir. Komünizmin kurucusu sayılan Karl Marx ve Friedrich Engels, aynı zamanda diyalektik materyalizmin kurucularıdırlar. Zaten komünizm, materyalist felsefenin Marx ve Engels tarafından sosyal bilimlere uyarlamasından başka bir şey değildir.
Komünizm bugün tarihin derinliklerinde kalmış bir ideoloji olarak görülmektedir. Oysa gerçekte hala son derece etkilidir. Özellikle de Türkiye açısından bu ideolojinin tahrip edici etkileri devam etmektedir. Çünkü, bilindiği üzere, Türkiye'nin Güneydoğu bölgesinde 15 yıldır kan döken, binlerce polis ve askerimizi şehit eden bölücü terör örgütü, açıkça komünist ideolojiye sahip bir örgüttür. Bu örgütü dolaylı ya da dolaysız olarak destekleyen çevreler de yine komünist ideolojiye sahip çevrelerdir. İşte Darwinizm bu noktada büyük önem kazanmaktadır.
Çünkü Darwinizm, ya da evrim teorisi, canlıların yaratılmadığını, tesadüfen oluştuklarını iddia ettiği için tüm materyalist ideolojilerce geniş kabul görmüş, özellikle komünizmin "temel dayanağı" olarak benimsenmiştir. Komünist ideolojinin tüm önde gelen fikri liderleri bu teoriyi olduğu gibi kabul etmişler ve ideolojilerini buna dayandırmışlardır.
Örneğin Karl Marx, 1860 yılında Friedrich Engels'e yazdığı bir mektupta, Darwin'in kitabı için "Bizim görüşlerimizin tabii tarih temelini içeren kitap budur işte" ifadelerini kullanmıştır. (Convay Zirkle, Evolution, Marxian Biology and the Social Scene. 1959, s.86) Yine Marx, 1861 yılında Ferdinand Lassalle'a yazdığı bir mektupta "Darwin'in yapıtı (Türlerin Kökeni) büyük bir yapıttır ve tarihteki sınıf mücadelesinin doğa bilimi açısından temelini oluşturduğu için bana çok uygun düşüyor" demiştir. (K. Marx, F. Engels, Seçme Yazışmalar, 1884-1869) Benzeri şekilde, Çin komünizminin kurucusu Mao Tse Tung da, Çin sosyalizminin temelini Darwin'e ve Evrim Teorisi'ne dayandırdığını açıkça belirtmiştir. (K. Mehnert, Deutsche Verlags- Anstalt, Kampf um Mao's Erbe., 1977)
Dolayısıyla, komünizme karşı yürütülecek bir fikri mücadelenin mutlaka materyalist felsefeyi ve dolayısıyla evrim teorisini hedef alması gerektiği açıktır. Öte yandan evrim teorisinin bir toplumda yaygın kabul görmesinin, materyalizmi ve dolayısıyla komünizmi besleyeceği de açıktır.


