17 Ağustos 2010 Salı

En Büyük İftira Şirk

EN BÜYÜK İFTİRA
ŞİRK






Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur. (Nisa Suresi, 48)




HARUN YAHYA



















ISBN 975-7986-57-7
VURAL
YAYINCILIK
Çatalçeşme Sok. Üretmen Han No: 27/13 Cağaloğlu-İstanbul

Tel: (0 212) 511 42 30 - 638 21 72

Ekim, 2000

Baskı: SEÇİL OFSET
100. YIL Mabaacılar Sitesi MAS-SİT
4. Cad. No: 77 Bağcılar İstanbul
Tel: 0212 629 06 15

www.harunyahya.org - www.harunyahya.com
www.harunyahya.net




















İÇİNDEKİLER

GİRİŞ
ŞİRK NEDİR?
Şirkin çıkış noktası: "Benlik verme"
Şirk Koşanların Geçersiz Mazeretleri

KURAN'DA MÜŞRİKLER KAÇ SINIFA AYRILIR?
Kitap Ehli
Güç sahibi gördükleri kişileri ilah edinenler
Putlara tapanlar
Cinlere tapanlar
Hevasını ilah edinenler
Kendilerini İlahlaştıranlar

ALLAH ADINA, DİN ADINA ŞİRK KOŞANLAR
Sosyal bir sınıf olarak müşrikler

MÜŞRİKLERİN ÖZELLİKLERİ ŞİRKİN İKİ TEMEL SEBEBİ
Cehalet
Samimiyetsizlik

ŞİRKE YOL AÇAN TEHLİKELİ BİR TAVIR: "DUYGUSALLIK"
Sevgi
Korku
Yardım bekleme ve güvenme duygusu
Minnettarlık duygusu

ŞİRKİN EN TEHLİKELİ ÇEŞİDİ: GİZLİ ŞİRK
Herşeyin Allah'ın Kontrolünde
Olduğunu Unutmamak
"Biraz Şirk Biraz İman" Mantığı Sapkınlıktır

PUTLARI KIRMAK

MATERYALİZMİN SONU




YAZAR ve ESERLERİ HAKKINDA

Harun Yahya müstear ismini kullanan yazar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Daha sonra İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğrenim gördü. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri bulunmaktadır.
Yazarın müstear ismi, inkarcı düşünceye karşı mücadele eden iki Peygamberin hatıralarına hürmeten, isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya isimlerinden oluşturulmuştur. Yazar tarafından kitapların kapağında Resulullah'ın mührünün kullanılmış olmasının sembolik anlamı ise, kitapların içeriği ile ilgilidir. Bu mühür, Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son kitabı ve son sözü, Peygamberimizin de hatem-ül enbiya olmasını remzetmektedir. Yazar da, yayınladığı tüm çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah'ın sünnetini kendine rehber edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin tüm temel iddialarını tek tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam olarak susturacak "son söz"ü söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet ve kemal sahibi olan Resulullah'ın mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir duası olarak kullanılmıştır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini tüm dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim Harun Yahya'nın eserleri Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya, Polonya'dan Bosna Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya kadar dünyanın pek çok ülkesinde beğeniyle okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca, Malayca gibi pek çok dile çevrilen eserler, yurt dışında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört bir yanında olağanüstü takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman etmesine, pek çoğunun da imanının derinleşmesine vesile olmaktadır. Kitapları okuyan, inceleyen her kişi, bu eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve samimi üslubun, akılcı ve ilmi yaklaşımın farkına varmaktadır. Bu eserler süratli etkiye sahiptir. Kesin netice, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri taşımaktadır. Bu eserleri okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düşünen insanların, artık materyalist felsefeyi, ateizmi ve diğer sapkın görüş ve felsefelerin hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri mümkün değildir. Bundan sonra savunsalar da ancak duygusal bir inatla savunmaktadırlar, çünkü fikri dayanakları çürütülmektedir. Çağımızdaki tüm inkarcı akımlar, Harun Yahya külliyatı ile fikren mağlup olmuşlardır.
Kuşkusuz bu özellikler, Kuran'ın hikmet ve anlatım çarpıcılığından kaynaklanmaktadır. Yazarın kendisi bu eserlerden dolayı bir övünme içinde değildir, yalnızca Allah'ın hidayetine vesile olmaya niyet etmiştir. Ayrıca yazarın bu kitaplardan elde ettiği hiçbir maddi kazancı da yoktur. Ne yazar ne de kitaplarının yayınlanmasına, tanıtım ve dağıtımına vesile olanlar, bundan maddi bir kazanç elde etmemekte, sadece Allah'ın rızasını kazanmak için hizmet etmektedirler.
Bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, insanların görmediklerini görmelerini sağlayan, hidayetlerine vesile olan bu eserlerin okunmasını teşvik etmenin de çok önemli bir hizmet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerli eserleri tanıtmak yerine, insanların zihinlerini bulandıran, fikri karmaşa meydana getiren, kuşku ve tereddütleri dağıtmada, imanı kurtarmada güçlü ve keskin bir etkisi olmadığı genel tecrübe ile sabit olan kitapları yaymak ise, emek ve zaman kaybına neden olacaktır. İmanı kurtarma amacından ziyade, yazarın edebi gücünü vurgulamaya yönelik eserlerde bu etkinin elde edilemeyeceği açıktır. Bu konuda kuşkusu olanlar varsa, Harun Yahya'nın eserlerinin tek amacının dinsizliği çürütmek ve Kuran ahlakını yaymak olduğunu, bu hizmetteki etki, başarı ve samimiyetin açıkça görüldüğünü okuyucuların genel kanaatinden anlayabilirler.
Bilinmelidir ki, dünya üzerindeki zulüm ve karmaşaların, Müslümanların çektikleri eziyetlerin temel sebebi dinsizliğin fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın yolu ise, dinsizliğin fikren mağlup edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya konması ve Kuran ahlakının, insanların kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde anlatılmasıdır. Dünyanın günden güne daha fazla içine çekilmek istendiği zulüm, fesat ve kargaşa ortamı dikkate alındığında, bu hizmetin elden geldiğince hızlı ve etkili bir biçimde yapılması gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç kalınabilir.
Bu önemli hizmette öncü rolü üstlenmiş olan Harun Yahya külliyatı, Allah'ın izniyle, 21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.




























OKUYUCUYA

•Bu kitapta ve diğer çalışmalarımızda evrim teorisinin çöküşüne özel bir yer ayrılmasının nedeni, bu teorinin her türlü din aleyhtarı felsefenin temelini oluşturmasıdır. Yaratılışı ve dolayısıyla Allah'ın varlığını inkar eden Darwinizm, 140 yıldır pek çok insanın imanını kaybetmesine ya da kuşkuya düşmesine neden olmuştur. Dolayısıyla bu teorinin bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermek çok önemli bir imani görevdir. Bu önemli hizmetin tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise zorunludur. Kimi okuyucularımız belki tek bir kitabımızı okuma imkanı bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya özet de olsa bir bölüm ayrılması uygun görülmüştür.
•Belirtilmesi gereken bir diğer husus, bu kitapların içeriği ile ilgilidir. Yazarın tüm kitaplarında imani konular Kuran ayetleri doğrultusunda anlatılmakta, insanlar Allah'ın ayetlerini öğrenmeye ve yaşamaya davet edilmektedir. Allah'ın ayetleri ile ilgili tüm konular, okuyanın aklında hiçbir şüphe veya soru işareti bırakmayacak şekilde açıklanmaktadır.
•Bu anlatım sırasında kullanılan samimi, sade ve akıcı üslup ise kitapların yediden yetmişe herkes tarafından rahatça anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın anlatım sayesinde, kitaplar "bir solukta okunan kitaplar" deyimine tam olarak uymaktadır. Dini reddetme konusunda kesin bir tavır sergileyen insanlar dahi, bu kitaplarda anlatılan gerçeklerden etkilenmekte ve anlatılanların doğruluğunu inkar edememektedirler.
•Bu kitap ve yazarın diğer eserleri, okuyucular tarafından bizzat okunabileceği gibi, karşılıklı bir sohbet ortamı şeklinde de okunabilir. Bu kitaplardan istifade etmek isteyen bir grup okuyucunun kitapları birarada okumaları, konuyla ilgili kendi tefekkür ve tecrübelerini de birbirlerine aktarmaları açısından yararlı olacaktır.
•Bunun yanında, sadece Allah rızası için yazılmış olan bu kitapların tanınmasına ve okunmasına katkıda bulunmak da büyük bir hizmet olacaktır. Çünkü yazarın tüm kitaplarında ispat ve ikna edici yön son derece güçlüdür. Bu sebeple dini anlatmak isteyenler için en etkili yöntem, bu kitapların diğer insanlar tarafından da okunmasının teşvik edilmesidir.
•Kitapların arkasına yazarın diğer eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin ise önemli sebepleri vardır. Bu sayede kitabı eline alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz özellikleri taşıyan ve okumaktan hoşlandığını umduğumuz bu kitapla aynı vasıflara sahip daha birçok eser olduğunu görecektir. İmani ve siyasi konularda yararlanabileceği zengin bir kaynak birikiminin bulunduğuna şahit olacaktır.
•Bu eserlerde, diğer bazı eserlerde görülen, yazarın şahsi kanaatlerine, şüpheli kaynaklara dayalı izahlara, mukaddesata karşı gereken adaba ve saygıya dikkat etmeyen üsluplara, burkuntu veren ümitsiz, şüpheci ve ye'se sürükleyen anlatımlara rastlayamazsınız.









GİRİŞ

Çoğu insan şirkin büyük bir sapkınlık olduğunu duyar, ama bunun kendisiyle uzaktan ya da yakından ilgili olduğunu hiç düşünmez. Müşriklerin, yani şirk koşanların, sadece taştan ya da tahtadan oyulmuş totemlere secde eden insanlar olduklarını sanır. Ona göre müşrikler, sadece Peygamberimiz'den önce Kabe'deki putlara tapan cahiliye Arapları ve onlara benzer ilkel putperestlerdir.
Oysa şirk, sadece tahtadan oyulmuş putlara tapmakla sınırlı bir kavram değildir ve sanılanın aksine pek çok toplumda yaygındır. İnsanın Allah'ın rızasına muhalif olarak kendisine hayat amacı olarak belirlediği, kendisinden medet umduğu, rızasını aradığı her varlık, Allah'ın rızasına tercih ettiği herşey Allah'tan başka edindiği birer ilahtır aslında. Bu nedenle şirki uzak görmemek, onun insanın çok yakınında olabileceğine ihtimal vermek gerekir.
Bununla birlikte şirk, insanın kaçınması gereken günahların en başında gelmektedir. Çünkü bu, Allah'a karşı işlenebilecek en büyük suçtur. Allah'la birlikte başka bir ilah edinerek O'na ortak koşmak, O'na karşı iftira etmek, elbette ki en büyük suçu ve saygısızlığı işlemek anlamına gelir. İşte bu yüzden Allah dilediği günahı affedeceğini ancak şirki asla affetmeyeceğini, şirkin aslında büyük bir sapkınlık olduğunu Kuran'da özellikle bildirmiştir:

Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır. (Nisa suresi,116)

Işte şirkten sakınmanın önemi burada yatmaktadır. Allah'ın bu kadar ehemmiyetle üzerinde durduğu, bağışlamayacağını bildirdiği, sapkınlık olarak nitelendirdiği bir günah elbette ki müslümanların en çok kaçınacakları ve imtina edecekleri durumdur. Üstelik bunlardan başka Kuran'ın pek çok yerinde Allah müminleri şirke karşı uyarmış, onları bu en büyük kötülükten şiddetle sakındırmıştır. Hz. Lokman'ın oğluna verdiği, "Ey oğlum, Allah'a şirk koşma. Şüphesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür." (Lokman Suresi, 13) şeklindeki öğüt de bunlardan biridir. Şirkin bu derece önemli bir konu olmasının bir diğer sebebi ise insanın amellerinin boşa gitmesine ve hüsrana uğramasına neden olmasıdır. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilmektedir:

Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu: Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrana uğrayanlardan olacaksın. (Zümer Suresi, 65)

Açıkça görüldüğü gibi Allah'a şirk koşmak son derece tehlikeli, telafisi mümkün olmayan, insanı cehenneme kadar sürükleyebilecek bir günahtır. Bu nedenle Allah'tan korkan ve O'nun cennetini uman bir kişinin bu tehlikeye karşı dikkatli olması gerekir. Ancak dikkatli olabilmek için de öncelikle onu tanımak, nelerin şirkin kapsamına girdiğini bilmek gerekir. Bunu bilen insan bir parça dahi Allah korkusuna sahipse bu günahı işlemekten şiddetle sakınacaktır.
Bu kitap, şirki Kuran'ın açıkladığı gerçek anlamıyla tarif etmek ve içinde yaşadığımız toplumda normal sayılan pek çok davranışın gerçekte şirkin ta kendisi olduğunu anlatmak amacıyla hazırlanmıştır. Umulur ki, amacına ulaşır ve insanların tüm bu putları bırakıp, sadece ve sadece gerçek Rableri olan Allah'a kulluk etmelerine vesile olur.
Ancak şunu da hatırlatmak gerekir ki kişinin bu tehlikeyi kendisinden uzak görmesi, bundan müstağni olması, kendisinde şirkin kesinlikle olmadığını düşünmesi çok büyük zarar getirir. Çünkü böyle bir insan konuyu düşünmeye dahi gerek görmeyecek, anlatılan konuları, verilen örnekleri üzerine almayacak ve dolayısıyla eğer şirke düşüyorsa, böyle yaşamaya devam edecektir. Bunun sonucunda ise şirk içinde ölecek ve Allah'ın huzuruna böyle bir günah ile çıkacaktır. Bu ise, hiçbir müslümanın istemeyeceği bir durumdur. Bu nedenle yapılması gereken bu kitapta anlatılanları kişinin sanki kendisine anlatılıyormuş gibi samimiyetle okuması, üzerinde samimiyetle düşünmesi ve verilen örneklere benzer hatalara düşmekten, hatta şirki andırır bir tavır sergilemekten dahi şiddetle kaçınmasıdır. Bu şekilde davranan kişi elbette ki kazançlı çıkacaktır. Çünkü insan aciz ve hataya düşebilen bir varlıktır. Ancak önemli olan hata yapmak değil hatayı anlayıp hemen vazgeçmektir. Burada ele alınan konu yani şirk ise çok tehlikeli bir hata olduğu için kişinin böyle bir günaha düşmekten çok korkması, kendisini bu konuda sürekli kontrol etmesi gerekir. İnsanın olası hataları baştan reddetmek yerine, hatalı olabileceğine ihtimal vererek konuya yaklaşması her zaman kazançlı çıkmasına vesile olacaktır.


ŞİRK NEDİR?

Şirk, kelime manası olarak "ortaklık" demektir. Şirk terimi, Türkçe Kuran meallerinde, yer yer Allah'a "eş koşmak", "ortak koşmak" olarak da tercüme edilmiştir.
Kuran'da şirk, herhangi birşeyi veya herhangi bir kimseyi ya da herhangi bir kavramı, değerlendirme, tercih etme ya da ona önem ve kıymet verme veya onu üstün tutma bakımından Allah'la eşit veya daha ileri bir düzeyde görmek ve bu çarpık bakış açısıyla hareket etmek anlamında kullanılır. Kuran'da bu tutum Allah'tan başka ilah edinmek olarak tanımlanır.
Kuran'ın temel mesajı ise Allah'tan başka ilah olmadığıdır. Bu mesaj, Kurani ifadeyle, "La ilahe illallah"tır. Bu ifade Kuran'da pek çok kereler önemle tekrarlanır ve imanın birinci şartı olarak vurgulanır. Yalnız bu noktanın müslümanlar tarafından çok iyi kavranılması ve derinlemesine düşünülmesi gerekir. Zira Allah'ın tek güç ve kudret sahibi olduğu, tek ilah olduğu çok kesin bir gerçektir, fakat bu gerçeği yalnızca zahir manasıyla değerlendirmek büyük yanlış olur. Kuran'a baktığımızda, bu temel gerçeğin aksine bir inanç, tutum ve davranışın şirk olduğunu görürüz. Bu nedenle şirki en genel anlamda, "La ilahe illallah" gerçeğinin dışında, Allah'tan başka "güç ve kudret sahipleri", "ilahlar" olduğu gibi yanlış bir tavır ve anlayışa saplanmak şeklinde tanımlayabiliriz.
Burada ilah teriminin ne anlama geldiğini bilmek elbette konunun özünü anlamak açısından oldukça önemlidir. Bizim için önemli ve geçerli olan tanım Kuran'ın tarif ettiğidir. Kuran bize Allah'ı birçok sıfatıyla tanıtmış ve O'ndan başka ilah olmadığını bildirmiştir. Buradan da anlaşılmaktadır ki ilah, Allah'ın Kuran'da bildirilen bu sıfat ve özelliklerine sahip olan varlıktır. Dolayısıyla yegane ilah Allah'tır. Allah'ın sıfatlarına sahip olan başka hiçbir varlık yoktur ve olamaz. Bu yüzden Allah'ın herhangi bir sıfatına başkasının sahip olduğunu iddia etmek "Allah'tan başka ilahlar edinmek", diğer deyimle "şirk koşmak" anlamına gelir.
Burada ince bir ayrımı belirtmek yerinde olacaktır. Örneğin, Allah'ın sıfatlarından biri olan "Gani" yani "Zengin" terimi insanlar için de kullanılır. Elbette bu vasfı kulanmanın, bu kişinin mali durumunu tarif etmek açısından hiçbir sakıncası yoktur. Ancak, şirke yol açan durum bu zenginliğin kişinin kendisinden kaynaklandığını zannetmektir. Durum böyle olunca zenginliğin gerçek sahibinin Allah olduğu unutulur. Bu kişinin sahip olduğu herşeyi ona Allah'ın verdiği, Allah'ın Gani sıfatıyla bu kişide tecelli ettiği, verdiği herşeyi dilerse bir anda geri alabileceği gözardı edilmiş olur. Dolayısıyla Allah'tan başka herkesin mutlak fakir ve aciz olduğu, ancak dilediği kulları üzerinde dilediği sıfatlarıyla tecelli edebileceği düşünülmemiş olur. Bunun sonucunda o kişi sahip olduğu mal, mülk ve zenginliğin gerçek sahibi zannedilerek, onun kendiliğinden böyle bir sıfata sahip olduğu, zenginliğinin kendisinden kaynaklandığı sanılır. Bu çok cahilce bir yaklaşımdır ve bunun birkaç adım sonrası şirktir. Çünkü bu bakış açısıyla hareket edildiğinde Allah tamamen unutulur ve o kişiye hakkı olmayan bir ilahlık vasfı verilmiş olur. Doğru olan tavır ise zenginliğin asıl sahibinin Allah olduğunu bilmek, O'nun göklerin ve yerin mülkünün tek hakimi olduğunu takdir etmek ve insana verdiği bu zenginliği Allah'ın dilediği anda alabileceğinin de bilincinde olmaktır. Zenginlik verilen kişiyi değerlendirirken de onun zengin ya da fakir olması önemli olmamalı, onun Allah'ın bir kulu olduğu düşünülmelidir. Örneğin bu kişinin aile üyeleri malın asıl sahibi olarak onu görürlerse, yalnızca ondan medet umarlarsa, malın esas malikinin Allah olduğunu unuturlarsa bu çok yanlış bir bakış açısı olur. Aynı şekilde bu kişinin yanında çalışan insanlar da kendilerini yediren ve içirenin, barındıranın Allah olduğunu unutmamalıdırlar. Allah'ı unutup, patronlarını müstakil bir güç olarak değerlendirirlerse bu çok büyük bir akılsızlık olur. Nitekim bu gerçek insanlara Kuran'da da bildirilmiştir:

"… Gerçek şu ki, sizin Allah'tan başka taptıklarınız, size rızık vermeye güç yetiremezler; öyleyse rızkı Allah'ın katında arayın, O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Siz O'na döndürüleceksiniz." (Ankebut Suresi, 17)

Bir başka örnek verecek olursak, Kuran'da Allah'tan başka güç ve kuvvet sahibi olmadığı bildirilir. (Kehf Suresi, 39) Yarattıklarının sahipmiş gibi göründükleri güç ve kuvvet ise gerçekte Allah'a ait olan sonsuz gücün onlardaki bir yansımasıdır. Allah dilediği anda bu gücü kendilerinden geri alabilir. Bu nedenle bir kimseyi, Allah'ın kendisine bu dünyada geçici olarak ve imtihan için verdiği güç ve kudret nedeniyle gözde büyütmek, ona hayran olmak, bu gücü ona aitmiş, kendisinden kaynaklanmış gibi görmek bir nevi onu ilahlaştırmak olur. Gerçekte büyük görülmesi, hayran olunması, kendisinden medet umulması gereken yegane mutlak güç Allah'tır. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilir:

"Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir." (Hac Suresi, 74)

Aynı mantık Allah'ın yarattıklarında tecelli eden, yani yansıyan diğer tüm sıfatları için de geçerlidir. Bunları değerlendirirken de bu sıfatların asıl sahibinin Allah olduğunu bilmek, insanlarda görülenin yalnızca bir tecelli olduğunu idrak etmek gerekir.


Şirkin çıkış noktası: "Benlik verme"

Şirk kavramının temeline inersek, en başta Allah'ın yarattıklarına "benlik verme", yani etrafındaki kişilere ve eşyalara Allah'tan bağımsız, müstakil varlıklarmış gözüyle bakma gibi çarpık bir yaklaşımla karşılaşırız. Bu yanlış bakış açısına göre hem Allah'ın sahip olduğu zenginlik, güzellik, güç ve ihtişam vardır hem de insanların. Yani insanlar da müstakil olarak bu şekilde zenginliğe, güce, ihtişama sahiptirler. İleride daha detaylı olarak da anlatılacağı üzere bu, son derece yanlış ve çarpık bir bakış açısıdır. Bir kimseye veya bir eşyaya bu gözle bakmak, onun sahip olduğu özellikleri kendisinden bilmek, bu özelliklerin onda müstakil ve mutlak olarak var olduğunu sanmak, bundan dolayı o kişiye değer vermek ya da ondan korkmak ona benlik vermek demektir.
Kurani bilgi ve tefekkür eksikliğinden kaynaklanan bu çarpık bakış açısı da şirkin çıkış noktasını oluşturur. İlerki bölümlerde de inceleyeceğimiz gibi her türlü şirk çeşidinin, müşrik tavrının ardında bu benlik verme yanılgısı vardır. Oysa samimi bir mümin olma yolundaki herkes, önce imanını "muvahhid", yani Allah'ı birleyen, O'na hiçbir şeyi şirk koşmayan bir temel üzerine kurmalıdır. Bunun için de herkesin ve herşeyin, varlıklarını Allah'a borçlu olduğunu her an hatırlaması gereklidir. Onlar Allah'ın dilemesiyle var olmuşlardır. Varlıklarını Allah ayakta tutmaktadır ve dilediği an dilediğini yok edip ortadan kaldırabilir. Ayrıca herkese ve herşeye sahip olduğu tüm özellikleri veren de yine Allah'tır. Güç, imkan, zeka, güzellik, şöhret, makam hepsi Allah'ın dilemesiyle olan özelliklerdir. Allah dilediği anda bunları kişinin elinden alabilir. Bu, Allah'a göre çok kolaydır. Allah her yerde ve herkeste değişik şekillerde tecelli eder. İnsanlar çevrelerinde hep bu tecellileri seyrederler. Allah'a iman eden bir insanın, hiçbir şeyin Allah'tan bağımsız müstakil bir varlığı olmadığını bu şekilde kalbine iyice yerleştirmesi gereklidir. Ancak bu gerçeğe uygun bir inanç, düşünce ve davranış biçimi içerisinde bulunduğunda şirke düşmekten kendini kurtarabilir.


Şirk Koşanların Geçersiz Mazeretleri

Şirk, tevhid, kulluk, ibadet gibi kavramların gerçek anlamlarını en güzel ve en doğru olarak öğrenebileceğimiz kaynak Kuran'dır. Bu nedenle, her konuda yalnızca Allah'ı ilah edinen bir tavır ve anlayışa, inanç ve davranışa sahip olabilmek ve şirkten korunabilmek, ancak ve ancak Kuran'ı okuyup anlamakla ve ona eksiksiz bir biçimde uymaya çalışmakla gerçekleşir. Dolayısıyla, kişinin iman ettiği ve Kuran'ın hak olduğunu bildiği halde inanç, düşünce, ahlak anlayışı, yaşam tarzı ve değer yargıları bakımından Allah'ın Kuran'da bildirdiği ölçülerden ve mutlak doğrulardan farklı kıstaslar edinmesi ve hayatını bu kıstaslara göre düzenlemesi büyük bir hata olur. Aynı şekilde Allah'ın emirleri yerine başka seçenekleri tercih etmesi, çeşitli gerekçeler öne sürerek Allah'ın hükümlerini terk etmesi her yönden şirkin derinliklerine saplanmasına sebep olur.
Bu konuda insan hangi gerekçeyi öne sürerse sürsün geçerli olmaz. Örneğin bir kimsenin hoşnutluğunu Allah'ın hoşnutluğuna tercih etmek, Allah'ı razı etmek yerine onu razı etmeye çalışmak demek ayrı bir ilah edinmek demektir. Bir kimseden Allah'tan korkar gibi hatta daha fazla korkmak, onun korkusuyla Allah'ın emirlerini ya da hoşnut olacağı fiilleri terk etmek de aynı anlamdadır. Bir kimseyi Allah'ı sever gibi sevmek, o kimseyi Allah'a ortak koşmak, onu Allah'ın yanı sıra başka bir ilah mertebesinde görmek anlamına gelir. Örnekleri biraz daha detaylandırmak mümkündür. Mesela bir kişi dini yaşaması gerektiğini anladığı halde içinde bulunduğu ortamı ya da çevreyi sebep göstererek, onların tepkisini almamak için dinden taviz verdiğini söylüyorsa bu, açık bir şirk göstergesidir. Çünkü bu durumda Allah'ın hoşnut olmasını değil de çevresinde bulunan kişilerin hoşnut olmasını tercih ediyor demektir. Ya da insanın ailesi veya beraber olduğu insan dini kavrayamıyor olabilir, böyle bir durumda kişinin onları üzmemek adına dinin gereklerini terk edip, taviz vermesi de aynı şeyin belirtisidir. Çünkü bu durumda yapılması gereken Allah'ın rızasından asla taviz vermemek, insanların hoşnutluğunu değil de Allah'ın hoşnutluğunu tercih etmektir. İnsan elbette ki ailesine sevgi ve saygıda kusur etmez ama onlar hata içinde bulunuyorlarsa ve kendisini şirk koşmaya çağırırlarsa o zaman ne yapmaları gerektiğini de yine Allah Kuran'da bizlere şöyle bildirir:

Biz insana, anne ve babasına (karşı) güzelliği (ilke edinmesini) tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim. (Ankebut Suresi, 8)

Bu duruma verilecek en iyi örnek Peygamberimiz'in dönemidir. Peygamberimiz dini tebliğ ettiği sıralarda pek çok insan İslam'ın hak olduğunu anlamış, Kuran'ın Allah'ın kitabı olduğunu ve ona uyulması gerektiğini kavramıştır. Fakat bu insanlardan çok azı gerçekten dinin gereklerini yerine getirmiş ve Peygambere uymuştur. Büyük çoğunluğu ise içinde bulundukları toplumdan alacakları tepkiden korkmuşlar, onların tehditlerinden çekinmişler, makamlarını, prestijlerini yitirmekten kaygılanmışlar, peygambere uydukları takdirde ticaretlerinin, mali işlerinin etkileneceğini, müslümanlara vakit ayırınca, dine hizmet edince kayba uğrayacaklarını düşünmüşlerdir. Kimisi bulundukları zorlu ortam nedeniyle inkar edenlerden gelecek kötülüklerden ürkmüş, kimisi o çöl sıcağında peygamberle birlikte olmayı zor görmüş, nefsinin rahatını tercih etmiştir. Sonuçta bakıldığında bu insanlar birtakım gerekçeler öne sürerek dinden taviz vermişlerdir. Ama Kuran ayetleri doğrultusunda bakıldığında bu insanların aslında şirk içinde oldukları hemen anlaşılır. Çünkü bu kişiler vicdanlarıyla doğruyu gördükleri halde ya insanları, ya toplumu, ya parayı, ya mevkilerini ya da nefislerini Allah'ın rızasına tercih etmişlerdir. Allah'tan başkalarını razı etmeye çalışmışlar, Allah'ın dışında varlıklardan medet ummuşlardır.
Yine o dönemde pek çok insan aslında hak olduğunu bildiği halde yalnızca nefsani istekleri nedeniyle veya nefsinin rahatı için dinden taviz vermiştir. Kimisi tehlike altına girmemek, kimisi tembellik yapmak, kimisi hiçbir fedakarlıkta bulunmamak, kimisi de nefsani isteklerini tatmin etmek için ödün vermiş ve nefsini tercih etmiştir. Kuran'da Peygamberin yanında yer almamak için nefisleri adına bahaneler öne süren insanların durumundan şöyle bahsedilir:

