17 Ağustos 2010 Salı

Sonsuzluk Başlamış Durumda

Sonsuzluk Başlamış
Durumda




Harun Yahya











ISBN 975-8432-09-5
İstanbul, Kasım 1999



VURAL YAYINCILIK



Çatalçeşme Sok. Üretmen Han No: 27/13
Cağaloğlu-İstanbul
Tel: (0 212) 511 42 30 - 522 02 94



Baskı: SEÇİL OFSET
100, Yıl Mahallesi MAS-SİT Matbaacılar Sitesi
4. Cadde No: 77Bağcılar-İstanbul
Tel: (0 212) 629 06 15








İÇİNDEKİLER



Giriş
Maddenin Ardındaki Sır
Zamansızlık Gerçeği
Sonsuzluk Başlamış Durumda
Sonuç
Evrim Yanılgısı





GİRİŞ


Sonsuzluk" kelimesi sizin için ne ifade eder?
Sonsuz zaman deyince genellikle insanların aklına yüz bin yıl, bir milyon yıl ya da bir milyar yıl gibi rakamlar gelir. Bu sürelerin çok uzun olduğu, asla tükenmeyeceği düşünülür. Sonsuz uzaklık deyince de yine genellikle akıllara yüz bin ışık yılı, bir milyon ışık yılı ya da bir milyar ışık yılı gibi uzaklıklar gelir.
Oysa bunlar son derece sınırlı düşünceler ve kavramlardır. Şöyle bir örnekle sonsuzluğun ne derece olağanüstü bir büyüklük olduğunu vurgulayabiliriz: Yüz katrilyon insan olsa, tüm hayatları boyunca gece gündüz hiç durmadan sayı saysalar, üstelik yüz katrilyon yıl ömürleri olsa ve ömürleri boyunca başka hiçbir iş yapmadan bu işle uğraşsalar, yine de sonsuzluğa ulaşamazlar. Çünkü sonsuzluk, hiç bitmeyecek, başı ve sonu olmayan bir büyüklüğü ifade eder.
Oysa Allah öyle büyük bir ilme sahiptir ki insana göre "sonsuz" olan ve bu yüzden asla hesaplamaya güç yetiremeyeceği bu kavram, Allah'ın katında sona ermiştir. Bizim için sonsuzluk asla ulaşılamayacak bir kavram gibi görünür ama aslında Allah katında sonsuzluk tek bir andır…
Elinizdeki kitapta sonsuzluk, zamansızlık, mekansızlık konularında hiçbir yerde bulamayacağınız açıklamaları görecek ve sonsuzluğun aslında başlamış olduğuna dair son derece önemli gerçeklerle karşılaşacaksınız. Böylece Allah'ın yüceliğini, büyüklüğünü ve yaratma sanatını bir kez daha takdir etme fırsatı bulacaksınız. İnsanların her zaman merak ettikleri; Allah'ın nerede olduğu, ölümün mahiyeti, öldükten sonra yeniden dirilme, insan için sonsuz bir yaşamın varlığı, tüm bunların ne zaman olacağı gibi pek çok sorunun da yanıtını bulacaksınız.
Ama tüm bunlara geçmeden önce, anlatılacak konuların rahatlıkla kavranabilmesi açısından, yaşadığımız dünyadaki "maddenin gerçeği" ve "zamansızlık" konuları detaylı olarak incelenecektir.

MADDENİN ARDINDAKİ SIR



UYARI

Okuyacağınız bu kitap, hayatın ÇOK ÖNEMLİ sırlarını içermektedir. Maddesel dünyaya, zaman kavramına ve sonsuzluğa bakış açınızı kökten değiştirecek olan bu konuları, çok dikkatli bir biçimde ve sindirerek okumalısınız. Burada anlatılacak olanlar yalnızca bir bakış açısı, farklı bir yaklaşım veya herhangi bir felsefi düşünce değil; dine inanan-inanmayan herkesin kabul edeceği, bugün bilimin de kanıtladığı kesin gerçeklerdir.

Kitabın önemli bir konusunu oluşturan "maddenin gerçeği" kavramı, aslı bilindiği taktirde insanın hayata bakış açısını ve yaşamını değiştirebilecek bir gerçektir. Hayatınızın anlamını, gelecekten beklentilerinizi, ideallerinizi, hırslarınızı, arzularınızı, planlarınızı, değer verdiğiniz kavramları, sahip olduğunuz maddi şeyleri temelden ilgilendiren bir konudur.
Bu bölümde bahsedilecek olan "maddenin gerçeği" konusu, elbette bugün ilk defa ortaya çıkan bir konu değildir. İnsanlık tarihi boyunca birçok düşünür ve bilim adamı arasında tartışılagelen bir kavram olmuştur. İnsanlar bu konuda en başından itibaren iki ana gruba ayrılmışlardır; materyalistler olarak tanımlanan bir grup insan, maddenin somut varlığını esas alarak felsefelerini ve yaşamlarını bunun üzerine oturtmuş ve kendilerini kandırarak yaşamışlardır. Diğer bir grup insan ise samimi davranmış, düşünmekten korkmayarak daha da ileri gitmiş, ve muhatap oldukları "şey"lerin aslını ve ardındaki derin anlamı kavrayarak, yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Ancak içinde bulunduğumuz yüzyılda gelişen bilim ve teknoloji artık bu konuya son noktayı koymuş ve zaten son derece açık olan bu gerçeği yani maddenin somut bir varlığının olmadığını tartışmasız bir şekilde ispatlamıştır.
Konunun önemi, insanın tüm yaşamını etkilemesindedir. Çünkü her insanın kısıtlı bir yaşam süresi vardır ve insan bu süre içinde Allah tarafından denenmektedir. Bu sürenin ardından ise kişi dünyada seçtiği yola, gösterdiği ahlaka ve tavırlara göre kesin bir karşılık alacak, kazandıkları ile sonsuz hayatı şekillenecektir. Bu, şu anlama gelmektedir: Dünyada nasıl bir yaşam seçtiyse sonsuz yaşamında da onunla karşılık görecek, hatalarını bir daha telafi imkanı bulamayacaktır.
Bu bilinçle düşünüldüğünde, insanların dünyadaki yaşam sürelerinin ne derece değerli olduğu anlaşılır. İşte kitap boyunca işleyeceğimiz konunun önemi bundan kaynaklanmaktadır. Madem her insanın kısa bir sınav süresi vardır ve karşılığını sonsuz yaşamında kesin olarak alacaktır; o halde hiç şüphesiz bu süreyi en akılcı şekilde geçirmelidir. Ve eğer bunu yapmazsa son pişmanlık asla fayda vermeyecektir.
İşte bu kitabın amacı insana, ayetin ifadesiyle "yapayalnız ve tek başına" (En'am Suresi, 94) Yaratıcısı'nın huzuruna gideceği "o gün", geri dönülmez bir pişmanlığa kapılmadan önce yardımcı olmaktır.
Bu amaçla, kitapta öncelikle maddenin gerçeği konusu bilimsel yönüyle ele alınmıştır. Başta da belirttiğimiz gibi burada anlatılanlar kesinlikle bir yorum ya da felsefi bir fikir değil, bilimin birçok sahasında kesin olarak kanıtlanmış gerçeklerdir. Ancak bu konu sanıldığı gibi karmaşık, anlaşılmaz ve zor bir konu da değildir. Düşünmekten çekinmeyen ve gerçekler karşısında samimi bir yaklaşım gösteren her kişi bu gerçek sayesinde yaşamıyla ilgili çok önemli bir noktaya kolaylıkla ulaşabilecektir.
Şu an okumaya başlayacağınız gerçek belki bugüne kadar düşünüp de çözemediğiniz ya da tam anlamıyla kavrayamadığınız pek çok konunun da anahtarı olacaktır. Böylelikle cennet, cehennem, ahiret gibi kavramları derinlemesine kavrayabilecek, hayatın anlamını bilerek yaşayabileceksiniz.


Asırlardır Tartışılan Soru:
Maddenin Gerçek Mahiyeti Nedir?

