17 Ağustos 2010 Salı

Niçin Kendini Kandırıyorsun

NİÇİN KENDİNİ
KANDIRIYORSUN?






Ey insan, 'üstün kerem sahibi' olan
Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir?
(İnfitar Suresi, 6)






HARUN YAHYA











Temmuz, 2000



VURAL YAYINCILIK

Çatalçeşme Sok. Üretmen Han
No: 27/13 Cağaloğlu-İstanbul
Tel: (0 212) 511 42 30



Baskı: SEÇİL OFSET

100. Yıl Mahallesi MAS-SİT Matbaacılar Sitesi
4. Cadde No: 77 Bağcılar-İstanbul
Tel: (0 212) 629 06 15








İÇİNDEKİLER


Giriş

Yaratılış Amacını Unutmamak

Kendini Kandırmadan Samimi Dindar Olmak

İnsanlar Hangi Yalanlarla Kendilerini Kandırıyorlar?

Kendini Kandıranları Bekleyen Son

Kendini Kandırmak Yerine Samimiyet

Materyalizmin Sonu



GİRİŞ


Dinden uzak toplumlarda yaşayan insanların büyük bir kısmının hayat anlayışları ve yaşama amaçları birbirine benzer. İlk bakışta birbirinden farklı görünse de, aslında temelde aynıdır. Çünkü içinde bulundukları şartlar ve ortamlar değişse de, dünyaya yönelik istekleri, tutkuları, hırsları, planları, idealleri ve emelleri son derece benzerdir.
İnsanın karakterinin şekil almaya başladığı ilk yıllar çocukluk yıllarıdır. Bu yıllarda çocukların oldukça sorumsuz ve dünyadan habersiz bir yaşantısı olur. Ardından okul hayatı ve gençlik yılları gelir. Bu yıllarda amaç, kalabalık bir arkadaş çevresi edinmek, okulda popüler bir insan olmak, modaya uygun markalarda giyinmek, çevresindekilere gösteriş yapmak gibi klasik isteklerle sınırlıdır. Ardından okul biter ve iş hayatı başlar. İş hayatında kişi kendi mesleğinde yükselmeye, daha çok para kazanmaya, daha üst bir mevkiye ulaşmaya çalışır. Bunun için tüm vaktini ve imkanlarını kullanır. Bu arada iyi bir eş bulup evlenmek ve bir an önce "çoluk çocuk sahibi olmak" için de uğraşır. Dünyadaki tek önemli olayın -kendi deyimiyle- "mutlu bir yuva kurmak" olduğunu düşünür. Kısacası doğar, büyür, eğitim görür, iş hayatına atılır, evlenir, çocuk sahibi olur, bu arada gücü yettiğince para ve itibar kazanmaya çalışır, sonra çocuklarını evlendirir, torun sahibi olur… Ve böyle belirli birkaç dünyevi amaç ve idealle yaşar.
Derken hiç ummadığı bir anda hayatın en büyük ve kaçınılmaz gerçeklerinden biriyle karşılaşır. Ölüm vakti gelmiştir; belki 50, belki 60 veya en fazla 70 yaşındayken bu dünyadan ayrılır.
O ana kadar ölümü ya hiç düşünmemiş veya çok az düşünmüştür. Çevresinde birçok insanın ölümüne şahit olmuştur, ama kendi ölümünü her zaman uzak görmüştür. Hayatı boyunca ölümün düşüncesine bile yanaşmamıştır; çünkü ölümü aklına bile getirmeyecek kadar dünyevi hırslara kapılmıştır. Bu yüzden Allah'ın rızası, cennet, cehennem gibi konulara çok uzaktır; bu gerçekler üzerinde düşünerek hayatının gerçek amacını kavrayamamıştır. Dünyada bulunduğu süre boyunca, olması gerekenden çok farklı hedefler, planlar ve çıkarlar peşinde olmuştur. Dünya için çok çalışmıştır ama ölümden sonrası için hiçbir hazırlığı yoktur.
İşte bu durumdayken, hiç ummadığı bir anda uykudan uyanır gibi, hazırlıksız ve şaşkın bir şekilde ölüm ile karşılaşır. Son bir pişmanlıkla geri dönmek ister, yalvarır. Ama artık çok geçtir. Allah bu insanın ve benzerlerinin durumunu Kuran'da şöyle haber verir:

De ki: "Size vekil kılınan ölüm meleği, hayatınıza son verecek, sonra Rabbinize döndürülmüş olacaksınız." Suçlu-günahkarları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: "Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız" (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen. (Secde Suresi, 11-12)

Peki insan bu duruma nasıl düşer? Asla telafisi olmayan bir pişmanlığa kapılana kadar gerçeklerden nasıl kaçar? Dünyada bulunuş amacını nasıl gözardı eder?
İnsanların böylesine hayati gerçekleri gözardı etmek ve bunu yaparken de kendi kendilerini avutmak için kullandıkları bazı savunma mekanizmaları vardır. Bunlardan biri ve belki de en etkilisi insanın "kendi kendini kandırması"dır. Kendini kandıran insan, başta ölüm olmak üzere tüm gerçeklerden ve sorumluluklardan kaçabileceğini zanneder. Oysa kendini kandırmak insanın kurtuluşu için bir çare değildir; aksine dünyada bulunuşunun gerçek amacını anlamazlıktan gelmek, insanı, sonu cehennemle bitecek çıkmaz bir yola sürükler. Öyleyse insanın yapması gereken, gerçekleri gözardı ederek kendisini kandırmayı bir kenara bırakması ve Allah'ın kendisine dünyada tanıdığı süreyi en iyi şekilde değerlendirmesidir.
Şimdi tüm bunları bir de kendiniz için düşünün. Bugüne kadar yukarıda tarif ettiğimiz çerçevede bir yaşantınız olmuş olabilir. Siz de hayatınızın gerçek amacı üzerinde düşünmemiş, sizi yaratmış olan Allah'a karşı sorumluluklarınızı bir kenara bırakmış, kendinizi aldatarak bir yaşam sürdürmüş olabilirsiniz. Eğer bu durumdayken bir anda ölümle ve ardından da ebedi pişmanlıkla karşılaşmak istemiyorsanız, bu kitapta anlatılan gerçekleri ciddi bir şekilde düşünerek okumalısınız. Çünkü bu kitapta, insanların hayatları boyunca kendilerini kandırdıkları konular ve anlamazlıktan geldikleri gerçekler hatırlatılmaktadır.
Unutmayın, ölüm anında uyanmak ve gerçekleri görmek insana fayda sağlamayacaktır. Allah bu konuda insanları kesin bir şekilde uyarmaktadır:

Sizden birinize ölüm gelip de: "Rabbim, beni yakın bir süreye (ecele) kadar geciktirsen ben de böylece sadaka versem ve salihlerden olsam" demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. Oysa Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiçbir kimseyi kesinlikle ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. (Münafikun Suresi, 10-11)

YARATILIŞ AMACINI
UNUTMAMAK


Sokaktaysanız çevrenize, evdeyseniz pencereden dışarıya bir bakın. Ağaçlar, çiçekler, tepeler, gökyüzü, insanlar ve diğer canlılar… Dünya üzerinde şu an göremediğiniz diğer yerleri de düşünün; denizler, göller, dağlar, çevrenizde gördükleriniz dışında milyarlarca insan, hayatta hiç karşılaşmadığınız milyonlarca çeşit canlı… Son olarak da dünyadan dışarı doğru çıkın ve evreni düşünün; içinde yüz milyarlarca yıldız barındıran yüz milyarlarca galaksi, gezegenler, uydular, güneşler, kuyruklu yıldızlar ve diğer gökcisimlerini barındıran uçsuz bucaksız bir mekan…
Şimdi samimi olarak vicdanınıza başvurun ve düşünün; tüm bu saydıklarımız neden ve nasıl var olmuştur? Canlı ve cansız herşey nasıl böyle kusursuz bir sistem içinde birarada, uyum içinde varlıklarını sürdürebilmektedir? Evrendeki bu ihtişamın, canlıların -özellikle de insanın- sahip olduğu üstün özelliklerdeki hikmet nedir? Tüm bunlar, en başta da yeryüzündeki yegane şuur sahibi varlık olan insan, hangi amaç için yeryüzünde bulunmaktadır?
İnsanın gerçek yaratılış amacını Allah kullarına yol gösterici olarak indirdiği Kuran'da bildirmiştir. Bu amaç, insanın kendisini yaratan ve yaşatan Rabbine kulluk etmesidir. Allah bir ayetinde bu amacı şöyle bildirir:

…İnsanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zariyat Suresi, 56)

İşte dünya, yukarıda saydığımız tüm detaylarıyla denizleri, gölleri, okyanusları, çiçekleri, ağaçları, dağları, canlıları ile birlikte insanın bu kulluk vazifesini yerine getirip getirmediğinin denenmesi için Allah tarafından özel olarak yaratılmış bir mekandır. Evren, evrendeki tüm sistemler, yıldızlar, gezegenler, gök cisimleri de insanın Rabbinin büyüklüğünü ve sonsuz kudretini görmesi ve O'nun gücünü takdir edebilmesi için yaratılmıştır. Aynı şekilde insanın dünya hayatı boyunca yaşadığı tüm olaylar, bulunduğu tüm mekanlar, karşılaştığı tüm insanlar da kişinin dünyada yaşadığı imtihanın birer parçasıdır. Allah insanın yaratılış ve dünyada bulunuş amacının bir denenme olduğunu bir ayetinde şöyle haber verir:

Şüphesiz Biz insanı karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. (İnsan Suresi, 2)

Bu imtihan ortamı içerisinde insan, her an Allah'ın emir ve yasaklarını gözetmekle, Allah'ın rızasına uygun hareket etmekle sorumludur. Bu sorumluluğu red veya inkar eden insanların, sonsuza dek cehennem azabı ile karşılık göreceği Kuran'da bildirilmiştir. Çünkü bu, Allah'ın verdiği tüm nimetlere karşı büyük bir nankörlük ve büyük bir suçtur.
Buna rağmen insanların büyük bir çoğunluğu garip bir duyarsızlık içindedir. Hayatlarının gerçek amacını unutarak, kendilerine bambaşka konular bulur, bambaşka amaçlar edinirler. Dünyaya yönelik önemsiz bir konu için aylarca, yıllarca çalışır çabalar, ama Allah'a karşı olan sorumluluklarını akıllarına bile getirmek istemezler. Dünyadaki sorumsuzluklarının karşılığı olarak ahirette cehennemle karşılık görecekleri ihtimalini ise hiç düşünmezler. Halbuki yeryüzünde bu gerçeklerden habersiz olduğunu söyleyebilecek tek bir kişi bile yoktur. Allah, Hz. Adem'den bu yana her dönemde insanlara kendisini tanıtan, onlara Rablerine nasıl kulluk edeceklerini öğreten Kitaplar indirmiş, uyarıcı elçiler göndermiştir; ki bundan sonra insanların "biz bunlardan habersizdik" gibi mazeretler öne süremesinler. Bu gerçek bir ayette şöyle bildirilir:

Elçiler; müjdeciler ve uyarıcılar olarak (gönderildi). Öyle ki elçilerden sonra insanların Allah'a karşı (savunacak) delilleri olmasın. Allah, üstün ve güçlü olandır, hikmet ve hüküm sahibidir. (Nisa Suresi, 165)

Allah'ın gönderdiği elçilerin, katından indirdiği kitapların yanısıra müminlerin insanlara yaptıkları tebliğ de bu öğretme yollarından biridir. Tarih boyunca pek çok imanlı insan diğer insanları Allah'ın dinine davet etmiş, çevresindeki insanlara cennet ve cehennemin varlığını hatırlatarak onları hesap gününe karşı uyarıp korkutmuştur.
Tüm bunların yanı sıra, varsayalım ki bir insan hayatın gerçek amacı hakkında hiçbir şey duymadığını, şimdiye kadar hiç kimse tarafından uyarılmadığını, Allah'ın kitabını bir kez bile okumamış olduğunu söylesin. Yine de bu insan, başta da belirttiğimiz gibi, etrafındaki varlıkları, kusursuz sistemleri düşünerek bunların, sonsuz kudret sahibi bir Yaratıcı tarafından mutlaka bir amaç üzerine yaratıldığını anlayabilir. Ve kendisinin de -yaratılmış bir varlık olarak- Yaratıcısına karşı sorumlulukları olduğunu kavrayabilir. Çünkü Allah insanı, ona doğruyu ve gerçeği söyleyen vicdanı ile birlikte yaratmıştır. Çevresindeki varlıkları ve olayları vicdanına başvurarak değerlendiren, yani vicdanının sesini dinleyen insan bu gerçeklere ulaşabilir. Nitekim Kuran'da bizlere aktarılan Hz. İbrahim ile ilgili bir kıssa bu konuda çok güzel ve açıklayıcı bir örnektir:

Böylece İbrahim'e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk. Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: "Bu benim Rabbimdir." Fakat (yıldız) kayboluverince: "Ben kaybolup-gidenleri sevmem" demişti. Ardından Ay'ı, (etrafa aydınlık saçarak) doğar görünce: "Bu benim Rabbim" demiş, fakat o da kayboluverince: "Andolsun" demişti, "Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum." Sonra güneşi (etrafa ışıklar saçarak) doğar görünce: "İşte bu benim Rabbim, bu en büyük" demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: "Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım." "Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim." (En'am Suresi, 75-79)

Yukarıdaki kıssada görüldüğü gibi, Hz. İbrahim sadece kendi vicdanını kullanarak göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah'ın varlığını kavramış ve yalnızca O'na kulluk etmesi gerektiğini de anlamıştır. Bu örnekten anlaşılacağı üzere, insanın etrafına, vicdanına başvurarak bakması Allah'a kulluk etmesi gerektiğini anlaması için yeterlidir. Ancak buna rağmen Allah insanlara lütufta bulunmakta ve pek çok yolla varoluş amaçlarını, kendisine nasıl kulluk etmeleri gerektiğini detaylıca haber vermektedir. Kuşkusuz bu, Allah'ın kullarına karşı sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olduğunun bir göstergesi ve insanları hidayete ve doğru yola yönelten Hadi sıfatının bir tecellisidir. Üstelik Allah insana dünyada pek çok vesile ile hatırlatmada bulunurken, bu hatırlatmaları kavrayabileceği bir süre de vermektedir.
Ancak buna rağmen gördükleri delilleri ve işittikleri gerçekleri samimi bir bakış açısıyla, vicdanlı bir şekilde değerlendirmeyen insanlar yeryüzünde çoğunluktadır. Dahası bu insanlar, sonsuz hayatlarında zarara uğramak söz konusu olmasına rağmen, bu gerçeklere karşı tamamen duyarsız bir tavır sergilerler.
Etrafınıza bir kez daha bakın; çocuklar, gençler, erkekler, kadınlar, yaşlı insanlar olabilir? Tümü sanki ölümle ve hesap günüyle hiç karşılaşmayacakmış gibi günlük işlerine koşuşturup duruyorlar. Biri okul servisine yetişmeye çalışıyor; biri işyerine geç kalmamak için hızlı adımlarla arabasına doğru yürüyor; bir diğeri akşam gelecek misafirleri için alışveriş telaşına kapılmış; bir başkası ise birkaç hafta sonra dünyaya gelecek olan torunu için hazırlık yapıyor… Kuşkusuz bunlar her insanın günlük hayatın doğal akışı içinde yaşadığı detaylardır. Bu sayılanlar elbette son derece meşru davranışlardır. Bu noktada yanlış olan, insanların tüm bunları gafil bir ruh hali içinde yaşamaları ve Allah'ın kendilerini kuşatmış olduğunu, ölümün hızla geldiğini, Allah'ın huzurunda Rablerini unutarak geçirdikleri yılların hesabını vereceklerini hiç düşünmemeleridir.
Peki, nasıl olur da insanlar bu kadar açık gerçeklere, Allah'ın varlığının sayısız deliline, O'nun karşısında kendi acizliklerinin pek çok alametine rağmen böylesine umursuz olabilmektedirler? Nasıl başını kuma gömen bir deve kuşu misali gerçeklere gözlerini kapayabilmektedirler? Üstelik de bu davranışlarının zararı kendilerine dokunacakken…
Kuşkusuz bu, insanların birçoğunun, yapmaları gerekenleri anlayamamalarından değil, aksine vicdanen doğruyu gördükleri halde bile bile kendilerini kandırmalarından kaynaklanmaktadır. "Kandırmak" diyoruz çünkü biraz önce de söz ettiğimiz gibi pek çok insanın bu konuda bilgisizlik ya da kavrayışsızlık gibi bir problemleri yoktur. Problem, kişilerin dünyaya olan hırs derecesindeki bağlılıkları ve gizli ya da açık olarak ahireti inkar etmeleri yüzünden gerçeklere samimi ve dürüst yaklaşmamalarıdır. Allah Kuran'da bu tarz insanların varlığından şöyle söz etmiştir:

Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden engelleyeceğim. Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu (rüşd yolunu) da görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu, gördüklerinde ise onu yol olarak benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları dolayısıyladır. Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanlar, onların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı? (Araf Suresi, 146-147)

Onlar, dünya hayatını ahirete tercih ederler. Allah'ın yolundan alıkoyarlar ve onu çarpıtmak isterler (veya onda çarpıklık ararlar). İşte onlar, uzak bir sapıklık içindedirler. (İbrahim Suresi, 3)

Allah bir başka ayetinde de insanların kendilerini kandırarak, gerçeklere gözlerini kapatarak kapıldıkları gafletli ruh halini şöyle haber vermiştir:

İnsanları sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz çeviriyorlar. (Enbiya Suresi, 1)

Bir insanın dünyada bütün yaptıklarından hesaba çekileceği, sorgulanma günü ile yüzyüze geleceği kuşkusuz apaçık bir gerçektir. Buna rağmen kişinin derin bir gaflet içinde olması ve bundan çıkıp kurtulmak için çaba harcamaması en büyük akılsızlık ve vicdansızlıktır. Ve elbette bu vicdansızlık ahirette Allah'ın dilemesiyle kesin bir karşılık görecektir.
Eğer siz de kendinizi kendi ellerinizle asla telafisi olmayan bir pişmanlığa sürüklemek istemiyorsanız, dikkat edin. Sakın dünyevi amaçlarla kendinizi kandırıp oyalamayın. Sizin bu dünyada bulunmanızın gerçek amacı, ne iyi bir kariyer yapmak, ne çok zengin olmak, ne de iyi bir yuva kurup, çoluk çocuk sahibi olmaktır. Bunların hiçbiri gerçek varoluş amacınız değildir. En büyük amaç, Allah'a kulluk ederek O'nun rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmaktır. Elbette bir insan dünya hayatı süresince başarılı bir işadamı olabilir, yüksek bir mevkiye ulaşabilir, evlenip pek çok çocuğa, toruna da sahip olabilir ya da bunlara sahip olmak için gayret gösterebilir. Ama bunları dünyaya yönelik tek amaç haline getirmemek ve bunları yaşarken de Allah'ın rızasını aramak şartıyla… Yoksa dünyaya yönelik bu değerlerin hepsi insanın ölümüyle birlikte anlamını tamamen yitirecek ve insan, geçerli olan tek şeyin Allah'a olan kulluğu olduğunu anlayacaktır. Allah bir ayetinde bu gerçeğe şöyle dikkat çeker:

Bizim katımızda sizi (Bize) yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlatlarınızdır; ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka. İşte onlar; onlar için yaptıklarına karşılık olmak üzere kat kat mükafaat vardır ve onlar yüksek köşklerinde güven içindedirler. (Sebe Suresi, 37)

Allah başka ayetlerinde dünyada malı ve sahip olduğu imkanlar ile kendini kandırarak yaratılış amacını unutan, bu nedenle ahirette büyük bir hüsrana uğrayan insanların durumundan şöyle bahseder:

"Keşke o (ölüm herşeyi) kesip bitirseydi.
"Malım bana hiçbir yarar sağlayamadı."
"Güç ve kudretim yok olup gitti."
(Allah buyruk verir:) "Onu tutuklayın, hemen bağlayın."
"Sonra çılgın alevlerin içine atın." (Hakka Suresi, 27-31)

KENDİNİ KANDIRMADAN
SAMİMİ DİNDAR OLMAK


Önceki bölüme çevremizdeki varlıklar, dünya üzerindeki canlılar ve evrendeki canlı cansız herşey üzerinde düşünerek başlamış ve bu düşüncenin sonunda insanın yaratılış amacının Allah'a kulluk etmek olduğu gerçeğine ulaşmıştık. Bu bölüme de çok önemli bir konuyu hatırlatarak başlayalım.
Şu an kaç yaşındaysanız, örneğin 30 yaşındaysanız, bundan 30 sene 10 ay öncesine geri dönelim. Yeryüzünde bir varlığınız olmadığı gibi, var olacağınıza dair bir işaret de yoktu. Sonra bir spermin yumurta hücresi ile birleşmesi ve 9 aylık gelişim süreci sonucunda bir bebek olarak dünyaya geldiniz; yani yok iken var oldunuz. Önce tek bir hücre idiniz; sonra bu hücre bölündü iki hücre oldu, ardından dört, sekiz, onaltı, otuziki… En sonunda da milyarlarca hücreden oluşan, eli, kolu, gözleri, kulakları, burnu, dolaşım sistemi, solunum sistemi olan bir canlı haline geldiniz. Üstelik tek bir hücreyken, düşünebilen, akledebilen, görebilen, hissedebilen, şuur ve bilinç sahibi, zevk alan bir varlık oldunuz. Bunun ne kadar olağanüstü bir olay olduğunu biraz düşündüğünüzde rahatlıkla kavrayabilirsiniz.
Peki bu mucizevi olay nasıl gerçekleşti? Gözle görülmeyen iki parçanın birleşmesiyle nasıl şuurlu bir varlık oluştu ve bu varlık dünyaya eli yüzü düzgün görünümlü bir bebek olarak geldi? İşte bu soruların cevapları aşağıdaki ayetlerde verilmiştir:

O'dur ki, sizi topraktan, sonra bir damla sudan, sonra bir alak'tan (embriyo) yarattı; sonra sizi bir bebek olarak çıkarmakta, sonra güçlü (erginlik) çağınıza erişmeniz, sonra da yaşlanmanız için size (belli bir ömür vermektedir). Sizden kiminin daha önce hayatına son verilmektedir; adı konulmuş bir ecele erişmeniz ve belki aklınızı kullanmanız için (Allah sizi böyle yaşatır). Dirilten ve öldüren O'dur. Bir işin olmasına hükmetti mi, ona yalnızca: "Ol" der, o da hemen oluverir. (Mümin Suresi, 67-68)

Bu ayetlerle insana hatırlatılan, kişinin kendisi de dahil olmak üzere tüm insanların ve tüm varlıkların Yaratıcısının Allah olduğu ve insanların bu gerçek karşısında akıllarını kullanmaları gerektiğidir. Akıl kullanan insan, asıl yaratılış gayesine ulaşacak ve Allah'ın dinine teslim olacak, O'nun rızasını ve rahmetini kazanmak için çalışarak yaşamını sürdürecektir. Allah, Kuran'da insanlara kendi yaratılışlarını düşünerek aldanışlardan, yanılgılardan uzak durmalarını şöyle emretmiştir:

Ey insan, 'üstün kerem sahibi' olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir? Ki O, seni yarattı, 'sana bir düzen içinde biçim verdi' ve seni bir itidal üzere kıldı. Dilediği bir surette seni tertib etti. Asla, hayır; siz dini yalanlıyorsunuz; Oysa gerçekten sizin üzerinizde koruyucular var, 'Şerefli-üstün' yazıcılar. Her yapmakta olduğunuzu bilirler. (İnfitar Suresi, 6-12)

Ancak tüm bu gerçeklere rağmen insan aldanıp yanılmaya, yanlış yola sapmaya, kendini kandırarak ömrünü boş işlere harcamaya yatkın bir varlıktır. Yeryüzündeki her detay son derece mucizevi olduğu halde, vicdansızlık yaparak bunları görmemeye, duymamaya veya görüp duyup da anlamazlıktan gelmeye meyillidir. Eğer insan Allah'ın varlığı ve büyüklüğü üzerinde düşünmez, aklını kullanmazsa dünyada yaşadıkları nedeniyle sonsuz bir pişmanlıkla karşılaşması kaçınılmazdır. İşte bu yüzden insanların kendilerini kandırmaktan vazgeçmeleri, dünyadaki herşeyin bir amaç üzerine yaratıldığını, sahip oldukları tüm nimetlerin kendilerine bir hikmetle verildiğini ve hesap günü tüm bunlardan sorgulanacaklarını akıllarından çıkarmamaları gerekmektedir.


Dini yaşamak samimiyet gerektirir

Gerçek ve samimi imana sahip insanlar hiçbir konuda kendilerini kandırmaz ve gerçeklerden kaçmazlar. Çünkü bu insanlarda güçlü bir Allah korkusu vardır ve bu nedenle Allah'ın rızasını kaybetmekten, O'na kullukta kusur etmekten şiddetle sakınırlar. Ama Kuran'da bildirilen ifadeyle "kalbinde hastalık olan kişiler" Allah'a ibadet etmekte "ağır" davranırlar. Allah bu insanların varlığını Nisa Suresi'nin 72. ayetinde "Şüphesiz içinizden ağır davrananlar vardır" şeklinde bildirmiştir. Bu insanlar Kuran'a uygun olan yaşam ve ahlak modelini bilirler, ama din konusunda samimi olmadıkları için bu konuda isteksizdirler. İbadetleri yerine getirmemek için daima bahane ararlar. Sürekli böyle bir arayış içinde oldukları için de her şart ve ortamda kendilerini kandıracak ya da doğru olandan uzaklaştıracak sahte gerekçeler bulurlar. Allah'ın bir başka ayetinde bildirdiği gibi "bir ucundan dini yaşarlar" ve Allah'a gereği gibi kulluk etmezler. Halbuki onlar böyle samimiyetsiz bir ibadet anlayışıyla yalnızca kendilerini kandırırlar. Allah bu durumu bir ayetinde şöyle açıklar:

İnsanlardan öyleleri vardır ki: "Biz Allah'a ve ahiret gününe iman ettik" derler; oysa inanmış değillerdir. (Sözde) Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlarlar ve şuurunda değiller. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azap vardır. (Bakara Suresi, 8-10)

Allah'ın dininde samimiyet esastır. Eğer bir insan sırf alışkanlıklar nedeniyle veya çevresinden tepki görmemek için bazı ibadetleri isteksizce yerine getiriyorsa, yukarıdaki ayette de bildirildiği gibi bununla yalnız kendisini kandırmış olur. Yaptıklarının Allah katında bir geçerliliği olmasını ise bekleyemez. Allah Kuran'da isteksizce yapılan ibadetlerin kabul görmeyeceği ile ilgili olarak insanları şöyle uyarır:

İnfak ettiklerinin kendilerinden kabulünü engelleyen şey, Allah'ı ve elçisini tanımamaları, namaza ancak isteksizce gelmeleri ve hoşlarına gitmiyorken infak etmeleridir. (Tevbe Suresi, 54)

Samimiyetten uzak insanların Allah'a karşı olan sorumluluklarından kaçmak, ömürlerini dünyevi hırslarla tüketmek için bitip tükenmeyen bahaneleri vardır. Genç yaşlarında, okul yıllarında, iş hayatına atılınca, eğlencede, yazın, kışın, çocuk sahibi olunca, üzülünce, sevinince.... Her durumda ibadet etmelerine, Allah'ın emirlerine uymalarına engel olarak gösterebilecekleri suni sebepler üretebilirler. İlerleyen bölümlerde insanların bahane olarak öne sürdükleri konular günlük hayattan örneklerle açıklanacaktır. Burada önemli olan, insanların bu gerekçeleri öne sürerken samimiyetsiz olduklarının iyice anlaşılmasıdır. Çünkü dünya üzerinde bir insanın Allah'ın emirlerini yerine getirmesine engel olabilecek hiçbir gerekçe olamaz. Eğer insan böyle bir gerekçe öne sürüyorsa, bu, tamamen kendi samimiyetsizliği veya iradesizliğinin göstergesidir.
Allah'ın kendisini her an sarıp kuşattığını, kendisine şah damarından yakın olduğunu, herşeyi gördüğünü, işittiğini, herkesin gizlediklerini de açığa vurduklarını da bildiğini bilen bir insan, O'na olan kulluğunda asla samimiyetsizlik yapmaya kalkışamaz. Bir bahane öne sürecek olsa bunu, daha kalbinden geçirirken ve hatta henüz geçirmeden Allah'ın bileceğini ya da kullukta çekimser davranan bir insanın içindeki isteksizlikten Allah'ın haberdar olacağını çok iyi bilir. Ve böyle bir samimiyetsizliğe kalkışmanın karşılıksız kalmayacağını da düşünüp anlar. Dolayısıyla da kendisini kandırmanın bir kaçış olamayacağının aksine onu çok büyük kayıplara uğratacağının bilincindedir. Böyle bir insan hiçbir şartta Allah'ın rızasından taviz vermez. Çünkü Allah'a kesin bir bilgi ile iman ettiği için zaafı yoktur. Kayıtsız şartsız bir samimiyet içindedir.
Kalbinde hastalık olan bu insanlar ise, Allah'ı açıkça inkar etmeseler de imanlarında bir zaafiyet olması söz konusudur. Yani inançları belli koşullara bağlıdır. Nefislerinin rahatıyla ya da çıkarlarıyla çelişen ilk anda dinden taviz vermekten çekinmezler. Bunun dışındaki zamanlarda da kendilerince kolaylarına gelen ibadetleri yerine getirerek vicdanlarını rahatlatmaya çalışırlar.
Bu insanlar kendilerini çok açık bir şekilde kandırırlar, ama bir türlü bunun şuuruna varmazlar. Siz de bu insanların Allah katında düştüğü samimiyetsiz duruma düşmek istemiyorsanız dikkat edin ve sakın kendinizi kandırmayın. Eğer bilgi eksikliği içindeyseniz, Rabbimizi en iyi Kuran'ı okuyarak tanıyabilirsiniz. Çünkü Allah kendisini kullarına indirdiği kitabında tanıtmıştır. Böylelikle Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edebilir ve imanı bütün, samimi bir dindar olabilirsiniz. Ama Allah'ı ve dinini cahiliyenin bakış açısı ile değerlendirirseniz, telafisi mümkün olmayan büyük hatalara düşersiniz. Unutmayın; ancak Allah'a kesin bir bilgiyle iman ettiğinizde ve samimi bir kullukta bulunduğunuzda kurtuluş bulabilirsiniz.


Samimi dindar olmak ahiret inancının
güçlü olması ile mümkündür

Önceki bölümlerde de belirtildiği gibi, hayatını kendi istek ve tutkuları doğrultusunda, yaratılış gayesini unutmuş halde, değersiz işler peşinde koşarak, Allah'ın emir ve yasaklarını tanımadan geçiren bir insan, ölümden sonra dirileceğini, yaptıklarının tek tek hesabını vereceğini ve buna uygun bir karşılık göreceğini düşünmeyi istemez. Bundan dolayı her ne kadar ahiretin varlığını vicdanen bilse bile, vicdanını susturmayı ve kendini kandırmayı tercih eder. Sırf bu gerçekten kaçmak için bazı sapkın inançlara bile sarılır. Örneğin, özellikle son zamanlarda yaygınlaşan, öldükten sonra çeşitli kereler farklı yer ve zamanlarda ve farklı kimliklerle dirilerek yeniden dünyaya gelme şeklinde açıklanan reenkarnasyon inancının insanlar tarafından benimsenmesinin sebeplerinden biri de budur. Çünkü dünyada yaptıklarının karşılığı olarak ahirette cehennem gibi bir cezanın kendilerini beklediğini bilen ya da en azından buna ihtimal veren insanlar, öldükten sonra ahirete gidecekleri gerçeğinden rahatsız olurlar. Bu yüzden de mevcut hiçbir delili ve dayanağı olmamasına rağmen bu sapkın inancı veya bu tarz gerçek dışı inançları seve seve kabul ederler.
Bu şekilde kendilerini bir yolla ahiretin olmadığına inandırarak avutmaya çalışan insanlar her dönemde yaşamıştır. Nitekim Allah Kuran'da bu insanların, sırf ahireti kabul etmemek ve bu gerçekle yüz yüze gelmemek için akıl ve mantıktan nasıl uzaklaştıklarını bizlere ibret olarak aktarmıştır. Bu ayetlerden biri şöyledir:

Derler ki: "Biz çukurda iken, gerçekten biz mi yeniden (diriltilip) döndürüleceğiz?" "Biz çürüyüp dağılmış kemikler olduğumuz zaman mı?" Derler ki: "Şu durumda zararına bir dönüştür bu." (Naziyat Suresi, 10-12)
Yukarıdaki ayetlerin sonunda da görüldüğü gibi ahireti ve dirilişi inkar eden bu insanlar, yeniden diriltilecekleri gerçeğinin kendi zararlarına olacağını vicdanen bilmektedirler. Bu yüzden bu gerçeği mümkün olduğunca akıllarına getirmemeye, demagojik konuşmalarla, sapkın düşüncelerle unutmaya ve unutturmaya çalışırlar. Cevabını çok iyi bildikleri halde, sırf gerçeklerden kaçmak için sordukları bu sorularla ilgili bir diğer ayet ise şöyledir:

Kendi yaratılışını unutarak Bize bir örnek verdi; dedi ki: "Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?" De ki: "Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir." (Yasin Suresi, 78-79)

Ahiret konusunda bu şekilde kendilerini kandırma yolunu seçen insanların bu mantıkları, tüm düşünce ve tavırlarına yansır. Bir insan eğer kendi kendini ölümünden sonra bir hesap gününün olmayacağına ve cennet ya da cehennem hayatının olmadığına inandırırsa taşkınlıkta sınır tanımaz. Çünkü insanı korkup sakınarak hareket etmeye yönelten sebeplerden biri ahirette yaptıklarına uygun bir karşılık göreceği inancıdır. Ama eğer aksi yönde bir düşünce geliştirirse sorumluluklarını önemsememeye ve gözardı etmeye başlar. Çünkü ancak ahirete inanan insanlar, bu dünyada kendilerini kandırarak gerçeklerden kaçmanın ahirette çok büyük bir acı ve hüsranla sonuçlanacağını bilebilirler.
Siz de biraz düşündüğünüzde kendiniz dahil etrafınızdaki hiçbir şeyin bir tesadüf eseri olmadığını, herşeyin Allah'ın sonsuz gücü, bilgisi, isteği ve kontrolünde gerçekleştiğini rahatlıkla görebilirsiniz. Ayrıca ahireti yaratmanın da yukarıdaki ayetlerde haber verildiği gibi Rabbimiz için çok kolay olduğunu, İlahi adalete en uygun olan olduğunu kavrayabilirsiniz. Dikkat edin, bunları sakın anlamazlıktan gelerek kendinizi kandırma yoluna gitmeyin. Çünkü bu konuda kendini kandıranlar ve ahiret gerçeğinden uzak yaşayanlar, ahirette yaptıkları hataları telafi edememenin sonsuz acısını yaşayacaklardır.


Samimi insanlar Şeytan'a uymazlar

İnsanların büyük bir çoğunluğu Şeytan'ı gerçek özellikleriyle tanımaz, kafalarında onu etraftan duydukları ya da filmlerde gördükleri kadarıyla "hayali bir varlık" olarak canlandırırlar. Buna göre kimileri Şeytan'ın Allah'tan ayrı müstakil bir güce sahip olduğunu sanarak -Allah'ı tenzih ederiz- gözlerinde olağanüstü büyütürken, kimileri de Şeytan'ın varlığına şüphe ile bakıp Şeytan'ı hiç önemsemezler. Varlığına ihtimal verseler bile Şeytan'ın kendileri üzerinde bir etkisinin olabileceğini hiç düşünmezler. Bunların her ikisi de hiçbir bilgi ve delile dayanmayan, aksine yalnızca zanna dayanan yanlış inanışlardır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da en doğru ve güvenilir bilgiyi yine Allah'ın hak kitabından öğrenebiliriz.
Kuran'da bildirildiğine göre, herşeyden önce Şeytan sanıldığı gibi müstakil bir güce sahip değildir. Allah'ın yarattığı ve tamamıyla O'nun kontrolünde olan bir varlıktır. Dünyada yaptığı tüm faaliyetler ancak Allah'ın izniyle gerçekleşir. Şeytan Allah'ın huzurundan kovulduktan sonra bunlar için Allah'tan kıyamete kadar süre istemiştir. Şeytan'ın Allah'ın huzurundan kovulması ve aldığı bu süre ayetlerde şöyle bildirilir:

Andolsun, Biz sizi yarattık, sonra size suret (biçim-şekil) verdik, sonra meleklere: "Adem'e secde edin" dedik. Onlar da İblis'in dışında secde ettiler; o, secde edenlerden olmadı. (Allah) Dedi: "Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?" (İblis) Dedi ki: "Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (Allah:) "Öyleyse oradan in, orada büyüklenmen senin (hakkın) olmaz. Hemen çık. Gerçekten sen, küçük düşenlerdensin." O da: "(İnsanların) dirilecekleri güne kadar beni gözle(yip ertele.)" dedi. (Allah:) "Sen gözlenip-ertelenenlerdensin" dedi. Dedi ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım." "Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın." (Allah) Dedi: "Kınanıp alçaltılmış ve kovulmuş olarak oradan çık. Andolsun, onlardan kim seni izlerse, cehennemi sizlerle dolduracağım." (Araf Suresi, 11-18)

Şeytan sonsuz azaba mahkum olarak Allah'ın huzurundan kovulduktan sonra insanları da kendisi gibi saptıracağına and içmiş ve sinsi faaliyetlerine başlamıştır. Allah, Şeytan'ın bu faaliyetlerini kendisine iman ve kulluk edenlerle etmeyenleri ayırt etmek için bir imtihan vesilesi kılmıştır. Bu yüzden Şeytan'ın sinsi oyunları, tuzakları ve planları dünyada yaşayan, yani imtihanı devam eden tüm insanlar için geçerlidir. Şeytan hiçbir istisna gözetmeden, tek tek herkesi kandırmak için uğraşacaktır. Bu yüzden hiç kimse Şeytan'ın etkisini kendinden uzak görmemelidir. Eğer insan bu tehlikenin şuurunda olursa buna göre dikkatli davranır ve Şeytan'ın en ufak bir tuzağını bile fark edebilir. Ama eğer kendisinden uzak görürse Şeytan'ın etkisine girebilir. İşte bu nedenle Şeytan, Allah'ın samimi kullarına etki edemez; çünkü onlar Şeytan'ın kendilerini doğru yoldan saptırmaya çalışacağını hiçbir zaman unutmaz ve her zaman onun etkisine karşı temkinli davranırlar.
Şeytan'ın kötü telkini her konuda kendini gösterebilir. İnsan, bu telkin sonucunda, farkına vararak veya varmayarak günlük yaşamı içinde karşılaştığı her konuda hataya düşebilir. Ve eğer samimi bir imana sahip değilse bu etki tüm yaşamına yayılabilir; ki bunun sonucu insanı cehenneme kadar sürükler. Nitekim Şeytan'ın hedefi de tam olarak budur. Şeytan, insanların Allah'a karşı isyankar bir tavır içinde olmalarını ve bunun sonucu olarak da sonsuza kadar azap içinde kalmalarını ister. Ve cehenneme girene kadar onların peşini bırakmaz. Küçük büyük tüm tuzaklarının, insanları sürekli gözlemesinin, fırsat kollamasının amacı, insanları da kendisi ile birlikte cehenneme sürüklemektir. Allah bir ayetinde Şeytan'ın bu düşmanlığına karşı insanları uyarmıştır:

Gerçek şu ki, Şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır. (Fatır Suresi, 6)

Kuşkusuz Allah bu ayetiyle büyük bir tehlikeye dikkat çekmiştir. Şeytan insanlığın başlangıcından bu yana, Allah'a iman etmeyen sayısız insan üzerinde bu hedefine ulaşmıştır. Nitekim bu duruma bir ayette şöyle dikkat çekilmiştir:

Andolsun, İblis, kendileri hakkında zannını doğrulamış oldu, böylelikle iman eden bir grup dışında, ona uymuş oldular. Oysa onun, kendilerine karşı hiçbir zorlayıcı gücü yoktu; ancak Biz ahirete iman edeni, ondan kuşku içinde olanı ayırt etmek için (ona bu imkanı verdik). Senin Rabbin, herşeyin üzerinde gözetici-koruyucudur. (Sebe Suresi, 20-21)

Ama burada hemen şunu belirtelim ki, Allah Kuran'da Şeytan'ın hileli düzeninin pek zayıf olduğunu da bildirmiştir. (Nisa Suresi, 76) Yukarıdaki ayette de görüldüğü gibi, Şeytan'ın insanları zorlaması gibi bir durum söz konusu değildir; zaten buna gücü de yetmez. Şeytan insanları sadece çağırır ve Allah'a samimi olarak iman etmeyen, ahireti inkar eden insanlar da bu çağrıya uyarak kendi kendilerini zarara sürüklerler. Ahirette Şeytan'ın kendisinin de itiraf edeceği bir ayette şöyle bildirilir:

İş hükme bağlanıp-bitince, Şeytan der ki: "Doğrusu, Allah, size gerçek olan va'di va'detti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. Ben sizi kurtaracak değilim, siz de beni kurtaracak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da tanımamıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acı bir azap vardır." (İbrahim Suresi, 22)

Nasıl ki Şeytan'ın hilesi zayıfsa, yaptığı olumsuz telkinlerin etkisinden kurtulmak da son derece kolaydır. Allah insanlara bu etkiden ve telkinden uzaklaşmanın yollarını da ayetleriyle şöyle bildirmiştir:

Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. (Allah'tan) Sakınanlara Şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah'ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir. (Araf Suresi, 200-201)

Bu ayetlerde de görüldüğü gibi, Şeytan'ın iman etmiş kişiler üzerinde etkisinin olması mümkün değildir. Şeytan'ın olumsuz etkisinden uzaklaşmanın yolu da öncelikle sonsuz kudret sahibi olan Allah'a sığınmak ve ardından da Allah'ın ayetleri üzerinde düşünmektir. Gaflete kapılmadan zihin açıklığıyla düşünen ve gerçekleri görebilen insan, Şeytan'ın kendisini aldatmasına karşı son derece dikkatli olur ve onun tuzağına düşmek yerine, imanıyla, kararlılığı ve Allah'a olan sadakati ile Şeytan'ın tuzağını bozabilir.
Ama insanların geneli kendileri için de böyle bir tehlikenin var olduğunu düşünmezler. Bu yüzden Şeytan'ın telkinlerine karşı Allah'a sığınmayı da akledemezler. Şeytan gaflet içindeki bu insanlara sinsice yaklaşır ve kendi telkinlerini fısıldar. İşte insanların gerçekleri bile bile kendilerini kandırmalarının nedenlerinden birisi de Şeytan'ın bu telkinlerine ve vesveselerine kulak vermeleri, onun çağırdığı yanlış yola uymalarıdır.
Peki Şeytan, bakıldığında aklı başında gibi görünen onca insanı nasıl olur da bu derece akılsızca bir tavra ikna edebilir? Hangi yolları kullanarak kendilerini kandırmalarına ve sonu cehennemle noktalanacak bir yola girmelerine sebep olabilir?
İlerleyen sayfalarda Şeytan'ın telkinine kapılarak kendilerini kandıran insanların durumları, kendilerince makul zannetikleri mazeretleri, kendilerini kandırma gerekçeleri anlatılacak ve bu insanların içine düştükleri ibret verici durum gözler önüne serilecektir. Şeytan'ın bu insanları hangi yollarla kandırdığına ve azaba sürüklediğine dikkat çekilecek ve böylece samimi insanların bu sinsi metodlara karşı temkinli olmaları hatırlatılacaktır.


Şeytan, insanlara bahane ve mazeretler telkin eder

Şeytan insanları Allah'ın yolundan döndürebilmek, Allah'ın emrettiği ibadetleri yerine getirmelerine ve Kuran'da bildirilen üstün ahlakı yaşamalarına engel olmak için pek çok taktik izler. Bu taktiklerden biri de, insanların yapmadıkları ibadetler ile ilgili çeşitli bahane ve mazeretler öne sürmelerini sağlamaktır. Yani Şeytan bir insanı hataya sürüklerken, bu yaptığını ona makul gösterecek bahaneleri de beraberinde verir. Örneğin, Allah'a ibadet etmesi gerektiğini bilen genç bir insana önünde daha çok uzun yıllar olduğu, ileride bu sorumluluklarını tam olarak yerine getireceği, ama şimdi buna vaktinin olmadığı, zaten şartların da elvermediği, bütün gün dışarıda, okulda ya da işte olduğu, ayrıca arkadaşlarının da bunu yadırgayacağı gibi, onlarca mazeret telkin eder. Eğer bu insan samimi ve güçlü bir imana sahip değilse, sonunda Şeytan'ın bu telkinlerine aldanır. Ama Şeytan bununla yetinmez ve kolay kolay bir insanın peşini bırakmaz. Daha önce de belirtildiği gibi kişi cehenneme girinceye kadar rahat etmez. Bir yandan da kişiye sürekli yaptıklarının makul olduğunu, bu şekilde hareket etmekte haklı olduğunu telkin eder. Nihayetinde kişi Allah'a kulluk görevlerini yerine getirmeyen, ama bunda da haklı sebepleri olduğunu zanneden, hatta bu konuda son derece sabit fikirli bir insan haline gelir.
Oysa daha önce de hatırlatıldığı gibi, her insan kendisini yaratmış olan Allah'a kulluk etmesi gerektiğini vicdanen çok iyi bilmektedir. Ama Şeytan'ın kendisine telkin ettiği ve meşru gibi gösterdiği sebeplerle kendisini, bunun şu an için gerekli olmadığına inandırmıştır. Bir başka ifadeyle, yapması gerekeni vicdanen bilmesine rağmen türlü sebeplerle kendisini kandırmış ve kendisini yanlış olana inandırmıştır.
Allah, Kuran'da Şeytan'ın telkinleriyle samimiyetten uzaklaşan bu insanlara dair pek çok örnek vermiştir. Bu örneklerden bazıları Peygamberimiz'in döneminde yaşayan ve imani zaafiyet içinde bulunan insanlardan verilmiştir. O dönemdeki şartlar nedeniyle bir savaş söz konusudur ve Peygamberimiz de müminleri Kuran'daki emirler doğrultusunda, hak uğrunda savaşa teşvik etmiştir. Fakat Allah'ın ayetlerdeki nitelendirmesiyle "kalbinde hastalık olan insanlar" savaşa çıkmamak için türlü mazeretler ileri sürmüşlerdir. Bu durum ayetlerde şöyle bildirilir:

Onlara: "Gelin Allah'ın yolunda savaşın ya da savunma yapın" denildiğinde, "Biz savaşmayı bilseydik elbette sizi izlerdik" dediler. O gün onlar imandan daha çok küfre daha yakındılar. Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah onların gizli tuttuklarını daha iyi bilir. (Al-i İmran Suresi, 166-167)

Bu insanların, yukarıda bahsedildiği gibi, Şeytan'ın etkisine girdikleri çok açıktır. Çünkü bu insanlar vicdanen yapmaları gerekeni bilmelerinin yanısıra bizzat Peygamberimiz'in tebliğine şahit olmuş, Allah'ın dinini iyi bilen insanlardır. Ama bunca gerçeği bilmelerine, hatta ibadetlerden bir kısmını o güne kadar yerine getirmelerine rağmen dünyaya olan bağlılıkları yüzünden Şeytan'ın bu tuzağına düşmüşlerdir. Allah'ın ayetinde bildirdiği gibi Müslümanları korumaları gerektiğini gayet iyi bilmelerine rağmen, bilmediklerini söyleyerek kendilerini ve sözde müminleri de kandırma yoluna gitmişlerdir. Bu insanlardan diğer bir kısmı da Peygamber'e, "Bizi mallarımız ve ailelerimiz meşgul etti. Bundan dolayı bizim için mağfiret dile" (Fetih Suresi, 11) diyerek kaçmaya çalışmışlardır. Bu ifadeler Şeytan'ın etkisinde kalınarak söylenmiş ifadelerdir. Nitekim bütün Müslümanların canı tehlike altındayken kişinin kendi derdine düşmesinin ne kadar büyük bir vicdansızlık olduğu da açıktır.
Söz konusu insanlar Allah'ın emirlerine uymak ve rızasını kazanmak için ne yapmaları gerektiğini çok iyi bilmektedirler. Nitekim samimi olmadıklarını bildikleri için de Peygamberimiz'e kendileri için bağışlanma dilemesini söyleyerek sözde vicdanlarını rahatlatmaya çalışmışlardır. Vicdansızlık yapmalarına rağmen kendi söyledikleri yalanlara kendilerini öyle bir inandırmışlardır ki, sonunda buna sevinecek duruma gelmişlerdir. Allah bir ayetinde ibadetlerden geri kaldıkları için kendilerince sevinen samimiyetsiz insanların durumuna şöyle dikkat çekmiştir:

Allah'ın elçisine muhalif olarak geri kalanlar oturup kalmalarına sevindiler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cehd etmeyi (çaba harcamayı) çirkin görerek: "Bu sıcakta çıkmayın" dediler. De ki: Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir." Bir kavrayıp anlasalardı. (Tevbe Suresi, 81)

Peygamber dönemindeki şartlara ve ortama göre insanlara bu mazeretleri telkin ederek kandıran Şeytan, elbette bugün yaşayan insanları daha farklı telkinler ve mazeretlerle kandırmaya çalışacaktır. Çünkü Şeytan, dünyadaki imtihanın bir gereği olarak, insanların bütün zaaflarından haberdardır. Her şarta, her ortama göre farklı planlar yapabilir. Karşısındaki insanlar; bilimadamları, profesörler, fikir adamları, liderler, halktan kişiler, sanatçılar, kısacası her kültür seviyesinden, her türlü maddi imkana sahip insanlar olabilir. Şeytan bu insanların tümüne hangi yollardan yaklaşacağını bilir.
Şeytan'ın, sürekli fırsat kollamasına rağmen etki edemediği yegane insanlar, Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi salih Müslümanlardır. Çünkü başta da belirtildiği gibi, müminler Allah'tan korktukları ve cehennemden şiddetle sakındıkları için Şeytan'ın olası bir sinsiliğine karşı dikkatleri son derece açıktır. Ayrıca Allah'a olan imanları nedeniyle çok güçlü bir akla, vicdana ve iradeye sahiptirler.
Şeytan'ın buraya kadar anlatılan taktikleri, telkinleri tüm insanlara yöneliktir. Yani siz de Şeytan'ın bu sinsi telkinlerine maruz kalma tehlikesi altında olan bir insansınız. O halde eğer samimi imana sahip bir insansanız, sakın bu gerçekleri bile bile Şeytan'ın tuzağına düşmeyin. Unutmayın; Şeytan sizi de kendisiyle birlikte cehenneme sürüklemek için pusuda bekliyor, hakkınızda planlar yapıyor. İlk fırsatını bulduğunda sinsice harekete geçecektir. Siz Şeytan'a bu fırsatı vermeyin. Sizi Allah'ın yolundan alıkoymak, O'na kulluk ve dua etmenizi engellemek için binbir türlü mazeret fısıldayacaktır. Üstelik bunları son derece makul ve mantıklı göstermeye de çalışacaktır. Böylelikle kendi kendinizi de kandırarak ikna etmenizi sağlamaya çalışacaktır. Halbuki siz vicdanınız sayesinde bunların hepsini rahatça anlayabilirsiniz ve Allah'ın rızasından yana iradenizi kullanarak Şeytan'ın etkisini kendinizden kolayca uzaklaştırabilirsiniz. Bu dünyada sizin için hiçbir şey cehennemden kurtulmaktan daha önemli ve acil olamaz. O halde Şeytan'ın sizin için ürettiği mazeretleri benimseyerek kendinizi kandırmaya kalkmayın. Çünkü din günü hiçbir mazeret geçerli olmayacak, hatta Allah'ın ayetinde bildirdiği gibi insanların mazeretlerini sayıp dökmelerine dahi izin verilmeyecektir.
Gerçek budur; dikkat edin! Sakın Allah'ın dinini yaşama konusunda bahaneler öne sürüp kendinizi kandırmayın.


Şeytan, boş ve amaçsız işlerle oyalar

Şeytan'ın, insanların kendilerini kandırmaları için kullandığı taktiklerden biri de onları boş ve amaçsız işlerle oyalamaktır. Bunun için de yaptığı telkinlerle, Allah'ın rızasından uzak olan işleri insanlara süsleyip çekici gösterir. Şeytan'ın bu telkinlerine kapılan insanlar sürekli dünyevi planlar, çıkarlar ve hedefler peşinde koşar hale gelirler. Bunlarla oyalanırken de Allah'a olan kulluk görevlerini, bir gün dünyadaki yaşamlarının son bulacağını ve Allah'ın huzurunda hesap vereceklerini akıllarına bile getirmezler. Kitabın başında da üzerinde durulduğu gibi, daha iyi bir mevki, daha çok para ve yatırım, daha parlak bir istikbal gibi geçici ideallerle tüm yaşamlarını geçirirler. Halbuki bir saniye sonra yaşayacağının bile garantisi olmayan, nerede ve nasıl öleceğini asla bilmeyen bir insanın böyle sonuçsuz planlar peşinde koşmasının, hesaplar yapmasının ne büyük bir gaflet olduğu açıktır.
Ama insanların büyük bir çoğunluğu böyle yaşamak zorunda olduklarına kendilerini inandırmışlardır. Kendi kendilerini avutmak için de kitap boyunca anlatılanlar üzerinde düşünmemeyi, kendilerini kandırarak yaşamlarını sürdürmeyi tercih ederler. Buna göre, her biri amaç edindiği konuyu neredeyse dünyanın en önemli işi olarak görür. Örneğin, bir sekreter için patronunun toplantılarını unutmamak, bir öğrenci için derslerinden daha yüksek not almak, bir tezgahtar için o gün daha çok ayakkabı satabilmek, bir işadamı için daha büyük bir ihaleyi kazanmak, bir sporcu için kendi dalındaki en büyük ödülü almak, bir sanatçı için kasetini daha çok insana dinletebilmek, bir genç kız için katılacağı partide en güzel kıyafeti giymek, liseli bir genç için okulun en güzel kızıyla arkadaşlık edebilmek, üniversite çağındaki bir insan için arkadaş çevresindeki en kültürlü insan olmak, bir çevirmen için en doğru kelimeleri kullanmak, bir yazar için en edebi üslupla kitaplar ve makaleler yazmak dünyanın en büyük amaçlarıdır. Elbette burada sayılan işlerin tamamını insanların yapması ve en iyisinin olmasını istemeleri doğaldır; ama en başta da belirtildiği gibi bunlar bir insan için hayattaki en önemli işler değildir. Bir insanın Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaktan ve cennetine layık bir kul olmaktan daha önemli bir işi olamaz.
Eğer insan kendini kandırıp, gerçekleri görmezden gelerek dünyaya yönelik isteklerinin hayatın yegane amacı olduğunu zannederse, hiç ummadığı bir anda ölümle karşılaştığında büyük bir pişmanlık yaşayacaktır. O ana kadar kendisi için en önemli değerlerin evi, işyeri, arabası, diploması, kıyafetleri, arkadaşları, akrabaları, iş çevresi olduğunu zannetmiştir. Ancak bunların ne kadar geçici olduğunu ve dünyadaki imtihan ortamının birer parçası olduğunu daha ölüm meleklerini gördüğü ilk anda anlar. Devamında, bir tarafında sonsuz mükafaat yurdu olan cennet bir tarafında ise insanın bedenine ve ruhuna en şiddetli azapların yaşatıldığı cehennem olduğu halde, Allah'ın huzurunda sorgulanırken yaşadığı çaresizlik ve pişmanlık dayanılmaz boyuttadır.
O anda geçerli olan tek şey Allah'ın rızası için yapılan işlerdir. Ama söz konusu kişi hayatı boyunca hiç böyle bir şey yapmamış, Allah rızası için çalışmamıştır. İşte o zaman dünyada hayatını adadığı, uğruna yaşlandığı, ömrünü tükettiği işlerin hiçbir anlamı ve önemi olmadığını olabilecek en açık şekilde anlar. Gerçi bunlar bilmediği şeyler değildir. Karşısına çıkanların hepsi vicdanen çok iyi bildiği ama kendini kandırarak kaçtığı gerçeklerdir. Allah bu insanların durumunu "... Kendi yaptıklarını Şeytan süsleyip-çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kimselerdi." (Ankebut Suresi, 38) ayetiyle haber vermiştir. Yani bu insanlar gerçekleri görebilecekken Şeytan'ın telkinlerine bile bile uymuşlar ve boş işlerle yaşamlarını tüketmişlerdir.
Ahirette hatalı davrandığını kabul etmenin bu insanlara bir fayda getirmeyeceğini Allah ayetlerinde şöyle bildirir:

Rabbin(in buyruğu) geldiği ve melekler dizi dizi durduğu zaman;
O gün, cehennem de getirilmiştir. İnsan o gün düşünüp-hatırlar, ancak (bu) hatırlamadan ona ne fayda? Der ki: "Keşke hayatım için, (önceden bir şeyler) takdim edebilseydim." Artık o gün hiç kimse (Allah'ın) vereceği azap gibi azaplandıramaz. Onun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz. (Fecr Suresi, 22-26)

O halde siz ahirette "keşke" diyenlerden olmamak için hemen şimdi, hayatınızın gerçek amacını düşünün ve yaptığınız işlerin bu amaca ne kadar hizmet ettiğini bir daha gözden geçirin. Dikkat edin, sakın boş ve amaçsız işlerle kendinizi, iyi işler yapıyormuş gibi avutup kandırmayın. Bu, gün boyunca yaptığınız tüm işler, meşgul olduğunuz tüm uğraşılar için geçerlidir. Mutlaka maddi ve manevi pek çok şey için çalışıp, çabalıyorsunuz. Bunların hepsini yapmaktaki asıl gayeniz, Allah'ın rızasını ve cennetini kazanmak olmalı. Eğer bir işte Allah'ın rızasını görmüyorsanız ve ahiretinize bir fayda sağlamayacağını düşünüyorsanız onu terk edin. Ancak yapmakta hayır ve fayda gördüğünüz işlere yönelin. Vicdanınızın sesi size bu ayrımı en doğru şekilde söyleyecektir; mutlaka ona kulak verin ve dikkat edin; Şeytan değersiz, geçici şeyleri süsleyip çekici kılarak sizi de kandırmasın.