"… Onlardan bir topluluk da: "Gerçekten evlerimiz açıktır" diye Peygamberden izin istiyordu; oysa onlar(ın evleri) açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyorlardı." (Ahzap Suresi, 13)

Görüldüğü gibi Peygamber döneminde yaşayan bu insanlar peygamberle ve müminlerle birlikte olmamak, onlarla beraber dini yaşamamak için çeşitli mazeretler öne sürmüşlerdir. Belki o an öne sürdükleri bu mazeretlere kendileri de inanmışlar, çevrelerine de bunun ne kadar mantıklı olduğunu anlatmışlardır. Oysa ki bu mazeretler Allah katında geçersizdir. Bu kişiler yalnızca kendilerini kandırmışlardır, bu durum onları azaptan kurtarmaya yetmemiştir. Çünkü onlar kendi hevalarını, heveslerini, ihtiraslarını, toplum önündeki prestijlerini Allah'ın rızasına tercih etmişlerdir. Kuran ayetlerine bakıldığında bu davranışlarının anlamının "şirk koşmak" olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Bu noktada önemli olan şudur: Peygamberimiz'in döneminde yaşayan insanlar o dönemin şartlarında yukarıda örneklerini verdiğimiz şekillerde denenmişlerdir ama günümüz insanları da denenmektedirler. Nefisleriyle Allah rızası arasında tercih yapmaları gerektiğinde samimi mi davrandıkları yoksa geçmiş dönemlerde yaşayan müşrikler gibi mazeretler mi öne sürdükleri Allah katında bilinmektedir. Herkes ahirette karşılığını buna göre alacaktır. Ve mazeretlerin hiçbir yarar sağlamayacağı, bunların Allah katında kabul görmeyeceği bir Kuran ayetinde şöyle ifade edilir:

"Artık o gün, zulmedenlerin ne mazeretleri bir yarar sağlayacak, ne (Allah'tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilecektir." (Rum Suresi, 57)

Bu yüzden geçmişte olduğu gibi günümüzde de insanların Allah'ın Kuran'la bildirdiği kıstaslardan uzaklaşmamaları, dinden uzaklaşma yönünde geçersiz mazeretler uydurmamaları çok önemlidir. Kuran'ın kıstaslarını terk ederek başka kıstasları benimsemenin de aslında şirk koşmak anlamına geldiği açıktır. Böyle davranan bir kişi herşeyden önce, benimsediği bu kıstasları koyanı Allah'ın dışında bir kural koyucu olarak görüyor, yani onu Allah'a şirk koşuyor demektir. Bu kıstasları koyan kişi, kendisi, babası, dedesi, ataları, arkadaşı, patronu, içinde yaşadığı toplum, çeşitli felsefe ve ideolojilerin kurucuları ve uygulayıcıları, vs. olabilir. Bu açıdan bakıldığında, bile bile hak dinin, yani İslam'ın çizdiği yoldan farklı bir yolu benimseyen, başka yolları seçen kimse şirkin içine girmiş demektir. Bu kişi kendisini dinsiz, ateist, hıristiyan, yahudi vs. olarak tanımlayabilir. Hatta müslüman olduğunu bile iddia edebilir... Fakat namaz kılıyor, oruç tutuyor, İslam'ın birçok şartını yerine getiriyor da olsa tek bir noktada bile Kuran'a muhalif bir anlayışı, düşüncesi, değer yargısı varsa, Allah'ın Kuran'da bildirdiği emirleri, hoşnut olduğu tavırları terk edip yerine başkalarını tercih ediyorsa o kişi şirke düşmüş olabilir. Çünkü kendisine Allah'tan başka kural koyucu(lar) edinmiştir.
Yalnız şu nokta çok önemlidir: Allah'a ortak koşan birisinin, mutlaka ortak koştuğu şey için, "bu da bir ilahtır", "ben bunu Allah'tan başka bir ilah ediniyorum, buna da tapıyorum" demesi veya bu şekilde düşünmesi gerekmez. Şirk, herşeyden önce kalpte olur, daha sonra düşünce ve hareketlere yansır. Kuran'dan anladığımıza göre bir kişinin şirke girmesinin temelinde daha önce de belirtildiği gibi Allah'tan başka herhangi bir şeyi Allah'a tercih etmesi yatar. Şirk koşan insanlarda genelde Allah'ın mutlak bir inkarı söz konusu değildir. Hatta müşriklerin büyük bir bölümü kendilerinin müşrik olduklarını açıkça kabullenmek ve kendilerine böyle bir vasfı kondurmak istemezler. Vicdanlarını örttükleri ve kendilerini kandırdıklarından ötürü ahirette bile şirklerini inkar ederler. Onların bu durumları ayette şöyle bildirilir:

Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: "Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?" Sonra onların: "Rabbimiz olan Allah'a and olsun ki, biz müşriklerden değildik" demelerinden başka bir fitneleri olmadı. Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup-uzaklaştı. (En'am Suresi, 22-23)



KURAN'DA MÜŞRİKLER KAÇ SINIFA AYRILIR?

Kuran'da şirk konusuna pek çok açıdan yer verilmiştir. Şirkin genel mantığı her zaman aynı olsa da, şirk koşmanın pek çok çeşidi olduğu Kuran'da bildirilmektedir. Şirk ve şirk koşanların durumlarının anlatıldığı ayetler incelendiğinde müşriklerin hepsinin, ortak bir özellik olarak Allah'tan başka ilahlar, yani yol göstericiler, hüküm koyucular, düzen kurucular, dostlar, yardımcılar edinen kimseler oldukları görülür. Ancak şirk koştukları şeyler bakımından müşriklerin çeşitleri vardır. Kuran'da tanımlanan ve bahsi geçen belli başlı müşrik çeşitlerini şu başlıklar altında inceleyebiliriz.


Kitap Ehli

Kitap ehli, Kuran'da hıristiyanları ve yahudileri tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Gerek hıristiyanlardan gerekse musevilerden büyük bir kitle hak dinin özünden uzaklaşarak, şirke dayalı bir din anlayışına sapmışlardır. Ama bu konuda bir genellemeye gitmek, bu iki dinin mensupları hakkında genelleme yaparak konuşmak da büyük hata olur. Burada ele alınan kitle, kitap ehli içinde şirke düşen çoğunluktur. Bu insanların şirke sapması, peygamberlerini ve din adamlarını ilahlaştırmaları sonucunda olmuştur. Hıristiyanlar en başta peygamberleri Hz. İsa'yı ilahlaştırarak şirke düşmüşlerdir. Günümüzde de hristiyanlığın içindeki müşrikler Hz. İsa'nın (haşa) Allah'ın oğlu olduğunu, dolayısıyla onun da bir ilah olduğunu iddia ederler:

Andolsun, "Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler küfre düşmüştür. Oysa Mesih'in dediği (şudur:) "Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur."
Andolsun, "Allah üçün üçüncüsüdür" diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir ilahtan başka ilah yoktur. Eğer söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan inkâr edenlere mutlaka (acı) bir azab dokunacaktır. (Maide Suresi, 72-73)

Bu iki kavmin Allah'a şirk koştukları diğer kişiler ise din adamlarıdır. Yahudilerden bir kısmı hahamlarının Allah adına uydurdukları hükümleri adeta ilahi hükümlermiş gibi benimsemişlerdir. Tarih boyunca Tevrat'a ve diğer din kitaplarına eklenen bu hükümler, yahudi halkının büyük çoğunluğu tarafından asırlardan beri din adına uygulanagelmektedir. Halk din adamlarına, dinde hüküm koyucu, hatta Allah'ın hükümlerini değiştirici bir vasıf vererek onları Allah'a şirk koşmaktadır.
Aynı durum hıristiyanlar için de geçerlidir. Onlardan da çoğunluk sayılabilecek bir kitle din adına kendilerine hükmeden rahipleri, papazları ve din adamlarının izinden yüzyıllar boyu körü körüne gitmişlerdir. Allah'ın gönderdiği hak dini değil, onların şekil verdikleri bir din anlayışını benimsemişlerdir.
Her iki dinin de din adamlarından bazıları, tarih boyunca Tevrat'ta ve İncil'de ekleme, çıkarma ve değiştirmeler yaparak bu kitapları tahrif etmişlerdir. Her iki ilahi kitabın getirdiği hak din de bu şekilde aslından uzaklaşarak bazı müşrik din adamlarının elinde birer şirk dinine dönüşmüştür. Allah şirke sapan her iki kavmin de içinde bulundukları durumdan aşağıdaki ayette şöyle bahseder:

Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rablar (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i de... Oysa onlar, tek olan bir ilah'a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir. (Tevbe Suresi, 31)

Başka birçok ayette de kitap ehlinden şirk koşanlar kınanmaktadır. Allah Kuran'da şirke sapan her iki dinin mensuplarını da bütün hak dinlerin özüne, yani Allah'ı tek bir ilah edinip O'ndan başkasına kulluk etmemeye davet etmektedir:

De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim." Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız." (Al'i-İmran Suresi, 64)

Burada bir noktanın tekrar hatırlatılmasında yarar vardır.Burada konu edilen kesim hıristiyanların ve musevilerin içindeki müşriklerdir. Unutmamak gerekir ki her dinin içinde müşrik konumunda insanlar olabilir, hak dini yaşayan kişiler arasından da şirke sapan insanlar zaman zaman çıkmaktadır. Yoksa tüm kitap ehlini bu şekilde nitelendirmek asla söz konusu değildir. Bu bakımdan yahudilerden ve hıristiyanlardan ihlaslı olup, Allah'ı bir ve tek ilah olarak kabul eden, O'na asla ortak koşmayan insanları tenzih ederiz. Nitekim Kuran'da da böyle bir kesimin varlığı haber verilmiştir:

Onların hepsi bir değildir. Kitap Ehli'nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. Onlar hayırdan her ne yaparlarsa, elbette ondan yoksun bırakılmazlar. Allah, muttakileri bilendir. (Al-i İmran Suresi, 113-115)

Şüphesiz, Kitap Ehlinden, Allah'a; size indirilene ve kendilerine indirilene -Allah'a derin saygı gösterenler olarak- inananlar vardır. Onlar Allah'ın ayetlerine karşılık olarak az bir değeri satın almazlar. İşte bunların Rableri katında ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. (Al-i İmran Suresi, 199)

Ayrıca Kuran'da müslümanların, kitap ehlinden şirk koşanları hak dine güzel öğütle davet etmeleri, onlara şirk koşmanın yanlış olduğunu tebliğ etmeleri de emredilmiştir:

De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim." Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız." (Al-i İmran Suresi, 64)


Güç sahibi gördükleri kişileri ilah edinenler

Bu konuda Kuran'dan verilebilecek en belirgin örnek Firavun'un kavmidir. Zira bu kavim başlarında bulunan kişiyi yani kendi yöneticilerini ilah edinmiştir. Firavun, yakın çevresi ve kavminin oluşturduğu şirk sistemi ve bu sistemin özellikleri aslında her çağda, her toplumda görülebilecek evrensel bir modeldir. Firavun, kavmi içinde ilahlığını ilan etmiş, kavmi de kendisine boyun eğmiştir. Firavun'un ilahlığını dile getirdiği bir ifadeyi Allah Kuran'da şöyle bildirmektedir:

Sonunda (yardımcı güçlerini) topladı, seslendi; Dedi ki: "Sizin en yüce Rabbiniz benim." (Naziat Suresi, 23-24)

Firavun'a öncelikle tabi olan ve onu destekleyenler kendi yakın çevresiydi. "Firavun dedi ki: 'Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum...'" (Kasas Suresi, 38) ayetinden de anlaşıldığı gibi Firavun, kavminin önde gelenleri üzerinde bir hakimiyet kurmuş ve ilahlık iddiasını onlara kabul ettirmişti. Onlar da halk üzerinde imtiyaz sahibi oldukları için bu sistemin kendileri için karlı olacağını düşünmüşlerdi ve Firavun'dan menfaat ummuşlardı. Bu nedenle onun ilahlık iddia ettiği bir düzeni severek benimsemişlerdi. Ancak bu tutumları onları helaka sürükledi. Kendilerini dünyada yakalayan ve ahirette de sonsuza dek bırakmayacak korkunç bir azaba mahkum oldular. Kuran'da Firavun'un emrine uyan önde gelenlerin durumu ve akıbetleri şöyle anlatılır:

Firavun'a ve onun önde gelen çevresine. Onlar Firavun'un emrine uymuşlardı. Oysa Firavun'un emri doğruya-götürücü değildi. O, kıyamet günü kavminin önderliğine geçer, böylece onları ateşe götürmüş olur. Sonunda vardıkları yer, ne kötü bir yerdir. Onlar, burda da, kıyamet gününde de lanete tabi tutuldular. Verilen bağış, ne kötü bir bağıştır. Bunlar, sana doğru haber (kıssa) olarak aktardığımız nesillerin haberleridir. Onlardan kimi ayakta kalmış, (hâlâ izleri var, kimi de) biçilmiş ekin (gibi yerle bir edilmiş, kalıntısı silinmiş) dir. Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendi nefislerine zulmettiler. Böylece Rabbinin emri geldiği zaman, Allah'ı bırakıp da taptıkları ilahları, onlara hiçbir şey sağlayamadı, 'helak ve kayıplarını' arttırmaktan başka bir işe yaramadı. (Hud Suresi, 97-101)

Yakın çevresinden sonra Firavun'a boyun eğen diğer kesim de Firavun'un ordusu ve hükmü altındaki Mısır halkıydı. Fakir, güçsüz ve muhtaç olan halk Firavun tarafından küçümsenerek ezilince onu büyük bir güce sahip görmüş ve emrine boyun eğmişti:

Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?"... Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdi. (Zuhruf Suresi, 51-54)

O sırada Mısır'da esaret altında olan İsrailoğulları'nın önemli bir bölümü de baskı ve korkudan kaynaklanan bir şirk içindeydiler. Onlar da Mısır halkının diğer bölümü gibi Firavun'un Allah'tan bağımsız –Allah'ı tenzih ederiz- bir gücü olduğunu zannediyor ve ondan Allah'tan korkar gibi korkuyorlardı. Bu nedenle Firavun'un boyunduruğunda yaşamayı, Allah'ın elçileri ile gönderdiği dine iman etmeye tercih etmişlerdi:

Sonunda Musa'ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla- iman eden olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı. (Yunus Suresi, 83)

Firavun'un halkı baskı, korkaklık, cahillik, her ne pahasına olursa olsun çıkarlarını koruyabilme kaygısı gibi sebeplerle Firavun'u ilahlaştırmışlar, onun düzenini Allah'ın dinine tercih ederek müşrik bir toplum haline gelmişlerdir. Oysa onların yapmaları gereken şey, tek ilahın Allah olduğunu bilip, yalnızca O'ndan korkmak, O'na dayanıp güvenmek ve O'nun razı olacağı şekilde hareket ederek peygamberlerinin izinden gitmekti. Şayet gücün tek sahibinin Allah olduğunu, Firavun'un müstakil bir güce sahip olmadığını bilselerdi, ve bu gerçeğe iman etselerdi Firavun'dan çekinmez, onun vereceği azaptan korkmazlardı. Firavun'un Allah'ın kontrolünde olan aciz bir varlık olduğunu anlasalardı, ona müstakil bir benlik vermemiş olsalardı, böylelikle şahsiyetli davranabilir ve Firavun'a boyun eğmeyebilirlerdi. Aslında Firavun'un sahip olduğunu düşündükleri mülk ve zenginlik, ihtişam, askeri güç, idare gerçekte Allah'a aitti. Onlar bu gerçeği kavrayamadıkları ve Allah'ın gücünü de hakkıyla takdir edemedikleri için Firavun'un zahirdeki gücüne aldandılar. Allah'ın dilediği anda Firavun'un sahip olduğu herşeyi alabileceğini bilselerdi böylesine çirkin bir müşrik ahlakı göstermez, böylesine aşağılanmazlardı. Nitekim Allah Firavun'u suda boğarak istediği anda elinden tüm gücünü alabileceğini de göstermiştir. Aslında Firavun'u ilahlaştıran müşrikleri utandıracak bir örnektir bu… İşte bu yüzden Firavun'un kavmi her türlü müşrik toplum modeline apaçık bir örnektir. Bu model, asırlar boyunca dünyadaki pek çok ülkenin insanları tarafından da yaşanmış yaygın bir şirk çeşididir.


Putlara tapanlar

Allah'a şirk koşulan canlı veya cansız herşeyin "put" olarak isimlendirilebileceğini önceki bölümlerde ifade etmiştik. Fakat bu bölümde "put" kelimesini en klasik anlamda, yani taş, metal, tahta gibi maddelerden şekil ve suret verilerek yapılan heykeller için kullanacağız. İlk bakışta insan, bu tür putlara tapınmanın eski toplumların ya da günümüzde bilim ve teknolojinin ulaşmadığı bazı ilkel totemci kabilelerin adeti olduğu hissine kapılabilir. Ancak bu olayı göründüğü kadar basite indirgemek doğru değildir. Çünkü bu tür bir şirkin özünde bu heykellerin temsil ettikleri kişiler ya da kavramlar yatar. Bu nedenle, puta tapanlar genelde bu putların bizzat kendilerinden ziyade, onların çağrıştırdıkları düşünce, zihniyet ve yaşam biçimini benimserler. Bu şekilde, yol gösterici, hüküm koyucu, koruyucu, kurtarıcı olarak Allah'a ortak koştukları varlıkları, yonttukları heykellerde ölümsüzleştirmeye çalışırlar. Sonuçta putları yontmanın temelinde sembolik bir mantık yatar. Yontulan putlar aslında şirk koşulan varlığı, kişiyi ya da kavramı temsil ederler. Bu nedenle aslıyla aynı saygı ve hürmete tabi tutulurlar. Gerçekte şirk koşulan ise bunların temsil ettikleri mana ve zihniyettir. Kuran'dan, Hz. İbrahim'in müşrik kavminin de benzer şekilde temsili heykeller yontarak bunlara tapındıklarını öğrenmekteyiz:

Hani babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin, karşılarında bel büküp eğilmekte olduğunuz bu temsili heykeller nedir? "Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk" dediler. (Enbiya Suresi, 52-53)

Ayetten anlaşıldığı gibi bu tür tapınmalar insanlara atalarından miras kalmaktadır. Dolayısıyla puta tapmak, gerçekte ne kadar mantıksız bir hareket olsa da, çocukluktan itibaren alınan telkinler sonucunda en modern toplumlarda bile yadırganmayacak sosyal bir davranış biçimi haline gelebilmektedir.
Yontulan putların bir özelliği de zamanla bunların, temsil ettikleri kişi ya da kavramla aynı vasıfta tutulmaya başlanmasıdır. Örneğin Hindistan'da başlangıçta Buda'nın şahsı ilahlaştırılmıştır. Daha sonra kendisini temsilen heykelleri yapılarak hatırası ve düşünce sistemi korunmaya çalışılmıştır. Bugün ise bizzat bu heykeller ilahlaştırılmış ve insanların tapındıkları, hürmet ettikleri, dua ettikleri, yardım istedikleri putlar haline gelmişlerdir. Dünyanın pek çok yerinde benzer mantıkta çeşitli puta tapınma şekilleri mevcuttur.
Kuran'ın indirildiği dönemde de Arapların çok sayıda ve çeşitte putları olduğunu tarihten biliyoruz. Nitekim Kuran ayetleri de onların bu durumunu doğrulamaktadır. Tarihi belgeleri incelediğimizde bu putların aslında belirli kavramları temsil ettiklerini, bir nevi simge niteliğinde olduklarını da açıkça görürüz. Yani aslında Arap toplumu da sanıldığı gibi yalnızca taştan, tahtadan yontulmuş şekillerin, heykellerin bizzat kendisine tapmıyordu. Onun temsil ettiği anlama tapıyordu. Örneğin güç, para, kadın, bereket gibi anlamlar taşıyordu bu putlar. Dolayısıyla müşrikler de bu anlamlara yani güce, paraya, kadına vb. tapıyorlardı. Bu mantıkla bakıldığında putların aslında günümüz toplumlarının taptığı ve dine karşı tercih ettikleri değerlerden çok da farklı şeyler olmadıkları anlaşılır. Bu nedenle müşriklerden, putperestlerden bahsederken onları çok ilkel kabileler, çok ilkel insanlar olarak görmek hatalı olur. Geçmişte yaşamış putperestler de günümüz insanları gibi normal insanlardı; Allah'ın varlığını biliyorlardı, fakat para, güç, zenginlik, kadın gibi kavramlara haddinden fazla değer vererek, onları ilahlaştırdıkları için putperest olmuşlardı.
Kuran'da putperestlikle ilgili verilen örneklerden bir diğeri de yine İsrailoğulları ile ilgilidir. Hz. Musa ile birlikte Firavun'un kavminden kurtulan İsrailoğulları yolculukları sırasında puta tapan bir kavimle karşılaşmışlar ve Musa peygamberden kendilerine aynı şekilde bir put yapmasını istemişlerdir. Bu durum Kuran'da şöyle anlatılır:

İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa'ya dediler ki: "Ey Musa, onların ilahları (var; onların ki) gibi, sen de bize bir ilah yap." O: "siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" dedi. Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler (ibadetler) de geçersizdir." (Araf Suresi, 138-139)

Görüldüğü gibi İsrailoğulları cahilce bir tavır gösterip, gözleriyle gördükleri, önünde eğilecekleri, seramoni yapacakları, belki de gösterişli törenler yapacakları bir ilah istemektedirler. Bu durum onların Allah'ı kadrini takdir edemedikleri ve kavrayamadıklarının göstergesidir. Hz. Musa kendilerine gerçeği açıkladığı halde peygamberleri yanlarından ayrılır ayrılmaz hemen kendilerine putlar edinmişlerdir. Bu, çok büyük bir sapkınlıktır. Nitekim ardından pişmanlığa kapıldıkları, Kuran'da şöyle bildirilmiştir:

(Tura gitmesinin) Ardından Musa'nın kavmi süs eşyalarından böğürmesi olan bir buzağı heykelini (tapılacak ilah) edindiler. Onun kendileriyle konuşmadığını ve onları bir yola da yöneltip-iletmediğini (hidayete erdirmediğini) görmediler mi? Onu (tanrı) edindiler de, zulmedenler oldular.
Ne zaman ki (yaptıklarından dolayı pişmanlık duyup, başları) elleri arasına düşürüldü ve kendilerinin gerçekten şaşırıp-saptıklarını görünce: "Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa kesin olarak hüsrana uğrayanlardan olacağız" dediler. (Araf Suresi, 148-149)

Ancak Allah'ın buzağıyı ilah edinenlere verdiği cevap şöyledir:

Şüphesiz, buzağıyı (tanrı) edinenlere Rablerinden bir gazab ve dünya hayatında bir zillet yetişecektir. İşte biz, 'yalan düzüp-uyduranları' böyle cezalandırırız. (Araf Suresi, 152)

Yukarıdaki ayetten de anlaşılmaktadır ki Allah kendisine şirk koşanları dilediği takdirde affetmemektedir. Çünkü ayette de ifade edildiği gibi Allah'a şirk koşanlar aslında yalan düzüp uydurmaktadırlar. Bir ve tek olan ilahın Allah olduğu apaçık bir gerçekken, onlar sahte ilahlar edinmektedirler. Bu uydurma ilahların önünde bel büküp eğilmek ise Allah'a karşı işlenmiş çok çirkin bir suçtur.