Darwinizm ve Türk Düşmanlığı

Önemli bir diğer konu ise, Darwinizm'in başta belirttiğimiz ikinci ideolojik yönüdür: Türk düşmanlığı.
Evrim Teorisi, komünist ideolojinin fikri dayanağı olduğu gibi, Türk düşmanlığının da fikri dayanağıdır. Çünkü teori, insanları "aşağı ırklar" ve "medeni ırklar" olarak ikiye ayırıp yüce Türk Milleti'ni "aşağı ırklar" sınıfına dahil etmektedir. Teori, Türkler'in tam insan olmadıklarını, maymun-insan arası canlılar olduklarını ve gerçek insan ırkı olan Avrupalılar tarafından zaman içinde yok edileceklerini iddia etmektedir.
Teori'nin kurucusu Charles Darwin, bu görüşünü birçok yerde açıklamıştır. Örneğin, W. Graham isimli bir arkadaşına yazdığı 3 Temmuz 1881 tarihli mektubunda (daha sonra oğlu Francis Darwin tarafından kaleme alınan "The Life and Letters of Charles Darwin" adlı kitabın 1. cildinin 286. sayfasında yer alan 'Letter to W. Graham' bölümünde de belirtildiği gibi) şu ifadeleri kullanmıştır:
Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde TÜRK BARBARLIĞINA karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, BU TÜR AŞAĞI IRKLARIN çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elimine edileceğini (yok edileceğini) görüyorum.
Darwin'in Türk Milleti'ni hedef alan bu çirkin hakaretleri bugün Neo-Nazilerin yayınlarında kullanılmakta ve Internet aracılığıyla on milyonlarca kişiye ulaştırılmaktadır. Batı'nın, Sevr'den bugüne değişmeyen, aziz Türk Milleti'ni dışlamaya ve ezmeye yönelik arayışlarının arkasında da bu ırkçı ve Türk düşmanlığını savunan görüşler yer almaktadır. Petrus Dozy'lerden ırkçı dazlaklara kadar uzanan tüm Türk düşmanları, fikri dayanaklarını Darwinizm'den almaktadırlar. Solingen'de Türkler'e ait evlerin yakılması, Bulgaristan'da Türkler'e yapılan mezalim, eski Sovyetler Birliği'nin Türk topluluklarını yıllarca esaret altında tutması, Kırım Türkleri'ni Sibirya'ya sürmesi, Özbek ve Kırgız Türkleri'ne büyük baskı uygulaması, Kıbrıs Türkleri'ne yapılan haksızlıklar, Türkiye'nin Avrupa Birliği dışında tutulmaya çalışılması, Avrupa ülkelerinin Türkler'i aralarına sokmamak için vize uygulaması, Avrupa Devletleri'nin ve İtalya'nın Türkiye'ye karşı olan düşmanca tavırları, aynı ırkçı anlayışın tezahürleridir.
Buraya kadar görüldüğü gibi Darwinizm, Türk Devleti'nin ve Milleti'nin bekasını tehdit eden üç temel fikri akımın da sözde bilimsel dayanağı konumundadır: Komünizm, bölücülük ve Türk düşmanlığı, evrim teorisinden destek bulmaktadırlar. Bu konu son derece önemlidir.
Çünkü, yaratılışı reddederek canlıların tesadüfler sonucu kendiliğinden var olduklarını, zaman içinde diyalektik kurallarıyla geliştiklerini iddia eden ve Türk Milleti'ne "aşağı ırk" diyen bu görüşün, yanlışlığı ortaya çıkarılmadığı takdirde, gençlerimizi ileride son derece karanlık mecralara sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıya bırakacağı açıktır. Bu iddialara itibar eden ve evrim teorisinin bilimsel olduğunu düşünen bir gençten, ülkesine, milletine, bayrağına, devletine bağlı olması, güzel ahlak, aile müessesesinin kutsallığı gibi değerleri yüceltmesi beklenemez. Bu gencin Türklük düşmanı ve komünist olmaya sürüklenmekten başka seçeneği yoktur. Unutulmamalıdır ki, Darwinist gençler yetiştirmek, devletimizin ve milletimizin başına büyük bir belayı musallat etmek ve adeta "binilen dalı kesmek" anlamına gelecektir.
Bu, Darwinizm'in ideolojik boyutudur. Kaldı ki, bu teori sadece bilimsel veriler gözüyle incelendiğinde de, yine ivedilikle reddedilmesi gereken köhne bir iddia olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü 20. yüzyılın bilimsel gelişmeleri, teorinin iddialarını açıkça geçersiz kılmış durumdadır. İlerleyen sayfalarda, evrim teorisinin söz konusu bilimsel çöküşünü kısa bir biçimde özetleyeceğiz.


Darwinizm'in Bilimsel Çöküşü

Evrim teorisi, tarihi eski Yunan'a kadar uzanan bir öğreti olmasına karşın, ancak 19. yüzyılda kapsamlı olarak ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerinin Allah tarafından ayrı ayrı yaratıldıkları gerçeğine karşı çıkıyordu. Darwin'e göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir "mantık yürütme" idi. Hatta, Darwin'in kitabındaki "Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu.
Darwin, teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in bilim karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü "evrim mekanizmaları"nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin tam tersi bir tablo ortaya koymaktadır.
Şimdi, bu üç temel başlığı ana hatları ile inceleyelim.


Aşılamayan İlk Basamak:
Hayatın Kökeni

Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan yaklaşık 4 milyar yıl önce ilkel dünyada ortaya çıkan tek bir canlı hücreden meydana geldiklerini iddia etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı sorulardır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o "ilk hücre" nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, yaratılışı reddettiği, hiçbir doğaüstü müdahaleyi kabul etmediği için, o "ilk hücre"nin, hiçbir tasarım, plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde rastlantısal olarak meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.


"Hayat Hayattan Gelir"

Darwin, kitabında hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ'dan beri inanılan spontane jenerasyon adlı teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve bir süre beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı.
Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının yayınlamasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: "Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür." (Sidney Fox, Klaus Dose. Molecular Evolution and The Origins of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s.2)
Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.


20. Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar

20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı: "Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır." (Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) NewYork: Dover Publications, 1953 (Reprint), s. 196)
Oparin'in yolunu izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (amino asit) sentezledi.
O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı. ("New Evidence on Evolution of Early Atmosphere and Life", Bulletin of the American Meteorological Society, Cilt 63, Kasım 1982, s. 1328-1330) Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'ın kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti. (Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s.7)
Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı? (Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40)