Akıl ve vicdan sahibi olan bir kişi, içinde yaşadığı evrene, galaksilere, gezegenlere, bunların sahip olduğu dengeye, atomun yapısındaki kararlılığa, evrenin hemen her noktasında karşısına çıkan düzene, çevresindeki sayısız canlı türüne, bunların yaşayışlarına, şaşırtıcı özelliklerine ve sonunda da kendi bedenine baktığında bir olağanüstülük olduğunu hemen fark eder. Çevresindeki bu kusursuz yapının ve inceliklerin kendiliğinden oluşamayacağını, bunların mutlaka bir Yaratıcısı olması gerektiğini kolaylıkla anlar.
Peki tüm bunlar Kim tarafından yaratılmıştır?
Açıktır ki, evrenin her noktasında kendini belli eden "yaratılmışlık", evrenin kendisinin bir ürünü olamaz. Örneğin bir tavuskuşu kusursuz bir sanata işaret eden renk ve desenleriyle kendi kendini var etmiş olamaz. Evrendeki milimetrik dengeler kendi kendilerini yaratıp-düzenlemiş olamazlar. Bitkiler, insanlar, bakteriler, alyuvarlar, kelebekler kendilerini yaratmamışlardır. Tüm bunların "tesadüfen" oluşması gibi bir ihtimal de aklın, bilimin ve mantığın bir gereği olarak mümkün değildir.
Oysa açıktır ki gözümüzle gördüğümüz her şey yaratılmıştır... Ancak gözümüzle gördüğümüz şeylerin hiçbiri "Yaratıcı" olamazlar. O halde, Yaratıcı, gözümüzle gördüğümüz her şeyden başka ve üstün bir varlıktır. Kendisi görünmez, fakat yarattığı her şey O'nun varlığını ve vasıflarını gösterir.
İşte Allah'ın varlığını tanımayanların saptıkları nokta da buradadır. Bu kişiler, Allah'ı gözleriyle görmedikleri sürece, O'nun varlığına iman etmemeye şartlandırmışlardır kendilerini. Çünkü onlara göre, tüm evreni kaplayan, sonsuza kadar uzanan bir madde yığını vardır ve Allah bu madde yığınının hiçbir yerinde değildir. Binlerce ışık yılı uzağa gitseler de, Allah'la karşılaşmayacaklardır. Bu nedenle Allah'ın varlığını reddederler. Bu durumda evrenin her yerinde apaçık görünen "yaratılmışlık" özelliğini gizlemek, evrenin ve canlıların yaratılmamış olduğunu sözde ispat etmek durumunda kalırlar, ancak bunu yapmaları da asla mümkün değildir.. Çünkü evrenin her noktası Allah'ın varlığının delilleriyle doludur.
Allah'ı inkar edenlerin bu temel yanılgısı, aslında Allah'ın varlığını inkar etmeyen, ancak çarpık bir Allah inancına sahip olan pek çok kişi tarafından da paylaşılır. Toplumun çoğunluğunu oluşturan bu kişiler, her yanda görünen "yaratılmışlık" örneklerini reddetmezler, ancak Allah'ın "nerede" olduğuna dair çeşitli batıl inançları vardır: Çoğu, Allah'ın "gökte" olduğunu sanır. Bilinçaltlarındaki çarpık düşünceye göre, Allah çok uzaklardaki bir gezegenin arkasında oturur ve çok nadiren "dünya işlerine" müdahale eder. Ya da hiç müdahale etmez; evreni bir kere yaratmış ve bırakmıştır, insanlar kendi kaderlerini kendileri çizerler...
Bazı kimseler de Kuran'da bildirilen Allah'ın "her yerde" olduğu gerçeğini duymuşlardır, fakat bunun anlamını tam olarak çözemezler. Bilinçaltlarındaki çarpık düşünce, Allah'ın radyo dalgaları ya da görünmez, hissedilmez bir gaz gibi maddeleri çevrelediği şeklindedir.
Oysa gerek bu düşünce, gerekse baştan beri saydığımız, Allah'ın "nerede" olduğunu bir türlü çözemeyen (belki de bu yüzden O'nu inkar eden) düşünceler, ortak bir yanlışa dayanmaktadır: Hiçbir temele dayanmayan bir ön yargıyı benimsemekte, ardından da Allah ile ilgili olarak çeşitli zanlara kapılmaktadırlar.
Nedir bu ön yargı?..
Bu ön yargı maddenin varlığı ve mahiyeti ile ilgilidir. İnsan maddenin var olduğu konusunda o kadar şartlanmıştır ki, acaba gerçekten madde var mıdır, yoksa sadece bir gölge varlık mıdır, hiç düşünmemiştir. Oysa bilimin son bulguları, bu ön yargıyı da sarsarak, çok önemli ve etkileyici bir gerçeği ortaya koymaktadır. İlerleyen sayfalarda, Kuran'da da işaret edilen bu büyük gerçeği açıklayacağız.


Algılarımızın Tanıttığı Bir Evrende Yaşıyoruz

Bilim yoluyla olguları kavrayıp sayabilirsiniz ama, evreni kavrayamazsınız. İşte ağaç, sertliğini duyuyorsunuz; işte su, tadını alıyorsunuz; işte yel, sizi serinletiyor. Bu kadarla yetinmek zorundasınız. Albert Camus 1
Yaşadığımız dünyanın gerçekliği ile ilgili tüm bilgilerimiz bize beş duyumuz aracılığı ile gelir. Yani biz gözümüzün gördüğü, elimizin dokunduğu, burnumuzun kokladığı, dilimizin tattığı, kulağımızın duyduğu bir dünyayı tanımaktayız. Doğumumuzdan itibaren bu duyulara bağlı olduğumuz için "dış dünya"nın, duyularımızın bize tanıttığından farklı olabileceğini hiç düşünmemişizdir.
Oysa, bugün birçok bilim dalında yapılan araştırmalar son derece farklı bir gerçeği beraberinde getirmiş, algılarımız ve algıladığımız dünya ile ilgili ciddi şüpheler oluşmasına neden olmuştur.
Bu gerçeğe göre: Bizim "dış dünya" olarak algıladıklarımız, yalnızca duyu organlarımızın gönderdiği elektrik sinyallerinin beynimizde yarattığı etkilerdir. Görme duyunuzla algıladığınız çeşit çeşit renkler, dokunma duyunuzla fark ettiğiniz sertlik ya da yumuşaklık hissi, dilinizle aldığınız tatlar, kulağınızla duyduğunuz birbirinden farklı müzik notaları ve canlı sesleri, kokladığınız çeşit çeşit kokular, işiniz, eviniz, sahibi olduğunuz bütün mallar, bu kitabın satırları dahası anneniz, babanız, aileniz ve hayatınız boyunca gördüğünüz, bildiğiniz, tanıdığınız, alıştığınız tüm dünya yalnızca ve yalnızca duyu organlarınız tarafından gönderilen elektrik sinyallerinden ibarettir. İlk başta anlaşılması zor gibi görünse de bu, bilimsel bir gerçektir. Bu önemli gerçekle ilgili olarak B. Russel ve L. Wittgeinstein gibi ünlü filozofların düşünceleri şöyledir:
… örneğin bir limonun gerçekten var olup olmadığı ve nasıl bir süreçle varlaştığı sorulamaz ve incelenemez. Limon, sadece dille anlaşılan tat, burunla duyulan koku, gözle görülen renk ve biçimden ibarettir ve yalnız bu nitelikleri bilimsel bir araştırmanın ve yargının konusu olabilir. Bilim, nesnel dünyayı asla bilemez. 2
Frederick Vester bilimin bu konuda ulaştığı son noktayı şöyle ifade ediyor:
Bazı düşünürlerin, 'insan bir hayaldir, aslında bütün yaşananlar geçici ve aldatıcıdır, bu evren bir gölgedir' şeklindeki sözleri günümüzde bilimsel olarak kanıtlanıyor gibidir.3
Ünlü filozof George Berkeley'in, bu şaşırtıcı gerçek ile ilgili açıklaması ise şöyledir:
Kendilerini gördüğümüz ve dokunduğumuz, bize algılarımızı verdikleri için nesnelerin varlığına inanırız. Oysa algılarımız sadece zihnimizde var olan fikirlerdir. Şu halde algılar aracılığıyla ulaştığımız nesneler fikirlerden başka bir şey değildirler ve bu fikirler, zihnimizden başka yerde bulunmazlar zorunlu olarak… Bütün bunlar madem ki sadece zihinde var olan şeylerdir, öyleyse evreni ve şeyleri zihnin dışında varlıklar olarak hayal ettiğimizde, yanılmaların içine düşmüş oluyoruz demektir… Öyleyse bizi çevreleyen şeylerin hiçbirinin bizim zihnimizin dışında bir varlığı yoktur.4
Konuyu tam olarak açıklamak için öncelikle, dış dünya hakkında bize bilgi veren duyularımızdan söz edelim.


Duyu Organlarımız Nasıl İşliyor?