Cinlere tapanlar

İnsanların Allah'a ortak koştukları varlıklardan biri de cinlerdir. Cinler, yaratılış bakımından insanlardan farklı bir yapıya sahiptirler. Kuran ayetlerinde cinlerin, insanın aksine, topraktan değil, ateşten yaratıldıkları belirtilmiştir. (Rahman Suresi, 15) Cinler her zaman gözle görünmedikleri, insanlardan farklı birtakım güç ve özelliklere sahip olduklarından, onlarla muhatap olan bazı cahil ve zayıf karakterli kimseler, cinleri gözlerinde büyütüp onlardan medet ummaya başlarlar. Cinlerin, sanki Allah'tan bağımsız varlıklarmış gibi kendilerine ait güçleri olduğunu sanır, onlardan yardım umar, onların himayesine girer, onlardan korkar, onlara bağlanırlar. Kısaca onları ilah edinirler. Bu durum ayetlerde şöyle haber verilir:

"Bir de şu gerçek var: İnsanlardan bazı adamlar, cinlerden bazı adamlara sığınırlardı. Öyle ki, onların azgınlıklarını arttırırlardı." (Cin Suresi, 6)

Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa onları O yaratmıştır... (En'am Suresi, 100)

Oysa, cinler de tüm yaratılmışlar gibi Allah'ın kullarıdır. Allah'ın kendilerine verdiği dışında hiçbir güç ve bilgileri yoktur. İnsanlar gibi müminleri ve kafirleri vardır. Bu dünyada imtihan olur, ahirette de imani durumlarına göre cennete veya cehenneme gönderilirler. Kuran'ın birçok ayetinde, özellikle de Cin Suresi'nde cinlerle ilgili önemli bilgiler verilmiştir. Bu ayetlerin birinde Allah cinlerle ilgili olarak şöyle der:

Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zariyat Suresi, 56)

Görüldüğü gibi cinlerin yaratılış amacı Allah'a kulluk ve ibadet etmektir. Yani cinler de aynı insanlar gibi Allah'ın yaratmasıyla hayat bulan, her an Allah'a muhtaç olan varlıklardır. Bu nedenle onların kendilerine özgü birtakım fiziksel özelliklerinin büyüsüne kapılarak onları ilahlaştırmak, onların emrine girmek son derece akılsızca ve sapkınca bir tutum olur.
Bütün bu gerçeklere rağmen cinlerin tesiri altında kalan, cinleri Allah'a ortak koşarak bu yolla kibirini tatmin eden pek çok insan gelip geçmiştir. Ancak cinlere ayrı bir güç ithaf eden, onlara müstakil bir benlik veren, onları Allah'tan bağımsız güçlere sahip zanneden hatta onları Allah'a ortak gören insanlar büyük bir hüsrana uğrayacaklar ve şirk içinde olduklarını anlayacaklardır. Allah Kuran'da bu tür insanların ahiretteki durumlarını şöyle haber verir:

Onlar, kendisiyle (Allah ile) cinler arasında bir soy-bağı kurdular. Oysa andolsun, cinler de onların gerçekten (azab için getirilip) hazır bulundurulacaklarını bilmişlerdir. Onların nitelendirdiklerinden Allah yücedir. (Saffat Suresi, 158-159)

Allah cinlerden kafir olanlar ile onların saptırdıkları kimselerin ahiretteki durumlarını bir başka ayette şöyle açıklamaktadır:

Onların tümünü toplayacağı gün: "Ey cin topluluğu insanlardan çoğunu (ayartıp kendinize kullar) edindiniz" (diyecek). İnsanlardan onların dostları derler ki: "Rabbimiz, kimimiz kimimizden yararlandı ve bizim için tesbit ettiğin süreye ulaştık." (Allah) Diyecek ki: "Allah'ın dilediği dışta olmak üzere, ateş sizin içinde süresiz kalacağınız konaklama yerinizdir." Şüphesiz Rabbin, hüküm ve hikmet sahibi olandır, bilendir. (En'am Suresi, 128)


Hevasını ilah edinenler

Kuran'da bahsedilen, insanların ilah edindikleri varlıklardan biri de "heva"dır. Heva, 'nefsin arzu ve hevesleri, istek ve tutkuları' anlamına gelir. Hevanın ilah edinilmesi de insanın kendi nefsinin isteklerini Allah'ın emir ve isteklerinden önde tutması ile olur. Hevanın ilah edinilmesi gerçekte bütün müşriklerin içinde bulunduğu bir sapkınlıktır. İster heykellere tapsın, ister cinlere tapsın, isterse başka kimselere ya da varlıklara tapsınlar, tüm şirk koşanlar aynı zamanda nefislerinin arzu ve emirlerini yerine getirmeye çalışırlar. Ancak buraya kadar saydığımız putlara tapmayıp yalnızca hevasına tapan kimseler de günümüz toplumunda büyük bir çoğunluğu oluştururlar.
Nefsin istekleri sınırsızdır ve bunların hepsinin tatmin edilmesini ister. Bu nedenle de kişiyi Allah'ın sınırlarını aşmaya, Allah'ın emir ve yasaklarını çiğnemeye zorlar. Kuran'da nefsin bu yönü vurgulanmış ve Hz. Yusuf'un bir ifadesinde nefsin bu yönü şöyle açıklanmıştır:

"Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir..." (Yusuf Suresi, 53)

Örneğin nefis çok zengin olmak, sınırsız mal, mülk ve servet elde etmek ister. Bunu helal ve meşru yollardan elde etme imkanı yoksa, gayri meşru yolları tercih etmekten de çekinmez. O yüzden nefis insana, bu arzusuna ulaşmak için hırsızlık yapmayı, sahtekarlıklar düzenlemeyi, insanların mallarını haksızlıkla yemeyi, malı yığıp biriktirmeyi, faiz almayı ve bunlara benzer yöntemleri kullanmayı emreder. Oysa bunların tümü Allah'ın haram kıldığı fiillerdir. Bir yandan da nefis insana malının bir bölümünü infak etmek, sadaka, zekat vermek gibi Allah'ın farz kıldığı ibadetlerden mümkün mertebe kaçınmayı böylece malının eksilmesini önlemeyi telkin eder. İman eden bir kimse Allah'ın emirlerine uyar ve haram kıldıklarından kaçınır. Hevasını ilah edinen kimse ise bunun tersine, nefsinin emrine uyar, Allah'ın yasaklarını çiğner, emirlerini de yerine getirmez.
Şehvet de nefsin sınırsız istek ve tutkuları arasındadır. Nefis beğendiği, arzu ettiği bir kimseyle (kadın ya da erkek) gayr-ı meşru yoldan ilişkiye girerek, zina yapmakta bir sakınca görmez hatta kişiyi buna zorlar. Oysa zina müminlere haram kılınmıştır. Allah'ın haram kıldığını bile bile kasıtlı olarak zina yapan ve bunda sakınca görmeyip pişman olmayan, tevbe de etmeyen kimse açıkça hevasını ilah edinmiş, onu Allah'a şirk koşuyor demektir. Bundan dolayıdır ki, bu tür kimseler ayette müşriklerle (yani putlara tapmayı din olarak benimsemiş kişilerle) bir sayılmıştır:

Zina eden erkek, zina eden ya da müşrik olan bir kadından başkasını nikahlayamaz; zina eden kadını da zina eden ya da müşrik olan bir erkekten başkası nikahlayamaz. Bu, mü'minlere haram kılınmıştır. (Nur Suresi, 3)

Nefsin hevası, yani arzu ve tutkuları saymakla bitmeyeceği için bu örnekleri çoğaltmak da mümkündür. Ama insan artık heva ve hevesine göre yaşamayı bir hayat şekli haline getirdiyse, nefsi, kendisini istediği yöne rahatlıkla yönlendirebiliyorsa, buna karşın bu kişi nefsiyle mücadele etme gayreti dahi göstermeden ona teslim oluyorsa, Allah'ın koyduğu sınırları nefsinin emriyle kolayca aşabiliyorsa bu kişi heva ve hevesini gerçekten ilah edinmiş demektir. O artık kendi ilahına yani nefsine tapıyor, o ne derse onu yapıyor, onun emirlerinden dışarı çıkmıyor demektir. İşte böyle bir kişinin bir müddet sonra diğer müşrikler gibi nefsinin esiri olması sebebiyle aklı ve basireti gider, vicdanı körelir, dolayısıyla hayvanlardan daha beter bir duruma düşer. Nefislerini ilah edinenlerin bu durumu Kuran'da şöyle tarif edilir:

Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar. (Furkan Suresi, 43-44)

Hevasını ilah edinme günümüz toplumlarında en yaygın olan şirk türüdür. Sosyeteden iş dünyasına, sıradan halktan sanat dünyasına kadar toplumun geniş bir kesimi büyük ölçüde Allah'tan, dinden habersiz, hırslarını, arzularını, tutkularını tatmin etmede sınır tanımayan ve bütün ömrünü bu uğurda harcayan bireylerden oluşmuştur. Bu insanların yegane gayeleri makam-mevki sahibi olmak, para ve mal peşinde koşup servet yığmak, nefislerinin her türlü isteğini sınırsızca tatmin edebilmektir. Ama hemen eklemek gerekir ki para kazanmak, mal mülk sahibi olmak tek başına kötü bir alamet olarak algılanmamalıdır. Yanlış olan insanın bunları yaparken nefsinin esiri olması, bunu tamamen nefsani bir tutkuya ve ihtirasa dönüştürmesi ve en önemlisi bunu yaparken Allah'ın koyduğu sınırlardan taviz vermesidir. Yani müşriklikten kasıt, Allah'ın dinini yaşamaktansa, Allah'ın koyduğu emir ve yasakları uygulamaktansa nefsinin arzularını yerine getirmeyi tercih etmektir. Bu tür insanların gözlerinin önünde sanki bir perde vardır. Öyle ki kendilerini yaratanı, ne için yaratıldıklarını ve ahiretin varlığını düşünmezler. Bu konumda olan insanların vicdanlarının ve şuurlarının kapandığı bir başka ayette şöyle bahsedilir:

Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah'ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah'tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz? (Casiye Suresi, 23)

Müşrikler akıl ve vicdan kullanmadıkları için belli temel gerçekler hakkında sağlıklı değerlendirme yapacak yetenekleri kaybolmuştur. Din konusunda mantıklı düşünebilecek ve doğruyu bulabilecek anlayışları kalmamıştır. Kuran'da Kehf kıssasında bahsi geçen, gözünü mal ve dünya hırsı bürümüş bahçe sahibinin Allah'ın kudreti ve ahiretin varlığı konusundaki anlayışsızlığı, şirk koşanların her devirde içine düştükleri akıl ve mantık zaafiyetini göstermesi açısından çok önemli bir örnektir:

Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. Birinin başka ürünleri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm." Kendi nefsinin zalimi olarak bağına girdi: "Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi. "Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım." (Kehf Suresi, 32-36)

Bu müşrik bahçe sahibinin durumu, dinden uzak, Allah'ı gereği gibi takdir edemeyen, ahirete inanmayan günümüz insanının durumunu çok özlü bir biçimde tarif etmektedir. Bu tür insanlar sonsuza dek yok olma düşüncesinin korkunçluğuna karşı mutlu ve hoşnut olacaklarını umdukları bir öbür dünya anlayışına "ihtimal vererek" kendilerini teselli ederler. Ama gerçek anlamda ölümden sonra yaşama yani ahirete iman etmedikleri için de hiçbir hazırlık yapmaz, bunun gereklerini yerine getirmezler.
Burada önemli bir noktaya daha dikkat çekmekte yarar vardır. Nefsin arzu ve istekleri, heves ve tutkuları sınırsızdır demiştik. Bu durum yalnızca inkarcılar için geçerli değildir; müminlerin nefisleri de onlara kötülüğü emreder. Allah insanları imtihan etmek ve kimin nefsinin emirlerine uyup da hevasını ilah edindiğini, kimin de nefsine hakim olup yalnızca Allah'ın emirlerini gözettiğini ortaya çıkarmak için nefiste böyle bir özellik yaratmıştır. Hevalarını bu dünyada tatmin edebilmek için Allah'ın sınırlarını gözardı eden müşrikler bu imtihanı kaybederler. Ve nefislerini Allah'ın rızasına tercih etmelerinden dolayı sonsuz azaba mahkum olurlar. Onların bu durumları Kuran'da şöyle anlatılır:

… (onlara şöyle denir:) "Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezalandırılacaksınız." (Ahkaf Suresi, 20)

Bu dünyada Allah'ın emirlerini herşeyden üstün tutan, nefislerinin emrettiği kötülüklere uymayan müminler ise ahirette, hem Allah'ın hoşnutluğuna, hem de bir mükafat olarak nefislerinin her türlü isteklerini meşru şekilde tatmin edebilecekleri cennetlere kavuşurlar:

Onların etrafında altın tepsiler ve testilerle dolaşılır; orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet aldığı herşey var. Ve siz orada süresiz kalacaksınız. (Zuhruf Suresi, 71)


Kendilerini İlahlaştıranlar

Toplumda yaygın olarak görülen şirk türlerinden biri de insanın kendisini ilahlaştırmasıdır. İlk anda belki böyle bir insan modeline çok ender rastlanıldığı zannedilebilir. Oysa bu tür insanlara günümüz toplumlarında çok sık rastlamak mümkündür. Pek çok insan belki de yaşadığı bu tehlikeli durumun adını koyamamaktadır, ancak samimi olarak değerlendirildiğinde bunun ne derece isabetli bir teşhis olduğu anlaşılabilir.
Örneğin insanların birçoğu kazandığı başarıları, sahip olduğu üstün özellikleri, zekasını, güzelliğini, boyunu posunu, soyunu, zenginliğini, sahip olduğu malları, rütbesini, mevkisini vb. özelliklerini kendi eseriymiş gibi düşünür ve bundan dolayı da kibirlenir. Üstelik bu sayılan özelliklerin birden fazlasına sahipse bu kibirin boyutları daha da artar. Bütün bunların kendisinden kaynaklandığına, kendi başarısı olduğuna son derece emindir. Bu yüzden diğer insanları küçümseyebilir, onları aşağılayabilir, kendisini sahip olduğu bu özellikler nedeniyle üstün görebilir.
Bu tarz insanlar bulundukları ortamda enaniyetli ya da diğer ifadeyle kibirli tavırlarıyla dikkat çekerler. Bu durum aslında Allah'a karşı işlenmiş bir suçtur. Çünkü insana sahip olduğu herşeyi veren Allah'tır. Güzellik Allah'ın tecellisidir, dolayısıyla Allah'ın güzelliğidir, övülmesi gereken varlık da doğal olarak Allah'tır. Örneğin bir tabloya bakıldığında resmin güzelliği karşısında asıl övülmesi gereken tabloyu yapan ressamdır, tablo kendi kendine var olmamıştır. Benzer şekilde o insana sahip olduğu güzelliği veren de Allah'tır ve bu noktada övülmesi gereken yine Allah'tır. Mal, mülk için de aynı şekilde düşünmek gerekir. Malın asıl sahibi Allah olduğuna göre, kişinin sahip olduğu hiçbir şeyde övünç payı olamaz. Allah dilediği anda güzelliği de malı da rahatça geri alabilir; bu, Allah için son derece kolaydır. Bu nedenle bir insanın aslında kendisine ait olmayan bir şeyle övünmesi, bundan dolayı kibirlenmesi büyük bir hatadır. Doğrusu ise malın ve güzelliğin sahibinin Allah olduğunu bilmek ve tümü için Allah'a şükretmektir. Kuran'da Süleyman peygamberle ilgili anlatılan bir kıssada Hz. Süleyman'ın sahip olduğu atlara ve mallara olan güçlü sevgisinin kaynağı şöyle açıklanmıştır:

Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönelip-dönen biriydi. Hani ona akşama yakın, bir ayağını tırnağı üstüne diken, öbür üç ayağıyla toprağı kazıyan, yağız atlar sunulmuştu. O da demişti ki: "Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim." (Sad Suresi, 30-32)

Bu konuda Kuran'dan verilebilecek bir başka örnek ise Zülkarneyn ile ilgilidir. Bilindiği gibi Zülkarneyn'e Allah güç, imkan ve nimet vermişti. Ye'cuc ve Me'cuc tehlikesine karşı kendisinden bir kavim yardım istediğinde hemen onlara yardım etmişti. Gerçekten Zülkarneyn zoru başardığı ve bozgunculuğu önlediği halde bu büyük başarısından kendisine pay çıkarmamış tam tersine Allah'ı yüceltmiştir:

Dedi ki: "Bu benim Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin va'di geldiği zaman, O, bunu dümdüz eder; Rabbimin va'di haktır." (Kehf Suresi, 98)

Açıkça görüldüğü gibi mümin tavrı daima Allah'a yönelen, O'nun karşısındaki aczini bilen ve herşeyin asıl sahibinin Allah olduğunu bilerek, Allah'a karşı bunun tevazusunu yaşayan bir modeldir.
Buraya kadar incelediğimiz Kuran ayetlerinden de anlaşıldığı gibi, şirki yalnızca, elle yontulmuş birtakım heykelciklere secde etmek şeklinde algılamak çok dar ve basit bir bakış açısı olacaktır. Bu tür bir mantığı ancak müşrikler kendilerini temize çıkarmak amacıyla kullanırlar. Bunlar şirk kavramının İslam'ın gelmesinden sonra Kabe'deki putların kırılmalarıyla ortadan ebediyen kalktığını zannederler.
Oysa Kuran'da şirki ayrıntılarıyla tarif eden ve müminleri şirkten şiddetle sakındıran yüzlerce ayet vardır. Kuran'ın hükmü kıyamete kadar geçerli olduğuna göre bu ayetler pek çok hikmete yönelik olarak insanlara indirilmiştir.
Kuran'da, din adına ortaya çıkıp da hak dinde olmayan birtakım hükümler, emirler, helaller ve haramlar koyan bir müşrik kesimden bahsedilir. Bu müşrik kesim de aslında bu bölümün konusu olmasına rağmen, bizzat dinin içinde bir tehdit ve fitne unsuru oluşturduğundan ötürü, konunun önemi nedeniyle bir sonraki bölümde daha kapsamlı bir biçimde incelenecektir.


ALLAH ADINA, DİN ADINA ŞİRK KOŞANLAR

Geçen bölümden birkaç cümleyle buraya gönderme yaptığımız başlıkta, dinin içinden çıkarak, Allah adına dinde olmayan birtakım hükümler, kurallar icat eden, helaller, haramlar koyan ve bu şekilde şirke sapan bir müşrik kesiminden söz etmiştik. Bunlar, dini kendi istek ve arzularına, çıkar ve taassuplarına göre değiştirir, özünden ve aslından saptırırlar. Allah'ın kitabında bulunan hükümlerde eklemeler, çıkarmalar ve değişiklikler yaparlar. Böylelikle hak dinle aynı ismi taşıyan ancak içeriği bambaşka olan batıl bir din kurarlar.
Müşrikler bu şekilde, yalnızca kendilerini değil, kendileriyle birlikte geniş insan kitlelerini de şirke sürüklerler. İnsanlara kendi sapkın dinlerini empoze ederler. Dinin aslından, Allah'ın kitabından haberi olmayan cahil kitleler de bu kimselerin uydurdukları bu sapkın dini benimserler. Bunlar peşlerinden gittikleri insanları Allah'ın dışında, dinde kanun koyucu olarak gördükleri için bile bile Allah'a şirk koşmuş, izinden gittikleri kişileri ilahlaştırmışlardır. Bunlar işte bu bölümün konusunu oluşturan gerçek müşriklerdir. Sonuçta, bu kişiler önceki ümmetlerin düştükleri duruma düşmüşlerdir. Bir ayette önceki ümmetlerin içinde şirk koşanların durumu şöyle bildirilmiştir:

Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rablar (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i de... Oysa onlar, tek olan bir İlah'a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O'ndan başka İlah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir. (Tevbe Suresi, 31)

Allah'a iftira ederek O'nun adına hükümler uyduran ve bunlara tabi olanlardan oluşan bu müşrik topluluğunun genel mantık ve zihniyetlerini tarif eden ayetlerden bazıları şöyledir:

Yine bunun gibi onların ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterdiler. Hem onları helake düşürmek, hem kendi aleyhlerinde dinlerini karmakarışık kılmak için. Allah dileseydi bunu yapmazlardı; sen onları ve düzmekte oldukları iftiraları bırak. Ve kendi zanlarınca dediler ki: "Bu hayvanlar ve ekinler dokunulmazdır. Onları bizim dilediklerimiz dışında başkası yiyemez. (Şu) Hayvanların da sırtları haram kılınmıştır." Öyle hayvanlar vardır ki, -O'na iftira etmek suretiyle- üzerlerinde Allah'ın ismini anmazlar. Yalan yere iftira düzmekte olduklarından dolayı O, cezalarını verecektir. Bir de dediler ki: "Bu hayvanların karınlarında olan, yalnızca bizim erkeklerimize aittir, eşlerimize ise haramdır. Eğer o, ölü doğarsa onlar da bunda ortaktırlar." Allah, (bu) düzmelerinin cezasını verecektir. Şüphesiz O, hüküm sahibi olandır, bilendir. Çocuklarını hiçbir bilgiye dayanmaksızın akılsızca öldürenler ile Allah'a karşı yalan yere iftira düzüp Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiklerini haram kılanlar elbette hüsrana uğramışlardır. Onlar, gerçekten şaşırıp sapmışlardır ve doğru yolu bulamamışlardır. (En'am Suresi, 137-140)

Yukarıdaki ayetlerde müşriklerin dinde Allah'ın bildirmediği kanunlar icad ederek Allah'ın nimetlerini haram kılmaya, Allah'ın helal kıldığı rızıkları, nimetleri yasaklamaya daha fazla eğilimli oldukları görülür. Bunların ağırlıklı olarak yasakçı, dini zorlaştırıcı bir zihniyete sahip oldukları da göze çarpmaktadır. Ayetlerde özellikle vurgulanan bir konu da, söz konusu müşriklerin bunlarla Allah'a iftira ettikleridir. Buradan da anlaşıldığı gibi, bu kimselerin Allah adına ortaya çıktıkları ve bizzat hak dinin içinde faaliyet gösterdikleri çok net bir gerçektir. Zaten ilk ayette de dinde karmaşa çıkardıkları belirtilmektedir. Bunların Allah'ın izin vermediği ve razı olmadığı bambaşka bir din kurdukları bir başka ayette şöyle bildirilir:

Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allah'ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşri ettiler (bir şeriat kıldılar)? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm verilirdi. Gerçekten zalimler için acı bir azap vardır. (Şura Suresi, 21)

Bunlar kendilerini ne kadar dindar görseler de, ne kadar çok ibadet ettiklerini, ne kadar ihlaslı ve takva sahibi olduklarını sansalar da gerçekte Allah katında müşriktirler. Kuran'da müşriklerin nesiller boyu aynı sapkın anlayışı sürdürdükleri ve aynı zihniyeti birbirlerine aktardıkları bildirilmektedir:

Şirk koşanlar diyecekler ki: "Allah dileseydi ne biz şirk koşardık, ne atalarımız ve hiçbir şeyi de haram kılmazdık." Onlardan öncekiler de, bizim zorlu-azabımızı tadıncaya kadar böyle yalanladılar. De ki: "Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz bir ilim mi var? Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak "zan ve tahminle yalan söylersiniz." (En'am Suresi, 148)

Ayetten de anlaşıldığı gibi müşrikler Allah'tan gelen kesin belgeleri bir yana bırakarak, zan ve tahminle hareket etmektedirler. Müşriklerin Allah'ın kitabında yazılı olan dini bırakıp da atalarından, yani babalarından veya dedelerinden öğrendikleri çarpık bir dini benimsedikleri başka ayetlerde de belirtilmektedir:

Hayır; dediler ki: "Gerçekten atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk ve doğrusu biz onların izleri (eserleri) üstünde doğru olana yönelmiş (kimse)leriz." İşte böyle, senden önce de bir memlekete bir elçi göndermiş olmayalım, mutlaka onun 'refah içinde şımarıp azan önde gelenleri' demişlerdir: "Gerçekten biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine (eserlerine) uymuş kimseleriz." Demiştir: "Ben size atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden daha doğru olanını getirmiş olsam da mı?" Onlar da demişlerdi ki: "Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye karşı kafir olanlarız." (Zuhruf Suresi, 22-24)

Atalarının dinine körü körüne uymakta kararlı olan müşriklerin laf anlamaz, tutucu ve bağnaz yapıları daha başka pek çok ayette tarif edilir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:

Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: "Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız" derler. Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler? (Bakara Suresi, 170)

Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin" denildiğinde, "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" derler. Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse? (Maide Suresi, 104)

Onlar, 'çirkin bir hayasızlık' işlediklerinde: "biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti" derler. De ki: "Şüphesiz Allah, 'çirkin hayasızlıkları' emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?" (Araf Suresi, 28)

Buraya kadar incelediğimiz ayetlerden çıkan sonuca göre, müşriklerin doğru yoldan sapmalarının temelinde Allah'ın kitabını esas almamaları yatar. Onlar, Allah'ın kitabı yerine atalarının izlerini, eserlerini, onlardan din adına öğrendiklerini benimser ve uygulamaya çalışırlar. Allah'ın helal kıldığı şeyleri ataları haram kılmışsa, onlar da haram kabul ederler. Allah'ın farz kılmadığı fakat atalarının din adına farz kıldığı şeyleri yerine getirmeye çalışırlar. Ancak insanın atalarına uymasının gerçek imanla hiçbir ilgisi yoktur. Allah'tan korkan ve O'nun rızasını arayan bir insan, atalarının geleneğini muhafaza etmekle değil, sadece ve sadece Allah'ın Kitabı ve Peygamberi vasıtasıyla bildirdiği emirlerini uygulamakla yükümlüdür.


Sosyal bir sınıf olarak müşrikler

Müşriklerle ilgili Kuran ayetlerini incelediğimizde, dinin içinde şirk koşanların sosyal bir zümre olarak ele alındığını görürüz. Kuran'da genel anlamda şirk koşmak ve müşriklik anlatılırken kimi yerlerde "müşrikler" özel ismi altında müstakil bir toplum kesiminden bahsedilir. Bunlar ortak özelliklere, inanç ve yapıya sahip sosyal bir zümredir. Bunlar, diğer dinlere mensup müşriklerden ayrı bir kategori olarak anılırlar. Bir ayette Allah şöyle buyurur:

Gerçekten iman edenler, Yahudiler, yıldıza tapanlar (Sabii) Hıristiyanlar, ateşe tapanlar (Mecusi) ve şirk koşanlar; şüphesiz Allah, kıyamet günü aralarını ayıracaktır. Doğrusu Allah, herşeyin üzerinde şahid olandır. (Hac Suresi, 17)

Ateşe ve yıldızlara tapanlar ile tahrif olmuş dinlerine uyan yahudi ve hıristiyanlardan büyük bir kesimin, Allah'a şirk koştukları açık bir gerçektir. Ancak yukarıdaki ayette bunların haricinde bir de "şirk koşanlar" diye ayrı bir gruptan söz edilmektedir. Demek ki ayetteki "şirk koşanlar" terimiyle genel anlamda bütün şirk koşanlar değil, bu isim altında tanımlanan özel bir toplum kesimi kastedilmektedir.
Ayette adı geçen diğer zümrelerin ortak özelliği kendilerine özgü inanç sistemleri olan batıl dinlerin mensupları olmalarıdır. Buradan, "şirk koşanlar" deyimiyle de kendilerine göre bir inanç sistemini benimsemiş batıl bir grubun tanımlandığı anlaşılmaktadır. Acaba bunlar kimdir?
Peygamber Efendimiz dönemine baktığımızda sorunun cevabını bulabiliriz. O dönemde Hz. İbrahim'in getirdiği hak dinden saparak şirke dayalı bir inanç ve ibadet sistemini benimsemiş bir Arap toplumu vardı. Bunlar putlara tapıyorlardı fakat Allah'ı inkar etmiyorlardı. Allah'ın varlığını biliyor, ancak kendi uydurdukları birtakım putları da Allah'la bir tutuyor, O'na ortak koşuyorlardı. Hatta bu putları aracı kılarak bunların Allah katında kendileri için şefaatçi olacakları gibi bir inanca sahiplerdi. Bir ayette müşriklerin bu çarpık inançları şöyle tarif edilir:

Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: "Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" derler. De ki: "Siz, Allah'a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir." (Yunus Suresi, 18)

Bu müşriklerin hac yaptıklarını, hacıları ağırladıklarını, Kabe'yi ziyaret ettiklerini, namaz kıldıklarını, Allah için harcamada bulunduklarını yine Kuran'dan öğrenmekteyiz. Bunlar kendilerini dindar, Allah katında makbul kimseler olarak bilirlerdi. Ancak ibadetlerini yalnızca Allah'a halis kılmadıkları, şirk zihniyeti içinde yaptıkları için bunlar kendilerine bir fayda sağlamamıştı. Kendilerini ne kadar dindar, ne kadar üstün, ne kadar Allah'a yakın saysalar da Allah onların Mescid-i Haram'a girmelerini yasaklamıştı:

Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler; öyleyse bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer ihtiyaç içinde kalmaktan korkarsanız, Allah dilerse sizi kendi fazlından zengin kılar. Şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 28)

Kuran her devre hitab ettiği, her devrin koşullarını tarif ettiği için, bu ayetlerin günümüze bakan hikmetlerini de görebilmek gerekir. Nitekim müşriklerle ilgili ayetlerde hak dini dejenere ederek, din adına ortaya bir şirk dini çıkarıp sonra buna uyanların ve diğer insanları da buna davet edenlerin tutum ve zihniyetleri açıkça tarif edilmektedir. Dolayısıyla bugün de benzer tutum ve zihniyete sahip olanların, uydurulmuş bir şirk dinini uygulayanların, ayetlerin genel tanım ve tarifine girdiklerine şüphe yoktur. Gerçekten de din adına pek çok sapkın inanışın yaygın olduğu günümüzde, Allah adına dinde hüküm koyan, helaller, haramlar, farzlar, yasaklar icat edenler ve bunlara tabi olanlar, ayetlerin tanımıyla "Allah'a karşı yalan yere iftira düzen", "Allah'ın indirdiğine değil de atalarına uyan", "Allah'a karşı bilmedikleri şeyleri söyleyen" bir müşrik kesimini oluştururlar.
Üstelik bu müşrik kesimine mensup olanlar kendilerini dinsiz olarak görmemekte, hatta tersine, dine asıl kendilerinin sahip çıktığını, gerçek dindarların kendileri olduğunu düşünmektedirler. Bu yüzden tarih boyunca, hak dini bozup şirke sapan toplumlar, kendilerini doğru yola, halis dine döndürmek için gönderilen elçileri sapkın, kendilerini ise dinlerinde kararlı kimseler olarak görmüşlerdir. Hatta birçok kavim elçilerini "Allah'a karşı yalan düzüp uyduran" kişiler olmakla suçlamışlardır. (Müminun Suresi, 78; Sebe Suresi, 8) Aynı suçlama Peygamberimize dahi yapılmıştır. (Şura Suresi, 24)
Başka ayetlerde, "dine sahip çıkma " iddiasıyla yola çıkan ve bu ad altında elçilere iftira eden müşriklerden şöyle söz edilir:

İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kâfirler dedi ki: "Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür."
"İlahları bir tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey."
Onlardan önde gelen bir grup: "Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılıkta) kararlı olun; çünkü asıl istenen budur" diye çekip gitti.
"Biz bunu, diğer dinde işitmedik, bu, içi boş bir uydurmadan başkası değildir."
"Zikir (Kur'an), içimizden ona mı indirildi?" Hayır, onlar Benim zikrimden bir kuşku içindedirler. Hayır, onlar henüz Benim azabımı tatmamışlardır. (Sad Suresi, 4-8)

Dinin içinde şirk koşanlar, kendilerini dindar ve doğru yolda sandıkları için müşrik olduklarının farkında değildirler, buna ihtimal dahi vermezler. Hatta ahirete gününde şirk koştukları kendilerine haber verildiği zaman müşrik olduklarını kabullenmek istemezler. Onların bu durumları ayette şöyle bildirilmiştir:

Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: "Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?" Sonra onların: "Rabbimiz olan Allah'a and olsun ki, biz müşriklerden değildik" demelerinden başka bir fitneleri olmadı. (En'am Suresi, 22-23)