Şeytan, aldatıcı vaatlerde bulunur

Şeytan insanı Allah'ın yolundan alıkoymak için insanlara yalnız boş işleri süslemekle kalmaz. Onlara bu konuda çeşitli vaatlerde de bulunur. Allah Şeytan'ın bu hilesini bir ayetinde şöyle bildirir:

(Şeytan) Onlara vaadler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa Şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey va'detmez. (Nisa Suresi, 120)

Şeytan'ın etkisine giren insanlar önlerinde çok uzun yılların olduğuna kendilerini inandırıp, uzun vadeli planlar peşinde koşarlar. Sanki bu dünyada sonsuza dek yaşayacakmış gibi mal, mülk, makam, mevki hırsına kapılarak Allah'ın rızasından tamamen uzaklaşırlar. Allah bunun Şeytan'ın bir kışkırtması olduğuna başka bir ayetinde şöyle dikkat çeker:

Şüphesiz, kendilerine hidayet açıkça belli olduktan sonra, gerisin geri (küfre) dönenleri, Şeytan kışkırtmış ve uzun emellere kaptırmıştır. (Muhammed Suresi, 25)

Her insanın, kendi içinde bulunduğu durum ve şartlara göre binlerce konuda çok kapsamlı plan ve tasarıları vardır. Daha önce de belirtildiği gibi her meslekten, her yaş grubundan, her sosyal çevreden insanın planları birbirinden farklı da olsa temelinde tümü dünyaya yöneliktir. Örneğin, bir işadamının geleceğe yönelik en büyük ideali büyük bir fabrikaya sahip olabilmektir. Bu fabrikaya sahip olduktan sonraki en büyük ideali ise ürettiği malları dünya çapında "pazarlayabilmek"tir. Veya bir sanatçının ideali ülkesindeki herkes tarafından tanınan, sevgi ve saygı duyulan, yetenekleri takdir edilen bir insan olabilmektir. Bu amacına ulaşırsa bir sonraki amacı tüm dünya çapında aynı başarıyı gösterebilmektir. Pek çok insan için bu tarz çeşit çeşit örnek sayabiliriz. Bu insanlar dünyada kendileri için edindikleri bu idealleri gerçekleştirebilmek için gece gündüz çalışırlar. Yeri geldiğinde pek çok fedakarlıkta bulunur, pek çok zorluğa katlanır, her türlü sıkıntıyı ve engeli aşmak için uğraşırlar.
Ama acaba bunları gerçekleştirebilecek kadar ömürleri var mıdır? İşte her insanın öncelikle bunu düşünmesi gerekir. Çünkü yukarıda sayılan planların hiçbirinin gerçekleşmesi garanti değildir. Ama ölüm mutlaka gerçekleşecek, ölüm mutlaka gerçekleşecek, her insanın başına gelecektir. Buna rağmen bu insanların ölüm sonrası için hiçbir plan ve hazırlıkları yoktur. Tüm hayatları dünyadaki yaşamlarına yönelik idealleri gerçekleştirmeye adanmıştır. Üstelik bir gün ölümle birlikte tüm planlarının bir daha tamamlanmamak üzere yarıda kalabileceğini akıllarına bile getirmemişlerdir. Çünkü Şeytan onlara, ayette bildirildiği gibi türlü vaatlerde bulunmuş ve onlar da bunlara kapılıp kendi kendilerini kandırarak bir ömrü tüketmişlerdir.
Oysa insan uzun emeller peşinde koşmak yerine Allah'a karşı sorumlu olduğunu ve din gününde O'nun huzurunda bütün yaptıklarının hesabını vereceğini bilerek, Allah'ın Kuran'da gösterdiği yola uygun şekilde yaşamalıdır. Aksi takdirde, sonsuz hayatı için bir hazırlık yapmaması, kendisi için tanınan fırsatı kaçırması onu sonsuza kadar cennetten mahrum bırakabilir. Cennetten mahrum olan bir insanın gideceği yer ise cehennemdir. Allah'ın kendisine tanıdığı bu süreyi hiçbir değeri olmayan işlerle sorumsuzca tüketenler ahirette çok büyük bir pişmanlık yaşayacaklardır. Kendilerine o gün şöyle denilecektir:

Size orada (dünyada) öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? (Fatır Suresi, 37)

Ayette bildirildiği gibi, her insana öğüt alabileceği, vicdanının sesini duyabileceği süre verilmiştir. Şeytan ne kadar yanlış yola sürüklemeye çalışsa da, insanın bu çağrıya icabet etmeme, Allah'ın emrettiği yolda ilerleme imkanı vardır. Bunun tek yolu samimi bir iman ve Allah'a güvendir. Nitekim bu özelliklere sahip insanlara yönelik olarak Şeytan'ın her türlü çabasının, aldatıcı vaadinin boşa çıkacağı Kuran'da bildirilmiştir:

"Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara çeşitli vaadlerde bulun." Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vadetmez. "Benim kullarım; senin onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün (hakimiyetin) yoktur." Vekil olarak Rabbin yeter. (İsra Suresi, 64-65)

Dikkat edin, Şeytan sizi de dünyevi hırs ve emellerin, uzun vadeli planların peşinde koşturarak, asıl hazırlık yapmanız gereken yeri unutturmasın. Siz dünyevi ideallerle, geçici hırslarla kendinizi oyalayıp, iyi işler yaptığınızı sanarak kendinizi kandırmayın. Allah'ın aşağıdaki emrini yaşamınızın hiçbir anında aklınızdan çıkarmadan uygulayın:

Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Herkes yarın için neyi takdim ettiğine baksın. Allah'tan korkun. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Kendileri Allah'ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuş olanlar gibi olmayın. İşte onlar, fasık olanların ta kendileridir. (Haşr Suresi, 18-19)

İNSANLAR HANGİ
YALANLARLA KENDİLERİNİ
KANDIRIYORLAR?


Şeytan insanları çeşitli mazeretlerle, telkinlerle, aldatıcı davetlerle kendi yoluna çekmeye çalışır. İnsanlara yaratılış amaçlarını unutturarak, onları dünyevi çıkarlara, geçici ideallere yöneltir. Eğer bir insan Şeytan'ın bu çağrısına uyar ve kendisini yaratmış olan Rabbinin çağrısından yüz çevirirse, işte o zaman doğruyu görebilmesi mümkün olmaz. Allah Kuran'da böyle insanların durumunu haber vermiştir:

Kim Rahman (olan Allah)ın zikrini görmezlikten gelirse, Biz bir Şeytan'a onun 'üzerini kabukla bağlattırırız'; artık bu, onun bir yakın dostudur. Gerçekten bunlar (bu Şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar. Sonunda bize geldiği zaman, der ki: "Keşke benimle senin aranda iki doğu (doğu ile batı) uzaklığı olsaydı. Meğer ne kötü yakın-dost(muşsun sen)." (Bu söylenmeleriniz,) Bugün size kesin olarak bir yarar sağlamaz. Çünkü zulmettiniz. Şüphesiz azapta da ortaksınız. Öyleyse sağır olanlara sen mi dinleteceksin veya kör olan ve açıkça bir sapıklık içinde bulunanı hidayete erdireceksin? (Zuhruf Suresi, 36-40)

Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, Allah bu insanları sağır ve kör olarak nitelendirmiştir. Kuşkusuz burada söz konusu olan, fiziksel anlamda bir sağırlık ve körlük değildir. Allah bu insanların manevi açıdan kör ve sağır olduklarına, doğru yola yapılan daveti duymazlıktan, gerçekleri görmezlikten geldiklerine dikkat çekmiştir. Kısacası bu insanlar akıl ve vicdanlarına uymayarak Allah'ın emirlerini ve hesap gününü gözardı etmekte ve bu şekilde kurtulabileceklerini zannetmektedirler. Oysa bu insanlar yalnızca kendilerini kandırmaktadırlar.

Şunu öncelikle belirtmeliyiz: Kendilerini kandıran insanlar dünya üzerinde az sayıda bulunan, istisna kişiler değildir. Kuran'da bildirildiği gibi "insanların çoğu hakkı bilmezler ve bundan dolayı yüz çevirirler." (Enfal Suresi, 24) Ve yine "insanlardan çoğu Rablerine kavuşmayı inkar ederler." (Rum Suresi, 8)

Burada söz edilen kişilerden olmamak için herkesin kendisi adına bir kez daha düşünmesi ve kendini kandıranlardan olmamak için çaba göstermesi gerekmektedir. Çünkü dünyadayken doğrulara gözlerini kapatarak kendini kandırmak, ahirette insana yarar değil büyük bir zarar verecektir.


Düşünmeyince "Aklıma gelmedi, bilmiyordum"
diyebileceğini zannedenler

İnsanın hayatı boyunca yaşadığı her anı bir filmin karelerine benzetecek olursak, bir yaşamın trilyonlarca kareden oluştuğunu düşünebiliriz. Bu trilyonlarca kareden her biri insan için tanınmış bir fırsat demektir. İnsanın hayatındaki her an, gerçekleri düşünmesi, doğruları görebilmesi için hesap gününden önce kendisine verilmiş bir nimettir. Bu nimeti hayra kullananlar, düşünerek dünya hayatının gerçek yönünü kavrayabilen insanlardır. Düşünmeyenler ve yaşamlarını gaflet içinde sürdürenler ise bu fırsatı değerlendiremezler.
Kuşkusuz düşünmek kavramından herkes farklı bir anlam çıkarabilir. Kiminin "düşünmek"ten anladığı, geleceği düşünmektir. Geleceğe dair planlar yapmak, yatırımlarda bulunmak düşünmenin bir göstergesidir onlar için... Kimi ise düşünmeyi geçmişin muhasebesini yapmak olarak görür. Durmaksızın geçmişte yaptıklarını, kazandıklarını veya kaybettiklerini düşünür durur. Kimi ise "yalnızca bugünü düşünmenin, yarını hiç düşünmemenin" faydalı olduğuna inanır. Bu, onun hayat görüşüdür. Günü gününe yaşar; belli bir amacı ve izlediği yolu da yoktur. Sabah kalktığında kahvaltıda ne yiyeceğini düşünür, işe giderken hangi vasıtaya bineceğini düşünür, öğlen yemeğine kimlerle çıkacağını düşünür, akşam gelecek misafire ne yemek yapacağını düşünür, hangi şirketin hisse senetlerini almasının karlı olacağını düşünür, ertesi günkü futbol maçına bilet bulup bulamayacağını düşünür, okul partisine kiminle gideceğini düşünür… Kısacası çoğu insanın zihni sürekli günlük, sıradan ve sathi düşüncelerle doludur.
İşte yeryüzündeki yüz milyonlarca insan bu ve benzeri düşüncelerle ömrünü geçirir. Ve görülen odur ki, insanlar bu tarz konular dışındaki derin konular üzerinde düşünmeye pek yanaşmazlar. Ancak burada "düşünmek"ten kastedilen insanın yaşamının amacını, çevresindeki yaratılış delillerini, Allah'ın kainatta tecelli eden muhteşem sanatını, ölümü, ahireti, hesap gününü düşünmektir. İşte insanların çoğunluğunun eksik olduğu yön budur.
İnsanlar düşünün; senelerce eğitim görüp, biyolog, mühendis, tıp doktoru, profesör olur, ama hayatında bir kez bile hiç yokken var olduğunu, bunun da mutlaka bir amaç üzerine olduğunu düşünmezler. Tez hazırlar, doktora yapar, asistan olur, öğretim üyesi olur, insanlara şifa dağıtan bir doktor olur, avukat olurlar, ama niçin ve nasıl yaratıldıklarını, yaratılışlarını Allah'a borçlu olduklarını hiç düşünmezler. Kitaplar yazar, televizyonlarda açık oturumlara katılır, her konuda düşünüp fikir beyan ederler, ama bir kere olsun ölümü ve sonrasında Allah'a verecekleri hesabı akıllarına getirmezler. İşte böyle insanlar büyük bir ziyan içindedirler. Çünkü her insan er ya da geç ölümle karşılaşacak ve Allah'a olan kulluğundan sorguya çekilecektir. "Düşünmemiş" olmak bu insana bir yarar sağlamayacaktır.
Her insan Allah'ın varlığını, yaratılış amacını, nasıl kulluk etmesi gerektiğini düşünüp anlayabilecek bir bilince ve vicdana sahiptir. Nitekim kendileri için en hayati konuları düşünmeyen bu insanlar işlerine gelen bir konuyu gayet iyi düşünüp hesaplayabilirler. Örneğin, ticari bir iş söz konusu olduğunda paralarını nasıl değerlendireceklerini çok iyi bilirler; bu konuda her aşamayı düşünürler. İşlerinde çok zor problemlerin üstesinden gelebilirler; her detay için ayrı bir tedbir düşünebilirler. Sahip olmak istedikleri bir şey olduğunda, bunun için çok uzun vadeli planlar yapıp, bunları aşama aşama uygulayabilirler. Kısacası insanlar dünyaya yönelik çıkarları olan konuları gayet iyi düşünebilirler.
İşte bu yüzden ahirette "düşünemedim", "akledemedim" gibi mazeretler -Allah'ın dilemesi dışında- kabul görmeyecektir.
Her yeni doğan insan, Allah'ın yarattığı dünyaya adımını atar. Dünya üzerinde, gözünü nereye çevirirse çevirsin muhteşem bir yaratılış, kusursuz bir tasarım ve en ince detayına kadar planlanmış sistemlerle karşılaşır. Karşılaştıkları üzerinde düşünen insan, tüm bunların yaratılmış olduğunu rahatlıkla kavrayabilir. Ama günlük yaşamın ve dünyevi hırsların içinde boğulmuş olan bir kişi bu gördüklerine "tesadüf" der geçer. Oysa bu insana sıradan bir tablo gösterseniz ve "bu tesadüfen kendi kendine çizilmiş olabilir mi?" deseniz, "elbette hayır, bunu çizen bir sanatçı mutlaka vardır" der. Ama aynı insan çevresindeki olağanüstü sanatı kimin, neden yarattığını düşünmekten kaçınır.
Aynı şekilde, insanlar dünyadaki yaşamlarının geçici olduğunu ve asıl yaşamın ölümün ardından başlayacak olan ahiret hayatı olduğunu da düşünmekten kaçınırlar. Her gün pek çok kişinin ölümüne şahit olurlar, ama kendi ölümlerini akıllarına getirmezler. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yönelik kapsamlı planlar yaparken; ölümden sonrası için bir hazırlık yapmazlar.
İşte bu insanlar, kendilerini bile bile zarara sokmuş olurlar. Çünkü insanın yaratılış amacını, Allah'ın tüm evrende tecelli eden sanatını, ölümü, ahireti, hesap gününü düşünmesi son derece kolaydır. İnsanların zannettikleri gibi tüm bu saydıklarımızı "düşünmek" karmaşık ya da zor bir iş değildir. Bunun için uzun araştırmalar yapmaya, çok kapsamlı bir eğitim görmeye, karmaşık bilgiler öğrenmeye de gerek yoktur. Örneğin, her gün gördüğü atmosferin tam insanın nefes alabileceği şekilde yaratılmış olması, her gün gökyüzünde gördüğü bir kuşun uçmak için ihtiyaç duyduğu en uygun kanat yapısı, çevresinde gördüğü rengarenk dünya, vicdanlı her insanı Allah'ın muhteşem yaratışını düşünmeye sevk eder. Yine aynı şekilde, her gün etrafında yüzlerce insan ölürken kişinin bir gün kendisinin de öleceğini düşünememesi imkansızdır. Eğer insan vicdanının sesine kulaklarını tıkamaz ve kendini boş işlerle oyalamaz, dünyevi kıstaslarla kandırmazsa, bu düşünceler doğal olarak zihninde oluşacaktır.
Ancak insanın, gerçekler üzerinde düşünmek ve gaflete kapılmamak için irade göstermesi de şarttır. Unutulmaması gerekir ki insanın Şeytan gibi bir düşmanı olabilir. Şeytan insanların düşünmelerini ve böylece gerçekleri fark edip Allah'a yönelmelerini istemediği için mutlaka bunu engellemek isteyecektir. Bunun için de insana sinsice telkinlerde bulunmaya başlayacaktır. İşte bu konuda insanların en çok etkilendikleri telkinlerin başında, "düşünmeyince sorumluluklarından muaf olacakları yalanı" gelir. Bu telkine kulak veren insanlar, kendilerine sorulduğunda, "aklıma gelmedi, bilmiyordum, kimse bana söylemedi" diyerek kurtulacaklarını zannederler, ama kendilerini kandırırlar.
Oysa insanlar kendi kendilerine bu oyunu oynarlarken, kendilerine şah damarlarından daha yakın olan Allah, yaptıkları herşeyden, görmezlikten ve anlamazlıktan geldikleri her düşünceden haberdardır. Dolayısıyla Allah'a karşı olan sorumluluklarını görmekten kaçan insan, aslında kendi kurduğu tuzağa kendisi düşer; düşünmemekle sadece ve sadece kendisini kandırmış olur. Ahirete gittiğinde ise kaçtığı gerçekleri yaşayarak görür ve Allah'ın huzurunda hesap verirken "bilmiyordum, aklıma gelmedi, düşünemedim" gibi samimiyetsiz mazeretlerin geçerli olmadığını açıkça anlar.
Allah bir ayetinde insanları, hesap gününün "zalimlere kendi mazeretlerinin hiçbir yarar sağlamayacağı gün" olduğuna dair uyarmıştır. (Mümin Suresi, 52) Başka ayetlerde de bu gerçek haber verilmiştir:

Artık o gün, zulmedenlerin ne mazeretleri bir yarar sağlayacak, ne (Allah'tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilecektir. (Rum Suresi, 57)