Görme olayının nasıl gerçekleştiği üzerinde genelde pek az kişi derinlemesine düşünür. Hangi insana sorulsa "nasıl görüyoruz?" sorusuna "tabii ki gözümüzle" yanıtını verir. Ancak görme işleminin teknik izahına bakıldığında durumun pek de öyle olmadığı anlaşılır. Görme olayı oldukça aşamalı bir biçimde gerçekleşir. Görme sırasında, herhangi bir cisimden gelen ışık demetleri (fotonlar), gözün önündeki lensin içinden kırılarak geçer ve gözün arka tarafındaki retinaya ters olarak düşer. Buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülen görme uyarıları, sinirler aracılığı ile, beynin arka kısmındaki görme merkezi adı verilen küçük bir bölgeye ulaşır. Görme olayı gerçekte, beynin arkasındaki bu küçük, ışığın hiçbir şekilde giremediği, kapkaranlık bir noktada gerçekleşir.
Şimdi genelde herkesçe bilinen bu bilgiye bir kez daha dikkatlice bakalım: Biz, "görüyorum" derken, aslında gözümüze gelen uyarıların elektrik sinyaline dönüşerek beyinde oluşturduğu "etkiyi" görürüz. Yani "görüyorum" derken, aslında beynimizdeki elektrik sinyallerinin bütününü seyrederiz. Dolayısıyla görme gözde neticelenen bir işlem değildir, gözümüz sadece görme işlemine aracılık yapan bir duyu organıdır.
Hayatımız boyunca gördüğümüz her görüntü bir kaç cm3'lük, fındık büyüklüğündeki görme merkezinde oluşur. Okuduğunuz bu kitap da, ekranına baktığınız bilgisayarınız da, ufka baktığınızda gördüğünüz geniş manzara da, uçsuz bucaksız bir açık deniz de, maratona katılan kalabalık bir insan topluluğu da bu çok küçük yere sığmaktadır. Bu arada gözden kaçırılmaması gereken çok önemli ve şaşırtıcı bir nokta daha vardır; kafatası ışığı içeri geçirmez. Yani beynin içi kapkaranlıktır, dolayısıyla beynin ışığın kendisiyle muhatap olması asla mümkün değildir. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı belki de hiç karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyredersiniz. Rengarenk bir doğa, ışıl ışıl bir manzara, yeşilin her tonu, meyvelerin renkleri, çiçeklerin desenleri, güneşin parıltısı, kalabalık bir sokaktaki tüm insanlar, trafikte hızla yol alan araçlar, bir alışveriş merkezindeki yüzlerce çeşit kıyafet olmak üzere her şey bu zifiri karanlık yerde oluşur. Özellikle de bu karanlığın içinde renklerin oluşumu halen daha çözülebilmiş değildir. Klaus Budzinski de bu konuda şöyle demektedir:
"……insan gözünün ışık ile renkleri algılayan ağ tabakasının, bunu görme siniri yoluyla nasıl beyne ilettiği ve beyinde ne gibi fiziksel-fizyolojik etkiler oluşturduğu sorusuna gelince, renk bilimcilerimiz bir cevap veremiyor.5
Buradaki ilginç durumu bir örnekle açıklayalım. Karşımızda bir mum olduğunu düşünelim. Bu mumun karşısına geçip onu uzun süre izleyebiliriz. Ama bu süre boyunca beynimiz, muma ait ışığın ve sıcaklığın aslı ile hiçbir zaman muhatap olamaz. Mumun ışığını ve sıcaklığını hissettiğimiz anda bile kafamızın ve beynimizin içi kapkaranlıktır ve ısısı hiç değişmez. Karanlık beynimizin içinde, aydınlık, ışıl ışıl ve renkli bir dünyayı seyrederiz.
Güneş ışığında da durum bundan farklı değildir. Güneşe baktığınızda gözünüzün kamaşması ya da cildinizde kavurucu sıcaklığını hissetmeniz de bunların algı olduğu ve beyindeki görme merkezinizin kapkaranlık olduğu gerçeğini değiştirmez.
R.L.Gregory, bizim çok doğal karşıladığımız görme sistemindeki bu mucizevi durumu şöyle ifade etmektedir:
Görme olayına o kadar alışmışız ki, çözülmesi gereken sorular olduğunun farkına varmak büyük bir hayal gücü gerektiriyor. Fakat bunu dikkate alın. Gözlerimize minik tepetaklak olmuş görüntüler veriliyor ve biz çevremizde bunları sağlam nesneler olarak görüyoruz. Retinaların üzerindeki uyarıların sonucunda nesneler dünyasını algılıyoruz ve bu bir mucizeden farksız aslında.6
Bu durum diğer algılar için de geçerlidir. Ses, dokunma, tat ve koku, beyinde birer elektrik sinyali olarak algılanırlar.
Duyma olayı da böyledir: Dış kulak, çevredeki ses dalgalarını kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynı görme olayı gibi duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak için de geçerlidir, yani kafatası ışığı geçirmediği gibi sesi de geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Öylesine bir netliktir ki bu; sağlıklı bir insan kulağı hiçbir parazit, hiçbir cızırtı olmaksızın her şeyi duyar. Ses geçirmeyen, derin bir sessizliğin ve ıssızlığın hakim olduğu beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız, bir yaprağın hışırtısından jet uçaklarının gürültüsüne dek geniş bir frekans aralığındaki tüm sesleri algılayabilirsiniz. Ancak o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Koku algımızın işleyişi de buna benzerdir: Vanilya kokusu, gül kokusu gibi uçucu moleküller, burnun epitelyum denilen bölgesindeki titrek tüylerinde bulunan alıcılara gelir ve bu alıcılarda etkileşime girer. Bu etkileşim beynimize elektrik sinyali olarak iletilir ve koku olarak algılanır. Sonuçta bizim güzel ya da çirkin diye adlandırdığımız kokuların hepsi uçucu moleküllerin etkileşimlerinin elektrik sinyaline dönüştürüldükten sonra, beyindeki algılanış biçiminden başka bir şey değildir. Bir parfümü, bir çiçeği, sevdiğiniz bir yemeği, deniz kokusunu, hoşunuza giden ya da gitmeyen her türlü kokuyu beyninizde algılarsınız. Fakat koku molekülleri beyne hiçbir zaman ulaşamaz. Ses ve görüntüde olduğu gibi kokuyu algılama olayında da beyninize ulaşan yalnızca elektrik sinyalleridir. Sonuç olarak, doğduğunuz andan itibaren dışarıdaki nesnelere ait olarak bildiğiniz kokular duyu organlarınız aracılığı ile algıladığınız elektrik uyarılarıdır. Bu konuda Berkeley: "Önce, renklerin, kokuların vb. gerçekte var olduğu sanıldı; ama daha sonra, bu çeşit görüşler reddedildi ve görüldü ki bunlar ancak duyumlarımız sayesinde vardır."7 demektedir.
Benzer şekilde, insan dilinin ön tarafında da dört farklı tip kimyasal alıcı vardır. Bunlar tuzlu, şekerli, ekşi ve acı tatlarına karşılık gelir. Tat alıcılarımız bir dizi işlemden sonra bu algıları kimyasal sinyallere dönüştürür ve beyne iletir. Ve bu kimyasal sinyaller de beyin tarafından tat olarak algılanır. Bir çikolatayı ya da sevdiğiniz bir meyveyi yediğinizde aldığınız tat, elektrik sinyallerinin beyin tarafından yorumlanmasıdır. Dışarıdaki nesneye ise asla ulaşamazsınız; çikolatanın kendisini göremez, koklayamaz ve tadamazsınız. Örneğin, beyninize giden tat alma sinirleri kesilse, o an yediğiniz herhangi bir şeyin tadının beyninize ulaşması mümkün olmaz; tat duyunuzu tamamen yitirirsiniz.
Bu noktada karşımıza bir gerçek daha çıkar: Bir yiyeceği tattığımızda bir başkasının o yiyecekten aldığı tadın veya bir sesi duyduğumuzda başka birisinin duyduğu sesin bizim algıladıklarımız ile aynı olduğundan emin olmamız mümkün değildir.
Bu gerçekle ilgili olarak Lincoln Barnett şöyle demektedir:
Hiç kimse kendisinin kırmızıyı ya da do notasını duyuşunun başka bir insanınki ile aynı olup olmadığını bilemez.8
Bizler ancak duyu organlarımızın bizlere ilettiği kadarını bilebiliriz. Çünkü dışımızdaki somut gerçekliğe doğrudan ulaşmamız mümkün değildir. Onu da yorumlayan beyindir. Aslına hiçbir koşulda ulaşamayız. Dolayısıyla aynı şeyden söz ettiğimizi düşündüğümüzde dahi, aslında herkesin beyni farklı bir şey algılıyor olabilir. Bunun sebebi algılanan şeyin algılayana bağlı oluşudur.
Dokunma duyumuzun işleyişinde de aynı mantık geçerlidir. Bir cisme dokunduğumuzda dokunma alıcılarımız dış dünyayı ve nesneleri tanımamıza yardımcı olacak bilgileri derideki duyu sinirleri aracılığıyla beyne ulaştırır. Dokunma hissi beynimizde oluşur. Zannedildiği gibi dokunma hissini algıladığımız yer parmak uçlarımız ya da derimiz değil, yine beynimizdeki dokunma merkezidir. Bizler nesnelerden gelen elektriksel uyarıların beynimizde değerlendirilmesi sonucu sertlik ya da yumuşaklık, sıcaklık ya da soğukluk gibi, nesneleri tanımlayan farklı farklı hisler duyarız. Hatta bir cismi tanımaya yarayan her türlü detayı bu uyarılar sonucunda elde ederiz. Ünlü bilim felsefecisi Bertrand Russell bu konuda şunları söyler:
…Parmaklarımızla masaya bastığımız zamanki dokunma duyusuna gelince, bu parmak uçlarındaki elektron ve protonlar üzerinde bir elektrik etkisidir. Modern fiziğe göre, masadaki elektron ve protonların yakınlığından oluşmuştur. Eğer parmak uçlarımızdaki aynı etki, bir başka yolla ortaya çıkmış olsaydı, hiç masa olmamasına rağmen aynı şeyi hissedecektik.9
Dışımızdaki dünyanın tamamen algılar yoluyla tanınabildiği konusu bilimsel bir gerçektir. George Berkeley İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine İnceleme adlı yapıtında şunları söyler:
"…Görme yoluyla ışık ve renk, onların çeşitli dereceleri ve farklılıkları düşüncesine sahip oluyorum; Dokunma ile yumuşağı ve serti, sıcağı ve soğuğu, hareketi ve direnci algılıyorum…. Koku alma bana kokuları; tat alma tatları, işitme ise sesleri öğretiyor… Bu duyumlardan bazıları bir arada gözlemlendikleri için, onlara ortak bir ad verilir ve onlar bir şey sayılırlar. Böylece örneğin belli bir düzenleniş içerisinde, bir renk, bir tat, bir koku, bir biçim ve bir sertlik birlikte gözlemlendiğinde elma sözcüğüyle belirlenen ayrı bir şey olarak tanınır; öteki düşünce dermeleri, taş, ağaç, kitap ve öteki duyumlanabilir şeyleri meydana getirirler…."10
Dolayısı ile görme, duyma, koku alma, tat ve dokunma ile ilgili merkezlerdeki bilgileri değerlendiren beynimiz, yaşamımız boyunca maddenin bizim dışımızdaki "aslı" ile değil, beynimizde oluşan şekilleri ile karşı karşıya kalmaktadır. Oysa biz beynimizde meydana gelen görüntüleri, dışarıdaki gerçek madde zannederek yanılırız. Ancak kitap boyunca görüldüğü gibi, böyle bir yanılgıya düşmeyip bu gerçeği fark eden düşünürler ve bilim adamları da elbetteki çıkmıştır.
Hatta ünlü Türk materyalistlerden Ali Demirsoy dahi yeri geldiğinde bu gerçeği itiraf etmekten çekinmemiştir:
Ama gerçekte evrende ne gördüğümüz gibi ışık, ne işittiğimiz gibi ses ve ne de algıladığımız gibi bir sıcaklık mevcuttur. Yani duyu organlarımız dış çevre ile beyin arasında bizi yanıltmakta ve beyinde gerçekle ilgisi olmayan yorumlara neden olmaktadır.11


Bütün Yaşantımız Beynimizin İçinde mi Geçiyor?