Ayetlerden de anlaşıldığı gibi, dinin içinde şirk koşmanın temelinde, Allah'ın indirdiği hükümleri değil de insanların, belirli bir ruhban sınıfının din adına uydurdukları hükümleri benimsemek yatar. Kuran'ı rehber edinmeyen bir kimsenin şirke düşmesinin sebebi yalnızca hükümlerden kaynaklanmamaktadır. Bu kimse herşeyden önce Allah'ı, Kuran'ın tanıttığı gibi tanıyıp takdir edemediği için şirke saplanmıştır. Onun cahil kafasında batıl bilgileriyle tanıdığı, anladığı, hayal ettiği ilah bambaşkadır. O hurafelerden, uydurma kıssalardan tanıdığı bir ilaha inanır. Zihnindeki bu ilahı Allah'a eş koşar. Allah'a karşı sevgi ve saygı anlayışının da Kuran'da tarif edilenle hiç alakası yoktur. Oysa Allah Kuran'da kendisini insanlara tanıtmıştır. Dolayısıyla Allah'ı takdir edebilmenin ve dini gerçekten anlayabilmenin en güzel yolu Kuran'ı rehber almaktır. Bu gerçek bir Kuran ayetiyle de bizlere bildirilmektedir:

… Biz Kitabı sana, herşeyin açıklayıcısı, müslümanlara bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik. (Nahl Suresi, 89)


MÜŞRİKLERİN ÖZELLİKLERİ

Sözünü ettiğimiz müşrik kitlesinin en büyük ortak özelliklerinden birisi "taassup"tur. Taassup, insanın düşünce ve davranışlarını, geçerli, mantıklı ve akılcı hiçbir delile dayanmaksızın uydurulmuş birtakım yasak, prensip ve yaptırımlara göre kısıtlaması, hayatını bunlara göre düzenlemesidir. Taassup din için söz konusu olduğunda ise, kişinin dinin gerçek ve geçerli kaynağını bırakarak, "zan ve tahmin"e dayalı düzmece kural ve prensiplere uyması akla gelir. Halk arasında, çoğunlukla yanlış olarak dindar müslümanlar için kullanılan bu deyim, gerçekte din dışı birtakım hükümlere, emir ve yasaklara din adına tabi olan müşrikleri tam anlamıyla tanımlar. Zaten taassup, müşriği böyle batıl bir dini benimsemeye yönelten en önemli etkendir. Çünkü nefsin, pek çok olumsuz haslete olduğu gibi taassuba karşı da bir eğilimi vardır.
Müşrik için böyle bir taassubu yaşamak ve onun fanatizmini yapmak, doğru yolu benimsemekten daha çekici gelir. Bundan mistik bir zevk alır. Yahudiliğin de sapmasının en temel nedeni budur. Bugün bazı tutucu yahudiler görünüşte çok "dindar"dırlar –aralarında samimi olanları tenzih ederiz-, kendi kurdukları dinin kurallarına çok titizlikle uyarlar. Ancak din Allah'ın gönderdiği hak din değildir ve zaten Allah rızası için değil, tutuculuğun ve atalara bağlılığın verdiği nefsani zevkin yaşanması için uygulanmaktadır.
Müşriklerin "taassup" üzerine kurulu dini garip semboller, kıyafetler ve ritüellerle doldururlar, çünkü bunlar büyük bir gösteriş aracıdır. Bunlar sayesinde çok dindar ve takva insanlar olarak bilinir, toplumda prestij elde ederler. Ama taassup müşriklerin dışarı karşı kullandıkları bir takva alameti olmasının ötesinde içten içe kendilerini tatmin eden bir yapıdır. Çünkü bu tip insanlara dinin özü, gerçeği ya da daha açık bir deyimle Allah katından indiği hali yetmemektedir. Dinin kolay bir şekilde yaşanabiliyor oluşu, dinde aklın, ferasetin hakim olması onların kabullenemediği bir durumdur. Onlar ancak zor bir din yaşarlarsa, insanlara da bunu gösterebilirlerse rahatlarlar. Kişinin yaptıklarını yalnızca Allah'ın bilmesinin yeterli olması onları huzursuz eder. Böyle bir yapı ihlaslı yani samimi olmayı gerektirdiği için böyle yaşayamaz, gösterişi tercih ederler.
Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, Allah'ın insanlara rahmetinin bir sonucu olarak müşrikler, kendilerinden önceki dinlere mensup müşriklerin aksine, Allah'ın son kitabı olan Kuran'ı Kerim'in tek kelimesini bile değiştirememişlerdir. Kuran'dan sonra başka kitap indirilmeyeceği, başka din gelmeyeceği ve kıyamete kadar Kuran'ın geçerli olacağı Peygamberimiz tarafından bildirilmiştir. Kuran'ı Allah korumuştur, koruyacaktır, bunu da yine Kuran'da vaat etmiştir. Bu yüzden dinini gereği gibi açık ve temiz bir biçimde öğrenmek isteyen samimi her insan için yol açıktır; Kuran ve Peygamberimiz'in Kuran'a uygun örnek yaşamı ortadadır.
Müşrik ise, insanları Kuran'dan uzak tutacak her türlü batıl inancı savunur. Getirdiği deliller hep Kuran dışıdır. Ayette belirtildiği gibi, zan ve tahminle yalan söyler. Allah hakkında birtakım zanlar besler. Tüm bu şüphelerinin verdiği bir güvensizlik ve eziklik içindedir. Kimi zaman da kendine güvenini ve kararlılığını saldırganlığı, küstahlığı, alaycılığı ve pervasızlığıyla yeniden kazanmaya çalışır.
Müşrik aynı zamanda cahildir. Ciltler dolusu kitabı ezbere bilse de cehaletten kurtulamaz; çünkü Kuran'dan nasibi yoktur. Kuran'ın nuruyla aydınlanmadığı için cahildir. Herşeyden önce Allah'ı tanıyamaz, O'nu Kuran'da Allah'ın Kendisini bildirdiği gibi bilemez. Batıl dininin kendisine tanıttığı çok farklı bir ilaha tapar. Kuran'da bahsedilen gerçeklerden habersizdir.
Bu cehaleti ve akılsızlığı hareketlerine, davranışlarına ve konuşmalarına da yansır. Kuran'ı anlamamış olması, cehaleti, Kurani anlamdaki akla sahip olmayışı ve mantık örgüsündeki bozukluklar sürekli olarak diğer insanlar karşısında küçük düşmesine, ezilmesine yol açar. Batıl bir dine bağlı olduğu için bunu akılcı bir biçimde savunamaz.
Müşrik, Allah'a doğrudan yönelemez; Rabbi ile samimi bir yakınlığı sağlayamaz, çünkü kalbi kaskatıdır. Dua ve zikir olarak belli vakitlerde kalıplaşmış bazı ifadeleri tekrarlayarak gerekeni yaptığını sanır. Allah'a karşı hiçbir yakınlık ve bağlılık hissetmez, yalnızca kendini kandırır. Allah'ın adı dilindedir fakat kalbinde değildir. Allah'a ulaşmak için aracılar tayin eder. Bu aracıların rızasını kazanmayı yeterli görür. Bunların kendisine Allah katında yardımcı olacaklarını düşünür. Oysa bu aracılar onu Allah'tan daha çok uzaklaştırır, şirkini arttırır. Müşriklerin Allah katında şefaatçi sandıkları aracıları nasıl putlaştırdıkları ve bunların Allah katında hiçbir geçerliliklerinin olmadığı Kuran'da bildirilmektedir:

Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: "Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" derler. De ki: "Siz, Allah'a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir." (Yunus Suresi, 18)

Müşrik Kuran'dan uzak olduğu için, Kuran ahlakından da uzaktır. Hal ve hareketlerinde, tavır ve konuşmalarında Kuran dışı bir model izlenir. Kuran'ı açıp okumadığı, okusa da müşrik zihniyetiyle doğru anlayamadığı için Kuran'ın müminlere sunduğu bütün nimetlerden, bütün ilimlerden, bütün ahlaki güzelliklerden, manevi üstünlüklerden mahrum kalır. Üstünlükler şöyle dursun her türlü ahlaksızlığa, sahtekarlığa da oldukça yatkındır. Darda kaldığında ya da nefsinin arzu ve istekleri zorladığında kendi dininde işi kalıbına uydurup vicdanını bastırarak her türlü sınırı çiğneyebilir.
Allah'a şirk koşan insan aynı zamanda cimridir. Bir ayette, müminlerin ihtiyaçlarından arta kalanını infak etmeleri bildirilirken, müşrik malının ancak çok cüzi bir miktarını, onu da çoğunlukla gösteriş maksadıyla elinden çıkarabilir. Malı, parayı yığıp biriktirmek en büyük tutkularından biridir. Hatta kendine bile harcamaktansa biriktirmek nefsine daha hoş gelir. Gerçek imana sahip olmadığı, dolayısıyla Allah'a güveni, tevekkülü olmadığı için gelecek korkusu içinde yaşar. Sürekli istikbaline yönelik yatırımlar yapar. Elbette insan akılcı davranıp, geleceği de düşünebilir, ama bunu bir hırs, ihtiras haline getirmek, bunu bir tevekkülsüzlük gösterisine çevirmek son derece çirkindir. Bu aynı zamanda kişinin imanının, Allah'ı kavrayışının eksikliğini de ortaya koymaktadır. Allah'a güveni tam olan, rızkı verenin Allah olduğunu bilen bir insanın dünyaya yönelik bu derece hırs yapması söz konusu olamaz.
Bununla birlikte hased, kıskançlık, hırs ve bencillik gibi kötü ahlak özellikleri de müşrik yapıdaki bir insanın karakter ve şahsiyetinin temelini oluşturur. Bu tip insanlar estetikten, sanattan ve incelikten yoksundur. Tavır ve hareketleri de estetik ve incelikten uzaktır. Diğer insanlara karşı son derece kaba bir tavırları olur. Üstelik böyle olmalarını da dinde bir üstünlük ve takva alameti olarak göstermeye çalışırlar.
Müşriklerin bir özelliği de korkak olmalarıdır. Müşrikler, özellikle samimi müminlere karşı sebebini bilemedikleri bir korku içindedirler. Bu, Allah'ın, şirk koşmalarından dolayı onların kalplerinde yarattığı bir korkudur. Ayette bu durum şöyle belirtilir:

Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah'a ortak koştuklarından dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma yerleri ateştir. Zalimlerin konaklama yeri ne kötüdür. (Al-i İmran Suresi, 151)

Bundan başka müşrikler bedbaht ve karamsar bir ruh haline sahiptirler. Şirk koştukları için sıkıntılar, belalar, zorluklar, terslikler peşlerini bırakmaz. Bunlar onların azap ve aşağılanmalarının dünyadaki başlangıcıdır. Başlarından eksilmeyen bu belalardan ötürü bilinçaltlarında Allah'a karşı gizli bir isyan duyarlar. Fakat buna rağmen "Allah adına olduğunu öne sürdükleri" dinlerinden de vazgeçmezler. Çünkü yaşam tarzlarını, aile yapılarını, çevrelerini, sosyal ve ticari ilişkilerini bu batıl dinlerinin üzerine kurmuşlardır. Bu düzeni terk etmek kolay kolay işlerine gelmez.
Müşriklerin en önemli özelliklerinden birisi de pis olmalarıdır. Tevbe Suresi'nin 27. ayetinde, "müşrikler ancak bir pisliktirler..." ifadesiyle onların her yönüyle, maddi ve manevi bir bütün olarak pislik içinde oldukları belirtilmiştir. Buraya kadar manevi pisliklerini birçok yönden belirttik. Ancak maddi pislikleri de bunların oldukça karakteristik özelliklerindendir. Gerek bedenleri, gerek giysileri, gerekse yaşadıkları ortamlar neredeyse sağlıklarına, vücutlarına zarar verecek derecede pistir. Başkalarına rahatsızlık verecek kadar pis kokarlar, fakat kendileri bundan rahatsız olmazlar. Gerçek manada, akılcı bir temizlikten haberleri yoktur.
Beslenmeleri de akılcı olmadığı ve çeşitli batıl inançlara ve hurafelere dayalı bir şekil ve zihniyet içerdiği için, kimi zaman yetersiz ve dengesiz beslenmeden kaynaklanan bedensel ve zihinsel gelişme bozuklukları görülür. Hatta şirke dayalı kültürlerde doğum öncesi yanlış beslenme sonucu bu bozukluklar daha bebek yaşlarda başlar.
Müşriğin akıl sağlığı da yerinde değildir. Gerek yetişme döneminde meydana gelen beslenme bozuklukları ve yetersizlikleri, gerekse geri kalan hayatı boyunca şirk sisteminden kaynaklanan olumsuz, sağlıksız yaşam tarzı onun zihinsel gelişimini ve beyinsel fonksiyonlarını da olumsuz yönde etkiler.
Bunların yanı sıra müşriğin yargı ve muhakemesi bozuktur. Konuşma ve davranışları dengesiz ve tutarsız, akıldan uzaktır. İnişli çıkışlı, istikrarsız bir ruh haline sahiptir. Sakinken birdenbire heyecanlanır, saldırganlık derecesine varan ani çıkışlar yapar. Yüksek ve çatlak bir ses tonuyla rahatsız edici bir biçimde konuşur.
Tüm bu özelliklerinden dolayı, din adına ortaya çıktıklarında insanları dinden uzaklaştıran son derece itici bir görünüm sergilerler. Dine hizmet ettiklerini, dinsizlikle mücadele ettiklerini zanneder, fakat dine dinsizlerden daha çok zarar verirler. Gerçekte din aleyhinde en büyük, en yoğun faaliyeti yapanlar kendileridir.
Onlar bu gerçeğin şuuruna varamazlar. Çünkü Kuran'da, Allah'ın zikrini görmezden gelen kimselerin üzerini şeytanların kabukla bağlayacakları, bunların da kendilerini doğru yolda sanacakları haber verilmiştir:

Kim Rahman'ın zikrini görmezlikten gelirse, biz bir şeytana onun 'üzerini kabukla bağlattırırız'; artık bu, onun bir yakın dostudur.
Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar. (Zuhruf Suresi, 36-37)

Nitekim müşrik bir insan kendi durumu kendisine anlatıldığında da samimi yaklaşmadığı için anlamaz, anlamak da istemez. Bu yazılanları okusa bile üstüne alınmaz, muhatap olduğunu fark etmez, fark etse de anlamazlıktan gelir. Tüm tarifler kendisini işaret etse bile kendine kondurmaz, şirki dışarıda arar.
Ancak, samimi oldukları halde cehalet nedeniyle başlangıçta böyle bir yanlış anlayışa düşenler, gerçekleri öğrenince vicdanlarına başvurur, tevbe ederek doğru yola yönelir ve kurtulurlar. Gerçek müşrik karakteri taşımadıkları halde, bilgisizlikleri nedeniyle din adına müşriklere tabi olan kimselere, samimiyetleri ve halis niyetleri nedeniyle Allah'ın hidayet nasib etmesi umulur. İşte bu kitabın bir amacı da bu tür samimi niyetli, vicdanlı kimselere, hatalarını ve eksiklerini fark ettirmek, içinde bulundukları karanlık hakkında onları bilgilendirmek ve tevbe ederek Allah'ın halis dinine girmelerine vesile olmaktır.
Yoksa Allah gözlerindeki, kulaklarındaki ve kalplerindeki örtüyü kaldırmadıkça, burada anlatılanlardan gerçek bir müşriğin vicdanının harekete geçmesi, hidayete ermesi beklenemez. Bu kitabı alıp okuduğu halde kendi durumunu fark edememesi, kendini müstağni görmesi de Allah'ın mucizelerindendir. Elbette ki güzel olan ve beklenen sonuç tüm bu anlatılanların, müşrik sistemi içinde yaşayan insanların vicdanına hitap etmesi ve hidayetlerine vesile olmasıdır. Unutmamak gerekir ki kalpler Allah'ın elindedir. Şayet kişi samimi yaklaşır, tevbe eder, içinde bulunduğu durumu fark eder ve Allah'tan hidayet isterse Allah'ın ona icabet etmesi elbette ki mümkündür. Bu nedenle böylesine büyük bir tehlikeye, Allah'ın böylesine çirkin gösterdiği bir sisteme karşı dikkatli olmak gerekir. Yapılması gereken şey ise insanın böyle bir tehlikeyi en baştan reddederek, kendinden uzak görmesi yerine, potansiyel olarak olabileceğini düşünüp, bu gözle kendisini, içinde bulunduğu sistemi, bakış açısını ve dine yaklaşımını gözden geçirmesidir. İnsanın hatalarını anlayıp düzeltmesi asla ayıp değildir; tam tersine samimiyet göstergesidir, Allah korkusunun olduğuna delildir.
Buraya kadar gördüğümüz gibi, Kuran'ı ve Peygamberimiz'in sünnetini terk ederek, hurafeleri, sapkın itikat ve uygulamaları, batıl inançları din adına, İslam adına benimseyip yaşamak insanı, doğru yola yöneltmek şöyle dursun, fitnenin ve şirkin tam ortasına sürükler. Bu nedenle, tek çare yegane çıkar yol olan Ehl-i Sünnet mezhebinin yoluna, Kuran'ın yoluna sıkı sıkıya sarılmaktır. Elbette pek çok sapkın görüş ve uygulama kendini hak gösterebilmek amacıyla Kuran adına, Sünnet adına ortaya çıkacağından bunlara karşı da son derece uyanık olunmalı, Kuran'ın rehberliğinden uzaklaşılmamalıdır.



ŞİRKİN İKİ TEMEL SEBEBİ

Cehalet

İnsanları şirke sürükleyen etkenlerin en önemlilerinden birisi din konusundaki cehalettir. İnsanın şirkten kurtulması ve şirke sapmaması için birinci şart, gerekli ve yeterli imani bilgiye sahip olmasıdır. Bir ayette şirk koşanların bilgisiz bir topluluk olduğu bildirilmektedir:

Eğer müşriklerden biri, senden 'aman isterse', ona aman ver; öyle ki Allah'ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu 'güvenlik içinde olacağı yere ulaştır.' Bu, onların elbette bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir. (Tevbe Suresi, 6)

Halis imanın şartı olan bilgiye insan ancak Kuran sayesinde ulaşabilir. Kuran insanlara tevhidin ne demek olduğunu açıkça bildirmiştir. Niçin Allah'tan başka ilah olamayacağını, putların neler olduğunu, katıksız bir imanın nasıl olması gerektiğini, Allah'ın razı olduğu tavır, davranış ve zihniyetin nasıl olduğunu, nelerin, nasıl bir düşünce ve davranış biçiminin, bakış açısının şirke yol açabileceğini, nefsin tuzaklarını, şeytanın hilelerini, sakınılması gereken tutum ve davranışları tek tek, ince ince tarif etmiştir. Şüphesiz, tüm bunları bilip öğrenmeden şirkten arınmış halis bir imanı elde etmek çok zordur, hatta imkansızdır.
Bu arada sözünü ettiğimiz öğrenmenin, elbetteki kuru bir bilgi artırma olmadığını vurgulamak gerekir. Kuran'da dikkat çekilen bilgi, yani "ilim", insanın kalbini etkileyen, onun aklını ve vicdanını harekete geçiren bir bilgidir. Eğer bu tür bir kavrama olmaz da, insan Kuran'da anlatılanları sadece kuru birer bilgi olarak öğrenirse, bunun yararı olmasını da bekleyemez.
Kuran'da Allah'ın birliği, O'ndan başka ilah olmadığı, şirk ve şirk koşanların durumları hakkında yüzlerce ayet bulunur. Bu konuların sık sık vurgulanması ve en ince detaylarıyla tarif edilmesi, bunların kavranmasının insanlar için ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu göstermektedir. Kuran'la ilgisi olmayan ya da Kuran'ı gereği gibi okuyup düşünmemiş bir insanın ise elbette bu temel gerçekleri bilmesi mümkün değildir. Bu kimse Kurani tabirle "cahil"dir.
Böyle bir kimsenin durumu, Kuran indirilmeden önce dinden imandan haberi olmadan yaşayan müşrik toplumunun durumundan farksızdır. Kuran'ın indirilmesinden önceki dönem, ayetlerde bilgisizliğin, cahilliğin hakim olduğu dönem anlamına gelen "cahiliye" olarak tanımlanır. Ancak Kuran indirildiği halde Kuran'a uymayan bir kimse, isterse aradan 1400 sene geçsin hala bir cahiliye ferdidir. Daha da ötesi, Kuran yanıbaşında durmasına rağmen, onun ilettiği doğru yola tabi olmadığı için cehaletinden ve şirkinden dolayı hiçbir mazereti ve özürü de olamaz. Bu kişi isterse babadan, dededen kalma kulaktan dolma bilgilerle, hurafelerle dindar olduğunu iddia etsin, Kuran'dan habersiz olduğu sürece cahildir ve Kuran'da kastedilen imana ve anlayışa henüz kavuşamamıştır. Allah'ın indirdiğine ve elçiye uymayıp da, atalarının yoluna uyanlar aslında bilgisizlik ve sapkınlık üzerine kurulu bir anlayışa tabidirler. Bu gerçeğe Allah Kuran'da şöyle dikkat çeker:

Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin" denildiğinde, "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" derler. Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse? (Maide Suresi, 104)

Kuran'da birçok peygamberin, şirk koşan kavimlerini cahil olarak nitelendirdiklerini görürüz. Bu da bize cehaletin gerçekten de şirkin temelindeki çok önemli bir faktör olduğunu göstermektedir. Konuyla ilgili ayetlerden birkaçı şöyledir:

İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa'ya dediler ki: "Ey Musa, onların ilahları gibi, sen de bize bir ilah yap." O: "siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" dedi. (Araf Suresi, 138)

Ad'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkarım" diye uyarmıştı. Dediler ki: "Sen, bizi ilahlarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Şu halde eğer doğru söylüyorsan, tehdit ettiğin şeyi, bize getir." Dedi ki: "İlim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; ancak sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum." (Ahkaf Suresi, 21-23)

Yukarıdaki ayetlerde bahsedilen "cahillik etme" kavramında çok ince bir anlam da vardır. Şöyle ki, ayetlerde kullanıldığı manayla cahillik etmek yalnızca bilmemeyi değil, bildiği, gerçekleri görüp tanıdığı halde anlamazlıktan gelmeyi de içine almaktadır. Hz. Musa'yı ve ona indirilen Tevrat'ı bilen, Hz. Musa'nın tebliğine, onun Firavun'la olan mücadelesine tanık olan İsrailoğulları'nın durumu buna bir örnektir. İsrailoğulları bunca ilme kavuştuktan sonra, hiçbir şey bilmiyorlarmış gibi Allah'tan başka ilah istemişler, üstelik bu taleplerini de Hz. Musa'ya söyleyebilmişlerdir. Bu, oldukça şaşırtıcı bir durumdur. Buradan da, cahillikten kurtulmanın yolunun kuru bir bilgi edinmenin ötesinde, kalbe sindirilmiş, kalpte etki uyandıran, düşünce ve davranışlara yansıyan bir ilmi kavramak olduğunu anlıyoruz.
Nitekim şirke düşerek sapmış olan bazı eski kavimlerin, özellikle de İsrailoğulları'ndan bazı kimselerin –samimi olanları tenzih ederiz- hatası buradadır. Ellerinde büyük bir bilgi bulunmasına, dahası bu bilgiyi çok iyi öğrenmiş olmalarına karşın, yine de sapmışlardır. Bu nedenle Kuran'da bu kişiler "kitap yüklü eşekler" olarak tanımlanır. Ayetin ifadesiyle; "Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir". (Cuma Suresi, 5) Kuran'da yahudilerden söz edilirken ayrıca, "Onlardan bir bölümü, Allah'ın sözünü işitiyor, akıl erdirdikten sonra, bile bile değiştiriyorlardı" (Bakara Suresi, 75) diye de haber verilmektedir. Bu da İlahi bir bilgiye sahip olmanın tek başına yeterli olmadığını, bir de bu bilgiyi gerçekten Allah korkusuyla değerlendirecek samimi bir kalbin gerekli olduğunu gösterir.
Bu noktada, şirkten arınmış halis bir imana sahip olmanın bir diğer önemli şartı gündeme gelmektedir: "Samimiyet". Doğal olarak bunun tersi olan "samimiyetsizlik" de kişiyi şirke sürükleyen etkenlerden birisi olmuş olur.