"Biliyordum, ama zaman ve şartlar
müsaade etmedi" diyerek kendini kandıranlar

Allah Kuran'ı tüm insanlara yol gösterici bir kitap olarak göndermiştir. Kıyamete kadar tüm insanlar Kuran'da bildirilen emirleri yerine getirmekle, ibadetleri uygulamakla yükümlü tutulmuşlardır. Allah'ın Kuran'da istisna olarak bildirdiği durumlar dışında her insan ibadetleri yerine getirip getirmediği konusunda din günü hesap verecektir.
İşte bu yüzden Allah'ın bildirdiği durumlar dışında kendi kendine birtakım mazeretler uydurarak Allah'a kulluk görevini yerine getirmeyen kişi, kendisini aldatmış olur. Bu açık gerçeğe rağmen insanlar sürekli olarak içinde bulundukları şartları bahane eder ve Allah'a karşı olan sorumluluklarını gözardı ederler. Okul yıllarında ayrı, iş hayatına atılınca ayrı, evlenince, çocukları olunca ayrı bahaneler ileri sürerler. Dini yaşamaya niyetleri olmadığı için çeşitli konuları ibadetlerini yerine getirmelerine engel olarak görürler. Öne sürdükleri engellerden en başta gelenleri de müsait zamanlarının olmaması ve şartların uygun olmaması iddiasıdır.
Günlük yaşamları içinde insanlar pek çok işe rahatlıkla zaman ayırırlar. Özellikle bir çıkarları söz konusu olduğunda gerekirse başka isteklerinden fedakarlık eder, ama yine de o iş için gereken zamanı ayarlarlar. Ayrıca bulundukları şartlar o işi yapmalarını engelliyorsa, bu engelleri kaldıracak çözümleri de çok çabuk düşünüp bulurlar. Ancak insanların geneline bakıldığında ibadetler konusunda aynı kararlılığı göstermedikleri görülür. "Namaz kılmak istiyorum, ama hiç zaman bulamıyorum", "çalışıyorum, nasıl oruç tutabilirim", "okula gidiyorum, ders çalışmam lazım, ibadete vakit ayıramam", "burası yazlık, burada oruç tutamam" gibi mazeretler öne süren insanlara çevrenizde sık sık rastlamışsınızdır. Aynı şekilde "sabırlı bir insan olmak istiyorum, ama olaylar çok üstüste geliyor", "öfkelenmek istemiyorum, ama ortam çok stresli" benzeri bahanelerle çirkin bir ahlak gösteren insanları çokça görmüşsünüzdür. Bu insanlar aslında Allah'ın dinine karşı samimiyetsiz bir yaklaşım içindedirler. Çünkü biraz önce de belirttiğimiz gibi, insanlar dünyaya yönelik bir çıkar umduklarında, zamanı ve şartları gözardı ederek, gerektiğinde her türlü çözümü bularak istedikleri şeyi yaparlar. Ama konu kendilerini yaratan ve yaşatan Allah'a karşı yerine getirilmesi gereken bir sorumluluk olduğu zaman, hemen imkansızlıklardan şikayet etmeye başlarlar.
Bu konunun daha somut bir şekilde anlaşılabilmesi için şöyle bir örnek verelim. Bir insana, günde 1 saatini ayırarak bir iş yapması karşılığında çok yüklü bir miktarda para teklif edilse (örneğin, aylık kazandığı maaşın 10 mislinin ödeneceği söylense), bu kişi içinde bulunduğu şartlar ne olursa olsun hemen teklifi kabul eder. Üstelik bu insan bir yandan üniversite sınavına hazırlanıyor olabilir veya aynı zamanda bir işte çalışması gerekebilir. Her ne olursa olsun, gerekirse uykusundan fedakarlık yapar, gerekirse kendine ayırdığı vakitten kısar, ama zaman gibi bir konuyu problem olarak öne sürmez. Aynı şekilde tüm şartlarını da hemen bu işe uygun hale getiriverir. Bu, dünya üzerindeki insanların çoğu için geçerli olan, inkar edilemez bir gerçektir.
İşte bu yüzden eğer bu insan aynı kararlılığı Allah'ın rızası için göstermezse, bu, büyük bir samimiyetsizlik ve vicdansızlık olur. Üstelik insan yaptığı ibadetler karşılığında üç beş kuruş para ile kıyaslanmayacak kadar değerli bir kazanca kavuşacak, sonsuza kadar Allah'ın rahmetini ve cennetini kazanacaktır.
Ama insanların çoğu sahip olmaya çalıştıkları malların, paraların, taşıdıkları kredi kartlarının, biriktirdikleri dolarların, hoşlarına giden evlerin, arabaların, güzel giysilerin büyüsüyle dinlerini bir kenara bırakır, ahireti unutur ve dünyaya yönelirler. "Vaktim kısıtlı", "çok meşgulüm", "yetiştirmem gereken işler var", "işim var", "ideallerim var", "ileride yapacağım" benzeri sözlerle kendilerini kandırır, ahirette kazanç sağlayacakları ibadetlere yönelmezler. Allah'ın emrettiği güzel ahlakı yaşamaz, namaz kılmaz, oruç tutmaz, Allah'ın kendilerine verdiklerinden ihtiyacı olanlara vermez, yalnızca dünyada kazanç sağlamaya çalışarak ömürlerini tüketirler.
Allah dünyada kendilerini kandırarak, öne sürdükleri mazeretlerin kabul edileceğini zanneden ve bu yüzden ibadetlerini yerine getirmeyen veya sürekli erteleyen insanların ahirette karşılaşacağı durumu bize şöyle bildirmiştir:

İnsana o gün, önceden takdim ettikleri ve erteledikleri şeylerle haber verilir. Hayır; insan, kendi nefsine karşı bir basirettir. Kendi mazeretlerini ortaya atsa bile. (Kıyamet Suresi, 13-15)

İşte bu yüzden siz de dikkat edin, sakın bu insanlar gibi ahirette geçerli olmayacak mazeretleri dünyada öne sürerek kendinizi kandırmayın. Ayette bildirildiği gibi, her ne mazeret ortaya atarsanız atın, siz aslında bunun geçerli olmadığını kavrayabilecek bir "basirete" sahipsiniz. Eğer nefsinize uyarsanız, bunun hesabını Rabbiniz olan Allah'a veremezsiniz. Sizin zaten şu an dünya üzerinde varoluş amacınız Allah'a kulluk etmektir. Yapmanız gereken diğer işlerin hiçbiri bundan daha öncelikli ve önemli değildir. Çünkü ebedi kurtuluşunuz, ancak Allah'ın rahmetini kazanmakla mümkündür.


"Yorgunum, hastayım" diyerek
Allah'a ibadet etmeyenler

İnsanların dini yaşamama konusunda öne sürdükleri mazeretlerden biri de fiziki rahatsızlıklardır. Örneğin, Allah'a ibadette isteksiz olan bir kişi gerçekte hasta olmadığı halde "hastayım, yorgunum" gibi bahanelerle kendisini ve çevresindekileri kandırma yoluna gider ve sorumluluklarını yerine getirmez. Oysa bu kişi unutmamalıdır ki, Allah herşeyi bilir. İnsanın hiçbir hareketi, hiçbir düşüncesi Allah'tan gizli kalmaz. Aklından geçen her düşünce, kalbinde hissettikleri ve bilinçaltında gizli olanlar Allah tarafından bilinir. Kuran'da haber verildiği gibi "… Şüphesiz Allah sinelerin özünde saklı duranı bilendir." (Al-i İmran Suresi, 119)
Ama dinden ve Kuran ahlakından uzak insanlar, kendilerine Allah'ın rızasını ve cennetini kazanma fırsatı verilmişken fiziki rahatsızlıklarını bahane ederek, ibadetlerini bir yana bırakır, nefislerine uymayı tercih ederler. Bu samimiyetsizliklerinin karşılığını ise ahirette acı bir azap olarak alırlar. Çünkü Allah'ın emirlerini yerine getirmeme konusunda öne sürdükleri mazeretlerde samimiyetsizdirler. Gerçekten fiziksel bir rahatsızlıkları olsa bile, zaten Kuran'da bu gibi durumlarla ilgili pek çok kolaylık tanınmıştır. Örneğin oruç tutmak Allah'ın insanlara farz kıldığı ibadetlerden biridir. Dolayısıyla insanlar Allah'ın bu hükmünü yerine getirmekle yükümlüdürler. İnsanların bu ibadeti yerine getiremeyecekleri durumları ise yine Allah ayetinde açıkça bildirmiştir. İlgili bir ayet şöyledir:

(Oruç) Sayılı günlerdir. Artık sizden kim hasta ya da yolculukta olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutsun). Zor dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye (vardır). Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi için hayırlıdır. Oruç tutmanız, -eğer bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır. (Bakara Suresi, 184)

Bu ayette görüldüğü gibi, Allah yolcunun, hastanın içinde bulundukları durumu hatırlatmış ve onlara oruç ibadetini yerine getirme konusunda kolaylık göstermiştir. Ayetin devamında da kulları için en hayırlı olan ne ise ona dikkat çekmiştir. Bir sonraki ayetinde ise Allah, yine oruçla ilgili bir kolaylık yolu daha bildirmiş ve kulları için daima kolaylık dilediğini hatırlatmıştır:

Ramazan ayı... İnsanlar için hidayet olan ve doğru yolu ve (hak ile batılı birbirinden) ayıran apaçık belgeleri (kapsayan) Kur'an onda indirilmiştir. Öyleyse sizden kim bu aya şahid olursa artık onu tutsun. Kim hasta ya da yolculukta olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde (tutsun). Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. (Bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi doğru yola (hidayete) ulaştırmasına karşılık Allah'ı büyük tanımanız içindir. Umulur ki şükredersiniz. (Bakara Suresi, 185)

Bu örnekten de anlaşıldığı gibi, Allah'a samimi olarak iman edenler için her zaman bir kolaylık yolu mevcuttur. Çünkü Allah'ın dini son derece kolaydır; Allah insanlar için dini yaşama konusunda hiçbir zorluk dilememiştir. Allah insanların nelerde zorlanacaklarını, hangi yükü kaldıramayacaklarını en iyi bilendir. Ve Kuran'da hiç kimseye gücünden fazlasını yüklemeyeceğini bildirmiştir:

Allah (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister: (Çünkü) insan zayıf olarak yaratılmıştır. (Nisa Suresi, 28)

Hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz; elimizde hakkı söylemekte olan bir kitap vardır ve onlar hiçbir haksızlığa uğratılmazlar. (Mü'minun Suresi, 62)

İnsanların çoğu ise Allah'ın merhametine ve lütfuna karşılık son derece nankörce bir ahlak sergilerler. Dünyaya olan hırs ve bağlılıklarından ötürü, ibadetlerini yerine getirmeme konusunda sürekli olarak başka şartları bahane olarak öne sürerler. Elbette bunu yapmakla yalnızca kendilerini kandırır ve zarara sokarlar. Çünkü Kuran'da bildirildiği gibi, Allah hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır:

Eğer inkar edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size karşı hiçbir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için inkara rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin (yararınız) için ondan razı olur. Hiçbir günahkar, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz, böylece yaptıklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı bilendir. (Zümer Suresi, 7)

Dikkat edin, sakın siz de Allah'a kulluk etmekte çekimser davranıp mazeretler öne sürmeyin. Asla böyle bir samimiyetsizliğe yaklaşmayın. Unutmayın; samimiyetsizce bir mazereti insan daha aklından geçirirken Allah bunu bilir. Ve siz bununla kendinizi kandırıp oyalarken bir anda ölüm meleklerini yanınızda bulursanız, ne kadar çok isteseniz de Allah'a ibadet etmek için bir daha asla geri döndürülmezsiniz. Allah Kuran'da, dünyada sapasağlam iken ibadet etmekten kaçınan insanların hesap günü karşılaşacakları pişmanlığı ve hissedecekleri korkuyu şöyle bildirir:

Ayağın üstünden (örtünün) açılacağı ve onların secdeye çağrılacakları gün, artık güç yetiremezler. Gözleri 'korkudan ve dehşetten düşük', kendilerini de zillet sarıp-kuşatmış. Oysa onlar, (daha önce) sapasağlam iken secdeye davet edilirlerdi. (Kalem Suresi, 42-43)


"Nasıl olsa Allah beni affeder" diyerek
kendilerini kandıranlar

İnsanların çoğu Allah'ın varlığını bilir ve kabul ederler ama O'nun kudretini gereği gibi takdir edemezler. Yanılgıya düştükleri konu Allah'ın varlığı değil, Allah'ın sıfatlarıdır. Örneğin, Allah'ın kullarına karşı çok lütufkar, bağışlayıcı ve merhametli olduğunu düşünürler de, inkarcılardan intikam alan, onlara azap eden, kahreden sıfatlarını düşünmeye pek yanaşmazlar.
Allah'ı gereği gibi takdir edemeyen bu insanların Allah korkuları ya hiç yoktur veya çok sınırlıdır. Bu da insanın ahireti açısından çok tehlikeli bir durumdur. Çünkü Allah korkusu olmayan, yaptıklarının karşılığında ceza göreceğine inanmayan bir insan her türlü kötülüğü, zulmü rahatlıkla yapabilir. Allah'ın yasakladığı, haram kıldığı her türlü suçu işleyip, sonra da "nasıl olsa Allah affeder" gibi gerçeklerden uzak bir düşünceye kapılabilir. İşte bu yüzden Şeytan insanlara hep bu yönden yaklaşır ve insanların kendilerini "nasıl olsa affedilirim" düşüncesiyle kandırmalarına neden olur.
Dikkat edilirse dinden uzak toplumlarda insanlar hep bu çarpık bakış açısı ile hareket eder ve sürekli Allah'ın emir ve yasaklarını ihlal ederler. Namazlarını kılmayanlar, oruç tutmayanlar, ihtiyaç içinde olan insanları koruyup kollamayanlar, cimrilik ederek mallarından infak etmeyenler, kendi çıkarları uğruna insanlara zulmedenler, adam öldürenler, hırsızlık yapanlar, başkalarının malını haksızlıkla yiyenler, yeryüzünde karışıklık çıkaranlar, insanları ahlaksızlığa sürükleyenler, hep "nasıl olsa Allah affeder" düşüncesi ile bunları yaparlar. Oysa bu düşünceyi taşıyan insanlar büyük bir yanılgıya düşmüşlerdir. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve affedici olandır, ancak aynı zamanda da sonsuz adaleti ile her yapılanın karşılığını eksiksiz olarak verendir. Elbette iyilik yapanlarla kötüler bir tutulmayacak, dünyada da, hesap gününde de herkes hak ettiğiyle karşılık görecektir. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilir:

Yoksa kötülüklere batıp-yara alanlar, kendilerini iman edip salih amellerde bulunanlar gibi kılacağımızı mı sandılar? Hayatları ve ölümleri bir mi (olacak)? Ne kötü hüküm veriyorlar. Allah, gökleri ve yeri hak olarak yarattı; öyle ki, her nefis kazandıklarıyla karşılık görsün. Onlara zulmedilmez. (Casiye Suresi, 21-22)

Allah'a döneceğiniz günden sakının. Sonra herkese kazandığı eksiksizce ödenecek ve onlara haksızlık yapılmayacaktır. (Bakara Suresi, 281)

Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, elbette her insan yaşadığı müddetçe hata yapabilir ve işlediği suçlardan, yaptığı hatalardan dolayı pişmanlık da duyabilir. Çünkü insan hata yapmaya yatkın bir varlıktır; hiçbir insanın hatasızlık veya kusursuzluk iddiası olamaz. İşte bu yüzden insan dünyada bulunduğu sürece bağışlanmak için Allah'a tevbe edebilir. Allah, her insana ölene kadar tevbe etme imkanı vermiştir. Ama Kuran'da hangi tevbenin samimi tevbe olduğu ve kabul göreceği de haber verilmiştir. Tevbenin şartının samimiyet olduğunu Allah aşağıdaki ayetleriyle bildirmiştir:



Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır. Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 17-18)

O halde insanın bir hataya düştüğünde önem vermeyip "nasıl olsa bağışlanırım", "nasıl olsa affedilirim" diye düşünmesi değil, hemen samimi bir şekilde Rabbine yönelmesi ve hatasını düzeltme konusunda kesin bir kararlılıkla tevbe etmesi gerekir. Önemli olan insanın Allah'a karşı samimi ve dürüst bir kul olmasıdır. Ancak bundan sonra Allah'ın bağışlamasını umabilir. Ama son derece pervasız ve samimiyetsiz şekilde hareket etmeye devam ederken, Allah'tan sakınmaz ve bağışlanma da dilemezken "nasıl olsa Allah affeder" gibi bir üslup ve mantık içinde olanlar hiç de bekledikleri gibi bir sonuçla karşılaşmayabilirler.
İşte bu yüzden siz dikkat edin, "nasıl olsa Allah affeder" gibi bir mantıkla kendinizi kandırarak bile bile Allah'ın hoşnut olmayacağı bir hayata yanaşmayın. Aksi takdirde sonsuz hayatınızı kendi ellerinizle büyük bir tehlikeye atmış olursunuz.


"Nasıl olsa ben cennete giderim"
düşüncesinde olanlar

Dini yaşamayan toplumlarda insanların kendilerini kandırdıkları konulardan biri de, kendilerinin cennete girmeye hak sahibi olduklarını düşünmeleridir. Bu insanların büyük bir çoğunluğunun ölümden sonra hayat olduğunu kabul etmelerine rağmen dini yaşamamalarının nedeni, kendilerinin mutlaka cennete gideceklerini dair olan zanlarıdır. İnsanların nereden böyle bir kanaate vardıkları bilinmez. Ama büyük çoğunluğu kendisini diğer insanlarla kıyaslayarak sadece iyi yönlerini görür ve bu yüzden de genele göre iyi bir insan olduğu ve bu durumda cennete girmeye hak sahibi olduğu kanaatine varır. En şaşırtıcı olanı da, bu insanlar "iyilik" kavramını, Kuran'a göre değil cahiliye kıstaslarına göre değerlendirirler. Allah'ın hoşnut olacağı bir yaşamı ve ahlakı değil, bulundukları toplumun hoşnut olacağı bir yaşamı ve ahlakı seçerler. Ve cahiliye kıstasları ile yaptıkları değerlendirme sonucunda, kendilerini kandırarak cennete gireceklerini düşünürler.
Hiç kuşkusuz Allah'tan cennetini ümit etmek ve istemek güzel bir beklentidir. Ama bu temenninin samimi olduğunun en önemli göstergelerinden birisi, kişinin hayatının her anında cennete yakışacak bir ahlak sergilemesi ve Allah'tan korkup sakınarak hareket etmesi olacaktır. Aksi takdirde, yani Allah'ın razı olmayacağı bir yaşam tarzı içindeyken, kulluk görevlerini yerine getirmeden cennete gideceğini ileri sürmek son derece samimiyetsiz bir yaklaşım olacağı gibi, bu düşünce kişinin kendisini kandırmasından başka bir şey değildir.
Bu düşünceye göre kişi hem Allah'a kulluk etmeden koskoca bir ömrü kendi nefsinin istek ve tutkularına göre tüketecek, hem de ahirette Allah'ın samimi ve salih kulları için hazırladığı cennetinde, onların arasında, nimetler içinde yerini alacaktır. Böyle bir düşünceye sahip olması için bir kişinin Kuran'ı hiç bilmiyor olması gerekir. Zira Kuran ayetlerinde bildirilen gerçekleri kavrayan bir insan, bu tarz aldatmacalarla kurtulmasının mümkün olmadığını, bu yolla sadece kendisini kandırmış olacağını gayet iyi anlayabilir.
Bir insan Kuran'da tarif edilen cehennem ortamını öğrenip tefekkür ettiğinde, tek bir an dahi cehennemde bulunmayı göze alamaz. Hatta cehennemde bulunmak bir yana, cehenneme yaklaşmaktan bile şiddetle kaçınır. Çünkü cehennem, bir insanın dünyada tahayyül dahi edemeyeceği zorluklarla, acılarla, sıkıntılarla, azaplarla, çirkinliklerle dolu bir mekandır. Allah Kuran'da cehennem azabının, insanların yok olmak isteyecekleri kadar şiddetli bir azap olduğunu bildirmiştir:

Elleri boyunlarına bağlı olarak, sıkışık bir yerine atıldıkları zaman, orada yok oluşu isteyip-çağırırlar. (Furkan Suresi, 13)

(Cehennem bekçisine:) "Ey Malik (bekçi), Rabbin bizim işimizi bitirsin" diye haykırdılar. O: "Gerçek şu ki siz, (burda) kalacak kimselersiniz" dedi. (Zuhruf Suresi, 77)

Allah'ı gereği gibi tanımayan ve sıfatlarını takdir edemeyen insanlar ise, O'nun inkarcılar için hazırladığı cehennemin şiddetini de takdir edemezler. Bu da onlarda gafletten kaynaklanan bir umursamazlık meydana getirir. Öyle ki cehennemden korkup sakınarak hareket etmek yerine, yaptıkları bazı fiiller için belli bir süre cehenneme girmeyi bile göze alabilirler. Bu, toplumda oldukça yaygın bir görüştür. Nefsinin istek ve tutkuları uğruna Allah'ın emir ve yasaklarını aşanlar hep "cehennemde cezamı çeker sonra nasıl olsa cennete giderim" gibi bir inanca sahiptirler. Bu kişiler dünya hayatından istedikleri gibi yararlanıp, bunun karşılığında cehennemde bir süre kalacaklarını, daha sonra bağışlanacaklarını düşünürler. Oysa hiçbir insanın -Allah'ın dilemesi dışında- böyle bir garantisi yoktur. Cehennem sonsuza kadar var olacak bir azap yeridir. Ve Allah rızasına göre yaşayan her insanı sonsuza dek bu azap yurdunda tutabilir. "Nasıl olsa bir süre kalır cehennemden çıkarım" mantığıyla düşünenler, Allah'tan gereği gibi korkmayan, O'nun azabını düşünüp kavramayan kişilerdir. Nitekim Allah bu zan ile hareket eden insanlardan ve onların uğrayacakları sondan Kuran'da söz etmiştir:

Dediler ki: "Sayılı günlerin dışında, ateş asla bize değmeyecektir." De ki: "Allah katından bir ahid mi aldınız? -ki Allah asla ahdinden dönmez- Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?" Hayır; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır. İman edip salih amellerde bulunanlar ise cennet halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır. (Bakara Suresi, 80-82)

Bu konuda Kuran'da yer alan bir diğer ayet ise şöyledir:

Bu, onların: "Ateş bize sayılı günler dışında kesinlikle dokunmayacak" demelerindendir. Onların bu iftiraları, dinleri konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştür. (Ali İmran Suresi, 24)

Allah'ın yukarıdaki ayetleriyle dikkat çektiği gibi, kimin ne kadar azap çekeceğini, cehennemde kimin ne kadar kalacağını ancak Allah bilir. Dünyadayken "cezamı çeker çıkarım" diyerek, kibirli ve gafil bir zihniyetle kendilerini kandıran bu insanların cehennemde yaşayacakları çaresizlik ve şaşkınlığı ise Allah ayetlerinde şöyle bildirir:

(Allah) Diyecek ki: "Allah'ın dilediği dışta olmak üzere, ateş sizin içinde süresiz kalacağınız konaklama yerinizdir." Şüphesiz Rabbin, hüküm ve hikmet sahibi olandır, bilendir. (Enam Suresi, 128)
Fasık olanlar içinse, artık onların da barınma yeri ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde, geri çevrilirler ve onlara: "Kendisini yalanladığınız ateş azabını tadın" denir. (Secde Suresi, 20)

(Orda) Ateşten çıkmak isterler, ama ondan çıkacak değiller. Onlar için sürekli bir azab vardır. (Maide Suresi, 37)

Eğer yukarıdaki ayetlerde söz edilen kişilerden olmak istemiyorsanız, bu konu üzerinde bir kez daha düşünün. Ve sakın "nasıl olsa cennete giderim", "cezamı çeker cehennemden çıkarım" gibi boş zanlarla kendinizi kandırmayın. Kendinizi cahiliye kıstasları ile değil, Kuran ayetleri ile değerlendirin. Allah Kuran'da cennetine yakışır bir insanın nasıl olması gerektiğini tüm ayrıntıları ile bildirmiştir. Bunun dışında hiçbir fikir bu konuda ölçü olamaz. Unutmayın; hiç kimsenin cennete gideceği garanti altında değildir. Aksine dünyada imtihanı devam eden her insan için cehenneme gitme tehlikesi mevcuttur. Allah'ın en samimi ve vicdanlı kulları olan peygamberlerin bile bu konuda Allah'a dua ettiklerine Kuran'da şöyle dikkat çekilir:

(Hz. Yusuf) …Göklerin ve yerin yaratıcısı, dünyada ve ahirette benim velim Sensin. Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni salihlerin arasına kat." (Yusuf Suresi, 101)

Bu durumda kimse kendisini kandırmasın; Allah'a boyun eğip teslim olmadığı ve Rabbini razı etmediği sürece hiç kimse cennetin kapılarından içeri giremeyecektir. Allah bir ayetinde bunun imkansız olduğunu insanlara çok açık bir örnekle bildirmiştir:

Şüphesiz ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklenenler, onlar için göğün kapıları açılmaz ve halat (ya da deve) iğnenin deliğinden geçinceye kadar cennete girmezler. Biz suçlu-günahkarları işte böyle cezalandırırız. (Araf Suresi, 40)


"Herkes öyle düşünüyordu, ben de onlara uymaya
mecbur kaldım" diyenler

İnsanların yanılgıya düştükleri pek çok konuda topluluk psikolojisinin etkisi büyüktür. Özellikle dinden uzak yaşayan toplumlarda yanlış ya da kötü de olsa çoğunluğun benimsediği düşünce ya da tavırlar kişi tarafından da benimsenmeye başlanır. Kişi aslında vicdanen doğruyu bilmesine rağmen sırf kalabalığın etkisiyle "bu kadar kişinin bir bildiği vardır" gibi hatalı bir fikirle vicdanını susturur ve çoğunluğa uyar. Halbuki çoğunluk hiçbir konuda ölçü olamaz. İnsanlara doğruyu yanlıştan ayırt etmeleri için indirilmiş olan ölçü yalnızca Kuran'dır. Kuran dışında birtakım kıstasları kabul edenler ve uyanlar çok büyük hatalara düşerler. Nitekim Allah Kuran'da insanları çoğunluğa uymamaları konusunda açıkça uyarmıştır:

Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle yalan söylerler.' (Enam Suresi, 116)

Çoğunluğa uymanın temelinde "herkes öyle düşünüyordu, ben de onlara uymaya mecbur olduğumu düşündüm" gibi aciz bir mantık yatar. Yani kişi doğru bildiğinden vazgeçip çoğunluğa uymadığı takdirde insanların tepkisini çekmekten, onlar tarafından kınanmaktan ya da dışlanmaktan çekinir. Bu, genç yaşlı tüm insanlar arasında son derece yaygın bir mantıktır. Sırf bu yüzden ibadetlerini yerine getirmeyen, bir ömür boyu Allah'ın rızasını unutup çoğunluğun rızası için yaşayan insanlar vardır. Oysa insan yüzlerce, binlerce insanın değil yalnızca Allah'ın rızasını aramakla sorumludur. Aynı şekilde insan kimin ne düşüneceğini hesaplamak ve buna göre hareket etmek durumunda da değildir. Allah Kuran'la insanları her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturmuştur. İnsan yalnızca Allah'a hesap verecek ve Kuran'a uyup uymadığından sorulacaktır.
Nitekim bu gerçeği aslında her insan gayet iyi bilmektedir. Ama birçok kişi bu bahaneyi öne sürerek kendisini kandırmakta ve çevresindekileri de kandırabileceğini düşünmektedir. Ama ahirete gittiğinde, peşlerinden sürüklendiği kalabalık insan toplulukları, kendilerini azaptan kurtaramadıkları gibi onu da kurtaramazlar. Allah bir ayetinde bu kişilerin durumlarını şöyle haber verir:

Hayır; eğer o, (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursa, andolsun, onu perçeminden tutup sürükleyeceğiz; O yalancı, günahkar olan alnından. O zaman da meclisini (yakın çevresini ve yandaşlarını) çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız. Hayır; ona boyun eğme (Rabbine) Secde et ve yakınlaş. (Alak Suresi, 15-19)

Bu durumdaki bir insan, dünyadayken çevresinin hatırı için Allah'ın rızasını gözardı etmiş, hesap günüyle karşılaşacağını hiç aklına getirmemiştir. Şimdi, çok önemsediği ve uğruna Allah'ın rızasını gözardı ettiği o "dinden uzak çoğunluk"la beraber cehenneme girecektir. O halde siz bu gerçeği bile bile sakın çoğunluğu bahane ederek kendinizi kandırmayın ve dinden uzaklaşmayın. Hiçbir konuda çoğunluğa uymak zorunda değilsiniz. Kuran'a göre doğru bildiğinizden asla vazgeçmeyin ve tek başınıza da olsanız hakkı yaşayın. Unutmayın, Allah'ın rızasını arama konusunda gösterdiğiniz kararlılık, sonsuza kadar büyük bir rahmet içinde yaşamanıza vesile olacaktır.


"Bilimadamları dini inkar ediyordu, onlara inandım"
diyerek kendini kandıranlar

İnsanların dini inkar etmek için öne sürdükleri mazeretlerden biri de, Allah'ı ve ahiret gününü inkar etme yanılgısına düşen bilimadamlarının varlığıdır.
Özellikle içinde yaşadığımız dönem, bilimin ciddi şekilde ilerlediği, bilimsel açıdan tarih boyunca yaşanmamış pek çok tecrübenin ve gelişmenin yaşandığı bir yüzyıldır. Bilim ve teknolojinin sağladığı imkanlarla evrendeki düzen ve tasarım görülmekte, Allah tarafından yaratılan sistemlerin kusursuzluğu anlaşılmakta, canlıların sahip olduğu pek çok yaratılış gerçeği daha yakından tanınmakta, Kuran'ın mucizeleri teker teker keşfedilmektedir.
Ancak bir de bilimi kendi dünyevi çıkarları için kullanan, inkarcı zihniyetlerini onunla desteklemeye çalışan kişiler vardır. Bu kişiler "bilimadamı" sıfatıyla ortaya çıkmakta, ancak bilimi gerçekleri araştırıp bulmak için değil, kendi ideolojilerini beslemek için kullanmaktadırlar. Bu kişiler evrendeki ve canlılardaki kusursuz yaratılışı ve mucizevi özellikleri görmezden gelerek, herşeyin tesadüfler sonucu kendiliğinden var olduğu gibi gerçek dışı bir iddia ile ortaya çıkmaktadırlar. Bu çevrelerin amacı, Allah'ın varlığını inkar etmek ve toplumlara da inkar ettirmektir. Bu yolla hiç kimseye karşı sorumluluk hissetmeyen, başıboş bireylerden oluşan, her türlü ahlaksızlığın yaygın olarak yaşandığı toplumlar oluşturmak istemektedirler.
İnsanların çoğu da, bilimadamı görüntüsüyle kendi fikirlerini yaymaya çalışan bu kişilerden etkilenmektedir. Tüm bilimadamları herşeyi bilen, her konuda en doğru teşhisi yapabilen, en zeki ve akıllı kişiler olarak kabul edilmektedir. Oysa bu hatalı bir anlayıştır. Elbette bilimi doğru bir amaçla kullanan, pek çok konuda bilgisinden istifade edilebilecek, değerli bilimadamları vardır. Ama bilim çevrelerinde, bu sınıflandırmanın dışında, dünyevi çıkarları için gerçekleri saptıran, gizleyen, insanları yanlış bir yola sürükleyen kişiler de mevcuttur. Bu yüzden tüm insanlar gibi bilimadamları da sahip oldukları bilgilerin, ünvanların çokluğuna göre değil, sahip oldukları bilgileri yaratılış amacına uygun kullanıp kullanmadıklarına, Allah'ın razı olacağı şekilde yaşayıp yaşamadıklarına göre değerlendirilmelidir. Allah'a iman eden bir insan için doğru olan budur.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Allah Kuran'da insanların çoğunluğuna uymanın zarar getireceğine, bu çoğunluğun inkarda direttiklerine dikkat çekmiştir. Bu durumda insanın, başkalarının sözlerini hiç araştırmadan, detaylarını öğrenmeden kabul etmesi değil, kendi aklı ve vicdanıyla değerlendirmesi ve buradan doğru sonuca ulaşması gerekir. Allah bir ayetinde, "Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur." (İsra Suresi, 36) diye emretmektedir. İşte bu yüzden insanın kendisine söylenen herşeyi peşinen kabul ederek ardına düşmesi kendisini kandırmasından başka bir şey değildir.
İnsan Allah'ın kendine emrettiği şekilde hakka uymakla ve insanlara da hakkı tavsiye etmekle sorumludur. Gerçek böyleyken, mazeretler öne sürmesi, kendini ve çevresindekileri kandıracak bahanelerle ortaya çıkması ahirette hiçbir yarar sağlamayacaktır. Allah insanları inkara davet eden ve onlara bu konuda vaatlerde bulunan kişilerin her zaman olacağını Kuran'da haber vermiştir. Ancak Allah yine Kuran'da bu kişilerin de, bu kişilere uyanların da hüsranla karşılaşacaklarını hatırlatmıştır:

İnkar edenler, iman edenlere dedi ki: "Siz bizim yolumuzu izleyin, hatalarınızı biz yüklenelim." Oysa kendileri, onların hatalarından hiçbir şeyi yüklenecek değildir. Gerçekten onlar, elbette yalancıdırlar. Şüphesiz onlar, hem kendi yüklerini, hem kendi yükleriyle birlikte başka yükleri de yüklenecekler ve kıyamet günü, düzüp uydurduklarına karşı sorguya çekileceklerdir. (Ankebut Suresi, 12-13)

KENDİNİ KANDIRANLARI
BEKLEYEN SON


Kitabın başında Hz. İbrahim'in, kendisine bir öğreten olmadığı halde vicdanıyla Allah'ın varlığını ve büyüklüğünü kavradığından, Allah'a kulluk etmesi gerektiğini hemen anladığından söz etmiştik. Bilinmelidir ki, her insan aynı vicdana sahiptir; vicdansız insanları yüksek vicdanlı insanlardan ayırt eden, bildikleri gerçeklere gözlerini kapatmaları ve kulaklarını tıkamalarıdır.
Allah'ın Kuran'da övdüğü bir peygamber olan Hz. İbrahim gibi hayatlarının her anında vicdanlarının sesine uyan insanlar, güzel ve huzurlu bir yaşam sürdürürler. Çünkü bu insanlar doğruya uymanın ve ahirette güzel bir karşılık ummanın verdiği manevi rahatlık içindedirler. Vicdanlarına uymayan insanlar için ise bunun tam tersi geçerlidir. Bu insanlar doğru olanı uygulamamanın, hak olana tabi olmamanın ve bunun karşılığında da büyük bir ceza olacağını bilmenin gizli sıkıntısını, yani vicdan azabını içlerinde yaşarlar. Nereye gitseler, ne yapsalar bu sıkıntı peşlerini bırakmaz. Dünyanın en büyük servetine de sahip olsalar, ülke ülke de dolaşsalar üstlerindeki bu manevi baskıdan kurtulamazlar.
Aslında çekilen bu vicdan azabı, yaptığı yanlışlıktan dönmesi için kişiye Allah'tan bir uyarıdır. Dolayısıyla mümin olanlar için büyük bir nimettir. Çünkü kişinin aklının başına gelmesine bir vesile, tevbe edip davranışlarını düzeltmesine bir teşviktir. Ama dinden ve samimiyetten uzak insanlar için de gerçek manada bir azaptır. Onlar yaşadıkları bu sıkıntının sebebini bildikleri halde telafi etme yoluna gitmek yerine bunun nedenini anlamazlıktan gelirler. Gösterdikleri bu direnç yüzünden de hayatları boyunca gerçek manada mutlu ve huzurlu olamazlar.
İşte kitabın başından bu yana söz ettiğimiz, gerçekleri bildikleri halde görmezlikten ve anlamazlıktan gelerek kendilerini kandıran insanlar bir ömür boyu bu manevi azap içinde yaşarlar. Vicdanları böylesine bir azap ve baskı içindeyken onlar kendilerine sahte mutluluklar yaratmaya çalışır, ama başaramazlar. Çünkü azap içindeki vicdanı rahatlatmanın yegane yolu Allah'a tevbe ederek buna sebep olan hatayı terk etmektir.
Eğer siz de vicdanınızı dinlemek yerine çeşitli bahanelerle kendinizi kandırıp nefsinizin istek ve tutkularına uyarsanız, asla kendinizden savamayacağınız manevi bir azap içinde yaşarsınız. Ancak kendinizi kandırmanız dolayısıyla ebedi hayatınız içinde yaşayacağınız sıkıntı sadece dünyadaki sıkıntılar ile sınırlı kalmaz. Çünkü Allah dünyada kendilerini kandırarak hesap gününü gözardı eden insanların ahirette de büyük bir azap ve pişmanlıkla karşılaşacaklarını haber vermiştir. Nitekim Kuran'da hesap günü "aldanma" günü olarak da anılmaktadır:

Sizi toplanma günü için birarada toplayacağı gün; işte bu aldanma (teğabün) günüdür. Kim Allah'a iman edip salih bir amelde bulunursa (Allah) onun kötülüklerini örter ve içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük 'mutluluk ve kurtuluş (fevz)' budur. İnkar edip ayetlerimizi yalanlayanlara gelince; onlar da içinde sürekli kalıcılar olmak üzere, ateşin halkıdırlar. Ne kötü bir dönüş yeridir o. (Teğabün Suresi, 9-10)

Ayette bildirilen, "aldanma günü", insanın ölümüyle birlikte başlar, dirilişle ve hesapla devam eder ve inkarcıların ebedi yurtları olan cehenneme yollanmasıyla son bulur. Dünyadayken kendilerini çeşitli bahanelerle kandıran, Şeytan'ın vaatlerine aldanan insanların, cehennemde karşılaşacakları olaylardan bazıları Kuran'da şöyle haber verilmiştir:

O, ölüm sarhoşluğu, bir gerçek olarak gelip de, (insana) "İşte bu, senin yan çizip-kaçmakta olduğun şeydir" (denildiği zaman da).
Sur'a da üfürülmüştür. İşte bu, tehdidin (gerçekleştiği) gündür.
(Artık) Her bir nefis, yanında bir sürücü ve bir şahid ile gelmiştir.
"Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte Biz de senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık bugün görüş-gücün keskindir."
Onun yakını olan (ve yanından ayrılmayan melek) dedi ki: "İşte bu, yanımda hazır durumda olan şey."
Siz ikiniz (ey melekler), her inatçı nankörü atın cehennemin içine,
Hayra engel olan, saldırgan şüpheciyi,
Ki o, Allah'la beraber başka bir ilah edinmişti. Artık ikiniz, onu en şiddetli olan azabın içine atın.
Onun yakın-dostu (saptırıcı) dedi ki: "Rabbimiz, ben onu kışkırtıp-azdırdım. Ancak kendisi (haktan) uzak bir sapıklık içindeydi."
(Allah buyurur:) "Benim huzurumda çekişip-durmayın. Ben size daha önce 'kesin bir uyarı' göndermiştim."
"Huzurumda söz değişikliğe uğratılmaz ve Ben kullara zulmedici değilim."
O gün cehenneme diyeceğiz: "Doldun mu?" O da: "Daha fazlası var mı?" diyecek.
(Kaf Suresi, 19-30)

KENDİNİ KANDIRMAK
YERİNE SAMİMİYET


Sonsuzluk içinde insan yalnızca bir kere denenir ve bu deneme süresi onar senelik ortalama 6-7 dilimden oluşur. Ve kişinin sonsuz yaşamını bu deneme süresi içindeki tavrı belirler. Bu kısacık, ama son derece ehemmiyetli süreyi de insan kendisini kandırarak geçirirse imtihanı kaybeder. İşte gerçek olan budur; insan kendini kandırarak ne gerçeği değiştirebilir, ne de sorumluluktan kurtulabilir. Tam tersine insanın dünyada gerçeklerden kaçması yalnızca kendi aleyhinedir. Bu kişi vicdanını örterek kendini aldattığı, türlü bahane ve gerekçelerle rahatlatmaya çalıştığı her an aslında korkunç bir kayıp içindedir. Ahirette ise bu akılsızlığı nedeniyle -Allah'ın dilemesi dışında- telafisi asla mümkün olmayacak bir pişmanlık içinde olacaktır.
Durum böyleyken insanın değil kendisini kandırması, son derece açık bir şuurla ve dikkatle kulluk görevini yerine getirmesi gerekir. Bu da, kişinin her an vicdanının sesini dinlemesi ve Allah'ın kitabına uyması ile mümkündür. Samimi olarak iman eden bir insan için başka bir yol yoktur. İnsanın dünyada yaşadığı süre boyunca her geçen saniye ölüme ve hesap gününe biraz daha yaklaştığını, yaptığı her davranışın, aklından geçen her düşüncenin Allah'ın bilgisi dahilinde olduğunu ve bunlardan sorumlu tutulacağını düşünmesi, kendisi için en güzel ve kazançlı olan yoldur.
Dikkat edin, Allah'a karşı samimi olmaya yönelten bu yol, insan için en kolay olanıdır. Bir anlık düşünmenin ve karar almanın ardından insan tüm yaşamı boyunca bu kararın getirdiği şuur açıklığı ile yaşayabilir. Bu şuur açıklığını kazandığında ise hiçbir konuda kendini kandırarak, kendi kendini ebedi bir zarara uğratmaz. Unutmayın; kendini kandırmak insan için, bir nevi ateşle oynamaktır. Kişi, bu şekilde oyalanırken ve tam da dünyaya dalmışken bir anda canını teslim almaya gelen melekleri yanında bulabilir. Melekler canını, bir ayetin ifadesiyle "ta derinden acı ile sökerlerken" acaba aynı oyunu ve kandırmacayı sürdürebilecek midir? "Ne iyi ettim, dünyadaki hayatım boyunca yedim, içtim, gezdim, eğlendim, sorumluluklarımı, kulluk vazifemi gözardı ettim, hiç düşünmedim" diyebilecek midir? Kuşkusuz ki hayır. Bu, en gafil insanın bile aklından geçiremeyeceği bir düşüncedir. Tam tersine o anda tarifsiz bir korku, dehşet ve panik yaşayacaktır. Ama bu daha başlangıçtır, cehennemin kapılarından içeri girdiğinde bu korku ve pişmanlık dayanılmaz boyutlara varacak, ruhu sonsuz bir yıkıma uğrayacaktır.
Bu, bütün insanların aklından bir an bile çıkarmaması gereken bir gerçektir. Allah bu gerçeği ayetlerinde hatırlatırken, kendilerini kandıran insanların pişmanlıklarını ve çaresizliklerini de şöyle bildirmektedir:

Azab size gelip çatmadan evvel, Rabbinize yönelip-dönün ve O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez.
Rabbinizden, size indirilenin en güzeline uyun; siz hiç şuurunda değilken, azab apansız size gelip çatmadan evvel. Kişinin (yana yakıla) şöyle diyeceği (gün): "Allah yanında (kullukta) yaptığım kusurlardan dolayı yazıklar olsun (bana) doğrusu ben, (Allah'ın diniyle) alay edenlerdendim." Veya: "Gerçekten Allah bana hidayet verseydi, elbette muttakilerden olurdum" diyeceği, ya da azabı gördüğü zaman: "Benim için bir kere daha (dünyaya dönme fırsatı) olsaydı da, ihsan edenlerden olsaydım" (diyeceği günden sakının). (Zümer Suresi, 54-58)

MATERYALİZMİN SONU


Bugün yerli-yabancı pek çok basın ve yayın organında doğrudan ya da üstü örtülü bir evrim propagandası yürütülmektedir. Bu bazen flaş bir haber şeklinde olabildiği gibi, kimi zaman da tamamen ilgisiz bir konu içinde geçen birkaç cümle şeklinde de olabilir. Önemli olan konuyu sürekli gündemde tutmak ve evrim teorisini topluma, doğruluğu defalarca kanıtlanmış, tartışma götürmez bir gerçekmiş gibi empoze edebilmektir.
Aslında bu kampanyanın gerçek hedefini anlamak hiç de zor değildir. Evrim teorisinin arkasında bilimsel olmaktan ziyade ideolojik kaygıların bulunduğu, teori Darwin tarafından daha ilk ortaya atıldığında kendini göstermiştir. Darwin'in evrimci tezleri, materyalizme çok önemli bir destek sağlamıştır. Diyalektik materyalizmin kurucusu olan Karl Marx, ünlü kitabı Das Kapital'i Darwin'e ithaf etmiş ve ona yolladığı nüshaya da şöyle bir not düşmüştü: "Charles Darwin'e, ateşli bir hayranından."
Daha sonraları da, evrim teorisinin hiçbir tutar yanının kalmadığı bilimsel verilerle defalarca ortaya konmasına rağmen, birçok siyasi ve ideolojik akım, evrim fikrini baş tacı etmiştir. Faşizm, vahşi kapitalizm, komünizm gibi materyalist ve din aleyhtarı temellere dayalı ideolojilerin teorisyenleri ve destekçileri, her ne pahasına olursa olsun evrim teorisini ayakta tutma yarışına girmişler, felsefi söylemlerini mutlaka evrimci temellere oturtmuşlardır.
Bu kitapta, dine yönelik bir ideolojik kampanya niteliğindeki evrim teorisinin ve materyalizmin bilimsel açıdan çöküşüne de değinme gereği duyduk. İlerleyen sayfalarda materyalizmin sözde bilimsel dayanağı olarak görülen evrim teorisinin neden hiçbir bilimsel geçerliliği olmayan ideolojik bir dogma olduğunu çok özet bir biçimde ele alacağız.


Evrim Teorisi'nin gelişimi

Bugünkü savunulduğu şekliyle evrim düşüncesini ilk ortaya atan kişi, amatör bir İngiliz doğa araştırmacısı olan Charles Darwin'dir. Darwin evrimci tezlerini 1859'da yayınladığı, kısa adıyla Türlerin Kökeni (The Origin of Species) isimli kitabında ortaya attı. Darwin bu kitabında, canlıların evrimini "doğal seleksiyon" adını verdiği tezle açıklamıştı.
Ona göre, yaşayan tüm canlılar ortak bir kökene sahipti ve doğal seleksiyon yoluyla birbirlerinden türemişlerdi. Ortama en iyi şekilde uyum sağlayanlar özelliklerini gelecek nesillere aktarıyor, böylece bu yararlı değişimler zamanla birikerek bireyi atalarından tamamen farklı bir canlıya dönüştürüyordu. İnsan ise, doğal seleksiyon mekanizmasının en gelişmiş ürünüydü. Darwin, "türlerin kökeni"ni bulduğunu düşünüyordu: Bir türün kökeni başka bir türdü.


Darwin dönemindeki bilimsel ve
teknolojik düzey...

Darwin'in ileri sürdüğü fanteziler ilk bakışta pek çok kimseye makul ve çekici geldi. Kitabı, özellikle belli siyasi ve ideolojik görüşlere sahip çevrelerde büyük rağbet gördü. Teori oldukça popüler olmuştu. Çünkü o devirdeki mevcut bilgi düzeyi Darwin'in hayali senaryolarının gerçek dışı olduğunu göstermeye henüz yeterli değildi. Öyle ki Darwin'in, varsayımlarını öne sürdüğü dönemde genetik, mikrobiyoloji, biyomatematik gibi bilim dallarının daha hiçbiri ortada yoktu. O dönemde genetik kanunları ve kromozomların yapısı biliniyor olsaydı, Darwin, Lamarck'tan devraldığı "edinilen fiziksel özelliklerin sonraki nesillere aktarılması" iddiasına asla kalkışmayacaktı.
Yine o dönemde bilim dünyası, hücrenin yapısı ve fonksiyonları hakkında son derece yüzeysel bir anlayışa sahipti. Eğer Darwin elektron mikroskobu gibi bir teknolojiye sahip olsaydı, hücredeki ve hücrenin organellerindeki akıl almaz karmaşıklığa bizzat şahit olacaktı. İçiçe geçmiş böyle muhteşem bir sistemin küçük küçük değişimlerle meydana gelemeyeceğini kendi gözleriyle görecekti. Eğer biyomatematik gibi bir bilim dalından haberi olsaydı, değil hücrenin, tek bir protein molekülünün bile rastlantı ve tesadüflerle oluşamayacağını anlayacaktı.
Kısaca, sözünü ettiğimiz bu bilimler Darwin'in tezlerinden daha önce keşfedilmiş olsaydı, Darwin, teorisinin tamamen bilim dışı olduğunu görecek ve böyle anlamsız bir iddiaya kalkışmayacaktı. Zira türleri belirleyen bilgiler genlerde mevcuttu ve Darwinizm'in temeli olan doğal seleksiyonun genlerde değişiklikler meydana getirerek yeni türler türetmesi mümkün değildi.
Darwin'in kitabının yol açtığı yankılar sürerken Avusturyalı botanikçi Mendel 1865 yılında kalıtım kanunlarını keşfetti. Mendel'in yüzyılın sonuna kadar pek duyulmayan keşifleri 1900'lü yılların başında genetik biliminin ortaya çıkmasıyla önem kazandı. Yine aynı yıllarda genler ve kromozomların yapısı keşfedildi. 1950'li yıllarda genetik bilgiyi saklayan DNA molekülünün keşfi ise teoriyi büyük bir krize soktu.
Bu tür bilimsel gelişmelerin yanısıra, yıllarca süren kazılarda, ilkel türlerin kademe kademe gelişmişe evrimleştiğini göstermesi gereken ara-geçiş formları da bir türlü bulunamadı. Yalnızca bu açmaz bile evrim denilen olayın hiçbir zaman gerçekleşmiş olamayacağını ortaya koydu.
Bütün bu gelişmelerin, bilim dışı olduğu ortaya çıkan Darwin'in teorisini tarihin tozlu raflarına kaldırması gerekirdi. Ancak belli çevreler ısrarla teoriyi revizyona sokmaya, yenilemeye ve her ne şekilde olursa olsun bilimsel platforma oturtmaya çalıştılar. Bütün bu çabalar, teorinin ardında bilimsel kaygılardan ziyade ideolojik birtakım hedeflerin olduğunu göstermesi açısından oldukça anlamlıydı.


Ara-formlardan eser yok!

Evrim teorisi, bir türün bir başka türe dönüşmesinin milyonlarca yıllık uzun bir zaman dilimi içerisinde yavaş ve aşamalı olduğunu söyler. Buna göre, ilkel canlıdan karmaşık olana geçiş uzun bir zamanı kapsar ve kademe kademe ilerler. Bu iddianın doğal mantıksal sonucu ise, bu geçiş dönemi sırasında "ara geçiş formu" adı verilen ucube canlıların yaşamış olmasını gerektirir.
Örneğin, balık özelliklerini hala taşımasına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngenler yaşamış olmalıdır geçmişte. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Evrimciler, tüm canlıların kademeli olarak birbirlerinden türediklerini iddia ettikleri için de, bu ara geçiş formlarının türlerinin ve sayılarının milyonlarca olması gerekir.
Eğer gerçekten bu tür canlılar yaşamışlarsa, bunların kalıntılarına da fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Çünkü bu ara geçiş formlarının sayısının bugün bildiğimiz hayvan türlerinden bile fazla olması ve dünyanın dört bir yanının fosilleşmiş ara geçiş formu kalıntılarıyla dolu olması lazımdır. Dahası, evrimciler 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yaparak bu ara geçiş formlarını aramaktadırlar. Oysa, 150 yıla yakın bir süredir, büyük bir hırsla aranan bu ara geçiş formlarından eser yoktur.
Aslında Darwin de bu ara geçiş formlarının yokluğunun farkındaydı. Fakat yine de aranan ara geçiş formları gelecekte bulunacaktı. Ancak bu ümitli bekleyişine rağmen, teorisinin en büyük açmazının bu konu olduğunu görüyordu. Bu yüzden, şöyle yazmıştı:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır. (Charles Darwin, The Origin of Species, London, 1995, s.134)
Darwin'den bu yana yoğun bir şekilde hep bu fosiller arandı, fakat evrimciler için sonuç acı verici bir hayal kırıklığıydı. Bu dünyada hiçbir yerde -ne bir kıtada, ne de bir okyanusun derinliklerinde- türler arasında herhangi bir ara geçiş formuna rastlanamadı. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını gösterdi. Evrimciler, gerçek dışı teorilerini kanıtlamaya çalışırlarken, kendi elleriyle Yaratılış gerçeğinin delillerini ortaya çıkarmışlardı.
Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılarız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde ortaya çıkan gruplar görürüz. (Derek A. Ager, Proceedings of the British Geological Association, vol.87, n.2, 1976, s.133)
Fosil kayıtlarındaki bu boşluklar, yeterince fosil bulunamadığı ve bir gün aranan fosillerin ele geçeceği gibi bir avuntuyla da açıklanamaz. Bir başka evrimci paleontolog T. N. George, bunun nedenini şöyle açıklamaktadır:
Fosil kayıtlarının (evrimsel) zayıflığını ortadan kaldıracak bir açıklama yapmak artık mümkün değildir. Çünkü elimizdeki fosil kayıtları son derece zengindir ve yeni keşiflerle yeni türlerin bulunması imkansız gözükmektedir... Her türlü keşfe rağmen fosil kayıtları hala (türler arası) boşluklardan oluşmaya devam etmektedir. (T.N.George, Science Progress, vol.48, Jan. 1960, s. 1,3)


Yeryüzündeki hayat aniden ortaya çıkmıştır

Yeryüzü tabakaları ve fosil kayıtları incelendiğinde, yeryüzündeki canlı hayatının birdenbire ortaya çıktığı görülür. Canlı yaratıkların fosillerine rastlanılan en derin yeryüzü tabakası, 500 milyon yıl yaşında olduğu söylenen "Kambriyen" tabakadır.
Kambriyen devrine ait tabakalarda bulunan canlılar ise, hiçbir ataları olmaksızın birdenbire fosil kayıtlarında belirirler. Kambriyen kayalıklarında bulunan fosiller, deniztarakları, salyangozlar, trilobitler, süngerler, kolsuayaklılar, solucanlar, denizanaları, deniz kirpileri, deniz hıyarları, yüzücü kabuklular, deniz zambakları ve diğer kompleks omurgasızlara aittir. Kompleks yaratıklardan meydana gelen bu geniş canlı mozayiği şaşırtıcı bir biçimde aniden ortaya çıkmıştır, ki bu yüzden jeolojik literatürde bu mucizevi olay, "Kambriyen Patlaması" olarak anılır.
Bu tabakadaki canlıların çoğunda da, göz gibi son derece gelişmiş organlar ya da solungaç sistemi, kan dolaşımı gibi yüksek organizasyona sahip organizmalarda görülen sistemler bulunur. Fosil kayıtlarında bu canlıların atalarının olduğuna dair herhangi bir işarete rastlanılmaz. Earth Sciences dergisinin editörü Richard Monestarsky, canlı yaratıkların birdenbire ortaya çıkışlarını şöyle anlatır:
Bugün görmekte olduğumuz oldukça kompleks hayvan formları aniden ortaya çıkmışlardır. Bu an, Kambriyen Devrin tam başına rastlar ki denizlerin ve yeryüzünün ilk kompleks yaratıklarla dolması bu evrimsel patlamayla başlamıştır. Günümüzde dünyanın her yanına yayılmış olan hayvan filumları (takımları) erken Kambriyen Devir'de zaten vardırlar ve yine bugün olduğu gibi birbirlerinden çok farklıdırlar. (Richard Monestarsky, "Mysteries of the Orient, Discover, Nisan 1993, s.40)
Görüldüğü gibi fosil kayıtları, canlıların evrimin iddia ettiği gibi ilkelden gelişmişe doğru bir süreç izlediğini değil, bir anda ve en mükemmel halde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Kısaca canlılar evrimle oluşmamış, yaratılmışlardır.


Canlılık tesadüf eseri olamayacak bir
karmaşıklığa sahiptir

Aslında evrim teorisi fosil kayıtlarına gelmeden çok daha önce çökmüş durumdadır. Çünkü fosiller, çok hücreli kompleks canlıların geride bıraktıkları izlerdir. Evrim ise bu çok hücreli kompleks canlıların kökenini açıklamak şöyle dursun, ilk hücrenin hatta ilk proteinin nasıl var olduğu sorusu karşısında çaresizdir.
Evrim teorisi canlılığın, ilkel dünya koşullarında rastlantılar sonucu meydana gelen bir hücreyle başladığını ileri sürer. Ancak 21. yüzyıla girerken bile pek çok yönden esrarını koruyan canlı hücresinin varlığını doğa şartlarına ve tesadüflere bağlamanın nasıl bir saçmalık olduğunu anlamak için hücrenin yapısı hakkında biraz bilgi sahibi olmak bile yeterlidir.
İçerdiği organeller ve sistemlerle son derece kompleks bir yapı gösteren hücrenin değil ilkel dünya şartlarında oluşması, günümüzün en ileri teknolojiye sahip laboratuvarlarında bile yapay olarak sentezlenmesi mümkün olmamıştır. Hücrenin yapıtaşı olan amino asitlerden ve bunların oluşturduğu proteinlerden yola çıkarak değil hücre, onun mitokondri, ribozom, vs. gibi tek bir organeli bile oluşturulamaz. Dolayısıyla evrimin tesadüfen oluştuğunu iddia ettiği ilk hücre yalnızca bir hayalgücü ve fantezi ürünü olarak kalmıştır.


Proteinler tesadüfe meydan okuyor

Hücreyi şimdilik bir kenara bırakalım. Çünkü hücreyi oluşturan binlerce çeşit karmaşık protein moleküllerinden bir tanesinin bile doğal şartlarda oluşması ihtimal dışıdır.
Proteinler, belli sayıda ve çeşitteki amino asitlerin özel bir sırayla dizilmelerinden oluşan dev moleküllerdir. Bu moleküller canlı hücrelerinin yapıtaşlarını oluştururlar. En basitleri yaklaşık 50 amino asitten oluşan proteinlerin binlerce amino asitten oluşan çeşitleri de vardır. Canlı hücrelerinde bulunan ve her birinin özel bir görevi olan proteinlerin yapılarındaki tek bir amino asitin bile eksilmesi veya yerinin değişmesi ya da zincire fazladan bir amino asit eklenmesi o proteini işe yaramaz bir molekül yığını haline getirir. Daha amino asitlerin "tesadüfen oluştukları" iddiasına bile geçerli bir kanıt ya da açıklama getirmekten aciz olan moleküler evrim teorisi, proteinlerin oluşumu noktasında tamamen açmaza girmektedir.
Proteinlerin fonksiyonel yapısının hiçbir şekilde tesadüfen meydana gelemeyeceği, herkesin anlayabileceği basit olasılık hesaplarıyla bile rahatlıkla görülebilir.
Örneğin, bileşiminde 288 amino asit bulunan ve 12 farklı amino asit türünden oluşan ortalama büyüklükteki bir protein molekülünün içerdiği amino asitler 10300 (1'in yanına 300 sıfır) farklı biçimde dizilebilir. Ancak bu dizilimlerden yalnızca "1" tanesi bu söz konusu proteini oluşturur. Geriye kalan tüm dizilimler hiçbir işe yaramayan, hatta kimi zaman canlılar için zararlı bile olabilecek anlamsız amino asit zincirleridir.
Diğer bir deyimle yukarıda örnek verdiğimiz protein molekülünden yalnızca bir tekinin tesadüfen meydana gelme ihtimali "10300'de 1" ihtimaldir. Bu, 1'in yanına 300 adet sıfırın gelmesiyle oluşan "astronomik" sayıda "1" ihtimal ise pratikte gerçekleşmesi imkansız bir ihtimaldir. Dahası, 288 amino asitlik bir protein, canlıların yapısında bulunan diğer 1000'lerce amino asitlik dev proteinlerle kıyaslandığında oldukça mütevazi bir yapı sayılabilir. Aynı ihtimal hesaplarını bu dev moleküllere uyguladığımızda ise bu "imkansız" kelimesinin bile yetersiz kaldığını görürürüz.
Canlılığın gelişiminde bir basamak daha ilerlediğimizde, yalnız başına tek bir proteinin de hiçbir şey ifade etmediğini görürüz. Şimdiye kadar bilinen en küçük bakterilerden biri olan "Mycoplasma Hominis H 39"un bile 600 çeşit proteine sahip olduğu görülmüştür. Bu durumda, tek bir protein için yaptığımız üstteki ihtimal hesaplarını 600 çeşit protein üzerinden yapmamız gerekecektir. Sonuçta karşılaşacağımız rakamlar ise imkansız kavramının çok ötesindedir.