Yukarıda anlattığımız fiziksel gerçekler bizi tartışılmaz bir sonuca ulaştırır: Bizim gördüğümüz, dokunduğumuz, duyduğumuz ve adına "dünya" ya da "evren" dediğimiz maddesel bütün, sadece ve sadece beynimizde oluşan elektrik uyarılarıdır. Dolayısıyla, örneğin ayran içen biri, aslında ayranın beynindeki algısıyla muhatap olur, aslıyla değil. Kişinin "ayran" diye nitelendirdiği şey, ayranın beyaz görüntüsünün, tuzlu tadının, sıvı hissinin elektriksel bilgiler olarak beyinde algılanmasından ibarettir. Çikolata yerken de durum daha farklı olmaz; çikolatanın biçimi, tadı, kokusu ve sertliğine ait elektriksel bilgi beyinde algılanır. Eğer beyne giden görme sinirini keserseniz, çikolata görüntüsü bir anda yok olur. Veya burundaki algılayıcılardan beyne uzanan sinirdeki bir kopukluk, koku algınızı tamamen ortadan kaldırır.
Çünkü gördüğünüz ağaç, kokladığınız nesneler, tattığınız çikolata, içtiğiniz ayran vb., beynin birtakım elektrik uyarılarını yorumlamasından başka bir şey değildir.
Burada üzerinde düşünülmesi gereken ve insanlar açısından yanıltıcı olabilecek ayrı bir nokta da uzaklık hissidir. Uzaklık, örneğin bu kitapla aranızdaki mesafe, beyninizde meydana gelen bir boşluk hissinin algılanmasından başka bir şey değildir. Bir insanın kendisinden çok uzakta sandığı maddeler de aslında beyninin içindedir. Örneğin insan göğe bakıp yıldızları seyreder ve bunların kendinden milyonlarca ışık yılı uzakta olduğunu sanır. Oysa yıldızlar onun içinde; beynindeki görüntü merkezindedir. Bir yolculuk esnasında uçaktan aşağıdaki bir şehre bakar ve kilometrelerce ötede olduğunu düşünür. Halbuki bütün o uçsuz bucaksız genişlik ve alabildiğine büyük şehir, içindeki insanlarla birlikte yine beynindedir.
Kaldı ki bugün tüm bilimsel veriler, idrak ettiğimiz görüntünün beynimizde olduğunu tartışılmayacak bir biçimde ortaya koymaktadır.
Ancak bu noktada insanları yanıltan çok önemli bir faktör vardır: Bedeninizi görmeniz, sizi odanın içinde olduğunuza inandırır. Ancak şunu unutmayın; bedeniniz de beyninizde oluşan bir görüntüdür. Bu konuda Bertrant Russel şöyle der:
Doğrudan doğruya fizik bilimiyle ilgili olarak söyleyebileceğimiz şey, şimdiye kadar bedenimiz dediğimiz nesnenin aslında, hiçbir fiziksel gerçeğe tekabül etmeyen incelikle işlenmiş bilimsel bir yapı olduğudur.12
Gerçek çok açıktır; eğer biz dış dünyayı ancak duyu organlarımız aracılığıyla hissedebiliyorsak, bedenimizi de dış dünyadan ayrı tutmamızın yani bedenimize ayrı bir varlık vermemizin hiçbir tutarlı gerekçesi olamaz.
Çünkü vücudumuzu da bize tanıtan, beynimize ulaşan elektriksel uyarılar (impulslar)dır. Bu uyarılar da diğerleri gibi beynimizde birtakım duygulara, hislere çevrilir. Örneğin ellerimizle vücudumuza dokunduğumuzda meydana gelen dokunma hissi, yer çekiminin oluşturduğu ağırlık hissi, vücudumuzdan yansıyan ışık ışınlarının oluşturduğu görme hissi vs… Bütün bu olaylar beyin tarafından bir "hisler topluluğu" olarak değerlendirilir. Ve biz vücudumuzu hissederiz. Bu bilimsel gerçeklerden de anlaşılmaktadır ki biz ömrümüz boyunca asıl vücudumuzla değil, beynimize ulaşan vücudumuza ait hislerle muhatap oluruz. Bu uyarılar idrakımızda "vücudumuz" olarak değerlendirilir.
Tüm diğer algılarımız için de aynı durum geçerlidir. Örneğin siz yan odadaki televizyonun sesini duyduğunuzu sanarken aslında beyninizin içindeki sesle muhatapsınızdır. Ne yanda bir oda olduğunu, ne de o odadaki bir televizyondan ses geldiğini ispatlamanız mümkün değildir. Metrelerce uzaktan geldiğini sandığınız ses de, hemen yanınızdaki kişinin konuşması da aslında beyninizdeki birkaç santimetrekarelik duyma merkezinde algılanmaktadır. Bu algı merkezinin dışında sağ, sol, ön, arka gibi bir kavram yoktur. Yani ses sağdan, soldan veya havadan size ulaşmaz; sesin geldiği bir yön yoktur.
Algıladığınız kokular da böyledir; hiçbiri uzak bir mesafeden size ulaşmaz. Koku alma merkezinizde oluşan etkileri, dışarıdaki maddelerin kokusu zannedersiniz. Oysa bir gülün görüntüsü nasıl ki görme merkezinizin içindeyse, o gülün kokusu da aynı şekilde koku alma merkezinizin içindedir; dışarıda ne gül vardır, ne de ona ait bir koku..
Aynı gerçekler sıcaklık için de söz konusudur. Yaşadığı çağın önde gelen filozoflarından olan George Berkeley sıcaklık ve soğukluk gibi duyumların zihin dışında var sayılamayacağını şu örnekle açıklar:
...diyelim ki (senin) ellerinden biri sıcak, öteki soğuktur. Ortalama sıcaklıkta bir su kabına iki elini birden daldırdın. Kaptaki su bir eline soğuk öteki eline sıcak gelmeyecek mi?13
Berkeley tespitinde haklıdır. Eğer bu nitelikler maddenin kendinde olmuş olsa iki elin de aynı şeyi hissetmesi gerekir.
Çünkü algılarımızın bize tanıttığı "dış dünya", aynı anda beynimize ulaşan elektrik sinyallerinin bütününden başka bir şey değildir. Beynimiz hayatımız boyunca bu sinyalleri değerlendirir ve yorumlar. Biz de bunları maddenin "dışarıdaki" aslı sanarak yanıldığımızın farkında olmadan bir ömür süreriz. Yanılırız, çünkü algılarımızla maddenin kendisine asla ulaşamayız. Bu nokta son derece önemlidir.
Çünkü, "dış dünya" sandığımız sinyalleri yorumlayıp anlamlı hale getiren de, yine bizim beynimizdir. Örneğin duyma algısını ele alalım. "Dış dünya"daki ses dalgalarını ritme çeviren aslında beynimizdir. Yani müzik, beynimizin oluşturduğu bir algıdır. Renkleri görürken de aslında gözümüze ulaşan sadece ışığın farklı dalga boylarıdır. Bu farklı dalga boylarını renklere çeviren yine beynimizdir. "Dış dünyada" renk yoktur. Ne limon sarı, ne gökyüzü mavi, ne de ağaçlar yeşildir. Onlar, sadece biz öyle algıladığımız için öyledirler. "Dış dünya", tamamen algılayana bağlıdır. Nitekim renk körlüğü bunun önemli bir ispatıdır. Gözdeki retinada oluşan küçük bir bozukluk renk körlüğüne sebep olur. Bu durumda kimi insan maviyi yeşil, kimisi kırmızıyı mavi, kimisi de renkleri grinin çeşitli tonları şeklinde algılar. Artık dışarıdaki nesnenin renkli olup olmaması önemli değildir.
Ünlü düşünür Berkeley de bu gerçeğe şu sözleriyle dikkat çekmektedir:
Kısaca, aynı şeyler, aynı zamanda bazıları için kırmızı, bazıları için sıcak başkaları için tam tersi olabiliyorsa, bu demektir ki biz yanılsamaların etkisindeyiz ve 'şeyler' ancak bizim zihnimizde vardır...14
Sonuç olarak; biz nesneleri onlar renkli olduğundan ya da dışarıda maddi bir varlığa sahip olduklarından renkli görüyor değiliz. Eğer renkler bizim dışımızda olsaydı renk körlüğü diye bir hastalığın olmaması gerekirdi. Kısacası, varlıklara yüklediğimiz tüm nitelikler, "dış dünyada" değil, içimizdedir.


"Dış Dünya"nın Varlığı Şart mı?

Buraya kadar beynimizde oluşan bir algılar dünyasının varlığından ve bu dünyaya hiçbir zaman ulaşamayacağımızdan söz ettik. Peki böyle bir dünyanın gerçekten var olduğunu nasıl bilebiliriz?
Elbette ki bilemeyiz. Aksine, her nesne yalnızca algıların bir toplamı olduğuna, algılar da sadece zihinde var olduğuna göre, var olan tek dünyanın sadece algılardan ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Tanıdığımız tek dünya, zihnimizin içinde olan, orada şekillendirilen, seslendirilen ve renklendirilen, kısacası zihnimizde meydana gelen dünyadır ve bizim emin olabileceğimiz tek dünya da yine budur.
Beynimizde seyrettiğimiz algıların maddesel karşılıkları olduğunu asla ispatlayamayız. Bu algılar pekala "yapay" bir kaynaktan geliyor olabilir.
Bunu şöyle bir örnekle zihnimizde canlandırabiliriz:
Önce, beyninizi vücudunuzun dışına çıkarıp, cam bir küpün içinde suni olarak yaşattığımızı düşünelim. Bir de bunun yanına, her türlü elektrik sinyalinin üretilebildiği bir bilgisayar yerleştirelim. Sonra, herhangi bir ortama ait görüntü, ses, koku, sertlik- yumuşaklık, tat ve vücut görüntüsü gibi verilerin elektrik sinyallerini yapay olarak bu bilgisayarda üretelim ve kaydedelim. Mesela ıssız bir dağın zirvesinde, vücudunuzun dışına çıkardığımız beyninize böyle bir deney uygulayalım. Son olarak bu bilgisayarı sinir görevi görecek elektrik kablolarıyla beyninizdeki algı merkezlerine bağlayalım ve burada kayıtlı olan sinyalleri dağın zirvesindeki beyninize ulaştıralım. Bu sinyalleri algıladıkça beyniniz (bir başka deyimle "siz"), bunların karşılığı olan ortamı görecek ve yaşayacaktır. Örneğin, bir stadyumda oynanan futbol maçına ait akla gelen her türlü özellik -duyu organları vasıtasıyla algılanabilecek şekilde- üretilmiş ya da kaydedilmiş olsun.. Dağın zirvesinde bir tek beyninizle, beyninize bağlı bu kayıt cihazı olduğu halde, kendinizi yapay olarak meydana getirilen bu mekanın içinde yaşıyor hissedersiniz. Maçta olduğunuzu düşünür, tezahürat yapar, kimi zaman kızar, kimi zaman ise sevinirsiniz. Hatta kalabalığın etkisiyle sık sık yanınızdaki insanlarla çarpışır, böylece onların varlığını da hissedersiniz. İlginç olan; her şey öylesine canlıdır ki, böyle bir ortamın ve kendi bedeninizin varlığından asla şüphelenmezsiniz. Ya da bir masada otururken algıladığınız bütün görme, işitme, dokunma gibi duyuların elektriksel karşılıklarını beyninize gönderdiğimizde, beyniniz kendisini bürosunda oturmakta olan bir iş adamı sanacaktır. Bilgisayardan gelen uyarılar devam ettikçe de bu hayali dünya devam edecektir. Sadece beyinden ibaret olduğunuzu anlamanız ise hiçbir zaman mümkün olmaz. Çünkü beynin içinde bir dünya oluşması için gerekli olan, gerçek bir dünyanın var olması değil, sadece birtakım uyarıların olmasıdır. Bu uyarıların yapay bir kaynaktan, örneğin bir kayıt cihazından ya da daha farklı bir algı kaynağından geliyor olması ise pekala mümkündür. Bu konuda yapılan deneyler ise bu gerçeği bir kere daha ortaya koymaktadır.
Nitekim bu konuda Amerika'da Cleveland Hastanesinden Dr. White, elektronik uzmanı arkadaşları ile birlikte, "Siborg"un yaşatılması işleminde büyük bir başarı sağlamıştı. Dr. White, bir maymunun beynini, izole ederek kafatasından ayrı bir yerde oksijen ve kan ile besleyebilmişti. Suni olarak yapılmış bir "Kalp Akciğer Makinesi"ne bağlı olan beyin, bu durumda beş saat yaşatılmıştı. Bu izole edilmiş beynin bağlı bulunduğu Elektro Ensafelogram aygıtı, çevrede yapılan gürültülerin, bu beyin tarafından duyulduğunu ve buna karşı tepki gösterdiğini, E.E.G. kayıtlarında belirlemişti.15
Görüldüğü gibi dışarıdan verilen yapay uyarılar yoluyla da pekala bir dış dünya algılamanız mümkündür. 5 duyunuz yardımıyla algılayacağınız semboller bunun için yeterli olmaktadır. Bu semboller dışında geriye dış dünya diye bir şey kalmaz.
Maddesel karşılıkları olmayan algıları gerçek sanarak yanılmamız çok kolaydır. Bu gerçeği rüyalarımızda sık sık yaşarız. Rüyada tamamen gerçek gibi duran olaylar yaşar, insanlar, nesneler, ortamlar görürüz. Ama hepsi birer algıdan başka bir şey değildir. Rüya ile "gerçek dünya" arasında ise temel bir fark yoktur; her ikisi de zihinde yaşanır.