Samimiyetsizlik

Burada samimiyetsizlikten kastettiğimiz, insanın gerçekleri gördüğü, öğrendiği halde, nefsinin dünyevi çıkarlarını gözetmek uğruna gerçeklere uymaması, hatta bunların tam tersine hareket etmesidir. Kuran'ı gereği gibi okuyan, bir parça akla ve vicdana sahip olan bir kimse Allah'ın hoşnut olacağı tavır ve ahlak biçiminin nasıl olması gerektiğini görür ve anlar. Ancak, samimiyeti derecesinde bu anladığına uyabilir ve hayatını buna göre şekillendirebilir.
Samimiyetsiz insan bazı küçük hesaplar ve menfaatler uğruna, bildiği doğruları bir kalemde terk edebilir. Hevasının, yani nefsinin istek ve arzularının, hırs ve ihtiraslarının peşinden gider. Allah'ın sınırlarını aşar, emirlerini gözardı eder. Kısaca dünyaya meyleder, ahiretini ise çok ucuz bir karşılığa satar.
Unutmamak gerekir ki insan Allah'ın emirleri ile nefsinin emirleri arasında bir tercih yapma noktasında nefsine tabi olursa nefsini Allah'a şirk koşmuş olur. Bu tutumundan vazgeçip tevbe etmedikçe de şirkten arınamaz. İsterse nefsiyle çatışmayan diğer konulara son derece titizlik göstersin yine de fark etmez. Örneğin bir insan dıştan bakıldığında çok ibadet ediyor gibi görünebilir, gerçekten bazı ibadetleri yapıyor da olabilir. Ancak bu kişi bile bile Allah'ın tek bir hükmünü umursamazlıktan geliyorsa, bu noktada vicdansızlık yapıyor ya da daha doğru bir deyimle nefsini tercih ediyordur. Üstelik nefsinin istek ve arzuları doğrultusunda, bile bile, ısrarla, tevbe etmeyip pişmanlık duymaksızın bu tavrına devam ediyorsa bunun anlamı şirk olur.
Böyle kimseler işlerine gelmeyen konularda Allah'ın emirlerini terk edip hevalarına uydukları için hevalarını ilah edinmiş, müşrik olmuşlardır. Müşriklerinse tevbe etmedikleri ve direndikleri sürece, ibadetleri de dahil, bütün yapıp ettikleri boşa çıkacaktır. Bu kaçınılmaz gerçeği Allah Kuran'da şöyle bildirmektedir:

Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu: "Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrana uğrayanlardan olacaksın. "Hayır, artık (yalnızca) Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol." (Zümer Suresi, 65-66)

Buraya kadar anlaşılacağı gibi, kastettiğimiz anlamda samimiyetsizlik bütünüyle dinsiz kimselere özgü bir durum değildir. Samimiyetsizliklerinden ötürü şirke saplanan kimseler çoğunlukla, dindar görünümleri altında çifte standart uygulayan kişilerdir. Böyle kişiler bir yandan dünyalarını kurtarmaya, nefislerini memnun etmeye çalışırken bir yandan da yaşamlarına dini motifler katarak vicdanlarını rahatlatmaya çalışırlar. Bunlar dini Allah'ın istediği ve Kuran'da bildirdiği şekilde değil de kendi istekleri doğrultusunda yaşarlar. Yani kendilerine göre bir din oluşturur ve bunu yaşarlar. Ama yaptıkları şeyin anlamı açıktır; Allah'ın rızasını değil de nefislerinin rızasını tercih etmişlerdir. Samimi bir imanda ise böyle bir şey asla söz konusu olamaz. Nefsin istekleri, emirleri, telkinleri hiç önemli değildir. Önemli olan tek şey Allah'ın istekleridir; mümin Allah'ın rızasını ve hoşnutluğunu kazanmak için nefsine rahatça söz geçirir. Allah'ın emir ve yasaklarına karşı son derece titiz olur. Allah'a olan yoğun sevgisi, korkusu, bağlılığı bunu gerektirir. Bu nedenle hiçbir noktada nefsiyle dini arasında bir seçime gitmez. Eğer bir konuda Allah'ın hoşnut olacağı seçeneği anladıysa vakit geçirmeksizin onu yapar.
Müminlerin tam tersi bir anlayışa sahip olan müşrikler ise, en başta Allah'a karşı samimiyetsizdirler. Allah bunların kalplerinden geçeni, niyetlerini, sahtekarlıklarını bilmekte ve her yaptıklarına şahit olmaktadır. Oysa müşrikler bu açık gerçeğe rağmen Allah'a karşı samimi davranmamakta, iki yüzlü tavırlarına devam etmektedirler. Samimiyetsizce öne sürdükleri hatta kendilerini bile inandırdıkları mazeretlerin kabul edileceğini sanmaktadırlar. Zaten sorulduğunda hemen hepsi kendilerini cennete layık kimseler olarak görürler.
Belli bir bilgiye sahip olduğu halde bile bile şirke yönelen kişinin algılama yeteneğinin kapandığı Kuran'da bildirilmiştir. Bu nedenle müşriklerin bu tür anlaşılmaz, samimiyetsiz, çifte standart tutumlarında herhangi bir akıl ve mantık aramak boş ve anlamsızdır. Bu gerçek gözönünde bulundurulduğunda, samimiyetsizliğin ve bundan kaynaklanan şirkin temelinde bir nevi şuursuzluk ve Allah'ı gereği gibi takdir edememe durumu olduğu anlaşılmaktadır. Zümer Suresi'nde müşriklerin bu şuur noksanlığından şöyle söz edilir:

Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyamet günü yer, bütünüyle O'nun avucu (kabzası)ndadır; gökler de sağ eliyle dürülüp-bükülmüştür. O, şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir. (Zümer Suresi, 67)

Samimiyetsiz iki yüzlü bir müşrik, yalnızca kendisi için değil çevresi için de bir tehlikedir. Çünkü kendisi çekinmeden, pervasızca şirk koşarken bir yandan da diğer insanları buna teşvik eder. Bu tehlikeden kurtulmanın tek yolu ise samimiyettir. Bir insan bütün ömrünü şirk içinde geçirmiş veya bilmeden bu tür insanların peşinden gitmiş olabilir. Ama bilmelidir ki günün birinde tevbe edip, çok samimi bir kalple Allah'a yönelirse elbette ki Allah'tan kurtuluş umabilir. Bunun için yapması gereken ise hayatının her anında her saniyesinde yalnızca Allah'ın rızasını esas almak, dini Allah'ın kitabı olan Kuran'dan öğrenmek ve öğrendiklerini tam anlamıyla –eksik ya da fazla olmaksızın- uygulamaktır. Ama unutmamak gerekir ki uygularken hiçbir mazeret, şart öne sürmemeli Allah'ın hükümlerine ve rızasına kayıtsız, şartsız teslim olmalı ve hiç vakit geçirmeden uygulamalıdır. Bu takdirde elbette ki bağışlaması bol olan Allah'tan rahmet umabilir. Bu gerçeğe Allah Kuran'da dikkat çekmiştir:

(Benden onlara) De ki: "Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir." Azab size gelip çatmadan evvel, Rabbinize yönelip-dönün ve O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez. Rabbinizden, size indirilenin en güzeline uyun; siz hiç şuurunda değilken, azab apansız size gelip çatmadan evvel. (Zümer Suresi, 53-55)


ŞİRKE YOL AÇAN TEHLİKELİ BİR TAVIR: "DUYGUSALLIK"

Şirkin mantıklı ve akılcı bir dayanağı olmadığı açıktır. Yani bir kimse düşünüp taşınıp, Allah'tan başka ilahlar olduğuna karar verip de şirk koşmaya başlamaz. Tam tersine bir kimse düşünüp aklıyla, vicdanıyla muhasebe yaptığında, Allah'tan başka ilah olmadığını ve olamayacağını apaçık görür ve anlar. Ancak, buna rağmen insanlardan bir kısmı hatta çoğunluğu, bu gerçeği fark etmiş olmanın gerektirdiği düşünce ve davranış biçimini sergilemez. Hatta tam aksine hareket eder. Bu, şaşırtıcı ve mantıksız olduğu halde çok sık karşılaşılan bir durumdur.
Bir gerçeği akıl ve mantık kabul ettiği halde, bu gerçeğe uymamak ve farklı yollar benimsemek birtakım duygusal etkenlerin akla ve mantığa baskın çıkmasından, bunları örtmesinden kaynaklanır. Biz bunu kısaca "duygusallık" ya da "romantizm" olarak tanımlayacağız
İnsanın doğru düşünmesi ve doğru hareket edebilmesi ancak aklını kullanması sayesinde olur. Kuran'ın pek çok ayetinde, müminlerin aklettikleri ve çok önemli gerçekleri kavradıkları, müşriklerin, kafirlerin ise akıllarını kullanmadıkları ve bu yüzden içinde bulundukları duruma düştükleri anlatılır. İşte bunun önemli sebeplerinden birisi müşriklerin yalnızca duygularının etkisinde hareket etmeleridir.
Aklın kapanmasına sebep olan duygusallık insanı şeytanın bütün telkinlerine açık hale getirir, onun oyuncağı yapar. Şeytan duygusallık silahıyla müşrikleri dilediği gibi yönlendirip her türlü sapkınlığa sürükleyebilir.
İnsana yaratılıştan verilmiş olan, sevgi, korku, güven, ihtiyaç, sığınma, vs. gibi bütün duygular, Allah'ın rızasını kazanması, Allah yolunda kullanması, iyinin ve doğrunun savunucusu, takipçisi olması için verilmiştir. Ancak bu duygular Kuran, akıl ve irade sayesinde doğru yola yönlendirilmedikleri takdirde şeytani yönde bir itici güç oluştururlar.
Şirkin ortaya çıkışı da bu sevgi, korku, sığınma, yardım bekleme, güvenme gibi duyguların, veriliş amacından saptırılıp yanlış yönlendirilmesiyle olur. Bu duygular rahmani veya şeytani doğrultuda yönlendirilebilirler. Rahmani tarafa yönlendirildiklerinde insanı imana, ihlasa, Allah'a götürürken, şeytani yöne çevrildiklerinde şirke ve pisliğe sürüklerler. Çünkü kişi, Allah'a ve O'nun istediği yöne yöneltmesi, karşılığını Allah'tan beklemesi gereken bu tür hisleri başkalarına yöneltince ilahlık vasfını da onlara yüklemiş olur. Dolayısıyla, Allah'ı bırakıp da Allah'ı sever gibi sevdiği kişiyi ya da Allah'tan korkar gibi korktuğu kimseyi veya Allah'ı unutup da kendisinden yardım beklediği kimseyi ilahlaştırmış olur.
Oysa ileride de açıklayacağımız gibi, sevilmeye, övülmeye, yüceltilmeye, kendisinden korkulmaya, yardım istenilmeye, güvenilmeye gerçek anlamda layık olan tek varlık Allah'tır. Zira, herşeyin kaynağı, herşeye varlığını veren, herkesteki üstünlük ve güzelliklerin, tüm bilgi ve gücün yegane sahibi Allah'tır. Bütün bu özellikler ilahlık özellikleridir. Bu özellikleri, Allah'ı unutarak yaratılmışlara vermek bu varlıkları ilah edinmek anlamına gelir ki, şirk de buna denir.
Şimdi, sevgi, korku, yardım bekleme hislerini tek tek ele alarak, akılla bu hisleri kontrol altına almamanın, aklıyla değil de duygularıyla hareket etmenin şirke nasıl yol açabileceğini inceleyelim.


Sevgi

İman eden bir kişi, bütün kalbiyle sevmesi, yakınlaşması, bağlanması gereken varlığın Allah olduğunu bilir. Çünkü Allah kendisini yoktan var etmiş, bedenini, aklını, şuurunu, imanını ve sahip olduğu bütün herşeyi kendisine vermiştir. Bütün ihtiyaçlarını karşılamıştır ve halen de karşılamaktadır. Kendisi için bu dünyada sayısız nimetler yaratmıştır. Dahası, kendisine iman ettiği ve itaat ettiği takdirde, onu, hem dünyada hem de ahirette çok büyük ve sonsuz bir nimetle, kendinden bir sevgi ve hoşnutlukla müjdelemektedir. Bütün bunları da yalnızca kendisinden bir rahmet ve lütuf olarak karşılıksız bir şekilde vermektedir. O halde gerçek anlamda, herkesten çok sevilmeye, bağlanılmaya layık olan yalnızca Allah'tır.
Sevginin oluşmasındaki sebeplerden biri de sevilen kimsedeki üstün ve güzel özelliklere karşı duyulan ilgi ve hayranlıktır. Bu ilgi ve hayranlık karşı taraftan da karşılık gördüğünde aradaki ilişki kuvvetli bir sevgi bağına dönüşür. Ancak burada önemli olan nokta, üstünlük ve güzelliğin gerçek sahibini bulmak ve ilgi, sevgi ve hayranlık hislerini ona yöneltmektir. O da yine, bütün güzelliklerin, üstün ve yüce sıfatların kaynağı, sahibi olan Allah'tır. O'nun yarattıklarının sahipmiş gibi göründükleri üstün sıfatlar ise yalnızca Allah'ın sonsuz sıfatlarının çok küçük birer yansımasıdırlar ve gerçekte Allah'a aittirler. Allah'ın kulları üzerinde tecelli etmekte, yani görünmektedirler.
Bütün bunlardan dolayı sevgi ancak Allah'ın zatına duyulur. İnsanın bir kimseyi veya bir eşyayı, Allah'tan bağımsız, müstakil bir varlık olarak görüp de Allah'ı sever gibi sevmesi ise, onun şirk koştuğunun en belirgin alametlerinden birisidir.
Burada kastedilen temelinde yanlış ve haksız bir sevginin olduğu durumlardır. Elbette ki sevgi duymak yanlış değildir, yanlış olan Allah'ı tamamen unutup, adeta bir tutkuyla, ihtirasla karşı tarafa bağlanmaktır. Ya da o insan için Allah'ın rızasını ve hoşnut olacağı şeyleri terk etmektir. Oysa imani gözle bakıldığında insanların sahip oldukları tüm güzelliklerin asıl sahibinin Allah olduğu anlaşılır. Bunu fark eden insan doğal olarak Allah'a yönelir, karşısındaki insanı severken aslında Allah'ı sevdiğinin bilincindedir. Ancak müşriklerin sevgilerinde durum farklıdır. Bir ayette müşriklerin Allah'ı bırakıp, kendilerine sevgi bağı ile putlar edindikleri, Hz. İbrahim'in sözleriyle şöyle ifade edilir:

(İbrahim) Dedi ki: "Siz gerçekten, Allah'ı bırakıp dünya hayatında aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi inkar edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lanet edeceksiniz. Sizin barınma yeriniz ateştir ve hiçbir yardımcınız yoktur." (Ankebut Suresi, 25)

Yukarıdaki ayette haber verildiği gibi, ahirette bu sevgi bağı nefrete ve karşılıklı inkara dönüşecektir. Bunun sebebi, insanların sevgi bağı kurarak edindikleri bu putların ahirette kendi azaplarına sebep olmasıdır.
Yalnızca Allah'ı ilah edinen bir kimsenin başka bir şeyi, başka bir kimseyi Allah kadar ya da O'ndan daha fazla sevmesi söz konusu olamaz. Bunun aksine bir tutum takınan müşrikler ise ayette şöyle tarif edilir:

İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah'ın olduğunu ve Allah'ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi. (Bakara Suresi, 165)

Ayette, iman edenlerin en çok Allah'ı sevdikleri belirtilmiştir. Bunun aksi bir uygulama içinde olan kişinin samimi olmadığı ya da Allah'ı ve dini gereği gibi tanımadığı kesindir. Zaten ayetin sonundan, şirk koşanların Allah hakkında yanlış ve eksik bir bilgi ve anlayışa sahip oldukları anlaşılmaktadır. Bunlar, Allah ile samimi bir yakınlık kuramadıklarından ve Allah'ı gereği gibi takdir edemediklerinden , sahip oldukları sevgiyi başka kişilere yöneltirler.
Burada sevgi yoluyla yaşanan şirk modelinin en sık ve yoğun rastlandığı ilişki türü olan kadın-erkek ilişkileri üzerinde özellikle durmakta yarar vardır.
Kadın-erkek ilişkilerinde, Allah rızası dışında karşılıklı kurulan bağlılık ve beraberlikler, insanları şirke saptıran en önemli konulardan birisidir. Genellikle romantizm, duygusallık ve karşılıklı birtakım menfaatler üzerine kurulan bu tür beraberliklerde kişiler Allah'ın rızasını değil, birbirlerinin rızasını ve hoşnutluğunu ararlar. Birbirlerinin hoşnutluğunu Allah'ın rızasına tercih ederler. Birbirlerini memnun edebilmek için Allah'ın sınırlarını çiğnemekte bir sakınca görmez, rahatsızlık hissetmezler. Allah'ın yalnızca kendisine yöneltilmesi için verdiği sevgi duygusunu birbirlerine yöneltirler. Allah'ı değil birbirlerini anarlar. Sonuçta Allah'a karşı yerine getirmeleri gereken bütün vazifeleri birbirlerine karşı getiren, birbirlerini Allah'tan bağımsız müstakil varlıklar olarak gören birbirlerine karşı duyan kişiler ortaya çıkar. Kuran'da bu tür ilişkiler birbirine tapma, birbirini ilah edinme olarak tanımlanır.
Bu tür bir şirk ilişkisinde kadınlara karşı beslenen tutku dolu sevgiye Kuran'da dikkat çekilmektedir. Eğer bu sevgi, Allah'ı unutturan, Allah'ı gereği gibi anmayı engelleyen, Allah sevgisine tercih edilen, kalpten Allah sevgisini çıkarıp da onun yerine konulan bir sevgi türüyse, kişiyi doğrudan şirke sürükler. Toplumda masum görülen böyle bir tutumun aslında Allah katında çok farklı bir durumu olduğunu Kuran'dan öğrenmekteyiz:

Onlar, O'nu bırakıp da (birtakım) dişilere taparlar. Onlar o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan başkasına tapmazlar. (Nisa Suresi, 117)

Aynı tehlike yalnızca erkekler için değil kadınlar için de geçerlidir. Toplumda, bu şirk sevgisi, "aşk", "romantizm", "saf ve temiz duygular", vs. şeklinde masum gösterilir, hatta yüceltilip teşvik edilir. Özellikle genç yaştaki insanları etkisine alan bu romantizm telkini akıl ve şuurun gelişmesini engellediği için, dinden, imandan, yaratılış amaçlarından haberleri olmayan, Allah'ı unutmuş, Allah sevgisini, Allah korkusunu bilmeyen, şirki doğal bir davranış, bir yaşam tarzı haline getirmiş sapkın nesiller meydana çıkmaktadır. Ancak burada önemli bir noktayı tekrar hatırlatmakta yarar vardır: Elbette ki insanlar birbirlerini sevebilirler, birbirlerine sevgiyle bağlanabilirler, ama tüm bunlar Allah'tan bağımsız olmamalıdır. Yoksa özünde Allah sevgisine dayalı olmak kaydıyla insanların birbirlerine sevgiyle tutkun olması Kuran'da sözü edilen ve cennette olacağı bildirilen bir modeldir. Bir ayette, cennette "Eşlerine sevgiyle tutkun" insanların olacağı haber verilmiş ve bu modelin makbuliyetine dikkat çekilmiştir. (Vakıa Suresi, 37)
Müminin sevgisi berrak, nurlu, kalpte ferahlık oluşturan bir sevgidir. Çünkü sevgisinin gerçek muhatabı Allah'tır. Karşısındaki varlığı dünyada Allah'ın tecellilerini barındırdığı için sever. Bu yüzden de, sevdiği bir kimse veya varlık ölünce veya sevdiği bir eşya kaybolunca, kendisinden alınınca mümin üzülmez, bir mahrumiyet, ayrılık acısı çekmez. Çünkü sevdiği varlıktaki maddi manevi bütün güzelliklerin, tecellilerin gerçek sahibi Allah'tır. Allah ebedi ve ezelidir. Hepsinden önemlisi kendisine şah damarından daha yakındır. Öyleyse bir sorun yoktur. Yalnızca kendisini imtihan etmek için geçici olarak bazı tecellilerini geri almıştır. İmanını ve bu anlayışını sürdürdüğü sürece dilerse bu dünyada dilerse ahirette sonsuza dek kendisine çok daha yoğun olarak pek çok güzel sıfatıyla tecelli edecektir. İşte bu sırrı kavradığı ve katıksız gerçek imana kavuştuğu için mümine üzüntü ve acı verecek, onu duygusallığa düşürecek hiçbir durum söz konusu değildir. Ayet müminin bu ruh halini şöyle tarif eder:

Şüphesiz: "Bizim Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra doğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Ahkaf Suresi, 13)

Müşrikler içinse durum tam tersidir. Sevdikleri, bağlandıkları kişiler ve eşyalar birer birer kendilerini terk ettiklerinde, her biri için sonsuz ayrılık acısını kalblerinde duyarlar. Allah'a tercih ettikleri, şirk koştukları herkes ve herşey onların dünyada ve ahirette azaplarına sebep olur. Bu dünyada sevdikleri birer birer ölür veya kendilerini terk eder. Gerçek ilahlar olmadıkları için kendilerine yöneltilen sevgiye hakkıyla karşılık veremezler. Müşriklerin bu durumları yaşadıkları toplumda şarkıların, şiirlerin, romanların ve filmlerin vazgeçilmez konusunu oluşturur. Bunların pek çoğunun temasını karşılıksız, ümitsiz aşklar, ayrılıklar, ihanetler, terketmeler, ölümler ve bunlardan kaynaklanan acı, keder ve ızdırap oluşturur. Gerçekten de bunlar müşriklerin ruh hallerini çok iyi ifade eder.
Bu şekilde dünyada başlayan azapları ahirette çok daha şiddetli bir maddi ve manevi azapla sonsuza dek devam eder. Kuran'da, cehennemde yüreklere tırmanıp çıkan bir ateşten bahsedilmektedir. (Hümeze Suresi, 5-7) İşte dünyadaki her türlü yürek acısının kat kat şiddetlisi cehennemde müşriğin manevi azabının bir parçasını oluşturur. Allah kendisine ihanet eden, haksız yere şirk koşanlardan hem dünyada hem de ahirette intikam alır.


Korku

İnsanları şirke sürükleyen unsurlardan bir diğeri de korkudur. Yalnızca Allah'a karşı yöneltilmesi gereken korku hissi, O'nun yarattıklarına karşı duyulduğunda ve bu korku kişinin tavır ve davranışlarını etkilediğinde şirk oluşmuş olur. Çünkü kendisinden gerçekten korkulmaya layık olan tek varlık Allah'tır. Mutlak gücün sahibi O'dur. Herşey O'nun dilemesi ve kontrolü altındadır. O'nun bilgisi, istemesi ve izni dışında hiçbir şey gerçekleşemez. O'nun dilemesi olmadıkça hiçbir şey insana zarar veremez. O bir kimseye zarar dileyecek olsa, bu zararı Allah'tan başka giderecek de yoktur. Dolayısıyla korkup sakınılması gereken Allah'tan başka varlık yoktur.
Allah'tan başkasından korkmak ise korktuğu şeyi adeta Allah dışında bir güç ve kudret sahibi olarak görmek, onun Allah'tan bağımsız olduğunu, Allah'ın çizdiği kader dışında hareket ettiğini düşünmek, kısaca onu ilahlaştırmak anlamına gelir. Allah'tan başkasına karşı korku beslemenin şirk, diğer bir deyimle ikinci bir ilah edinmek olduğu Kuran'da şöyle belirtilir:

Allah dedi ki: "İki ilah edinmeyin: O, ancak tek bir ilahtır. Öyleyse benden, yalnızca benden korkun." Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur, itaat-kulluk da (din de) sürekli olarak O'nundur. Böyleyken Allah'tan başkasından mı korkup-sakınıyorsunuz? (Nahl Suresi, 51-52)

Bir başka Kuran ayetinde ise Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmamak gerektiği şöyle bildirilir:
Allah, kuluna yeterli değil mi? Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur. (Zümer Suresi, 36)

Yukarıdaki ayetin de dikkat çektiği gibi müşrikler, Allah'tan değil insanlardan, hatta müminlerden korkarlar. Kuran'da, bunun yine akılsızlıklarının bir sonucu olduğu şöyle anlatılır:

Herhalde içlerinde 'dehşet ve yılgınlık uyandırma bakımından' siz, Allah'tan daha çetinsiniz. Bu, şüphesiz onların 'derin bir kavrayışa sahip olmamaları' dolayısıyla böyledir. (Haşr Suresi, 13)


Yardım bekleme ve güvenme duygusu

Allah'ın dışındaki varlıklar yalnızca O'nun yarattıklarıdır. O'nun dilemesiyle var olmuşlardır. O'nun dilemesiyle varlıklarını devam ettirirler. Şifayı ve rızkı veren, güldüren ve ağlatan Allah'tır. Kısaca Allah'tan başka herşey ve herkes, sonsuz aciz, sonsuz fakir, sonsuz muhtaç varlıklardır. Bunların kendilerine ait bir güçleri, kabiliyetleri yoktur; öyle ki kendilerine bile yardıma güç yetiremezler. O halde, ortada Allah'tan başka güvenilecek, yardım umulacak, bir şeyler istenecek, beklenecek kimse de yoktur.
Bu nedenle, Allah'tan değil de başkalarından yardım dilemek, Allah'a güvenmeyip, sebeplere, aracılara, insanlara güvenmek, Allah'ın yarattıklarını Allah'tan bağımsız bir güç, irade ve etki sahibi olarak görmek demektir ki, bu da apaçık şirktir.
Allah'ı bırakıp da kullarından yardım bekleyenlerin düştükleri sapkınlık Kuran'da şöyle ifade edilir:

Yardım görürler umuduyla, Allah'tan başka ilahlar edindiler. Onların (o ilahların) kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez; oysa kendileri onlar için hazır bulundurulmuş askerlerdir. (Yasin Suresi, 74-75)

Ayette belirtildiği gibi bu tür beklentilerle sahte ilahlara güvenip dayananlar bunların kulu kölesi haline gelirler. Günlük hayatta, bu şekilde "dünyalık" edinebilmek, geleceklerini güvenceye alabilmek amacıyla Allah'ı unutup da başkalarının sığıntısı olarak onlara hizmet eden, onlara yaranmaya çalışan sefil ve ezik, insanlara sık sık rastlamak mümkündür. Allah'tan başkasından medet uman bu insanlar beklentilerinin karşılığını görmedikleri gibi putlarının emrinde zillet ve aşağılanma içinde bir ömür geçirirler. Şirklerinin dünyadaki karşılıklarından biri olan bu horluk ve aşağılanma, ahirette daha şiddetli ve ebedidir.
Allah bir ayetinde, insanların tıpkı kendileri gibi aciz bir kul olan diğer varlıklara kulluk etmelerinin anlamsızlığını şöyle açıklar:

Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah'ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için bir araya gelseler dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de. (Hac Suresi, 73)

Başka ayetlerde ise Allah'tan başka yardım istenen varlıkların acizlikleri şöyle ifade edilir:

Kendileri yaratılıp dururken, hiçbir şeyi yaratamıyan şeyleri mi ortak koşuyorlar? Oysa (bu şirk koştukları güçler ve nesneler) ne onlara bir yardıma güç yetirebilir, ne kendi nefislerine yardım etmeğe. (Araf Suresi, 191-192)

O'ndan başka taptıklarınız ise size yardıma güç yetiremezler, kendilerine de. (Araf Suresi, 197)

Görüldüğü gibi Allah'ı unutarak kendilerinden medet umulan, yardım istenilen varlıkların aslında kendilerine yardım etmeye bile güçleri yoktur. Ancak bu gerçekten gaflet içinde olan ve Allah'tan başkasına yalvarıp yakaran kişiler her dönemde var olmuşlardır. Bu gafil insanların uğrayacakları son, pek çok ayette bildirilmiştir. Bu ayetlerden birisi şöyledir:

Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarıp-yakarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun. (Şuara Suresi, 213)

Sahip olduğu mallara güvenerek Allah'a şirk koştuğu için daha dünyadayken azaba uğratılanlara verilebilecek örneklerden biri Kehf Suresi'nde anlatılan bağ sahibidir. Önceki bölümlerden hatırlanacağı gibi bahsi geçen kişi, sahip olduğu bağ, bahçe ve mallardan ötürü son derece kibirlidir. Bu malların sonsuza kadar yok olmayacağını, kıyametin de kopmayacağını iddia etmektedir. Ancak kendisine verilen azabı görünce şirk koşmakla ne büyük bir hata işlediğini anlar:

(Derken) Onun ürünleri (afetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) oğuşturuyordu. O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: "Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım." Allah'ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi. (Kehf Suresi, 42-43)

Allah'tan başkasından medet uman, Allah'tan başkalarına rağbet eden, onlardan merhamet dilenen, onlara güvenen bir kişi, başta da belirttiğimiz gibi, bu umduklarına asla kavuşamaz ve bu nedenle hayatı boyunca, özellikle de zor anlarında, büyük bir boşluk, sahipsizlik ve terk edilmişlik hissine kapılır. Kendisini, dünyanın binbir türlü karmaşası ve sıkıntısı karşısında, güvendiği sahte ilahlar tarafından terk edilmiş, çaresiz, yapayalnız bırakılmış hisseder. Bu gerçeğe, "Allah ile beraber başka ilahlar edinme, yoksa kınanmış ve kendi başına (yapayalnız ve yardımcısız) bırakılmış olursun." (İsra Suresi, 22) ayetiyle dikkat çekilmiştir.
Kuran'ın bir başka ayetinde ise, müşriklerin içinde bulundukları bu boşluk çok hikmetli bir benzetmeyle açıklanmaktadır:

... Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan kaçının, yalan söz söylemekten de kaçının. Allah'ı birleyen (Hanif)ler olarak, O'na ortak koşmaksızın. Kim Allah'a ortak koşarsa, sanki o gökten düşmüş de onu bir kuş kapıvermiş veya rüzgar onu ıssız bir yere sürükleyip atmış gibidir. (Hac Suresi, 30-31)

Yalnızca Allah'a güvenip dayanan, yalnızca O'na kulluk edip yalnızca O'ndan yardım isteyen müminler ise nimet, izzet ve şeref içinde bir ömür sürerler. Bunlar, Kuran'ın ifadesiyle "iman edenler ve kalpleri Allah'ın zikriyle mutmain olanlardır". Kalbi Allah'ın zikriyle mutmain, yani tatmin olmuş olan bir mümin, başka hiçbir şeye muhtaç olmaz. Olabilecek en büyük şerefe kavuşmuştur; çünkü insanlara karşı hiçbir zayıflık ve acizlik göstermez. En büyük zorluklarla karşılaşsa da, "ben, dayanılmaz kahrımı ve üzüntümü yalnızca Allah'a şikayet ediyorum" (Yusuf Suresi, 86) diyen Hz. Yakub gibi vakarlı olur. Müminlerin bu tavrı, aşağıdaki sözlerinde en iyi biçimde ifade edilmektedir:

De ki: "Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim mevlamızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler." (Tevbe Suresi, 51)

Buraya kadar incelediğimiz sevgi, güvenme ve yardım bekleme gibi duyguların biraraya gelip kaynaşmasından Kuran'da "dost (veli) edinme" adı verilen yakınlık doğar. Allah, Kuran'da dost ve yardımcı olarak kendisinin yeterli olduğunu söylemiştir. (Nisa Suresi, 45) Dahası insan için kendisinden başka dost ve yardımcı olmadığını da belirtmiştir:

"Gerçek şu ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; diriltir ve öldürür. Sizin Allah'tan başka veliniz ve yardımcınız yoktur." (Tevbe Suresi, 116)

Dost ve yardımcı edinilmeye layık yegane varlık Allah'tır. Çünkü O'ndan başkaları, daha önce de belirttiğimiz gibi, kendilerine bile yardım etmeye güçleri olmayan, kendileri de Allah tarafından yaratılmış olan, her bakımdan Allah'a muhtaç ve bağımlı olan aciz varlıklardır:

De ki: "O, gökleri ve yeri yaratırken ve O, (hep) besleyen (hiç) beslenmezken, ben Allah'tan başkasını mı veli edineceğim?" De ki: "Bana gerçekten müslüman olanların ilki olmam emredildi ve: Sakın müşriklerden olma." (denildi.) (En'am Suresi, 14)