Hayatın Kompleks Yapısı

Evrim teorisinin hayatın kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmesinin başlıca nedeni, en basit sanılan canlı yapıların bile inanılmaz derecede karmaşık yapılara sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik ürünlerden daha karmaşıktır. Öyle ki bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler biraraya getirilerek canlı bir hücre üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar fazladır. Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü, inanılmaz bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer bu bilgi kağıda dökülmeye kalkılsa, 500'er sayfadan oluşan 950 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır. Hücrenin en temel yapıtaşı olan proteinlerin rastlantısal olarak sentezlenme ihtimali ise, 500 amino asitlik ortalama bir protein için, 10950'de 1'dir. Ancak matematikte 1050'de 1'den küçük olasılıklar pratik olarak "imkansız" sayılırlar.
Kuşkusuz eğer hayatın tesadüflerle ortaya çıkması imkansız ise, bu durumda hayatın doğaüstü bir biçimde "yaratıldığı"nı kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı yaratılışı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır. Cardiff Üniversitesi'nden, Uygulamalı Matematik ve Astronomi Profesörü Chandra Wickramasinghe hayatın yaratılmadığına on yıllar boyunca inandırılmış bir bilim adamı olarak, bilimin bulguları sonucunda karşılaştığı bu gerçeği şöyle anlatmıştır:
Bir bilim adamı olarak aldığım eğitim boyunca, bilimin herhangi bir bilinçli yaratılış kavramı ile uyuşamayacağına dair çok güçlü bir beyin yıkamaya tabi tutuldum. Bu kavrama karşı şiddetle tavır alınması gerekiyordu... Ama şu anda, Tanrı'ya inanmayı gerektiren açıklama karşısında, öne sürülebilecek hiçbir akılcı argüman bulamıyorum... Biz hep açık bir zihinle düşünmeye alıştık ve şimdi yaşama getirilebilecek tek mantıklı cevabın yaratılış olduğu sonucuna varıyoruz, tesadüfi karmaşalar değil. (Chandra Wickramasinghe, Interview in London Daily Express, 14 Ağustos 1981)





Evrimin Hayali Mekanizmaları

Darwin'in teorisini geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin "evrim mekanizmaları" olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış olmasıdır.
Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen "doğal seleksiyon" mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: "Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla..."
Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, güçlü ve doğal şartlara uygun olan canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında "faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" demek zorunda kalmıştı. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189)


Lamarck'ın Etkisi

Peki bu "faydalı değişiklikler" nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı. Darwin'den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck'a göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck'a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı.
Darwin de benzeri örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında, yiyecek bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü iddia etmişti. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184)
Ama Mendel'in keşfettiği ve 20. yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım kanunları, kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı. Böylece doğal seleksiyon "tek başına" ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak kalmış oluyordu.


Neo-Darwinizm ve Mutasyonlar

Darwinistler ise bu duruma bir çözüm bulabilmek için 1930'ların sonlarında, "Modern Sentetik Teori"yi, ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i ortaya attılar. Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi" olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkilerle ya da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi.
Bugün de hala dünyada evrim adına geçerliliğini koruyan model neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün, bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının "mutasyonlara", yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara zarar verirler.
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük, rastgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rastgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir. (B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988)
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin "evrim mekanizması" olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları sadece tahrip eden, sakat bırakan bir genetik olaydır. (İnsanlarda mutasyonun en sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma "evrim mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin'in de kabul ettiği gibi, "tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu gerçek bizlere doğada hiçbir "evrim mekanizması" olmadığını göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.


Fosil Kayıtları: Ara Formlardan Eser Yok

Evrim teorisinin iddia ettiği senaryonun yaşanmış olmadığının en açık göstergesi ise fosil kayıtlarıdır.
Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüzmilyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız "ara türler"in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.
Örneğin geçmişte, balık özelliklerini hala taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu teorik yaratıklara "ara-geçiş formu" adını verirler.
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu ucube canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179)



Darwin'in Yıkılan Umutları

Ancak 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yapılmasına rağmen bu ara geçiş formlarına asla rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermiştir.
Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılarız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. (Derek A. Ager, "The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British Geological Association, Cilt 87, 1976, s. 133)
Yani fosil kayıtlarında, tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz biçimleriyle aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam aksidir. Dahası, bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir canlı türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir ata olmadan, bir anda ve kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır. Bu gerçek, ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır. Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir. (Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983, s. 197)
Fosiller ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Yani "türlerin kökeni", Darwin'in sandığının aksine, evrim değil yaratılıştır.


Materyalist Bir İnanç

Buraya kadar incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi yoktur ve fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır.
Ama evrim teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini "bilime saldırı" olarak göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki neden?...
Bu durumun nedeni, evrim teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm'i de doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça itiraf da ederler. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve önde gelen bir evrimci olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilim adamı" olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan a priori bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz. (Richard Lewontin, "The Demon-Haunted World", The New York Review of Books, 9 Ocak, 1997, s. 28)
Bu sözler, Darwinizm'in, materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı yarattığına inanır. Milyonlarca farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların, böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir kabuldür. Ama Darwinistler, "İlahi bir açıklamanın sahneye girmemesi" için, bu kabulü savunmaya devam etmektedirler.
Canlıların kökenine materyalist bir ön yargı ile bakmayan herkes ise, şu açık gerçeği görecektir: Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcı'nın eseridirler. O Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, canlıları da yaratıp şekillendiren Allah'tır.