Algılayan Kim?

Buraya kadar anlattığımız gibi, içinde yaşadığımızı sandığımız ve "dış dünya" olarak bildiğimiz maddesel dünyanın aslında beynimizde oluştuğuna kuşku yoktur. Ama asıl önemli soru burada ortaya çıkar. Acaba bu algıları algılayan irade, beynin kendisi midir?
Beyni analiz ettiğimizde karşımıza, diğer canlı organlarda da bulunan protein ve yağ molekülleri çıkar. Bu moleküllerin özü ise bilindiği gibi aslında atomlardır. Yani beyin dediğimiz et parçasında, görüntüleri seyredecek, bilinci oluşturacak, kısacası "ben" dediğimiz şeyi yaratabilecek bir şey yoktur.
R.L.Gregory beynin içinde görüntünün algılanması ile ilgili insanların düştükleri bir yanılgıyı şöyle dile getirmektedir:
Gözlerin beyinde resimler oluşturduğunu söylemeye yönelik bir eğilim söz konusudur, fakat bundan kaçınmak gerekir. Beyinde bir resim oluştuğu söylenirse bunu görmesi için içte bir göz daha olması gerekir -fakat bu gözün resmini görebilmek için bir göze daha ihtiyaç olacaktır,... ve bu da sonsuz bir göz ve resim olması anlamına gelir. Bu mümkün olamaz.16
Maddeden başka bir varlığı kabul etmeyen materyalistlerin içinden çıkamadıkları asıl nokta burasıdır: Gören, gördüğünü algılayan ve tepki veren "içteki göz" kime aittir?
Karl Pribram da bilim ve felsefe dünyasında, algıyı hissedenin kim olduğu ile ilgili bu önemli arayışa dikkat çekmiştir:
Yunanlılardan beri, filozoflar "makinenin içindeki hayalet", "küçük insanın içindeki küçük insan", vb. üzerine düşünüp durmuşlardı. Ben" -beyni kullanan varlık- nerededir? Asıl bilmeyi gerçekleştiren kim? Assisi'li Aziz Francis'in de söylemiş olduğu gibi: "Aradığımız şey bakanın ne olduğudur."17
Şimdi şunu düşünün: Elinizdeki kitap, içinde oturduğunuz oda, kısaca önünüzdeki bütün görüntüler beyninizin içinde görülmektedir. Peki bu görüntüleri atomlar mı görüyor? Hem de kör, sağır, bilinçsiz atomlar... Cansız ve bilinçten yoksun atomlar nasıl hisseder, nasıl görürler? Neden atomların bir kısmı bu görme özelliğini kazanmış da, diğerleri kazanamamış?... Düşünmemiz, kavramamız, hatırlamamız, sevinmemiz, üzülmemiz, bütün bunlar bu atomların arasındaki kimyasal reaksiyonlardan mı ibaret? Hayır, tüm bunları yapan irade beyin olamaz.
Daha önceki bölümlerde "dış dünya" dediğimiz algılar bütününe kendi bedenimizin de dahil olduğunu söylemiştik. Bu durumda beynimiz de bedenimizin bir parçası olduğuna göre, o da algılar bütününün bir parçasıdır. Beynin kendisi bir algı olduğuna göre de, diğer algıları algılayan irade o olamaz.
Bertrant Russel Rölativite'nin Alfabesi isimli eserinde, "Kuşku yok ki, madde genel olarak bir oluşlar grubu olarak yorumlanacaksa, bunu göze, optik sinire ve beyine de uygulamak gerekir."18 diyerek bu gerçeğe dikkat çekmektedir.
Açıktır ki, gören, duyan, işiten ve hisseden varlık, madde ötesinde bir varlıktır. Çünkü madde düşünemez, hissedemez, mutlu olup, hüzünlenemez. Salt bedenle bunları yapmak mümkün değildir. O halde bu varlık ne madde, ne de görüntü değildir ama "canlı"dır. Bu varlık vücut görüntümüzü kullanarak önündeki "ekranla" muhatap olur.
Rüya ile ilgili bir örnek konuyu daha iyi açıklayabilir. Rüyayı, -şimdiye kadar olan anlatımımıza uygun olarak- beynimizin içinde seyrettiğimizi düşünelim. Rüyada hayali bir bedenimiz olacaktır. Hayali bir kolumuz, hayali bir gövdemiz, hayali bir gözümüz ve de hayali bir beynimiz. Rüya sırasında bize "nerede görüyorsun?" gibi bir soru gelse vereceğimiz cevap "beynimde görüyorum" olacaktır. Beynimizin nerede ve nasıl bir şey olduğu sorulsa, hayali elimizle hayali bedenimizdeki, hayali kafatasımızı tutup "beynim bu kafatasının içindeki bir kilodan biraz daha ağır bir et parçasıdır" cevabını veririz.
Ama ortada gerçek bir beyin yoktur. Sadece hayali bir kafatası ve hayali bir beyin vardır. Rüyamızdaki görüntüyü gören irade ise, rüyadaki hayali beyin değil, ondan daha "ötede" olan bir varlıktır.
Rüyadaki ortamla gerçek hayat dediğimiz ortam arasında herhangi bir fiziksel fark olmadığını biliyoruz. Öyleyse, bize gerçek hayat dediğimiz ortamda, "nerede görüyorsun?" sorusu sorulduğunda da üstteki örnekteki gibi "beynimde" cevabını vermenin fazla bir anlamı yoktur. Her iki durumda da gören ve algılayan irade, bir et parçası niteliğindeki beyin değildir. Bu gerçeğin farkına varan Bergson, Madde ve Bellek isimli kitabında; "dünya imgelerden yapılmıştır, bu imgeler ancak bizim bilincimizde vardır; beynin kendisi de bu imgelerden birisidir."19 der.
Şu halde beyin de dış dünyaya dahil olduğuna göre tüm bunları algılayan bir irade olması gerekir. İşte bu varlık "ruh"tur.
"Maddesel dünya" dediğimiz algılar bütünü, işte bu ruh tarafından seyredilen bir hayalden ibarettir. Nasıl rüyamızda sahip olduğumuz bedenimizin ve rüyamızda gördüğümüz maddesel dünyanın bir gerçekliği yoksa, içinde yaşadığımız evrenin ve sahip olduğumuz bedenin de maddesel bir gerçekliği yoktur. İngiliz felsefeci David Hume bu gerçek üzerindeki düşüncelerini şöyle ifade etmiştir:
Çok samimi olarak, kendim dediğim şeye dahil olduğum zaman ben sıcak ya da soğuğa, ışık ya da gölgeye, aşk ya da nefrete, acı ya da lezzete dair özel bir algıya ya da başka bir şeye daima rastlarım. Ben bir algı olmaksızın herhangi bir zamanda kendimi asla yakalayamam ve asla algıdan başka bir şeyi gözleyemem.20
Gerçek olan varlık, ruhtur. Madde ise, sadece ruhun gördüğü algılardan ibarettir. Bu satırları yazan ve okuyan akıllı varlıklar da, birer atom ve molekül yığını —ve bunların arasındaki kimyasal reaksiyonlar— değil, birer "ruh" tur.