Halbuki, müşriklerin önemli bir özelliği de kendilerine Allah'tan başka dostlar edinmeleridir. Oysa, Allah'ı bırakıp kullarını veli edinmek basit bir suç değildir, zira böyle bir davranışın kişiyi çok acı bir sonuca götürdüğünü Kuran'dan öğreniyoruz:

İnkâr edenler, Beni bırakıp kullarımı veliler edindiklerini mi sandılar? Gerçekten Biz cehennemi kafirler için bir durak olarak hazırlamışız. (Kehf Suresi, 102)

Müminler yalnızca Allah'ı veli edinirken, inkarcılar ve müşrikler de şeytanı veli edinirler. Şeytanı dost edinmek ise, onun emirlerine uymakla olur. Yani Kuran'a aykırı hareket etmekle, Allah'ın sınırlarını tanımamakla, şirk koşmakla, Allah'ı anmamakla... Zaten şeytanın emrettikleri de bunlardır. Oysa şeytanı bu şekilde dost edinmek insanın kendisi için son derece akılsızca bir harekettir; çünkü ayetin ifadesiyle, "kim onu veli edinirse, şüphesiz o (şeytan) onu şaşırtıp-saptırır ve onu çılgın ateşin azabına yöneltir.". (Hac Suresi, 4) Bu yüzden de Allah insanı bu düşmanına karşı uyarmış, gerçek dostun Kendisi olduğunu bildirmiştir:

Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilendir; bir veli (en güvenilir bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah yeter. (Nisa Suresi, 45)


Minnettarlık duygusu

İnsan, hayatının her anında çeşit çeşit nimetle karşı karşıyadır. Kendisine gelen nimetler çoğunlukla sebepler aracılığıyla olduğu için insan şükran duygularını bu sebeplere yönlendirmeye çok meyillidir. Oysa bu duygunun da gerçek anlamda yöneltilmesi gereken tek varlığın Allah olduğu, Kuran bize defalarca belirtmektedir. Kuran'da minnettarlık duygusunun ifadesi "şükretmek" olarak tanımlanır. Şükretmek, aracılar kim ya da ne olursa olsun, bütün nimetleri kendisine gönderenin yalnızca Allah olduğunun ve her konuda yalnızca O'na muhtaç olduğunun bilincinde olmak, O'na karşı teşekkür ve minnettarlığını kalben ve dille ifade etmektir.
Yalnızca Allah'a şükretmek, yalnızca O'na minnettar olmak, Kuran'da gerçek bir kulluğun göstergesi olarak belirtilmiştir:

Ey iman edenler size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin ve yalnızca O'na kulluk ediyorsanız, Allah'a şükredin. (Bakara Suresi, 172)

Öyleyse Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helal (ve) temiz olanlarını yiyin; eğer O'na kulluk ediyorsanız Allah'ın nimetine şükredin. (Nahl Suresi, 114)

Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, Allah'a şükretmek başka ilahlar edinmeden, yani şirk koşmadan kulluk etmenin bir şartı ve göstergesidir. Gerçekten de, yalnızca Allah'a şükreden bir kimse bütün nimetlerin Allah'tan geldiğinin, herşeyin O'nun elinde, Onun kontrolünde olduğunun, yani Allah'tan başka ilah olmadığının bilincinde demektir. Bütün nimetlerin Allah'tan geldiğinin bilincinde olan bir kimse ise yegane güç, kuvvet ve söz sahibinin Allah olduğunu, O'ndan başka ilah olmadığını kalbine yerleştirmiş, katıksız imana sahip bir kimse demektir. Kuran'da tarif edilen ve övülen insan modeli de budur. Demek ki yalnızca Allah'a yöneltilen bir şükür, imanın ve ihlasın önemli bir parçasıdır.
Şirk koşanlarda ise durum tam tersidir. Müşrikler sahip oldukları bütün nimetleri Allah'ın bunları yaratmaya vesile kıldığı maddelere ve şahıslara bağlar ve onlardan medet umarlar. Onlara müteşekkir kalır, onlara şükretmeye çalışırlar. Kısaca Allah'tan başka güç ve etki sahibi sandıkları sayısız sahte ilahlar edinirler. Akıllarını kullanmadıkları için, bütün bu sahte ilahları da, onların yaptıklarını da Allah'ın yarattığını ve Allah'ın dilemesi ve emri olmaksızın hiçbir şey yapamayacaklarını, hiçbir şeye güçlerinin yetmeyeceğini göremezler.
Allah'ı unutarak gücü ve etkiyi O'nun kullarında aramak, onlara yönelmek, onlara şükretmek ise hem şirk hem de çok büyük bir nankörlüktür.
Ancak hemen belirtmek gerekir ki insanların birbirlerine, teşekkür etmeleri elbette ki yanlış değildir. Ama bunu yaparken özünde kendisine bu iyiliği yapanın Allah olduğunu unutmamaları şarttır. Bu bilinçle hareket edildiği sürece doğru davranılmış olur. Ancak müşrikler bunun tam tersi bir tavır sergileyerek nimetin geldiği kaynağı ilahlaştırırlar. Bu ilahları için gerektiğinde dinden, Allah'ın rızasından taviz verirler. Müşriklerin bu tavrı Kuran'da şöyle açıklanır:

Siz yalnızca Allah'tan başka birtakım putlara tapıyor ve birtakım yalanlar uyduruyorsunuz. Gerçek şu ki, sizin Allah'tan başka taptıklarınız, size rızık vermeye güç yetiremezler; öyleyse rızkı Allah'ın katında arayın, O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Siz O'na döndürüleceksiniz. (Ankebut Suresi, 17)

Müminler ise müşriklerin aksine yalnızca Allah'a şükreder, yalnızca O'na minnet ederler. Kendilerine bir nimet geldiğinde önce Allah'a yönelirler, O'na şükrederler ve bunun Allah'ın bir ihsanı olduğunu fark ederler. Bunun Kuran'da pek çok örneği vardır. Örneğin bilindiği gibi Allah Hz.Zekeriya'yı Hz Meryem'den sorumlu kılmıştı. Zekeriya peygamber mihraba her girdiğinde Meryem'in yanında yiyecek buluyordu. Ona bunun nereden geldiğini sorduğunda ise Hz.Meryem bunun Allah katından olduğunu söylüyordu:

Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriya'yı ondan sorumlu kıldı. Zekeriya her ne zaman mihraba girdiyse, yanında bir yiyecek buldu: "Meryem, bu sana nereden geldi" deyince, "Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verendir" dedi. (Al-i İmran Suresi, 37)

Bu ayetten anlaşıldığı gibi, Hz. Meryem kendisine ulaşan tüm nimetlerin Allah'tan olduğunun bilincindeydi. Kuran'da bu konu ile ilgili yer alan bir diğer örnek ise Hz Süleyman'ın nimet karşısında Allah'a yönelip dönmesidir:

(Elçinin gitmesinden sonra Süleyman:) "Ey önde gelenler, onlar bana teslim olmuş (müslüman)lar olarak gelmeden önce, sizden kim onun tahtını bana getirebilir?" dedi. Cinlerden ifrit: "Sen daha makamından kalkmadan, ben onu sana getirebilirim, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim." dedi. Kendi yanında kitaptan ilmi olan biri dedi ki: "Ben, (gözünü açıp kapamadan) onu sana getirebilirim." Derken (Süleyman) onu kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: "Bu Rabbimin fazlındandır, O'na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağanüstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (hiçbir şeye ve kimseye ihtiyacı olmayan)dır, Kerim olandır. (Neml Suresi, 38-40)

Yukarıdaki ayetlerde açıkça görüldüğü gibi Süleyman peygamber bir istekte bulunmuş, onun bu isteğini yanında bulunanlardan biri yerine getirmiştir. Ancak dikkat edilecek olursa Süleyman peygamber bunu yapan kişiye minnet etmemiş, hemen Allah'a yönelmiş ve şükretmiştir. Işte mümin tavrı da böyle olur, şayet insan benzer bir durumda Allah'ı unutup, aradaki aracıya minnet ederse ve bu nimetin o kişiden geldiğini düşünürse o takdirde kendisi için şirkin kapısını açmış olur.
Kuran'ın pek çok ayetinde şirk koşmakla şükretmek birbirinin zıttı olarak vurgulanır. Örneğin Allah Hz. İbrahim'i tarif ederken onun müşrik olmadığını, Allah'ın nimetlerine şükredici olduğunu belirtir:

"Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti; Allah'a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi. O'nun nimetlerine şükrediciydi. Onu seçti ve doğru yola iletti." (Nahl Suresi, 120-121)

Zümer Suresi'nin 65 ve 66. ayetlerinde de şirk koşmakla Allah'a şükretmek birbirinin tam tersi kavramlar olarak anılmaktadır.
Görüldüğü gibi şükran duygusu da diğer duygular gibi Allah'a yöneltildiğinde imanı ve ihlası getirirken, Allah'tan başkalarına yöneltildiğinde şirki doğurur. Şükretmek imani açıdan o kadar önemli bir konudur ki, insanın Allah'ı kendi ilahı ve Rabbi kabul ettiğinin en önemli alametlerinden biridir. Öyle ki şeytan insanları saptırmadaki başarısının bir ölçüsü olarak onları "şükretmez hale getirmesi"ni göstermiştir. Kuran'da şeytanın ağzından bu ibret verici durum şöyle haber verilir:

Dedi ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım." "Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın." (Araf Suresi, 16-17)

Buraya kadar insanların sapmalarında, şirke düşmelerinde en sık ve en etkin rol oynayan duygusallık çeşitlerini inceledik. İnsanların şirke sapmalarında bunların biri, birkaçı veya hepsi birden etkili olabilir Elbette insanda bu incelediklerimizden başka daha pek çok duygu çeşidi vardır. Şefkat, merhamet, iyilik, kin, nefret bunlardan bazılarıdır. Bunların da aynı şekilde şeytani yönde kullanılması insanların şirke sapmalarına yol açabilir.
Bir örnek verecek olursak; merhamet duygusu şeytani yönde çalışan bir kimse, insanların ölümlerinden, küçük çocukların, masum sevimli hayvanların ölümlerinden büyük üzüntü duyar. Ve şeytani merhameti onu Allah'a karşı isyana ve şirk koşmaya götürür. Halbuki insan şeytani merhametin telkininden aklını kullanıp kurtulsa gerçeği temiz ve berrak bir şekilde görecektir. Bir kere ölüm, küçük çocuklar, mümin kimseler, masum hayvanlar için bir zulüm, eziyet ve azap olmadığı gibi onlar için bir kurtuluş ve sonsuz güzel bir hayata atılan adımdır. Allah'ın bu sevimli varlıkları kendi katına aldığı bir kapıdır. Şeytan ve onun dostları açısından ise ölüm dünyadaki azgınlıklarının, nefslerinin sınırsız tutkularının sona erdiği ve kendilerine vaat edilen ebedi azap kapısının açıldığı andır. Bu yüzden şeytan ölümü çirkin bir kötülük olarak görür ve göstermeye çalışır. Bu değerlendirmesi kendisi açısından doğrudur, fakat masumlar ve müminler için geçerli değildir. Cehenneme gidecek biri açısından ölüm gerçekten kötü bir olaydır, Cennete gidecek için ise mutlu ve sevindirici bir olaydır.
İşte duygularının etkisine kapılmadan aklını kullanan bir kimse, gerçekleri net ve berrak olarak görür, ona göre davranır. Duygusal, dolayısıyla aklı örtülmüş bir kimsenin içinden çıkamadığı, çok karmaşık, çelişkili, açıklanamaz gibi gördüğü konular, akıllı bir müminin gözünde son derece kolay, açık, net ve sadedir. Duygusallığının peşinden sürüklenen kimseler akıllarını bir kenara atmış, kendilerini şeytanın büyüsüne ve iradesine teslim etmiş bir şekilde şirkin karanlığı ve bataklığı içinde ebedi azaplarına doğru sürüklenmeye devam ederler.



ŞİRKİN EN TEHLİKELİ ÇEŞİDİ:
GİZLİ ŞİRK

Bu bölüme dek şirkin genel anlamı ele alındı, neden kaynaklandığı, insanlarda nasıl ortaya çıktığı ve ne şekilde görüldüğü örneklerle anlatıldı. Bu bölümde ise şirkin, imanlı olan herkesin dikkat etmesi ve okurken mutlaka üzerine alması gereken, çok tehlikeli bir yönü ele alınacaktır: Gizli Şirk…
Gizli şirk her mümin için üzerinde düşünülmesi en aciliyetli, en hayati konuların başında gelmektedir. Belki bir insan, bu bölüme dek anlatılanların hiçbirini yapmıyor, hiçbir örneğin kapsamına girmiyor olabilir, fakat bu yine de kimseyi yanıltmamalıdır. Eğer kişi gerçekten halis bir imana ulaşmak istiyorsa, mutlaka ve mutlaka bu konu üzerinde düşünmeli, müstağniyetten kaçınmalıdır. Zira Allah pek çok ayetinde kendisine katıksızca iman edilmesini ya da başka bir deyişle şirk koşmadan yönelinmesini emretmektedir:

'Gönülden katıksız bağlılar' olarak, O'na yönelin ve O'ndan korkup-sakının, dosdoğru namazı kılın ve müşriklerden olmayın. (Rum Suresi, 31)

… De ki: "Şüphesiz Allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, kendisine katıksızca yöneleni de dosdoğru yola yöneltip-iletir." (Rad Suresi, 27)

Ayetlerde açıkça görüldüğü gibi, Allah insanlar için katıksız bir imanı şart koşmuş ve böylece müşriklerden olmamayı emretmiştir. Aynı zamanda yalnızca kendisine yöneleni de dosdoğru yola yöneltip ileteceğini bildirmiştir. Demek ki doğru yolu bulabilmek için şirk koşulmaması ilk şarttır.
Bunun içinse yapılması gereken en önemli şey Allah'ın "Ve yalnızca Rabbine rağbet et" (İnşirah Suresi, 8) emri gereği hareket etmektir. Ancak bu kavramın iyi düşünülmesi ve kavranılması gerekir. Yalnızca Allah'a rağbet etmek ne demektir?
Bu, insanın tek dost ve yardımcı olarak Allah'ı görmesi, yalnızca O'nun rızasını hedeflemesi ve sadece Allah'ın hoşnutluğunu esas amaç edinmesi demektir. Böyle bir insan için Allah'ın kendisini beğenmesi, kendisinden hoşnut olması nihai amaçtır. Bu nedenle de böyle bir kişi tüm hayatını Allah'ın belirlediği kıstaslara göre düzenler, O'nun emir ve yasaklarına göre hareket eder. Diğer insanların rızası, hoşnutluğu hep ikinci plandadır. Yalnızca Allah kendisinden razı olsun, gerekirse bütün dünya kendisine cephe alsın, bu kişi için fark etmez. Önemli olan asıl dost olan Allah'ın kendisinden hoşnut olmasıdır. Böyle bir insan kimin ne düşündüğünün, kimin ne söylediğinin, diğer insanların kendisini nasıl değerlendirdiklerinin kaygısını duymaz. Yalnızca Allah'ın razı olması ve yalnızca Allah'ın sevmesi onun için yeterlidir. Böylece sadece Rabbine rağbet etmiş olur.
Belki bunu okuyan iman sahibi her insan bu özelliklere sahip olduğunu düşünebilir. Oysa insanın bundan kesin olarak emin olmak yerine, bu konu üzerinde derinlemesine düşünmesi ve kendisini bu konuda sürekli daha mükemmel hale getirmeye çalışması gerekir.


Herşeyin Allah'ın Kontrolünde Olduğunu Unutmamak

Allah'a rağbet eden bir insan yalnızca Allah'a güvenir, çünkü Allah'ın herşeye hakim olduğunu, herşeye gücünün yettiğini, Allah'ın izni dışında tek bir yaprağın dahi düşmediğini bilir. Bundan dolayı herhangi bir olayda yardım istenecek tek mercinin Allah olduğunun farkındadır. O'nu Veli edinmiştir, Allah'ın dışında dayanılacak, yardım istenecek başka hiç kimseye, hiçbir şeye ve hiçbir güce ihtiyaç duymaz. Bu, gerçek anlamda bir güvendir. Buna sahip olan bir insan hayatı boyunca başına gelen olaylarda tek bir an dahi olsa endişeye kapılmaz, üzülmez, sıkılmaz. Çünkü dünyada meydana gelen her olayın Allah'ın izniyle gerçekleştiğinin farkındadır. Şayet bu durumda kaygılansa, üzülse ya da karamsarlığa kapılsa bunun anlamı çok çirkin olur. Çünkü böyle bir durumda insan, Allah'ın hikmetle yarattığı ve hayır gördüğü bir olaydan hoşnutsuz oluyor demektir ki, bu, Allah'a karşı saygısızlıktır. Allah'ın yarattığı herşeyde inanan insan için pek çok hayır vardır. İşte gerçek imana sahip bir insan yaşamının her anında bu bilinçle hareket eder. Elbette ki insan için neyin hayırlı olduğunu Allah bilir, nitekim Allah Kuran'da bu gerçeği şöyle bildirmektedir:

... Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. (Bakara Suresi, 216)

Bu sebepten ötürü şirkten arınmış bir insan hiç beklenmedik bir olayla karşılaşsa, zahiren çok olumsuz gibi gözüken bir durumda kalsa veya başına diğer insanların çok tehlikeli ya da korkunç olarak yorumladıkları bir olay da gelse Allah'a olan güveninden bir şey kaybetmez. Çünkü şayet "tek bir an" dahi endişeye kapılsa bu, Allah'a olan güveninin tam olmadığını, Allah'ın sonsuz kudretini ve hikmetini tam takdir edemediğini gösterir.
Gerçek imanda, katıksız bir sevgide Allah'a karşı mutlak bir teslimiyet olur. Kişi saniyelik hatalara dahi düşmemeye özen gösterir. Allah'a güveninde eksiklik hissettiği veya Allah'tan başka yardımcılar aradığı anda bunun şirk olacağını bilir. Bunun için hiçbir mazeret öne süremeyeceğinin de farkındadır.
İşte "gizli şirk" bu tip durumlarda büyük bir tehlike olarak ortaya çıkar. Örneğin zor bir durumla karşılaştığında insanın, "genelde çok teslimiyetliyim, Allah'a güvenim tam, ama çok nadir bazı olaylarda paniğe kapılıyorum, tevekkülsüzlük yapıyorum" şeklindeki bir düşünceye kapılması çok yanlış ve çirkin olur. Bu konuda insanın kendisini kandırması da çok tehlikelidir. Çünkü bu mantıkla hareket eden bir insana, kendisine başka yardımcılar aradığı için Allah yetmiyor demektir. Bu da o kişinin, Allah'ın varlığını kabul etse de, O'na tevekkül edemediğini, Allah'ın sonsuz kudretini kavrayamadığını ve dolayısıyla şirk içinde olduğunu gösterir.
Yalnızca Allah'a rağbet eden insan ise Allah'ın kendisi için yaratmış olduğu kaderden kalben razıdır. Çünkü iman sahibi bir insan, kaderin dışına çıkmanın ya da kaderi değiştirmenin mümkün olmadığını bilir. Allah'ın her insan için tayin ettiği bir kader olduğunu ve o kaderin hiçbir değişiklik olmadan işlediğini unutmaz. Allah insanların yaşayacakları her olayın bir kitapta kayıtlı olduğunu ve insanların, kitaplarında yazılı olanlar dışında hiçbir şey yaşayamayacaklarını pek çok ayetiyle haber vermiştir. Bu ayetlerden biri şöyledir:

...Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)

Ayetten de açıkça anlaşıldığı gibi bir insanın yaşamı içinde karşılaştığı her olay, küçük büyük herşey bir kitapta kayıtlıdır. Her insan yaşadığı bu dünya hayatında kendine ait olan bu kader kitabını okumaktadır. Bu nedenle mümin karşılaştığı olayları bu gerçeğin bilincinde olarak değerlendirir ve Rabbi'nin yaratmış olduğu kaderdeki her detayda bir güzellik arar. Kaderdeki her ayrıntının mutlaka bir hayır üzere Allah tarafından yaratıldığına kesin olarak iman eder. Bunun bilincinde olan mümin için yaşadığı şeylerin hepsi mutlaka güzeldir; mümin bu güzellikleri hiç atlamadan görebilir. Geçmişte yaşadıklarından ya da halihazırda başına gelen olaylardan yakınma, rahatsızlık duyma veya hoşnutsuz olma gibi bir hataya düşmez. İstisnasız hayatı boyunca yaşadığı her andan razı olur.
Bunun aksi ise imanın tam olmadığını, imana şirk karıştığını gösterir. Böyle bir insan Allah'a iman ettiğini söyleyebilir, ahirete inandığını, gerçek bir müslüman olduğunu iddia edebilir. Ama kaderindeki herhangi bir olaydan razı olmayan bir insan aslında, Kuran'da emredilen tevekkülü yaşayamıyor, Allah'ın yarattığı kaderi gerçek manada kavrayamıyor demektir. İşte bu durum "gizli şirk" alametidir.
Açıkça görüldüğü gibi gizli şirk konusu çok önemlidir ve aynı zamanda her insan için gözardı edilemeyecek büyük bir tehlikedir. Bu nedenle insanın günlük hayatında kendi içinde hissettikleri veya olaylara kendi içinde verdiği tepkiler çok önemlidir. Bu bakımdan samimi bir insanın tüm yaşamını, günlük hayatını, hislerini, duygu ve düşüncelerini, hayata bakış açısını ve en önemlisi bilinçaltını bu anlayışla gözden geçirmesi şarttır.
Şirk, kimi zaman bir insanın yaşamına çok köklü şekilde yerleşmiş olabilir. Kişinin bir korkusu onun dini halis şekilde yaşamasını engelleyebilir. Örneğin geleceğe yönelik ciddi bir endişeye kapılıp, "geleceğini garanti altına alma" adı altında Allah'ın emirlerini gözardı edebilir, gerekli gördüğü durumlarda dininden taviz verebilir. Veya bir insan karşılaştığı zorlukları birer aksilik olarak değerlendirebilir; bundan dolayı isyankar bir ruh hali içinde olabilir. İşte bu veya benzeri durumdaki insanların büyük bir çoğunluğu Allah'ın sonsuz kudretini ve herşeyin hakimi olduğunu unutarak gizli bir şirke düşer. Geleceğini yaratanın da, kendisine mal, mülk zenginlik verenin de, karşısına çıkan zorlukları açıp giderenin de Allah olduğunu unutur, başka varlıklara güç atfederek onlardan yardım umar hale gelir.
Oysa her insan böyle bir gafletten şiddetle kaçınmalı ve büyük bir hızla uzaklaşmalıdır. İçinde bulunduğu durumu ince ince düşünmeli, hayatının her anında Rabbi'nin herşeye güç yetiren, her varlığın ve her olayın üzerinde tek söz sahibi olduğunu tefekkür etmelidir. Ancak bu şekilde gizli şirk belasından uzakta kalabilir.
Örneğin bir insan kanser olabilir ya da hiç beklemediği bir anda trafik kazası geçirerek sakat kalabilir ve ömrü boyunca yürüyemeyeceğini öğrenir. Şirkten tamamen arınmış bir teslimiyet ve tevekkülde kişi, bu olaylardan ötürü bir an bile içinde burukluk hissi duymaz, hastalığından dolayı üzülmez, kaygılanmaz, başına gelen bu zorluktan dolayı asla yakınmaz. Bunu hemen teslimiyet ve güzellikle karşılar; Rabbi'nin kendi için mutlak bir hayır dilediğini unutmaz. Dünyada yaşadığı her türlü imtihanın sonsuz ahiret yaşamına kıyasla çok kısa sürdüğünü, ahirette büyük bir ecir kaynağı olarak karşısına çıkacağını aklından çıkarmaz. Şirkten arınmış bir imanda kişi karşısına çıkan zorluğu öğrendiği ilk anda bu haberi güzellikle karşılar, bunda bir hayır ve hikmet arar. Ancak şunu önemle belirtmek gerekir ki, bu, teselli mahiyetinde bir hayır arama değildir. Tam tersine gerçek imanda kişi kendisine isabet eden bu hastalığın kendisi için gerçekten büyük hayırlara vesile olacağına iman eder. Aynı şekilde tek başına kaldığında da, insanların yanında da, olayın üzerinden sabretmesini gerektirecek uzun zamanlar geçtiğinde de sakatlığına karşı hep aynı teslimiyeti gösterir. Çünkü kaderin Allah'ın elinde olduğunu bilir, Allah'tan gelen herşeyin güzel olduğunu düşünüp kavrar.
Her insan günlük yaşamında umulmadık olaylarla karşılaşabilir. Kendisine insanlar tarafından büyük bir haksızlık yapılabilir, bir iftiraya uğrayabilir, sözlü ya da fiili bir saldırıya maruz kalabilir… Ama gizli veya açık şirkten arınmış bir insan, böyle bir durumda kaderi unutmaz ve herşeyin Allah'ın kontrolünde olduğunu göz ardı edip duygusallaşmaz, sıkılmaz, üzülmez. Kendisini sinirlendirecek olaylar ve davranışlarla da karşılaşabilir, ama bunların da aslında kaderin bir parçası olduğunu bilir ve Allah'ın Kuran'da emrettiği gibi kötülüklere dahi güzellikle karşılık verir.
Öyle olaylarla karşılaşabilir ki, dini yaşamayan bir insanın korkuya kapılması, kaygılanması çok doğaldır, fakat o korkmaz ya da kaygılanmaz. Allah'ın her an yanında olduğunu bilir, O'na dayanıp, güvenir. Örneğin, bütün mal varlığını, ailesini bir anda kaybedebilir; ama bu kişi daha o an, o saniye Allah'a teslimiyetlidir. Çocuğunu kaybedebilir, eğitimi tehlikeye girebilir, işinden ayrılmak zorunda kalabilir, en yakınlarından birinin amansız bir hastalığa yakalandığını öğrenebilir... Bütün bu ve benzeri durumlarda gerçek iman sahibi insan sarsılmaz bir tevekkül ve teslimiyet içindedir. Bir an ya da bir saniye dahi olsa olan olaylardan ötürü karmaşaya, umutsuzluğa düşmez, karamsarlığa kapılmaz, hüzünlenmez, üzüntü duymaz, Allah'a olan güveninden bir şey kaybetmez.
İşte her insanın kendi içinde bu tarz durumlarda nasıl bir tepki vereceğini samimi bir şekilde tartması ve gizli şirke karşı önlem alması gerekir. Zira "bu kadardan bir şey olmaz" diye düşünmek, zor durumlarda verilecek cahilce tepkileri normal karşılamak veya bu konuda insanların çoğunluğunun verdiği tepkileri ölçü almak son derece yanlış olur. Çünkü bir ayette Allah, "Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle yalan söylerler.'" (Enam Suresi, 116) şeklinde buyurmaktadır.
Gizli şirke neden olabilecek diğer bir husus da kişinin başarılarını, ya da yaptıklarını kendi eseri zannetmesidir. Örneğin bir kişi başarılı bir konuşma yaptığında o konuşmayı kendi aklıyla kendisinin yaptığını zannederse bu çok yanlış olur. Çünkü Kuran'dan öğrendiğimiz gibi "nutku verip konuşturan" Allah'tır. O dilemedikçe insanın konuşması ve üstelik hikmet üzere konuşması mümkün değildir. Bunların hepsi Allah'ın dilemesiyle gerçekleşmektedir. Veya bir insan mesleğinde başarı elde ediyorsa, insanlara hizmet edecek bilimsel keşiflerde bulunuyorsa, yaşamı kolaylaştıran buluşlar yapıyorsa, bunların tümünü de Allah'ın yardımıyla yapıyor demektir. Allah'ın dilemesi dışında bir başarı elde etmesi mümkün değildir. Tüm bunlara rağmen insanın halen kendi başarılarını sahiplenmesi, bunlarla övünmesi, gururlanması ve bu esnada Allah'ı unutması çok yanlış ve haksız bir eylem olur. Nitekim bir Kuran ayetinde Allah insanın hiçbir şey yapmaya kudreti olmadığını şöyle bildirmiştir:

"Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (İnsan Suresi, 30)

Başarıların yanısıra insan bir musibetle karşılaştığında, örneğin hastalandığında ya da yaralandığında, bunların da kaderinde yaratıldığını unutmaması şarttır. Eğer hastalıkta rol alanın bir virüs, kazaya sebep olanın da kötü bir sürücü olduğunu düşünerek Allah'ı unutması büyük bir gaflettir. Elbette arada çeşitli sebepler yaratılmıştır ancak bunların tamamı Allah'ın bilgisi ve kontrolü altındadır. Bu kişi hastalanmıştır veya yaralanmıştır; çünkü kaderinde o hastalığın meydana gelmesi vardır. Bu, Allah'ın takdiridir. Kişinin bunu kabul etmemesi, içten içe isyankar bir tavır içinde olması da gizli şirk olur. Musibet ve hastalıklarda hayır ve hikmet olmadığını düşünmek, hastalıkların Allah tarafından değil de direkt olarak mikrop ve virüsler sebebiyle olduğunu zannetmek , Allah'ın bu mikrop ve virüsleri birer vesile olarak yarattığını unutmak son derece yanlış bir bakış açısıdır.
Kuran'da her olayın Allah'ın bilgisi dahilinde gerçekleştiğini haber veren pek çok ayet vardır. Örneğin Peygamberimiz döneminde müminlerin yaşadıkları bir zorluk anı için Allah şöyle buyurmuştur:

İki topluluğun karşı karşıya geldiği gün, size isabet eden ancak Allah'ın izniyle idi. (Bu, Allah'ın) mü'minleri ayırdetmesi... (Al-i İmran Suresi, 166)

Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, insanların karşılaştıkları her türlü olay ancak Allah'ın izniyle gerçekleşir. Şu halde insanın, Allah'ın herşeyi kontrolü altında bulundurduğunu unutup, olaylara ara ara müdahale ettiğini zannetmesi çok sapkın bir düşünce olur. Allah olan biten herşeyden haberdardır. İnsanın hayatının her safhası ve her anı da ancak Allah'ın izniyle, Allah'ın kontrolünde gerçekleşmektedir. Ve unutulmamalıdır ki, Allah'ın takdir edip yaratmış olduğu kader, iman eden samimi kullar için her zaman en hayırlısıdır. İnananların tüm yaşadıklarında çok büyük bir hayır ve hikmet vardır. Ama insan bu hikmetleri her zaman anlayamayabilir. Bazen bu hikmetleri görür ve şükreder. Bazen ise göremez ancak yine Allah'a güvenir ve dayanır. Bilir ki kendisine isabet eden bu olay Allah tarafından pek çok hayırlar ve güzelliklerle birlikte yaratılmıştır.