İmkansızı kabul etmek

Bir tanesinin bile tesadüfen oluşması imkansız olan bu proteinlerden, ortalama bir milyon tanesinin tesadüfen uygun bir şekilde biraraya gelip eksiksiz bir insan hücresini meydana getirmesi ise, milyarlarca kez daha imkansızdır. Kaldı ki bir hücre, hiçbir zaman için bir protein yığınından ibaret değildir. Hücrenin içinde, proteinlerin yanısıra nükleik asitler, karbonhidratlar, lipitler, vitaminler, elektrolitler gibi başka birçok kimyasal madde gerek yapı gerekse işlev bakımından belli bir oran, uyum ve tasarım çerçevesinde yer alırlar. Her biri de birçok farklı organelin içinde yapıtaşı veya yardımcı molekül olarak görev yaparlar.
Görüldüğü gibi evrim, yegane "açıklaması" olan tesadüf teorisiyle, değil hücre, hücredeki milyonlarca proteinden tek birinin oluşumunu bile izah etmekten acizdir.
Amerikalı Kimya profesörü Perry Reeves ise bu konuda şöyle der:
Bir insan, amino asitlerin rastlantısal olarak birleşiminden ne kadar fazla muhtemel yapı oluşabileceğini düşündüğünde, hayatın gerçekten de bu şekilde ortaya çıktığını düşünmenin akla aykırı geldiğini görür. Böyle bir işin gerçekleşmesinde bir Büyük İnşa Edici'nin var olduğunu kabul etmek, akla çok daha uygundur. (J. D. Thomas, Evolution and Faith. Abilene, TX, ACUPress, 1988, s.81-82)
Türkiye'de, evrimci düşüncenin önde gelen savunucularından Prof. Dr. Ali Demirsoy da, Kalıtım ve Evrim isimli kitabında, canlılık için en gerekli enzimlerden birisi olan Sitokrom-C'nin tesadüfen oluşma olasılığını şöyle ifade etmektedir:
... Sitokrom-C'nin belirli amino asit dizilimini sağlamak, bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır -maymunun rastgele tuşlara bastığını kabul ederek-. (Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara, 1984, s.61)
Peki bu saçma olasılığı kabul etmek akla aykırı değil midir? Evet öyledir, ama evrimci bilimadamları yine de bu imkansızı kabul ederler. Ali Demirsoy, bu kabulün nedenini şöyle açıklar:
Özünde bir Sitokrom-C'nin dizilişini oluşturmak için olasılık sıfır denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu tüm evrende bir defa oluşacak kadar az bir olasılığa sahiptir denilebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O zaman birinci varsayımı irdelemek gerekir. (Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, 1984, s.61)
Üstteki satırları şöyle de okuyabiliriz: "Bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimali sıfırdır. Ama tesadüfen oluşmadığını söylersek, yaratılmış olduğunu kabul etmemiz, yani Allah'ın varlığını onaylamamız gerekir. Bu amacımıza uygun değildir."
Görüldüğü gibi evrim teorisi ilk aşamasında bile çökmüş durumdadır, ama bu teorinin yaratılışın tek alternatifi olduğunu bilen, yaratılışı kabul etmemeyi ise kendilerine amaç edinmiş olan bazı bilimadamları, teoriye dogmatik bir biçimde sarılmaktadırlar...


Hücrenin kompleksliği

Buraya kadar incelediklerimizin gösterdiği gibi, amino asitlerin dizilimi ve proteinlerin oluşumu sorunu, evrim senaryosunu geçersiz kılmak için yeterlidir. Ancak, sorun yalnızca amino asit ve proteinlerle sınırlı kalmaz: Bunlar sadece bir başlangıçtır. Bunların da ötesinde asıl olarak, hücre denen mükemmel varlık evrimciler açısından dev bir çıkmaz oluşturur. Çünkü hücre yalnızca amino asit yapılı proteinlerden oluşmuş bir yığın değildir. Yüzlerce gelişmiş sistemi bulunan, insanoğlunun halen tüm sırlarını çözemediği karmaşıklıkta bir canlı bütündür. Oysa az önce belirttiğimiz gibi, evrimciler, değil bu sistemlerin, hücrenin yapıtaşlarının bile nasıl meydana geldiklerini açıklayamamaktadırlar.
Ünlü İngiliz matematikçi ve astronom Sir Fred Hoyle, 12 Kasım 1981 tarihinde Nature dergisinde yayınlanan açıklamasında bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Yaşamın en küçük biriminin evrim yoluyla meydana gelme ihtimali, bir hurda yığınını silip süpüren kasırganın, toparladığı parçalarla bir Boeing 747 uçağı meydana getirmesi ihtimali kadardır.


Yaşamın kitabı DNA

Hücrenin bütününü değil, sadece çekirdeğindeki bir parçası olan DNA'yı ele aldığımızda bile, evrimin neden bir safsata olduğunu anlamak kolaydır.
DNA Darwin zamanında bilinmiyordu. Canlılığın kökenini rastlantılarla açıklama gayretindeki evrim teorisi hücrenin yapısının en temelindeki bu moleküllerin varlığına bile tutarlı bir izah getirememişken genetik bilimindeki ilerlemeler ve nükleik asitlerin, yani DNA ve RNA keşfi, teori için yepyeni çıkmazlar oluşturdu.
1955 yılında James Watson ve Francis Crick adlarındaki iki bilimadamının DNA hakkında açıkladıkları çalışmalar, biyolojide yepyeni bir çığır açtı. Birçok bilimadamı, genetik konusuna yöneldi. Yıllar süren araştırmalar sonucunda bugün, DNA'nın yapısı büyük ölçüde aydınlandı.
Burada DNA'nın yapısı ve işlevi hakkında çok temel birkaç bilgi vermek yerinde olur:
Vücuttaki 100 trilyon hücrenin her birinin çekirdeğinde bulunan DNA adlı molekül, insan vücudunun eksiksiz bir yapı planını içerir. Bir insana ait bütün özelliklerin bilgisi, dış görünümden iç organlarının yapılarına kadar DNA'nın içinde özel bir şifre sistemiyle kayıtlıdır. DNA'daki bilgi, bu molekülü oluşturan dört özel molekülün diziliş sırası ile kodlanmıştır. Nükleotid (veya baz) adı verilen bu moleküller, isimlerinin baş harfleri olan A, T, G, C ile ifade edilirler. İnsanlar arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş sıralamaları arasındaki farktan doğar. Bir DNA molekülünde yaklaşık olarak 3.5 milyar nükleotid, yani 3.5 milyar harf bulunur.
Bir organa ya da bir proteine ait olan DNA üzerindeki bilgiler, gen adı verilen özel bölümlerde yer alır. Örneğin göze ait bilgiler bir dizi özel gende, kalbe ait bilgiler bir dizi başka gende bulunur. Hücredeki protein üretimi de bu genlerdeki bilgiler kullanılarak yapılır. Proteinlerin yapısını oluşturan amino asitler, DNA'da yer alan üç nükleotidin arka arkaya sıralanmasıyla ifade edilmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Bir geni oluşturan nükleotidlerde meydana gelecek bir sıralama hatası, o geni tamamen işe yaramaz hale getirecektir. İnsan vücudunda 200 bin gen bulunduğu düşünülürse, bu genleri oluşturan milyonlarca nükleotidin doğru sıralamada tesadüfen oluşabilmelerinin imkansızlığı daha iyi anlaşılır. Evrimci bir biyolog olan Salisbury bu imkansızlıkla ilgili olarak şunları söyler:
Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit içerir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise, yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır. Bir DNA zincirinde dört çeşit nükleotid bulunduğu hatırlanırsa, 1000 nükleotidlik bir dizi, 41000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bulunan bu rakam ise, aklın kavrama sınırının çok ötesindedir. (Frank B.Salisbury, Doubts about the Modern Synthetic Theory of Evolution, s.336)
41000'de bir, "küçük bir logaritma hesabı" sonucunda, 10620'de bir anlamına gelir. Bu sayı 1'in yanına 620 sıfır eklenmesiyle elde edilir. 1'in yanında 12 tane sıfır 1 trilyonu ifade ederken, 620 tane sıfırlı bir rakam gerçekten de kavranması mümkün olmayan bir sayıdır.
Prof. Dr. Ali Demirsoy da bu konuda şu itirafı yapmak zorunda kalır:
Esasında bir proteinin ve çekirdek asidinin (DNA-RNA) oluşma şansı tahminlerin çok ötesinde bir olasılıktır. Hatta belirli bir protein zincirinin ortaya çıkma şansı astronomik denecek kadar azdır. (Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, 1984, s.39)


Evrim temelinden çökmüş bir teoridir

Buraya kadar açıkça görüldüğü gibi, evrim teorisi daha temelinden çökmüş bir teoridir. Çünkü evrimciler henüz canlılık için gerekli olan tek bir proteinin bile kökenini ya da canlı bir hücrenin ilkel atmosfer şartlarında nasıl bozulmadan korunduğunu açıklayamamaktadırlar. Olasılık hesapları, fizik ve kimya formülleri herhangi bir protein molekülünün tesadüfen oluşmasına hiçbir ihtimal tanımamaktadır.
Ancak şurası oldukça ilginçtir ki, daha bir canlı hücresi için gereken milyonlarca proteinden birinin oluşumunu dahi izah edemezken evrimciler ısrarla, sudan karaya geçiş, karadan havaya geçiş, maymundan insana geçiş gibi pek çok uydurma senaryolar üretebilmişlerdir. Asıl cevap bulmaları gereken, "canlılığın ortaya çıkışı" sorusunu örtbas ederek bu tür temelsiz uydurmalarla dev bir enkaz oluşturmuşlardır. Bu enkazın üzerine temeli olmayan bir bina yükseltmek istemişler, fakat onca çabalamalarına rağmen bu binanın enkazı altında kalmaktan kurtulamamışlardır.
Daha ortada tesadüfen meydana gelebilecek tek bir protein bile yokken, bu proteinlerin milyonlarcasının tesadüflerle belli bir plan ve düzen içinde birleşerek canlı hücresini oluşturmaları, bu hücrelerin yine tesadüflerle trilyonlarcasının oluşup biraraya gelerek hareket eden canlıları, bu canlıların balıkları, balıkların sudan karaya çıkarak sürüngenleri, sürüngenlerin de kanatlanarak kuşları oluşturması ve bu şekilde yeryüzündeki milyonlarca farklı türün meydana gelmesi sizce makul ve mantıklı bir iddia mıdır?
Sizce olmasa bile, evrimciler böyle bir masala gerçekten inanmaktadırlar.
Bu durum ancak inanç olarak kabul edilebilir. Çünkü ortada bu hikayelerini doğrulayacak tek bir kanıtları dahi yoktur.
Bugünün en ileri teknolojiye sahip laboratuvarlarında, en seçkin bilimadamlarıyla, en pahalı cihazlar sayesinde bile cansız maddelerden canlı bir hücre oluşturabilmek mümkün olamamaktadır. Değil hücre, hücredeki proteinleri bile laboratuvardaki kontrollü bir deney ortamında, canlı hücresindeki gibi bir verim ve başarıyla elde edebilmek olanaksızdır. Bu yapıların tesadüfen oluştuğunu öne sürmek ise elbette ki akıl dışı bir iddiadır. Canlılığın yaratılmış olduğu gerçeği, çok açıktır.
Cardiff Üniversitesi'nden, Uygulamalı Matematik ve Astronomi Profesörü Chandra Wickramasinghe hayatın tesadüflerle doğduğuna on yıllar boyunca inandırılmış bir bilimadamı olarak karşılaştığı bu gerçeği şöyle anlatır:
Bir bilimadamı olarak aldığım eğitim boyunca, bilimin herhangi bir bilinçli yaratılış kavramı ile uyuşamayacağına dair çok güçlü bir beyin yıkamaya tabi tutuldum. Bu kavrama karşı şiddetle tavır alınması gerekiyordu... Ama şu anda, Tanrı'ya inanmayı gerektiren açıklama karşısında, öne sürülebilecek hiçbir akılcı argüman bulamıyorum... Biz hep açık bir zihinle düşünmeye alıştık ve şimdi yaşama getirilebilecek tek mantıklı cevabın yaratılış olduğu sonucuna varıyoruz, tesadüfi karmaşalar değil. (Chandra Wickramasinghe, Interwiev in London Daily Express, 14 Ağustos 1981)


Darwin formülü

Gerçekler böyleyken, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma bir inanışa sahip olduklarını, bir de çocukların bile anlayabileceği basit bir örnekle özetleyelim.
Evrim teorisi canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bu iddiaya göre cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve sonrasında bu atomlar bir şekilde diğer canlıları ve insanı oluşturmuşlardır. Oysa düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri biraraya getirdiğimizde bir yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir canlı oluşturamaz. İsterseniz bu konuda bir "deney" tasarlayalım ve evrimcilerin aslında savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına "Darwin Formülü" adıyla inceleyelim:
Evrimciler, büyük varillerin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen, demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri malzemeyi de bu varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar -doğal şartlarda oluşumu mümkün olmayan- amino asit, istedikleri kadar da -bir tekinin bile rastlantısal oluşma ihtimali 10-950 olan- protein doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın önde gelen bilimadamlarını koysunlar. Bu uzmanlar nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene varillerin başında beklesinler. Bir insanın oluşması için hangi şartların varolması gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden kesinlikle bir insan, elektron mikroskobu altında kendi hücre yapısını inceleyen bir profesör çıkaramazlar. Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları, hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri, tavuskuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar. Değil burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir hücresini bile elde edemezler.
Kısacası, şuursuz atomlar biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek oluşan bu hücreyi ikiye bölüp, sonra ardı ardına başka kararlar alıp elektron mikroskobunu bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen profesörleri yaratamazlar. Madde bilinçsiz, cansız bir yığındır ve ancak Allah'ın üstün yaratmasıyla hayat bulur.
Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı iddialar üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıklıkla gösterir.


Körü körüne materyalizm

Evrimin tesadüfleri atomları öyle bir şekle sokar ki, atomlar sözde tesadüfen insan gözünü oluştururlar ve o kapkaranlık yığının içinden ışıl ışıl 3 boyutlu, beş duyulu bir dünyaya açılırlar. Üstelik bu öyle bir dünyadır ki 20. yüzyılın teknolojisi dahi bu tesadüflerle canlanan atomların sahip olduğu görüntü ve ses kalitesine ulaşamamıştır. Öyle ki en gelişmiş ses tekniklerini biraraya getirseniz yine de insan kulağından çok daha ilkel bir kaliteye sahip olduklarını görürsünüz. En gelişmiş görüntü tekniklerini toplasanız, insan gözünün sahip olduğu görüntü kalitesini elde edemezsiniz.
Söz konusu teknoloji ürünlerinin "tesadüflerle" değil, bilinçli mühendislerin bilinçli tasarımlarıyla ortaya çıktığı açıkken, bunlardan çok daha kompleks olan canlı mekanizmaların tesadüflerle ortaya çıktığını savunmak bir saçmalıktır elbette. Çünkü her tasarım bir tasarımcıyı ispatlar. Evrim, doğadaki büyük tasarımı ise görmek istememektedir, çünkü bu tasarımı var eden Yaratıcı'yı, yani Allah'ı kabul etmek, evrimcilerin önyargılarına ve ideolojilerine aykırı gelmektedir.
Tüm bu ve ideolojilerin temeli, materyalizm olarak bilinen felsefedir. Materyalist felsefe, maddenin yaratılmadığını, sonsuzdan beri var olduğunu ve madde dışında hiçbir gerçeklik olmadığını varsayan düşüncedir. Allah inancına ve dine ise şiddetle karşıdır. Bu bilim değil, bir felsefedir. Evrimciler ise bilime değil, söz konusu materyalist felsefeye bağlıdırlar ve bilimi de bu felsefeye uydurabilmek için çarpıtmaktadırlar. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve açık sözlü bir evrimci olan Richard Lewontin, bu somut gerçeği şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (doğumla birlikte gelen) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizmle olan a priori bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz. (Richard Lewontin, The Demon-Haunted World, The New York Review of Books, 1997, s.28)


Evrimin asıl çıkmazı: Ruh

Yeryüzünde birbirine benzeyen pek çok canlı türü vardır. Örneğin, ata ya da kediye benzeyen farklı türler olabilir. Böceklerin de birçoğu birbirine benzer görünümlüdür. Fakat bu benzerlikler hiç kimsede bir şaşkınlık yaratmaz.
Ancak nedense insanla maymun arasındaki bazı yüzeysel benzerlikler, kimi insanlarda son derece ilgi uyandırır. Öyle ki bu ilgi kimi insanları evrim teorisinin gerçek dışı senaryolarını benimsemeye kadar iter. Oysa, bir maymunla bir insan arasındaki yüzeysel benzerlikler hiçbir şey ifade etmez. Gergedan böceği ve gergedan da birbirlerine çok benzerler, ama bu benzerliğe dayanarak birisi böcek diğeri memeli olan bu hayvanlar arasında herhangi bir evrimsel ilişki kurmaya çalışmak komik olur.
Aradaki yüzeysel benzerlik dışında maymunun insanlara diğer hayvanlardan daha fazla bir yakınlığı söz konusu değildir. Hatta zeka açısından kıyaslanırsa, bir geometri mucizesi olan peteği üreten arı veya bir mühendislik harikası olan ağı üreten örümcek insana maymundan daha yakındır. Hatta bazı yönlerden üstündür bile...
Dahası, insanla maymun arasında çok büyük bir fark vardır. Maymun sonuçta bir hayvandır, bilinç açısından bir attan ya da bir köpekten farkı yoktur. İnsan ise bilinçli, irade sahibi, düşünebilen, konuşabilen, akledebilen, karar verebilen, muhakeme yapabilen bir varlıktır. Bütün bu özellikler de onun sahip olduğu "Ruh"unun işlevleridir. İnsanla diğer hayvanlar arasındaki uçurumu doğuran en önemli fark da işte bu "Ruh"tur. Hiçbir fiziki benzerlik, insan ile diğer bir canlı arasındaki bu en büyük farkı kapatamaz. Doğada ruhu olan tek canlı insandır.


Allah dilediği şekilde yaratır

Peki evrimcilerin iddia ettikleri gibi bir senaryo gerçekleşmiş olsa bile ne fark eder? Hiçbir şey... Çünkü evrimin öne sürdüğü ve tesadüflere dayandırdığı her aşama ancak bir mucize eseri oluşabilir. Yani canlılık bu aşamalarla meydana gelmiş olsa dahi her aşama ancak bir yaratılış sayesinde gerçekleşebilir. Tesadüflerle bu aşamaların gerçekleşebilmesi asla mümkün değildir.
İlkel atmosferde bir protein oluşmuşsa bunun tesadüfen oluşamayacağı olasılık kanunları, biyoloji ve kimya kanunları ile kanıtlanmıştır. Fakat mutlaka oluştuğu iddia edilirse, o halde onu bir Yaratıcı'nın yarattığını kabul etmek dışında başka bir alternatif yoktur. Aynı mantık evrimcilerin öne sürdüğü bütün tezler için geçerlidir. Örneğin balıkların sudan karaya çıkıp kara canlılarını oluşturduğuna dair ne paleontolojik bir kanıt vardır ne de fizik, kimya, biyoloji ve mantık kuralları böyle bir geçişi doğrulamaktadır. Fakat mutlaka "balıklar karaya çıktı sürüngenlere dönüştü" denilecekse, bunu diyen, ancak bütün kuralların ve kanunların ötesinde, "Ol" dediğinde dilediğini var eden üstün bir Yaratıcı'yı kabul etmek zorundadır. Bunun dışında bir düşünce kendi içinde çelişir ve hiçbir mantık kuralıyla bağdaşmaz.
Gerçek çok açıktır. Tüm canlılık çok kusursuz bir tasarımın, çok üstün bir yaratılışın ürünüdür. Bu ise bizlere bir Yaratıcı'nın varlığını, hem de sonsuz bir güç, bilgi ve akla sahip bir Yaratıcı'nın varlığını ispatlar.
O Yaratıcı, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi olan Allah'tır.