Gerçek Mutlak Varlık

Tüm bu gerçekler, bizi çok önemli bir soruyla daha karşı karşıya getirir: Madem maddesel dünya olarak tanıdığımız şey gerçekte ruhumuzun gördüğü algılardan ibarettir, o halde bu algıların kaynağı nedir?...
Bu soruya cevap verirken dikkat edilmesi gereken gerçek şudur; maddenin kendi başına bağımsız bir varlığı yoktur. Madde bir algı olduğuna göre, "yapay" bir şeydir. Yani bu algının bir başka güç tarafından yapılması, daha açık bir ifadeyle yaratılması gerekir. Hem de sürekli olarak. Eğer sürekli bir yaratma olmazsa, madde dediğimiz algılar da yok olur gider. Bu, bir televizyon ekranında görüntünün devam edebilmesi için, yayının da sürekli devam etmesi gibidir.
Peki kim bizim ruhumuza yıldızları, dünyayı, bitkileri, insanları, bedenimizi ve gördüğümüz diğer her şeyi sürekli olarak seyrettirmektedir?
Çok açıktır ki, içinde yaşadığımız tüm maddesel evreni, yani algılar bütününü yaratan ve sürekli yaratmaya devam eden üstün bir Yaratıcı vardır. Bu Yaratıcı, bu denli görkemli bir yaratılış sergilediğine göre de, sonsuz bir güç ve bilgi sahibidir.
Nitekim o Yaratıcı, bize Kendisi'ni tanıtır. Yarattığı algılar evreni içinde bir de kitap yaratmıştır ve bu kitap yoluyla bize Kendisi'ni, evreni ve bizim neden var olduğumuzu anlatır.
O Yaratıcı Allah, kitabının ismi ise Kuran'dır.
Göklerin ve yerin, yani evrenin sabit ve kararlı olmadığı, sadece Allah'ın yaratmasıyla varlık buldukları ve O yaratmayı durdurduğunda yok olacakları bir ayette şöyle ifade edilir:

Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, kendisinden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim'dir, bağışlayandır. (Fatır Suresi, 41)
Girişte de belirttiğimiz gibi, insanların çoğu, Allah'ın gücünü kavrayamadıklarından, O'nu göklerde bir yerde bulunan ve dünya işlerine müdahale etmeyen bir varlık olarak düşünürler. Bu mantığın temeli, evrenin bir maddeler bütünü olduğu, Allah'ın ise bu maddelerin "dışında" bir yerlerde bulunduğu şeklindedir.
Oysa, şimdiye dek incelediğimiz gibi, madde bir algıdan ibarettir. Gerçek mutlak varlık ise Allah'tır. Yani var olan sadece Allah'tır, O'ndan başka her şey gölge varlıklardır. Böyle olunca da, bazı insanların iddia ettiği gibi Allah'ın, madde topluluğunun "dışında" bir yerlerde olması gibi bir şey söz konusu olamaz. Çünkü zaten varlık anlamında madde diye bir şey yoktur. Allah "her yerde"dir ve her yeri kaplamaktadır. Bu gerçek Kuran'da şöyle açıklanır:

Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)

Allah'ın mekandan münezzeh olduğu ve her yeri çepeçevre kuşattığı gerçeği bir başka ayette de şöyle belirtilmektedir:

Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah kuşatandır, bilendir. (Bakara Suresi, 115)

Maddesel varlıklar birer algı olduklarına göre Allah'ı göremezler, ama Allah, kendi yarattığı maddeyi her şekliyle görür. Kuran'da "Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder" denilerek bu gerçek haber verilmektedir. (En'am Suresi, 103)
Yani biz Allah'ın varlığını gözlerimizle algılayamayız ama Allah bizim içimizi, dışımızı, bakışlarımızı, düşüncelerimizi tam olarak kuşatmıştır. Bu nedenle Allah Kuran'da Kendisi'nin "kulaklara ve gözlere malik olan" (Yunus Suresi, 31) olduğunu söylemektedir. O'nun bilgisi dışında biz tek bir söz söyleyemeyiz, hatta tek bir nefes dahi alamayız.
"Dış dünya" sandığımız algıları seyrederken, yani hayatımızı sürerken de, bize en yakın olan varlık, herhangi bir algı değil, Allah'ın Kendisi'dir. Kuran'da yer alan "Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız" ayetinin sırrı da bu gerçekte gizlidir. (Kaf Suresi, 16) Bir insan kendi bedeninin "madde"den oluştuğunu zannettiğinde bu önemli gerçeği kavrayamaz. Çünkü örneğin "kendi" zannettiği yer beyniyse, dışarısı olarak kabul ettiği yer kendisine 20-30 cm. gibi belirli bir uzaklıkta olur. Bu mantığa göre hiçbir şey kendisine şahdamarından daha yakın olamaz. Ama madde diye bir şeyin var olmadığını, her şeyin hayal olduğunu kavradığında, artık dışarısı, içerisi, uzak, yakın gibi kavramlar anlamsızlaşır. Allah kendisini çepeçevre kuşatmıştır ve ona "sonsuz yakın"dır.
Allah insanlara "sonsuz yakın" olduğunu, "kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım..." ayeti ile de bildirir. (Bakara Suresi, 186) Bir başka ayette geçen, "Muhakkak Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır" ifadesi de yine aynı gerçeği haber verir. (İsra Suresi, 60) Buna rağmen insan kendisine en yakın olan varlığın yine kendisi olduğunu sanarak yanılır. Oysa Allah bize, kendimizden bile daha yakındır.
"Hele can boğaza gelip dayandığında, ki o sırada siz (sadece) bakıp-durursunuz, Biz ona sizden daha yakınız; ancak görmezsiniz." ayetiyle de insana en yakın varlığın Allah olduğu gerçeğine dikkat çekilmiştir. (Vakıa Suresi, 83-85) Gerçekten de ölüm döşeğindeki ya da hasta yatağındaki bir insan büyük bir yanılgıyla, o an kendisine en yakın varlığın başucundaki doktoru veya ona sarılan annesi ya da elini tutan, kendisine dokunan bir yakını olduğunu düşünebilir. Ancak ayette de bildirildiği gibi Allah o sırada kendisine hepsinden daha yakındır. Fakat insanlar gözleriyle görmedikleri için bu olağanüstü gerçekten habersiz yaşarlar.
Tüm bu anlatılanlardan çıkan ana sonuç; tek ve gerçek mutlak varlığın Allah olduğudur. Allah ilmiyle, bir gölge varlık olan insanı ve diğer her şeyi kuşatmıştır. Ayette de: "Sizin ilahınız yalnızca Allah'tır ki, O'nun dışında ilah yoktur. O, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır." denilerek bu gerçeğe işaret edilmektedir. (Taha Suresi, 98) Allah Kuran'da yer alan diğer bir ayette de insanları böyle bir gaflete karşı şöyle uyarmıştır:

Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O, her şeyi sarıp-kuşatandır. (Fussilet Suresi, 54)

Öte yandan, bir gölge varlıktan başka bir şey olmayan insan, her şeyiyle Allah'a bağımlıdır, müstakil bir güç ve iradeye sahip olması da mümkün değildir. Nitekim "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz." (İnsan Suresi, 30) ayetinde bu gerçek ifade edilmektedir. Yaşadığımız tüm olayların Allah'ın kontrolü altında gerçekleştiğini gösteren diğer bir ayet de "sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır" ayetidir. (Saffat Suresi, 96) Kuran'da bu gerçek birçok yerde bildirilmekte ve "... attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı..." ayetiyle, hiçbir fiilin Allah'tan bağımsız olmadığı vurgulanmaktadır. (Enfal Suresi, 17) İnsan gölge varlık olduğu için atma eylemini yapan kendisi olamaz. Ancak Allah bu gölge varlığa kendisinin attığı hissini vermektedir. Gerçekte ise tüm fiilleri gerçekleştiren Allah'tır. Bu durumda kişinin yaptığı işleri kendisine ait fiiller olarak kabul etmesi, yaptığı her şeyi kendisinin yaptığını zannetmesi, hatta kendisini müstakil gücü olan bir varlık sanması ve bu gücüne güvenmesi açıkça kendini aldatmasıdır. Çünkü görüldüğü gibi insan her şeyiyle Allah'ın kontrolü altında olan bir varlıktır.
Gerçek budur. Bir insan bunu kabullenmek istemeyebilir, kendisini Allah'tan bağımsız bir varlık sanmaya devam edebilir, ama bu hiçbir şeyi değiştirmez. Kuran'da da bu gerçeğe şöyle işaret edilir:

Peki onlar, Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde her ne varsa -istese de, istemese de- O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülmektedirler. (Al-i İmran Suresi, 83)


Allah Her Şeyi Bilendir

Allah'ın Muhit sıfatı "Her şeyi kuşatan" anlamındadır. Allah her şeyi kuşattığı için insanların yaşadığı her şeyi de en iyi bilendir. Ağrıyı, acıyı, sevgiyi, hazzı, üzüntüyü, sevinci, gülmeyi, ağlamayı tüm bu duyguları yaratan Allah'tır ve dolayısıyla Allah tüm bunları çok iyi bilir. Bildiği için yaratır ve kullarına dilediği miktarda tattırır. Fakat burada şu nokta çok iyi anlaşılmalıdır: Allah bu acı ve eksikliklerden tamamen uzaktır. Allah'ın Kuran'da belirtilen bir sıfatı da Kuddüs'tür ve Kuddüs "hatadan, gafletten, acizlikten ve her türlü eksiklikten çok uzak, pek temiz" anlamındadır. Allah'ın neden acılardan, ağrılardan etkilenmediği böylece daha iyi anlaşılır.
Allah'ın Kuran'da yer verilen sıfatlarından biri de Müteali'dir ve anlamı "yaratılmışlar hakkında aklın mümkün gördüğü her şeyden her hal ve tavırdan pek yüce"dir. Bu gerçek Allah'ın her yeri ve her şeyi kuşattığı, her şeyin gizlisini de gizlinin gizlisini de bildiği anlamına gelir. Üstelik bu, gerçek anlamda bir bilmedir. Allah'ın üstünlüğünü, yüceliğini anlamak için bu konuyu iyi kavramak gerekir. Allah'ın yaşadığımız ağrıları, acıları ve yaşadığımız her türlü duyguyu biliyor olması aynı zamanda Allah'ın bize şahdamarımızdan da yakın olduğu gerçeğini bir kez daha anlamamızı sağlar. Allah insanı her yerde görür. Kuytu, gizli, kapalı, kimsenin görmediği bir yerde tek başına olsa da, çok gizli bir iş üzerinde olduğunu düşünse de Allah onu görür. Allah'ın her şeyden haberdar olduğu Kuran'da şöyle ifade edilmiştir :

Onlar bilmiyorlar mı ki, elbette Allah, onların gizli tuttuklarını da, fısıldaştıklarını da biliyor. Gerçekten Allah, gaybın bilgisine sahip olandır. (Tevbe Suresi, 78)

Allah bütün sözleri duyar, öyle ki insan gizlice sağlam kapıların, duvarların ardında fısıldaşdığını düşündüğü anda da Allah onu duyar. Allah kalbinden geçeni, gizleyip de kimseye söylemediklerini bildiği gibi bilinçaltında olup, insanın kendisinin dahi farkına varmadığı yönlerini de bilmektedir. Kuran'da bu gerçeklere dikkat çekilmiştir:

Sözü açığa vursan da, (gizlesen de birdir). Çünkü şüphesiz O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilmektedir. (Taha Suresi, 7)


Sahip Olduğunuz Her Şey Aslında Hayaldir...