"Biraz Şirk Biraz İman" Mantığı Sapkınlıktır

Gizli şirk konusunu düşünürken şu nokta mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır: İnsanın "biraz şirk biraz din" gibi sapkın bir mantıkla hareket etmesi, "iman içerisinde biraz şirkten bir şey olmaz" diye düşünmesi kesinlikle büyük bir aldanıştır. Her an Allah'a rağbet etmek ve bundan hiç taviz vermemek müminin normal hayatıdır. Bu, aklın gereğidir ve mümine yakışan da budur. Çünkü en küçük bir şirke itibar edilmesi dahi şirktir. Bu durumda insanın Allah'tan başka güç sahibi hiçbir varlık olmadığına kesin olarak kanaat getirmesi şarttır. Nitekim Allah Kuran'da her olayın kendi kontrolünde meydana geldiğini birçok ayetiyle dikkat çekmiş ve insanlara kendisine ortak koşmamalarını emretmiştir:

Dedi ki: "Hamd Allah'ındır ve selam O'nun seçtiği kullarının üzerinedir. Allah mı daha hayırlı yoksa onların ortak koştukları mı?" (Onlar mı) Yoksa, gökleri ve yeri yaratan ve size gökten su indiren mi? Ki onunla (o suyla) gönül alıcı bahçeler bitirdik, sizin içinse bir ağacını bitirmek (bile) mümkün değildir. Allah ile beraber başka bir ilah mı? Hayır, onlar sapıklıkta devam eden bir kavimdir. Ya da yeryüzünü bir karar yeri kılan, onun arasında ırmaklar var eden ve ona (yeryüzü için) sarsılmaz dağlar yaratan ve iki deniz arasında bir ara-engel (haciz) koyan mı? Allah ile beraber başka bir ilah mı? Hayır onların çoğu bilmiyorlar. Ya da sıkıntı ve ihtiyaç içinde olana, kendisine dua ettiği zaman icabet eden, kötülüğü açıp gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah ile beraber başka bir ilah mı? Ne az öğüt-alıp düşünüyorsunuz. Ya da karanın ve denizin karanlıkları içinde size yol gösteren ve rahmetinin önünde rüzgarları müjde vericiler olarak gönderen mi? Allah ile beraber başka bir ilah mı? Allah, onların şirk koştuklarından yücedir. Ya da halkı sürekli yaratmakta olan, sonra onu iade edecek olan ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran mı? Allah ile beraber başka bir ilah mı? De ki: "Eğer doğru söylüyor iseniz, kesin-kanıt (burhan)ınızı getiriniz." (Neml Suresi, 59-64)

Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi her olay Allah'ın dilemesi ile gerçekleşmektedir ve bu gerçeği unutmak, bazı olayların Allah'tan bağımsız meydana geldiğini zannetmek O'na ortak koşmak demektir.
Unutmamak gerekir ki gizli şirk gerçek imanın oluşmasının önündeki en büyük engeldir. Din ancak "saf" yani "katıksız" olursa "gerçek din" olur. Ara bir yol aramanın, bazı olayların Allah'ın kontrolünde bazıların da –Allah'ı tenzih ederiz- insanların veya başka varlıkların kontrolünde meydana geldiğini düşünmenin anlamı ise direkt müşrikliktir. Bunu anlamazlıktan gelmenin insana bir faydası olmaz. Burada anlatılan konular her müslümanın düşünüp acilen hayata geçirmesi gereken gerçeklerdir. Aksi takdirde insanın kendini bu tehlikeden müstağni görmesi, hayatını yarı müslüman olarak yaşaması hem büyük bir akılsızlık hem de bunu yaşayan insan için korkunç bir hayat olur. Bu bakımdan kişinin nefsini bu gözle değerlendirmesi ve en kısa zamanda hatalarını bulup telafi etmesi gerekir.
İnsan belki başka bir konuda ağırdan alsa büyük bir zarara uğramayabilir. Fakat bu konuda ağırdan alması, anlamazlıktan gelmesi, yapan kişi adına çok tehlikeli ve yanlış bir davranıştır. Çünkü burada anlatılanlar yaşansa da olur yaşanmasa da mantığıyla düşünülecek olaylar değildir. Tersine şirk konusu, imanla imansızlık arasında çizgi olması bakımından son derece önemlidir. Gizli şirk insanın önünde, gerçekleri kavramasını engelleyen, akıl ve basiretini körelten, dünyada gerçek bulunuş amacını unutturan, hesap gününe karşı gaflete düşüren çok aldatıcı bir perde oluşturur. Ve bu konu halledildiğinde insanın gözünün önündeki bu aldatıcı perde kalkmış olur.
Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, insanın şirkten tamamen arınması son derece kolaydır. İnsanın tek yapması gereken samimi olmak, kendisini yaratmış olan Allah'ın gücünü takdir edebilmektir. İnsan, buraya kadar anlattığımız konuları uygularken çok girift bir şeyi başarıyor, kahramanlık yapıyor gibi bir ruh haline girerse bu da çok yanlış olur. Bu bölümde anlatılanları zor görerek, bundan dolayı "din kıldan ince kılıçtan keskindir" tarzında yorumlar getirmek ve dini içinden çıkılmaz gibi göstermeye çalışmak, anlatılan konuların zor olduğu şeklinde bir hava vermek çok büyük bir samimiyetsizliktir. Zira salih bir müminden istenen çok kolay bir şeydir; her an yalnızca Allah'a rağbet etmek ve Allah'a katıksızca iman etmek…
Müslüman bu salih karaktere sahip olduğu, gerçekten hiçbir ortak koşmadan Rabbine yöneldiği zaman, her türlü başarıyı, güzelliği ve nimeti Allah'tan umabilir. Çünkü Allah şirkten tamamen arınmış kullarına dünyada da ahirette de büyük mükafat vereceğini müjdelemiştir. Dünyada tam ihlası elde etmiş kullara Allah'ın müjdesi şöyledir:

Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va'detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi' kıldıysa, onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi' kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibadet ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır. (Nur Suresi, 55)

Her türlü şirkten arınan, katıksız imanı yakalayan kişilerin ahiretteki durumu ise Kuran'da şöyle anlatılır:

Gerçekten münafıklar, ateşin en alçak tabakasındadırlar. Onlara bir yardımcı bulamazsın. Ancak tevbe edenler, ıslah edenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini katıksız olarak Allah için (halis) kılanlar başka; işte onlar mü'minlerle beraberdirler. Allah mü'minlere büyük bir ecir verecektir. (Nisa Suresi, 145-146)


PUTLARI KIRMAK

Şirk, cahiliye toplumunda büyüyen bir insan için bir tür "yaşam biçimi"dir. Böyle bir insan Allah'tan gafil olan bir toplumda büyür, o toplumun Allah yerine benimsediği ilahları benimser. Bu nedenle de şirk koşmak, çoğu insan için alışılageldik bir şeydir. Zaten bu yüzden yaptığı işin Allah'a karşı bir isyan olduğunu ve kendisini büyük bir cezaya müstahak kılacağını da pek düşünmez. Dahası, kendisini Allah'a hiç şirk koşmadan iman etmeye çağıran bir insana da garip bir gözle bakar; söylediklerini çok şaşırtıcı, çok anlaşılmaz bulur.
Mekke'nin müşrik önde gelenleri de Peygamberimize aynı tepkiyi vermişlerdi. Onlar da tüm ilahların üstünde tek bir ilahın var olduğuna, yani Allah'a inanıyorlardı. Ancak dünyevi işlerinin hemen hepsini küçük ilahlarla ilişkilendirmişlerdi. Ticaretin, sevginin, savaşın, tarımın, hepsinin ayrı ayrı küçük ilahları vardı. En önemlisi ise, bu şirk düzeninin onlara çok normal, çok mantıklı gelmesiydi. Bu nedenle Peygamberimiz'in tüm ilahları reddedip, tek bir Allah'a iman etmeye davet etmesini çok garip bulmuşlardı:

İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kâfirler dedi ki: "Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür. İlahları bir tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey." Onlardan önde gelen bir grup: "Yürüyün, ilahlarınıza karşı kararlı olun; çünkü asıl istenen budur" diye çekip gitti. "Biz bunu, diğer dinde işitmedik, bu, içi boş bir uydurmadan başkası değildir." (Sad Suresi, 4-7)

Peygamberin ilahları bir tek ilah yapması müşriklere çok anlaşılmaz gelmişti. Bunun en önemli nedenlerinden biri ise, bu tür bir sistemin, yani tek bir ilaha kulluk edilen bir düzenin nasıl işleyeceğini anlayamamalarıydı. Ticaret tanrısını bırakırlarsa, ticareti kim düzenlerdi? Ya da savaş tanrısını terk ederlerse savaşlarında onlara kim yardımcı olurdu? Tarımla ilgili tanrı olmasa, yağmuru ve bereketi nasıl ve kimden talep ederlerdi? Onların içinde bulundukları körlük nedeniyle kavrayamadıkları gerçek, bu ilahların zaten hiçbir güçleri olmadığı idi.
Yani onlar tarım tanrısından bereket istedikleri dönemde bile, onlara bereketi veren sadece ve sadece Allah'tı. Kureyş Suresi'nde bu gerçek şöyle bildirilmiştir:

Kureyş'i bir araya getirip anlaştırdığı, yaz ve kış yolculuğunda onları ısındırıp yakınlaştırdığı için, şu Ev (Kabe'n)in Rabbine kulluk etsinler; ki O, kendilerini açlıktan doyuran ve korkudan güvenliğe kavuşturandır. (Kureyş Suresi, 1-4)

Bugün de tek Allah'a iman etmeye çağrılan bir insan, Kureyşliler'in düştüğü sapkınlığa düşebilir. İlah edindiği diğer tüm kavram ve insanları bırakıp sadece Allah'a kulluk ederek nasıl yaşayacağını anlayamayabilir. Oysa onu şu an yaşatmakta ve rızıklandırmakta olan, onu koruyan ve gözeten sadece ve sadece Allah'tır. Karnını doyuran güç, kendisine maaş veren patronu değil, o patronu kaderinde yaratan ve kendisine maaş vermeye mecbur eden Allah'tır. Olaylar, başıboş ve tesadüfi bir biçimde, milyonlarca küçük ilahın müdahalesi ile değil, sadece ve sadece Allah'ın dilediği şekilde gelişmektedir. Allah dünyayı bir kader ile yaratmıştır ve insanlar da Tekvir Suresi'nin 29. ayetinde bildirildiği gibi, O dilemeden bir şey dileyemeyecek kadar Allah'ın iradesine boyun eğmişlerdir. Kuran'da haber verildiği gibi, "O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur". (Hud Suresi, 56)
Şeytan insana, şirkten kurtulmayı çok zor ve karmaşık, tevhidi, ihlası ve imanı ise yaşanması imkansız gibi gösterebilir. Oysa bu, yalnızca şeytanın verdiği bir vesveseden ibarettir. Şeytanın yalancı olduğu, Kuran'ın bir ayetinde yine şeytanın dilinden şöyle aktarılır:

İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: "Doğrusu, Allah, size gerçek olan va'di va'detti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. Ben sizi kurtaracak değilim, siz de beni kurtaracak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da tanımamıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acı bir azab vardır." (İbrahim Suresi, 22)

İşte bu yüzden şeytanın yalanlarından, vesveselerinden ümitsizliğe kapılmak, moralini bozmak büyük bir akılsızlık olur.
Bilinmelidir ki, şirkten kurtulmak için samimi bir niyet değişikliği yeterlidir. Bu niyet değişikliği kişinin herşeye, herkese ve tüm olaylara karşı olan bakış açısını şirkten tevhide çevirecektir. Yani siyah gözlük takan birisinin etrafını görebilmek için heryeri tek tek aydınlatmasına gerek yoktur. Gözlüğünü çıkarması yeterlidir. Şirk de heryeri karartan bu gözlük gibidir. Gözlüğü çıkarmadan zorlama yöntemlerle şirkten arınmaya çalışmak hem zor hem ümit kırıcı hem de imkansızdır. Bir hamlede gözlüğü çıkarmak ise hem kolay hem de tek etkili çözümdür. İşte insanın şirk boyutundan Allah'ın razı olduğu iman ve ihlas boyutuna geçmesi de tek bir kararlılık hamlesi gerektirir. Bu da her ne durumda olursa olsun Allah'a güvenmek ve Kuran'a harfiyen ve samimi olarak uymaya karar vermektir. Bu samimiyet ve kararlılık muhakkak ki beraberinde Allah'ın yardımını, hidayetini ve büyük bir nimetle ve rahmetini getirecektir
Şunu da unutmamak gerekir ki insan kendisine hidayet veremez, hidayeti ancak Allah verir. O halde insan hidayet, samimiyet ve ihlas için Allah'a sürekli dua etmeli ve Allah'ın, bu samimi ve halis çağrıya mutlaka icabet edeceğini bilmelidir. "Ben bu kadar işin içinden nasıl çıkacağım; halis, katıksız imanı nasıl yakalayacağım" gibi şeytani bir ümitsizliğe asla kapılmamalı, gereken samimiyet ve kararlılığı gösterdikten sonra Allah'ın mutlaka kendisini en doğru yola ileteceğinin, şeytanın saptırmalarından koruyacağının bilincinde olmalı ve bunun ferahlığını ve sevincini yaşamalıdır.
Elbette ki şeytan imanı ve ihlası çirkin, sıkıntılı ve ızdırap verici olarak göstermeye çalışacaktır. Halbuki gerçek eziyet, sıkıntı ve ızdırap şirktedir. Bu, dünyada da ahirette de böyledir.
Taptığı sahte ilahları bırakarak sadece Allah'a yönelen bir insan, "boşlukta" ve "sahipsiz" kalmaz, aksine tek gerçek ilah olan Allah'a sığınarak olabilecek en büyük huzur, güven ve rahatlığı kazanır. Kuran'da müminlere şu müjde verilir:

Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir; Ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir... (Talak Suresi, 2-3)

Bu nedenle şirk içinde yaşadığını fark eden ve bundan pişmanlık duyan insan, bir an bile tereddüt etmeden putlarını terk etmelidir. Örneğin daha önce sahip olduğu malları, paraları, fabrikaları, mülkleri mutlak kendisinin sanan, rızkının bunlara bağlı olduğunu düşünen, bu büyük servetin kendisine ve soyuna onyıllarca saltanat sürdüreceğini düşünen, tüm bunları kendisine verenin Allah olduğunu düşünmeyen ve bunlarla kibirlenen bir insan, iyice düşünerek bakış açısını ve tavrını değiştirmelidir. Bundan böyle mülkün tek sahibinin Allah olduğunu, bütün bu zenginlikleri Allah'ın kendisini denemek için verdiğini, bunları Allah'ın razı olacağı şekilde kullanması gerektiğini düşünmelidir. İçindeki kibir ve sahiplik duygusundan acil olarak kurtulmalıdır. Bunları yaptığında niyet olarak putlarını kırmış olur, ancak elbette ki bunu fiili olarak ispatlaması gerektiğinde de aynı kararlı tavrı göstermelidir. Örneğin malını, parasını Allah rızası için harcaması gerektiğinde hiç tereddüt etmeden, gelecek ve rızık endişesine düşmeden bunu yapabilmelidir. Bu konuda Allah'a tam güvenmeli, rızkı verenin Allah olduğnu unutmamalı ve Allah'ın karşısındaki aczini bilmelidir.
Görüldüğü gibi şirkle tevhid arasındaki fark, çoğu zaman niyet ve bakış açısı farkıdır. Peygamberimiz Kabe'deki putları fiili olarak kırmış, Hz. Musa Yahudilerin edindiği buzağıyı yakıp küllerini denize savurmuştur; ama bunlar sembolleştirilen şirklere karşı vurulan darbelerdir. Bugün de sembolleştirilmiş şirklere karşı aynı fiili müdahaleler yapılabilir, ama önemli olan şirkin mantığını yıkmaktır ki, bu da niyetin ve bakış açısının değişmesi ile mümkün olur.
Bu nedenle, şirkten vazgeçip imana yönelen insanın yaşadığı büyük değişim, öncelikle zihninde meydana gelir. Dış görünüm olarak belki eski yaşamının bazı öğelerini devam ettirir, ama tamamen farklı bir bakış açısına ve kavrayışa sahip olur. Kısacası, eskiden atalarından gördüklerine, kendi tutkularına, birtakım insanların fikirlerine göre düzenlediği hayatını, şimdi sadece Allah'ın kitabına göre ve sadece O'nun rızası için düzenler. Böylece binlerce küçük ilaha kulluk etmeyi, onları razı etmek için uğraşmayı bırakarak, "birbirinden ayrı Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı?" (Yusuf Suresi, 39) diyen Hz. Yusuf gibi, sadece kendisini Yaratan'a teslim olur.
Hz. Yusuf'un aşağıdaki sözleri tüm müşrikler için ebediyen geçerlidir:

Sizin Allah'tan başka taptıklarınız, Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah'ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler. (Yusuf Suresi, 40)



MATERYALİZMİN SONU

Bugün yerli-yabancı pek çok basın ve yayın organında doğrudan ya da üstü örtülü bir evrim propagandası yürütülmektedir. Bu bazen flaş bir haber şeklinde olabildiği gibi, kimi zaman da tamamen ilgisiz bir konu içinde geçen birkaç cümle şeklinde de olabilir. Önemli olan konuyu sürekli gündemde tutmak ve evrim teorisini topluma, doğruluğu defalarca kanıtlanmış, tartışma götürmez bir gerçekmiş gibi empoze edebilmektir.
Aslında bu kampanyanın gerçek hedefini anlamak hiç de zor değildir. Evrim teorisinin arkasında bilimsel olmaktan ziyade ideolojik kaygıların bulunduğu teori, Darwin tarafından daha ilk ortaya atıldığında kendini göstermiştir. Darwin'in evrimci tezleri, materyalizme çok önemli bir destek sağlamıştır. Diyalektik materyalizmin kurucusu olan Karl Marx, ünlü kitabı Das Kapital'i Darwin'e ithaf etmiş ve ona yolladığı nüshaya da şöyle bir not düşmüştü: "Charles Darwin'e, ateşli bir hayranından."
Daha sonraları da, evrim teorisinin hiçbir tutar yanının kalmadığı bilimsel verilerle defalarca ortaya konduğu halde, birçok siyasi ve ideolojik akım, evrim fikrini baş tacı etmiştir. Faşizm, vahşi kapitalizm, komünizm gibi materyalist ve din aleyhtarı temellere dayalı ideolojilerin teorisyenleri ve destekçileri, her ne pahasına olursa olsun evrim teorisini ayakta tutma yarışına girmişler, felsefi söylemlerini mutlaka evrimci temellere oturtmuşlardır.
Bu kitapta, dine yönelik bir ideolojik kampanya niteliğindeki evrim teorisinin ve materyalizmin bilimsel açıdan çöküşüne de değinme gereği duyduk. İlerleyen sayfalarda materyalizmin sözde bilimsel dayanağı olarak görülen evrim teorisinin neden hiçbir bilimsel geçerliliği olmayan ideolojik bir dogma olduğunu çok özet bir biçimde ele alacağız.


Evrim Teorisi'nin gelişimi

Bugünkü savunulduğu şekliyle evrim düşüncesini ilk ortaya atan kişi, amatör bir İngiliz doğa araştırmacısı olan Charles Darwin'dir. Darwin evrimci tezlerini 1859'da yayınladığı, kısa adıyla Türlerin Kökeni (The Origin of Species) isimli kitabında ortaya attı. Darwin bu kitabında, canlıların evrimini "doğal seleksiyon" adını verdiği tezle açıklamıştı.
Ona göre, yaşayan tüm canlılar ortak bir kökene sahipti ve doğal seleksiyon yoluyla birbirlerinden türemişlerdi. Ortama en iyi şekilde uyum sağlayanlar özelliklerini gelecek nesillere aktarıyor, böylece bu yararlı değişimler zamanla birikerek bireyi atalarından tamamen farklı bir canlıya dönüştürüyordu. İnsan ise, doğal seleksiyon mekanizmasının en gelişmiş ürünüydü. Darwin, "türlerin kökeni"ni bulduğunu düşünüyordu: Bir türün kökeni başka bir türdü.


Darwin dönemindeki bilimsel ve teknolojik düzey...

Darwin'in ileri sürdüğü fanteziler ilk bakışta pek çok kimseye makul ve çekici geldi. Kitabı, özellikle belli siyasi ve ideolojik görüşlere sahip çevrelerde büyük rağbet gördü. Teori oldukça popüler olmuştu. Çünkü o devirdeki mevcut bilgi düzeyi Darwin'in hayali senaryolarının gerçek dışı olduğunu göstermeye henüz yeterli değildi. Öyle ki Darwin'in, varsayımlarını öne sürdüğü dönemde genetik, mikrobiyoloji, biyomatematik gibi bilim dallarının daha hiçbiri ortada yoktu. O dönemde genetik kanunları ve kromozomların yapısı biliniyor olsaydı, Darwin, Lamarck'tan devraldığı "edinilen fiziksel özelliklerin sonraki nesillere aktarılması" iddiasına asla kalkışmayacaktı.
Yine o dönemde bilim dünyası, hücrenin yapısı ve fonksiyonları hakkında son derece yüzeysel bir anlayışa sahipti. Eğer Darwin elektron mikroskobu gibi bir teknolojiye sahip olsaydı, hücredeki ve hücrenin organellerindeki akıl almaz karmaşıklığa bizzat şahit olacaktı. İçiçe geçmiş böyle muhteşem bir sistemin küçük küçük değişimlerle meydana gelemeyeceğini kendi gözleriyle görecekti. Eğer biyomatematik gibi bir bilim dalından haberi olsaydı, değil hücrenin, tek bir protein molekülünün bile rastlantı ve tesadüflerle oluşamayacağını anlayacaktı.
Kısaca, sözünü ettiğimiz bu bilimler Darwin'in tezlerinden daha önce keşfedilmiş olsaydı, Darwin, teorisinin tamamen bilim dışı olduğunu görecek ve böyle anlamsız bir iddiaya kalkışmayacaktı. Zira türleri belirleyen bilgiler genlerde mevcuttu ve Darwinizm'in temeli olan doğal seleksiyonun genlerde değişiklikler meydana getirerek yeni türler türetmesi mümkün değildi.
Darwin'in kitabının yol açtığı yankılar sürerken Avusturyalı botanikçi Mendel 1865 yılında kalıtım kanunlarını keşfetti. Mendel'in yüzyılın sonuna kadar pek duyulmayan keşifleri 1900'lü yılların başında genetik biliminin ortaya çıkmasıyla önem kazandı. Yine aynı yıllarda genler ve kromozomların yapısı keşfedildi. 1950'li yıllarda genetik bilgiyi saklayan DNA molekülünün keşfi ise teoriyi büyük bir krize soktu.
Bu tür bilimsel gelişmelerin yanısıra, yıllarca süren kazılarda, ilkel türlerin kademe kademe evrimleştiğini göstermesi gereken ara-geçiş formları da bir türlü bulunamadı. Yalnızca bu açmaz bile evrim denilen olayın hiçbir zaman gerçekleşmiş olamayacağını ortaya koydu.
Bütün bu gelişmelerin, bilim dışı olduğu ortaya çıkan Darwin'in teorisini tarihin tozlu raflarına kaldırması gerekirdi. Ancak belli çevreler ısrarla teoriyi revizyona sokmaya, yenilemeye ve her ne şekilde olursa olsun bilimsel platforma oturtmaya çalıştılar. Bütün bu çabalar, teorinin ardında bilimsel kaygılardan ziyade ideolojik birtakım hedeflerin olduğunu göstermesi açısından oldukça anlamlıydı.


Ara-formlardan eser yok!