Açıkça görüldüğü gibi, "dış dünya"nın maddesel bir gerçekliğe sahip olmadığı, Allah'ın sürekli ruhumuza gösterdiği görüntüler bütünü olduğu bilimsel ve mantıksal bir gerçektir. Ne var ki insanlar genelde "dış dünya" kavramının içine her şeyi dahil etmezler, ya da etmek istemezler.
Bu konuda biraz samimi ve cesur düşünecek olursanız, evinizin, içindeki eşyalarınızın veya antikalarınızın, yazlığınızın, yeni aldığınız arabanızın, ofisinizin, mücevherlerinizin, bankadaki hesabınızın, gardrobunuzun, eşinizin, çocuklarınızın, iş arkadaşlarınızın ve sahip olduğunuz diğer şeylerin de size gösterilen bu "hayali dış dünya"ya dahil olduğu gerçeğini fark edersiniz. Etrafınızda gördüğünüz, duyduğunuz, kokladığınız kısacası beş duyunuzla algıladığınız her şey bu "hayali dünya"ya aittir; en sevdiğiniz sanatçının sesi, oturduğunuz iskemlenin sertliği kokusu hoşunuza giden bir parfüm, sizi ısıtan güneş, renkleriyle göz alıcı bir çiçek, pencerenizin dışında uçan bir kuş, denizin üzerinde hızla ilerleyen sürat motoru, bol ürün veren bahçeniz, işinizde kullandığınız bilgisayar ya da dünyadaki en kaliteli teknolojiye sahip müzik setiniz...
Gerçek budur, çünkü dünya yalnızca insanı denemek için yaratılan bir görüntüler bütünüdür. İnsanlar kısa yaşamları boyunca aslında gerçekliği olmayan algılarla denenirler. Bu algılar insanlara özellikle süslü ve çekici gösterilir. Bu gerçek, Kuran'da şöyle haber verilmektedir:
Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır. (Al-i İmran Suresi, 14)

İnsanların çoğu sahip oldukları ya da olmaya çalıştıkları malların, paraların, yığdıkları altınların, gümüşlerin, dolarların, mücevherlerin, taşıdıkları hesap cüzdanlarının, kredi kartlarının, kullandıkları dolaplar dolusu kıyafetlerin, son model arabaların, kısacası her türlü zenginliğin büyüsüyle dinlerini bir kenara bırakır, ahireti unutur ve yalnızca dünyaya yönelirler. "İşim var", "ideallerim var", "sorumluluklarım var", "vaktim kısıtlı", "yetiştirmem gereken işler var", "ileride yapacağım" diyerek, dünyanın "süslü ve çekici" yüzüne aldanarak namaz kılmaz, mallarını fakirlere vermez, ahirette kazanç sağlayacakları ibadetlere yönelmezler. Aksine yalnızca dünyada kazanç sağlamaya çalışarak ömürlerini tüketirler. "Onlar, dünya hayatından dışta olanı bilirler, ahiretten ise gafil olanlardır" ayetinde işte tam bu yanılgı tarif edilir. (Rum Suresi, 7)
Kitabın bu bölümünde anlattığımız gerçek, yani her şeyin bir görüntü olduğu gerçeği ise, bütün bu hırsları ve bağlılıkları anlamsızlaştırması açısından çok önemlidir. Çünkü bu gerçeğin anlaşılması, insanların sahip oldukları ve olmaya çalıştıkları her şeyin, hırsla edindikleri mülklerinin, varlıklarıyla övündükleri çocuklarının, kendilerine en yakın sandıkları eşlerinin, arkadaşlarının, en sevdikleri bedenlerinin, bir üstünlük olarak gördükleri mevkilerinin, okudukları okulların, geçirdikleri tatillerin birer hayalden ibaret olduğunu göstermektedir. Bu durumda bütün bunlar adına yapılan hırs, geçirilen zaman, harcanan çaba da boşunadır.
O halde bazı insanlar sahip oldukları mal ve mülkleriyle, "yatlarıyla, helikopterleriyle, fabrikalarıyla, holdingleriyle, köşkleriyle, arazileriyle" sanki bunlar gerçekten varmışçasına övündükleri zaman küçük düşmektedirler. Yatlarında "kasılarak" dolaşan zenginler, arkadaşlarına arabalarıyla gösteriş yapanlar, zenginliklerini her fırsatta dile getirenler, mevkilerinin kendilerini herkesten üstün kıldığını zannedenler, kıyafetleriyle insanlara sükse yapmaya çalışanlar, tüm yaşamlarını bu tip hırslar ve yarışlar üzerine kuranlar, bunlarla gösteriş yaptıklarını sananlar, aslında gerçek olmayan birtakım hayaller ile gösteriş yaptıklarını anladıklarında ne duruma düşeceklerini düşünmelidirler.
Aslında bunların benzerlerini rüyalarında da sık sık görürler. Rüyalarında da evleri, çok süratli arabaları, son derece değerli mücevherleri, tomar tomar dolarları, yığın yığın altın ve gümüşleri vardır. Rüyalarında da yüksek bir mevkide bulunur, binlerce kişinin çalıştığı fabrikaları olur, pek çok insana hükmedebilecek güçleri olur, herkesin hayran kaldığı kıyafetler giyerler... Ancak nasıl rüyada sahip oldukları ile övünmek onları komik duruma düşürürse, aynı şekilde bu dünyada muhatap oldukları görüntüyle övünmek de buna eşdeğerdir. Rüyalarında gördükleri de, bu dünyada muhatap oldukları da sonuçta zihinlerindeki birer görüntüden ibarettir. Ancak elbette ki bu gerçeği düşünmek gerekir. Ayetin de ifadesiyle bu gerçeğin farkına varan kazanacaktır:

Gerçek şu ki size Rabbinizden basiretler gelmiştir. Kim basiretle-görürse kendi lehine, kim de kör olursa (görmek istemezse) kendi aleyhinedir... (En'am Suresi, 104)

Bunun gibi dünyada yaşadıkları olaylara gösterdikleri tepkiler de, gerçeği anladıklarında insanları utandıracaktır. Kendini kaybetmiş şekilde kavga edenler, bağırıp çağıranlar, dolandırıcılık yapanlar, rüşvet alanlar, sahtekarlık düzenleyenler, yalan söyleyenler, cimrilik yapanlar, insanların canını yakanlar, onları dövüp sövenler, gözü dönmüş saldırganlar, içleri makam mevki hırsı ile dolu olanlar, haset edenler, gösteriş yapmaya çalışanlar, kendilerini yüceltmek için uğraşanlar ve diğerleri, bunları bir hayal dünyasında yaptıklarını fark ettiklerinde rezil olacaklardır.
Bilinmelidir ki, "dünya" dediğimiz görüntüleri yaratan Allah olduğuna göre, bu dünyadaki tüm malın gerçek sahibi de yalnızca Allah'tır. Nitekim bu gerçek Kuran'da özellikle vurgulanır:

Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, her şeyi kuşatandır. (Nisa Suresi, 126)

Gerçekte hayal olan hırslar uğruna dini bir kenara bırakmak ve bunun neticesinde sonsuz yaşamı kaybetmek ise, çok büyük bir akılsızlıktır. Dahası insana sonsuz kayıp getirir. Allah onların bu durumunu şöyle tarif eder:

...Onların onda (dünyada) bütün işledikleri boşa çıkmıştır ve yapmakta oldukları şeyler de geçersiz olmuştur. (Hud Suresi, 16)

Ayette de bildirildiği gibi, hem bütün hırsları, tutkuları boşa çıkmıştır hem de sahip olduklarını sandıkları şeyler bu gerçek karşısında ellerinden gitmiş, bir fayda sağlamamış ve geçersiz olmuştur.
Bu konuda şu nokta çok iyi anlaşılmalıdır: Karşı karşıya olduğumuz gerçek, "tüm bu sahip olduğunuz ve hırsını yaptığınız mallar, zenginlikler, çocuklar, eşler, arkadaşlar, makam-mevki ileride yok olacaktır, o yüzden bir anlamı yoktur" sonucunu ortaya çıkarmamaktadır. "Bu sahip olduklarınızın hiçbiri şu anda zaten yok, hepsi yalnızca bir hayalden ibaret, Allah'ın sizi denemek için gösterdiği birer görüntü" demektedir. Dikkat ederseniz ikisi arasında çok büyük bir fark vardır. Birincisinde kişi, geçici olsa dahi bunların var olduğu yanılgısına düşerek yine de bunlara sahip olma hırsına kapılabilir. Fakat ikincisinde yani her şeyin hayal olması gerçeğinde, kişi bile bile böyle bir şeye kalkıştığında, hem çok küçük düşer, hem de benzeri görülmemiş bir kayba uğrar.
İnsan bu gerçeği şu an kabul etmek istemese ve tüm sahip olduklarını var kabul ederek kendini aldatsa bile, sonuçta ölümünün ardından yeniden dirildiğinde, yani ahirette her şey çok net ortaya çıkacaktır. O gün insanın "görüş gücü keskinleşecek" (Kaf Suresi, 22) ve her şeyi çok daha açık fark edecektir. Ama eğer dünyadaki yaşamını hayali amaçlar peşinde koşarak harcamışsa, orada hiç yaşamamış olmayı dileyecek, "Keşke o (ölüm her şeyi) kesip bitirseydi. Malım bana hiçbir yarar sağlayamadı. Güç ve kudretim yok olup gitti" diyerek helak olacaktır. (Hakka Suresi, 27-29)
Akıllı bir insana düşen ise, tüm kainatın bu en büyük gerçeğini zaman varken burada kavramaya çalışmaktır. Aksi halde bütün ömrünü hayaller peşinde koşmaya harcayıp sonunda büyük bir yıkıma uğrar. Allah, dünyada hayaller (ya da "seraplar") peşinde koşup kendi Yaratıcısı'nı unutan bu insanların son durumlarını şöyle bildirmektedir:

İnkar edenler ise; onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer; susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah'ı bulur. (Allah da) Onun hesabını tam olarak verir. Allah, hesabı çok seri görendir. (Nur Suresi, 39)


Rüyadaki Dünya ile Şimdi Algıladığımız
Dünya Arasındaki Fark Nedir?