Evrim teorisi, bir türün bir başka türe dönüşmesinin milyonlarca yıllık uzun bir zaman dilimi içerisinde yavaş ve aşamalı olduğunu söyler. Buna göre, ilkel canlıdan karmaşık olana geçiş uzun bir zamanı kapsar ve kademe kademe ilerler. Bu iddianın doğal mantıksal sonucu ise, bu geçiş dönemi sırasında "ara geçiş formu" adı verilen ucube canlıların yaşamış olmasını gerektirir.
Örneğin, balık özelliklerini hala taşımasına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngenler yaşamış olmalıdır geçmişte. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Evrimciler, tüm canlıların kademeli olarak birbirlerinden türediklerini iddia ettikleri için de, bu ara geçiş formlarının türlerinin ve sayılarının milyonlarca olması gerekir.
Eğer gerçekten bu tür canlılar yaşamışlarsa, bunların kalıntılarına da fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Çünkü bu ara geçiş formlarının sayısının bugün bildiğimiz hayvan türlerinden bile fazla olması ve dünyanın dört bir yanının fosilleşmiş ara geçiş formu kalıntılarıyla dolu olması lazımdır. Dahası, evrimciler 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yaparak bu ara geçiş formlarını aramaktadırlar. Oysa, 150 yıla yakın bir süredir, büyük bir hırsla aranan bu ara geçiş formlarından eser yoktur.
Aslında Darwin de bu ara geçiş formlarının yokluğunun farkındaydı. Fakat yine de aranan ara geçiş formları gelecekte bulunacaktı. Ancak bu ümitli bekleyişine rağmen, teorisinin en büyük açmazının bu konu olduğunu görüyordu. Bu yüzden, şöyle yazmıştı:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır. (Charles Darwin, The Origin of Species, London, 1995, s.134)
Darwin'den bu yana yoğun bir şekilde hep bu fosiller arandı, fakat evrimciler için sonuç acı verici bir hayal kırıklığıydı. Bu dünyada hiçbir yerde -ne bir kıtada, ne de bir okyanusun derinliklerinde- türler arasında herhangi bir ara geçiş formuna rastlanamadı. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını gösterdi. Evrimciler, gerçek dışı teorilerini kanıtlamaya çalışırlarken, kendi elleriyle Yaratılış gerçeğinin delillerini ortaya çıkarmışlardı.
Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılarız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde ortaya çıkan gruplar görürüz. (Derek A. Ager, Proceedings of the British Geological Association, vol.87, n.2, 1976, s.133)
Fosil kayıtlarındaki bu boşluklar, yeterince fosil bulunamadığı ve bir gün aranan fosillerin ele geçeceği gibi bir avuntuyla da açıklanamaz. Bir başka evrimci paleontolog T. N. George, bunun nedenini şöyle açıklamaktadır:
Fosil kayıtlarının (evrimsel) zayıflığını ortadan kaldıracak bir açıklama yapmak artık mümkün değildir. Çünkü elimizdeki fosil kayıtları son derece zengindir ve yeni keşiflerle yeni türlerin bulunması imkansız gözükmektedir... Her türlü keşfe rağmen fosil kayıtları hala (türler arası) boşluklardan oluşmaya devam etmektedir. (T.N.George, Science Progress, vol.48, Jan. 1960, s. 1,3)


Yeryüzündeki hayat aniden ortaya çıkmıştır

Yeryüzü tabakaları ve fosil kayıtları incelendiğinde, yeryüzündeki canlı hayatının birdenbire ortaya çıktığı görülür. Canlı yaratıkların fosillerine rastlanılan en derin yeryüzü tabakası, 500 milyon yıl yaşında olduğu söylenen "Kambriyen" tabakadır.
Kambriyen devrine ait tabakalarda bulunan canlılar ise, hiçbir ataları olmaksızın birdenbire fosil kayıtlarında belirirler. Kambriyen kayalıklarında bulunan fosiller, deniztarakları, salyangozlar, trilobitler, süngerler, kolsuayaklılar, solucanlar, denizanaları, deniz kirpileri, deniz hıyarları, yüzücü kabuklular, deniz zambakları ve diğer kompleks omurgasızlara aittir. Kompleks yaratıklardan meydana gelen bu geniş canlı mozayiği şaşırtıcı bir biçimde aniden ortaya çıkmıştır, ki bu yüzden jeolojik literatürde bu mucizevi olay, "Kambriyen Patlaması" olarak anılır.
Bu tabakadaki canlıların çoğunda da, göz gibi son derece gelişmiş organlar ya da solungaç sistemi, kan dolaşımı gibi yüksek organizasyona sahip organizmalarda görülen sistemler bulunur. Fosil kayıtlarında bu canlıların atalarının olduğuna dair herhangi bir işarete rastlanılmaz. Earth Sciences dergisinin editörü Richard Monestarsky, canlı yaratıkların birdenbire ortaya çıkışlarını şöyle anlatır:
Bugün görmekte olduğumuz oldukça kompleks hayvan formları aniden ortaya çıkmışlardır. Bu an, Kambriyen Devrin tam başına rastlar ki denizlerin ve yeryüzünün ilk kompleks yaratıklarla dolması bu evrimsel patlamayla başlamıştır. Günümüzde dünyanın her yanına yayılmış olan hayvan filumları (takımları) erken Kambriyen Devir'de zaten vardırlar ve yine bugün olduğu gibi birbirlerinden çok farklıdırlar. (Richard Monestarsky, "Mysteries of the Orient, Discover, Nisan 1993, s.40)
Görüldüğü gibi fosil kayıtları, canlıların evrimin iddia ettiği gibi ilkelden gelişmişe doğru bir süreç izlediğini değil, bir anda ve en mükemmel halde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Kısaca canlılar evrimle oluşmamış, yaratılmışlardır.


Canlılık tesadüf eseri olamayacak bir karmaşıklığa sahiptir

Aslında evrim teorisi fosil kayıtlarına gelmeden çok daha önce çökmüş durumdadır. Çünkü fosiller, çok hücreli kompleks canlıların geride bıraktıkları izlerdir. Evrim ise bu çok hücreli kompleks canlıların kökenini açıklamak şöyle dursun, ilk hücrenin hatta ilk proteinin nasıl var olduğu sorusu karşısında çaresizdir.
Evrim teorisi canlılığın, ilkel dünya koşullarında rastlantılar sonucu meydana gelen bir hücreyle başladığını ileri sürer. Ancak 21. yüzyıla girerken bile pek çok yönden esrarını koruyan canlı hücresinin varlığını doğa şartlarına ve tesadüflere bağlamanın nasıl bir saçmalık olduğunu anlamak için hücrenin yapısı hakkında biraz bilgi sahibi olmak bile yeterlidir.
İçerdiği organeller ve sistemlerle son derece kompleks bir yapı gösteren hücrenin değil ilkel dünya şartlarında oluşması, günümüzün en ileri teknolojiye sahip laboratuvarlarında bile yapay olarak sentezlenmesi mümkün olmamıştır. Hücrenin yapıtaşı olan amino asitlerden ve bunların oluşturduğu proteinlerden yola çıkarak değil hücre, onun mitokondri, ribozom, vs. gibi tek bir organeli bile oluşturulamaz. Dolayısıyla evrimin tesadüfen oluştuğunu iddia ettiği ilk hücre yalnızca bir hayalgücü ve fantezi ürünü olarak kalmıştır.


Proteinler tesadüfe meydan okuyor

Hücreyi şimdilik bir kenara bırakalım. Çünkü hücreyi oluşturan binlerce çeşit karmaşık protein moleküllerinden bir tanesinin bile doğal şartlarda oluşması ihtimal dışıdır.
Proteinler, belli sayıda ve çeşitteki amino asitlerin özel bir sırayla dizilmelerinden oluşan dev moleküllerdir. Bu moleküller canlı hücrelerinin yapıtaşlarını oluştururlar. En basitleri yaklaşık 50 amino asitten oluşan proteinlerin binlerce amino asitten oluşan çeşitleri de vardır. Canlı hücrelerinde bulunan ve her birinin özel bir görevi olan proteinlerin yapılarındaki tek bir amino asitin bile eksilmesi veya yerinin değişmesi ya da zincire fazladan bir amino asit eklenmesi o proteini işe yaramaz bir molekül yığını haline getirir. Daha amino asitlerin "tesadüfen oluştukları" iddiasına bile geçerli bir kanıt ya da açıklama getirmekten aciz olan moleküler evrim teorisi, proteinlerin oluşumu noktasında tamamen açmaza girmektedir.
Proteinlerin fonksiyonel yapısının hiçbir şekilde tesadüfen meydana gelemeyeceği, herkesin anlayabileceği basit olasılık hesaplarıyla bile rahatlıkla görülebilir.
Örneğin, bileşiminde 288 amino asit bulunan ve 12 farklı amino asit türünden oluşan ortalama büyüklükteki bir protein molekülünün içerdiği amino asitler 10300 (1'in yanına 300 sıfır) farklı biçimde dizilebilir. Ancak bu dizilimlerden yalnızca "1" tanesi bu söz konusu proteini oluşturur. Geriye kalan tüm dizilimler hiçbir işe yaramayan, hatta kimi zaman canlılar için zararlı bile olabilecek anlamsız amino asit zincirleridir.
Diğer bir deyimle yukarıda örnek verdiğimiz protein molekülünden yalnızca bir tekinin tesadüfen meydana gelme ihtimali "10300'de 1" ihtimaldir. Bu, 1'in yanına 300 adet sıfırın gelmesiyle oluşan "astronomik" sayıda "1" ihtimal ise pratikte gerçekleşmesi imkansız bir ihtimaldir. Dahası, 288 amino asitlik bir protein, canlıların yapısında bulunan diğer 1000'lerce amino asitlik dev proteinlerle kıyaslandığında oldukça mütevazi bir yapı sayılabilir. Aynı ihtimal hesaplarını bu dev moleküllere uyguladığımızda ise bu "imkansız" kelimesinin bile yetersiz kaldığını görürürüz.
Canlılığın gelişiminde bir basamak daha ilerlediğimizde, yalnız başına tek bir proteinin de hiçbir şey ifade etmediğini görürüz. Şimdiye kadar bilinen en küçük bakterilerden biri olan "Mycoplasma Hominis H 39"un bile 600 çeşit proteine sahip olduğu görülmüştür. Bu durumda, tek bir protein için yaptığımız üstteki ihtimal hesaplarını 600 çeşit protein üzerinden yapmamız gerekecektir. Sonuçta karşılaşacağımız rakamlar ise imkansız kavramının çok ötesindedir.


İmkansızı kabul etmek

Bir tanesinin bile tesadüfen oluşması imkansız olan bu proteinlerden, ortalama bir milyon tanesinin tesadüfen uygun bir şekilde biraraya gelip eksiksiz bir insan hücresini meydana getirmesi ise, milyarlarca kez daha imkansızdır. Kaldı ki bir hücre, hiçbir zaman için bir protein yığınından ibaret değildir. Hücrenin içinde, proteinlerin yanısıra nükleik asitler, karbonhidratlar, lipitler, vitaminler, elektrolitler gibi başka birçok kimyasal madde gerek yapı gerekse işlev bakımından belli bir oran, uyum ve tasarım çerçevesinde yer alırlar. Her biri de birçok farklı organelin içinde yapıtaşı veya yardımcı molekül olarak görev yaparlar.
Görüldüğü gibi evrim, yegane "açıklaması" olan tesadüf teorisiyle, değil hücre, hücredeki milyonlarca proteinden tek birinin oluşumunu bile izah etmekten acizdir.
Amerikalı Kimya profesörü Perry Reeves ise bu konuda şöyle der:
Bir insan, amino asitlerin rastlantısal olarak birleşiminden ne kadar fazla muhtemel yapı oluşabileceğini düşündüğünde, hayatın gerçekten de bu şekilde ortaya çıktığını düşünmenin akla aykırı geldiğini görür. Böyle bir işin gerçekleşmesinde bir Büyük İnşa Edici'nin var olduğunu kabul etmek, akla çok daha uygundur. (J. D. Thomas, Evolution and Faith. Abilene, TX, ACUPress, 1988, s.81-82)
Türkiye'de, evrimci düşüncenin önde gelen savunucularından Prof. Dr. Ali Demirsoy da, Kalıtım ve Evrim isimli kitabında, canlılık için en gerekli enzimlerden birisi olan Sitokrom-C'nin tesadüfen oluşma olasılığını şöyle ifade etmektedir:
... Sitokrom-C'nin belirli amino asit dizilimini sağlamak, bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır -maymunun rastgele tuşlara bastığını kabul ederek-. (Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara, 1984, s.61)
Peki bu saçma olasılığı kabul etmek akla aykırı değil midir? Evet öyledir, ama evrimci bilimadamları yine de bu imkansızı kabul ederler. Ali Demirsoy, bu kabulün nedenini şöyle açıklar:
Özünde bir Sitokrom-C'nin dizilişini oluşturmak için olasılık sıfır denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu tüm evrende bir defa oluşacak kadar az bir olasılığa sahiptir denilebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O zaman birinci varsayımı irdelemek gerekir. (Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, 1984, s.61)
Üstteki satırları şöyle de okuyabiliriz: "Bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimali sıfırdır. Ama tesadüfen oluşmadığını söylersek, yaratılmış olduğunu kabul etmemiz, yani Allah'ın varlığını onaylamamız gerekir. Bu amacımıza uygun değildir."
Görüldüğü gibi evrim teorisi ilk aşamasında bile çökmüş durumdadır, ama bu teorinin yaratılışın tek alternatifi olduğunu bilen, yaratılışı kabul etmemeyi ise kendilerine amaç edinmiş olan bazı bilimadamları, teoriye dogmatik bir biçimde sarılmaktadırlar...


Hücrenin kompleksliği

Buraya kadar incelediklerimizin gösterdiği gibi, amino asitlerin dizilimi ve proteinlerin oluşumu sorunu, evrim senaryosunu geçersiz kılmak için yeterlidir. Ancak, sorun yalnızca amino asit ve proteinlerle sınırlı kalmaz: Bunlar sadece bir başlangıçtır. Bunların da ötesinde asıl olarak, hücre denen mükemmel varlık evrimciler açısından dev bir çıkmaz oluşturur. Çünkü hücre yalnızca amino asit yapılı proteinlerden oluşmuş bir yığın değildir. Yüzlerce gelişmiş sistemi bulunan, insanoğlunun halen tüm sırlarını çözemediği karmaşıklıkta bir canlı bütündür. Oysa az önce belirttiğimiz gibi, evrimciler, değil bu sistemlerin, hücrenin yapıtaşlarının bile nasıl meydana geldiklerini açıklayamamaktadırlar.
Ünlü İngiliz matematikçi ve astronom Sir Fred Hoyle, 12 Kasım 1981 tarihinde Nature dergisinde yayınlanan açıklamasında bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Yaşamın en küçük biriminin evrim yoluyla meydana gelme ihtimali, bir hurda yığınını silip süpüren kasırganın, toparladığı parçalarla bir Boeing 747 uçağı meydana getirmesi ihtimali kadardır.


Yaşamın kitabı DNA

Hücrenin bütününü değil, sadece çekirdeğindeki bir parçası olan DNA'yı ele aldığımızda bile, evrimin neden bir safsata olduğunu anlamak kolaydır.
DNA Darwin zamanında bilinmiyordu. Canlılığın kökenini rastlantılarla açıklama gayretindeki evrim teorisi hücrenin yapısının en temelindeki bu moleküllerin varlığına bile tutarlı bir izah getirememişken genetik bilimindeki ilerlemeler ve nükleik asitlerin, yani DNA ve RNA keşfi, teori için yepyeni çıkmazlar oluşturdu.
1955 yılında James Watson ve Francis Crick adlarındaki iki bilimadamının DNA hakkında açıkladıkları çalışmalar, biyolojide yepyeni bir çığır açtı. Birçok bilimadamı, genetik konusuna yöneldi. Yıllar süren araştırmalar sonucunda bugün, DNA'nın yapısı büyük ölçüde aydınlandı.
Burada DNA'nın yapısı ve işlevi hakkında çok temel birkaç bilgi vermek yerinde olur:
Vücuttaki 100 trilyon hücrenin her birinin çekirdeğinde bulunan DNA adlı molekül, insan vücudunun eksiksiz bir yapı planını içerir. Bir insana ait bütün özelliklerin bilgisi, dış görünümden iç organlarının yapılarına kadar DNA'nın içinde özel bir şifre sistemiyle kayıtlıdır. DNA'daki bilgi, bu molekülü oluşturan dört özel molekülün diziliş sırası ile kodlanmıştır. Nükleotid (veya baz) adı verilen bu moleküller, isimlerinin baş harfleri olan A, T, G, C ile ifade edilirler. İnsanlar arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş sıralamaları arasındaki farktan doğar. Bir DNA molekülünde yaklaşık olarak 3.5 milyar nükleotid, yani 3.5 milyar harf bulunur.
Bir organa ya da bir proteine ait olan DNA üzerindeki bilgiler, gen adı verilen özel bölümlerde yer alır. Örneğin göze ait bilgiler bir dizi özel gende, kalbe ait bilgiler bir dizi başka gende bulunur. Hücredeki protein üretimi de bu genlerdeki bilgiler kullanılarak yapılır. Proteinlerin yapısını oluşturan amino asitler, DNA'da yer alan üç nükleotidin arka arkaya sıralanmasıyla ifade edilmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Bir geni oluşturan nükleotidlerde meydana gelecek bir sıralama hatası, o geni tamamen işe yaramaz hale getirecektir. İnsan vücudunda 200 bin gen bulunduğu düşünülürse, bu genleri oluşturan milyonlarca nükleotidin doğru sıralamada tesadüfen oluşabilmelerinin imkansızlığı daha iyi anlaşılır. Evrimci bir biyolog olan Salisbury bu imkansızlıkla ilgili olarak şunları söyler:
Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit içerir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise, yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır. Bir DNA zincirinde dört çeşit nükleotid bulunduğu hatırlanırsa, 1000 nükleotidlik bir dizi, 41000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bulunan bu rakam ise, aklın kavrama sınırının çok ötesindedir. (Frank B.Salisbury, Doubts about the Modern Synthetic Theory of Evolution, s.336)
41000'de bir, "küçük bir logaritma hesabı" sonucunda, 10620'de bir anlamına gelir. Bu sayı 1'in yanına 620 sıfır eklenmesiyle elde edilir. 1'in yanında 12 tane sıfır 1 trilyonu ifade ederken, 620 tane sıfırlı bir rakam gerçekten de kavranması mümkün olmayan bir sayıdır.
Prof. Dr. Ali Demirsoy da bu konuda şu itirafı yapmak zorunda kalır:
Esasında bir proteinin ve çekirdek asidinin (DNA-RNA) oluşma şansı tahminlerin çok ötesinde bir olasılıktır. Hatta belirli bir protein zincirinin ortaya çıkma şansı astronomik denecek kadar azdır. (Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, 1984, s.39)


Evrim temelinden çökmüş bir teoridir

Buraya kadar açıkça görüldüğü gibi, evrim teorisi daha temelinden çökmüş bir teoridir. Çünkü evrimciler henüz canlılık için gerekli olan tek bir proteinin bile kökenini ya da canlı bir hücrenin ilkel atmosfer şartlarında nasıl bozulmadan korunduğunu açıklayamamaktadırlar. Olasılık hesapları, fizik ve kimya formülleri herhangi bir protein molekülünün tesadüfen oluşmasına hiçbir ihtimal tanımamaktadır.
Ancak şurası oldukça ilginçtir ki, daha bir canlı hücresi için gereken milyonlarca proteinden birinin oluşumunu dahi izah edemezken evrimciler ısrarla, sudan karaya geçiş, karadan havaya geçiş, maymundan insana geçiş gibi pek çok uydurma senaryolar üretebilmişlerdir. Asıl cevap bulmaları gereken, "canlılığın ortaya çıkışı" sorusunu örtbas ederek bu tür temelsiz uydurmalarla dev bir enkaz oluşturmuşlardır. Bu enkazın üzerine temeli olmayan bir bina yükseltmek istemişler, fakat onca çabalamalarına rağmen bu binanın enkazı altında kalmaktan kurtulamamışlardır.
Daha ortada tesadüfen meydana gelebilecek tek bir protein bile yokken, bu proteinlerin milyonlarcasının tesadüflerle belli bir plan ve düzen içinde birleşerek canlı hücresini oluşturmaları, bu hücrelerin yine tesadüflerle trilyonlarcasının oluşup biraraya gelerek hareket eden canlıları, bu canlıların balıkları, balıkların sudan karaya çıkarak sürüngenleri, sürüngenlerin de kanatlanarak kuşları oluşturması ve bu şekilde yeryüzündeki milyonlarca farklı türün meydana gelmesi sizce makul ve mantıklı bir iddia mıdır?
Sizce olmasa bile, evrimciler böyle bir masala gerçekten inanmaktadırlar.
Bu durum ancak inanç olarak kabul edilebilir. Çünkü ortada bu hikayelerini doğrulayacak tek bir kanıtları dahi yoktur.
Bugünün en ileri teknolojiye sahip laboratuvarlarında, en seçkin bilimadamlarıyla, en pahalı cihazlar sayesinde bile cansız maddelerden canlı bir hücre oluşturabilmek mümkün olamamaktadır. Değil hücre, hücredeki proteinleri bile laboratuvardaki kontrollü bir deney ortamında, canlı hücresindeki gibi bir verim ve başarıyla elde edebilmek olanaksızdır. Bu yapıların tesadüfen oluştuğunu öne sürmek ise elbette ki akıl dışı bir iddiadır. Canlılığın yaratılmış olduğu gerçeği, çok açıktır.
Cardiff Üniversitesi'nden, Uygulamalı Matematik ve Astronomi Profesörü Chandra Wickramasinghe hayatın tesadüflerle doğduğuna on yıllar boyunca inandırılmış bir bilimadamı olarak karşılaştığı bu gerçeği şöyle anlatır:
Bir bilimadamı olarak aldığım eğitim boyunca, bilimin herhangi bir bilinçli yaratılış kavramı ile uyuşamayacağına dair çok güçlü bir beyin yıkamaya tabi tutuldum. Bu kavrama karşı şiddetle tavır alınması gerekiyordu... Ama şu anda, Tanrı'ya inanmayı gerektiren açıklama karşısında, öne sürülebilecek hiçbir akılcı argüman bulamıyorum... Biz hep açık bir zihinle düşünmeye alıştık ve şimdi yaşama getirilebilecek tek mantıklı cevabın yaratılış olduğu sonucuna varıyoruz, tesadüfi karmaşalar değil. (Chandra Wickramasinghe, Interwiev in London Daily Express, 14 Ağustos 1981)


Darwin formülü

Gerçekler böyleyken, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma bir inanışa sahip olduklarını, bir de çocukların bile anlayabileceği basit bir örnekle özetleyelim.
Evrim teorisi canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bu iddiaya göre cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve sonrasında bu atomlar bir şekilde diğer canlıları ve insanı oluşturmuşlardır. Oysa düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri biraraya getirdiğimizde bir yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir canlı oluşturamaz. İsterseniz bu konuda bir "deney" tasarlayalım ve evrimcilerin aslında savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına "Darwin Formülü" adıyla inceleyelim:
Evrimciler, büyük varillerin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen, demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri malzemeyi de bu varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar -doğal şartlarda oluşumu mümkün olmayan- amino asit, istedikleri kadar da -bir tekinin bile rastlantısal oluşma ihtimali 10-950 olan- protein doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın önde gelen bilimadamlarını koysunlar. Bu uzmanlar nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene varillerin başında beklesinler. Bir insanın oluşması için hangi şartların var olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden kesinlikle bir insan, elektron mikroskobu altında kendi hücre yapısını inceleyen bir profesör çıkaramazlar. Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları, hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri, tavuskuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar. Değil burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir hücresini bile elde edemezler.
Kısacası, şuursuz atomlar biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek oluşan bu hücreyi ikiye bölüp, sonra ardı ardına başka kararlar alıp elektron mikroskobunu bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen profesörleri yaratamazlar. Madde bilinçsiz, cansız bir yığındır ve ancak Allah'ın üstün yaratmasıyla hayat bulur.
Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı iddialar üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıklıkla gösterir.


Körü körüne materyalizm

Evrimin tesadüfleri atomları öyle bir şekle sokar ki, atomlar sözde tesadüfen insan gözünü oluştururlar ve o kapkaranlık yığının içinden ışıl ışıl 3 boyutlu, beş duyulu bir dünyaya açılırlar. Üstelik bu öyle bir dünyadır ki 20. yüzyılın teknolojisi dahi bu tesadüflerle canlanan atomların sahip olduğu görüntü ve ses kalitesine ulaşamamıştır. Öyle ki en gelişmiş ses tekniklerini biraraya getirseniz yine de insan kulağından çok daha ilkel bir kaliteye sahip olduklarını görürsünüz. En gelişmiş görüntü tekniklerini toplasanız, insan gözünün sahip olduğu görüntü kalitesini elde edemezsiniz.
Söz konusu teknoloji ürünlerinin "tesadüflerle" değil, bilinçli mühendislerin bilinçli tasarımlarıyla ortaya çıktığı açıkken, bunlardan çok daha kompleks olan canlı mekanizmaların tesadüflerle ortaya çıktığını savunmak bir saçmalıktır elbette. Çünkü her tasarım bir tasarımcıyı ispatlar. Evrim, doğadaki büyük tasarımı ise görmek istememektedir, çünkü bu tasarımı var eden Yaratıcı'yı, yani Allah'ı kabul etmek, evrimcilerin önyargılarına ve ideolojilerine aykırı gelmektedir.
Tüm bu ve ideolojilerin temeli, materyalizm olarak bilinen felsefedir. Materyalist felsefe, maddenin yaratılmadığını, sonsuzdan beri var olduğunu ve madde dışında hiçbir gerçeklik olmadığını varsayan düşüncedir. Allah inancına ve dine ise şiddetle karşıdır. Bu bilim değil, bir felsefedir. Evrimciler ise bilime değil, söz konusu materyalist felsefeye bağlıdırlar ve bilimi de bu felsefeye uydurabilmek için çarpıtmaktadırlar. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve açık sözlü bir evrimci olan Richard Lewontin, bu somut gerçeği şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (doğumla birlikte gelen) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizmle olan a priori bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz. (Richard Lewontin, The Demon-Haunted World, The New York Review of Books, 1997, s.28)


Evrimin asıl çıkmazı: Ruh

Yeryüzünde birbirine benzeyen pek çok canlı türü vardır. Örneğin, ata ya da kediye benzeyen farklı türler olabilir. Böceklerin de birçoğu birbirine benzer görünümlüdür. Fakat bu benzerlikler hiç kimsede bir şaşkınlık yaratmaz.
Ancak nedense insanla maymun arasındaki bazı yüzeysel benzerlikler, kimi insanlarda son derece ilgi uyandırır. Öyle ki bu ilgi kimi insanları evrim teorisinin gerçek dışı senaryolarını benimsemeye kadar iter. Oysa, bir maymunla bir insan arasındaki yüzeysel benzerlikler hiçbir şey ifade etmez. Gergedan böceği ve gergedan da birbirlerine çok benzerler, ama bu benzerliğe dayanarak birisi böcek diğeri memeli olan bu hayvanlar arasında herhangi bir evrimsel ilişki kurmaya çalışmak komik olur.
Aradaki yüzeysel benzerlik dışında maymunun insanlara diğer hayvanlardan daha fazla bir yakınlığı söz konusu değildir. Hatta zeka açısından kıyaslanırsa, bir geometri mucizesi olan peteği üreten arı veya bir mühendislik harikası olan ağı üreten örümcek insana maymundan daha yakındır. Hatta bazı yönlerden üstündür bile...
Dahası, insanla maymun arasında çok büyük bir fark vardır. Maymun sonuçta bir hayvandır, bilinç açısından bir attan ya da bir köpekten farkı yoktur. İnsan ise bilinçli, irade sahibi, düşünebilen, konuşabilen, akledebilen, karar verebilen, muhakeme yapabilen bir varlıktır. Bütün bu özellikler de onun sahip olduğu "Ruh"unun işlevleridir. İnsanla diğer hayvanlar arasındaki uçurumu doğuran en önemli fark da işte bu "Ruh"tur. Hiçbir fiziki benzerlik, insan ile diğer bir canlı arasındaki bu en büyük farkı kapatamaz. Doğada ruhu olan tek canlı insandır.


Allah dilediği şekilde yaratır

Peki evrimcilerin iddia ettikleri gibi bir senaryo gerçekleşmiş olsa bile ne fark eder? Hiçbir şey... Çünkü evrimin öne sürdüğü ve tesadüflere dayandırdığı her aşama ancak bir mucize eseri oluşabilir. Yani canlılık bu aşamalarla meydana gelmiş olsa dahi her aşama ancak bir yaratılış sayesinde gerçekleşebilir. Tesadüflerle bu aşamaların gerçekleşebilmesi asla mümkün değildir.
İlkel atmosferde bir protein oluşmuşsa bunun tesadüfen oluşamayacağı olasılık kanunları, biyoloji ve kimya kanunları ile kanıtlanmıştır. Fakat mutlaka oluştuğu iddia edilirse, o halde onu bir Yaratıcı'nın yarattığını kabul etmek dışında başka bir alternatif yoktur. Aynı mantık evrimcilerin öne sürdüğü bütün tezler için geçerlidir. Örneğin balıkların sudan karaya çıkıp kara canlılarını oluşturduğuna dair ne paleontolojik bir kanıt vardır ne de fizik, kimya, biyoloji ve mantık kuralları böyle bir geçişi doğrulamaktadır. Fakat mutlaka "balıklar karaya çıktı sürüngenlere dönüştü" denilecekse, bunu diyen, ancak bütün kuralların ve kanunların ötesinde, "Ol" dediğinde dilediğini var eden üstün bir Yaratıcı'yı kabul etmek zorundadır. Bunun dışında bir düşünce kendi içinde çelişir ve hiçbir mantık kuralıyla bağdaşmaz.
Gerçek çok açıktır. Tüm canlılık çok kusursuz bir tasarımın, çok üstün bir yaratılışın ürünüdür. Bu ise bizlere bir Yaratıcı'nın varlığını, hem de sonsuz bir güç, bilgi ve akla sahip bir Yaratıcı'nın varlığını ispatlar.
O Yaratıcı, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi olan Allah'tır.