İnsanlar için gerçek olan; elle tutulan, gözle görülen şeylerdir. Ama yukarıda duyu organlarımızın bizi yanılttığından söz ettik. Dış dünyanın gerçeğine bilimsel olarak da hiçbir zaman ulaşamayacağımızı vurguladık. Bilimsel açıklamaların yanı sıra içinde yaşadığımız bu algılar evrenini rüya benzetmesiyle açıklamak da mümkündür. Rüyada da "elinizle tutar, gözünüzle görürsünüz", ama gerçekte ne eliniz vardır, ne gözünüz, ne de görülüp-tutulacak bir şey. Bütün bunları beynin dışarısında sağlayan hiçbir maddi gerçeklik yoktur. Açıkça aldanırsınız.
Peki gerçek yaşamla rüyayı ayıran nedir? Gerçek yaşamın sürekli olup, rüyanın kopuk kopuk olması ya da rüyada farklı sebep-sonuç ilişkilerinin bulunması mı? Bunlar temelde önemli farklar değildir. Çünkü sonuçta her iki yaşantı da beynin içinde oluşur.
Rüya sırasında gerçek olmayan bir dünyada rahatlıkla yaşayabiliyorsak, aynı şey pekala içinde bulunduğumuz dünya için de geçerlidir. Rüyadan uyandığımızda gerçek yaşantı dediğimiz daha uzun bir rüyaya başlamadığımızdan hiçbir şekilde emin olamayız. Rüyayı hayal, dünyayı gerçek saymamızın nedeni, sadece alışkanlıklarımız ve ön yargılarımızdır.
Ve bu durum, belki de bir gün, şu anda yaşadığımızı sandığımız dünya hayatından aynen rüyadan uyandırıldığımız gibi uyandırılabileceğimizi gösterir. İşte bu nokta çok önemlidir ve üzerinde mutlaka düşünmek gerekir.
Bunun için rüya örneğini biraz daha derinlemesine düşünmekte yarar vardır. İnsan, rüyasında çok gerçekçi olaylar yaşayabilmektedir. Merdivenden yuvarlanıp bacağını kırabilmekte, ciddi bir trafik kazası geçirebilmekte, bir otobüsün altında kalabilmekte, acıktığında bir pasta yiyip doyabilmektedir. Günlük yaşamda rastlanan olayların benzerleri rüyada da aynı inandırıcılıkla, aynı hislerle yaşanmaktadır. Bu da göstermektedir ki yemek yemek, dokunmak, sertlik hissetmek gibi algılar hiçbir zaman maddenin somut varlığının ispatı olamazlar. Çünkü bu hisler aynı netlikle rüyada da yaşanmaktadır. Ancak maddeyi mutlak varlık olarak kabul eden materyalistler bu noktada büyük bir kavrayış bozukluğuna sahiptirler. Maddenin varlığını ispatlamak için yukarıdakilere benzer örnekler verirler. Çarpık mantıklarına göre taşlara tekme attıklarında ya da tokat yediklerinde acı hissetmeleri, pasta yediklerinde doymaları, insanların otoyolda otobüs gördükleri zaman ezilmemek için kaçmaları maddenin fiziksel varlığının ispatıdır. Anlamakta zorluk çektikleri nokta ise, taşa vurduklarında duydukları acı, pastayı yerken aldıkları tat, otobüs çarpması sırasında yaşanan sertlik ve ağrı gibi bütün algıların da yalnızca zihinde oluştuğudur.
Oysa rüyasında kendisine otobüs çarptığını gören bir kişi yine rüyasında, kaza yaptıktan sonra gözünü hastanede açabilir; sakat kaldığını anlar ama aslında bu bir rüyadır. Yine rüyasında; bir trafik kazasının ardından öldüğünü, ölüm meleklerinin canını aldığını, ahiret hayatının başladığını görebilir. (Bu olay, rüya gibi bir algı olan gerçek dünya hayatında da aynı şekilde yaşanır.)
Rüyasında yaşadığı tüm bu olayların görüntülerini, seslerini, sertlik hissini, acıyı, ışığı, renkleri, her türlü hissi gayet berrak bir şekilde algılamaktadır. Rüyada muhatap olduğu algıların tümü gerçek yaşamdaki kadar doğaldır. Rüyasında yediği bir pasta algılardan ibaret olmasına rağmen karnını doyurur. Çünkü doymak da bir algıdır. Oysa ki, gerçekte o anda kişi karanlık bir odadaki bir yatakta uzanmış durumdadır. Ortada ne merdiven, ne trafik, ne otobüs, ne pasta bulunmaktadır. Rüyadaki kişi, dış dünyada karşılıkları bulunmayan algı ve hisleri yaşamakta ve görmektedir. Rüyada, "dış dünya"da hiçbir maddi karşılığı bulunmayan olayların yaşanıyor, görülüyor, hissediliyor olması, "dış dünya"nın tamamen algılardan oluştuğunu çok net biçimde ortaya koymaktadır. İster rüyada olsun, ister günlük yaşamda olsun, görülen, yaşanılan, hissedilen şeylerin hepsi birer algıdır.
Trafik kazası örneğini ele alalım: Bu kazada, otobüsün altında ezilen kişinin beş duyu organından beynine giden sinirler, bir başka insanın beynine paralel bir bağlantıyla bağlansa, kazadaki kişiye otobüs çarptığı anda, o sırada evinde oturmakta olan kişiye de otobüs çarpacaktır. Daha doğrusu, kaza geçiren adamın yaşadığı hislerin tamamını, bir müzik teybine bağlanan iki ayrı kolondan aynı şarkının dinlenmesine benzer biçimde, evinde oturmakta olan kişi de yaşamaya başlayacaktır. Bu kişi evinde oturduğu halde otobüsün fren sesini, otobüsün vücuduna değmesini, kırık kol ve akan kan görüntülerini, kırık ağrılarını, ameliyathaneye sokuluşunun görüntülerini, alçının sertliğini, kolunun güçsüzlüğünü hissedecek, görecek ve yaşayacaktır.
Kazadaki adamın sinirleri kaç kişiye bağlansa bunların hepsi, kazayı başından sonuna kadar yaşayacaktır. Kazadaki adam komaya girse, hepsi komaya girecektir. Hatta, söz konusu trafik kazasına ait algıların tümü bir alete kaydedilse ve bu algılar bir başka kişiye sürekli başa alınarak verilse, bu kişiye de defalarca otobüs çarpacaktır.
Peki o halde, hangisine çarpan otobüs gerçektir? Materyalist felsefenin bu soruya verebileceği çelişkisiz bir cevap yoktur. Doğru cevap, trafik kazasını hepsinin kendi zihinlerinde tüm ayrıntılarıyla yaşadığıdır.
Pasta ve taşa tekme atma örnekleri için de durum aynıdır. Pasta yiyince karnında pastanın şişliğini ve tokluğunu hisseden kişinin duyu organlarına ait sinirler paralel olarak ikinci bir kişinin beynine bağlansa, birinci kişi pasta yediği ve doyduğu anda o kişi de pasta yiyecek ve doyacaktır. Taşa tekme atınca ayağı acıyan materyalistin sinirleri paralel olarak bir başka kişiye bağlansa, bu kişi de taşa vuracak ve canı acıyacaktır.
Peki hangi pasta ve hangi taş gerçektir? Materyalist felsefe, buna da çelişkisiz bir cevap veremez. Doğru ve çelişkisiz cevap şudur: Her iki kişi de pastayı kendi zihinlerinde yiyip doymuşlardır. Her iki kişi de, taşa tekme atış anını tüm detaylarıyla kendi zihinlerinde yaşamışlardır.
Bu durumda insanın algılarını aşması ve dışarı çıkması mümkün değildir. Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi bir insanın ruhuna, gerçekte bir bedeni, maddi varlığı ve ortada maddesel herhangi bir ortam olmadığı halde tüm bunları seyrettirmek mümkündür. Öyle ki kişi bunu kesinlikle anlamayacak ve izlettirilen 3 boyutlu mükemmel görüntüleri gerçek zannedip, varlığından da son derece emin olacaktır. Çünkü her insan duyu organlarına bağımlıdır. Ayrıca rüya ile gerçek yaşam arasında belirgin bir fark olmadığı da bu örneklerde açıkça görülmektedir. Bunun gibi şu an yaşadığımız hayatın da bir tür rüya olmadığından hiçbir zaman emin olamayız.


Neden Anlayamıyorlar?

Buraya kadar anlattığımız konu, yaşamınız boyunca size anlatılmış en büyük gerçeklerden biridir. Çünkü tüm maddesel dünyanın gerçekte bir "gölge varlık" olduğunu ispatlayan bu konu, Allah'ın varlığının ve yaratışının kavranmasının, O'nun yegane mutlak varlık olduğunun anlaşılabilmesinin anahtarıdır.
Bu konuyu anlayan insan, dünyanın, insanların çoğunun sandığı gibi bir yer olmadığını fark eder. Dünya, caddelerde amaçsızca dolaşanların, meyhanelerde kavga edenlerin, lüks kafelerde birbirlerine gösteriş yapanların, boş konuşmalarla ömürlerini tüketenlerin, mallarıyla övünenlerin, cimri ve bencil tutkularının esiri olanların, hayatlarını boş amaçlara adayanların sandığı gibi, gerçekte var olan, mutlak bir yer değildir. Sadece bir algılar bütünü, bir hayaldir. Saydığımız insanların hepsi de, konumları, mevkileri her ne olursa olsun, bu algıları zihinlerinin içinde seyreden birer gölge varlıktırlar, ama bunun bilincinde değildirler.
Burada anlatılanlar, tıpkı bir fizik kanunu veya bir kimya formülü kadar kesin gerçeklerdir. İnsanlar yeri geldiğinde en zor matematik problemlerini bile çözebilmekte, anlaşılması çok zor görülen pek çok konuyu kavrayabilmektedirler. Ama aynı kişilere maddenin beyinde oluşan bir görüntüden ibaret olduğu anlatıldığında, bunu bir türlü anlamaya yanaşmamaktadırlar. Bu, son derece "abartılı" bir anlayışsızlık durumudur. Çünkü burada anlatılan konunun kavranması, tıpkı bir insanın, "iki çarpı iki kaç eder", "kaç yaşındasın" gibi sorulara vereceği cevaplar kadar kolaydır. Ya da elindeki bardaktan su içen bir kişinin, "suyu neyle içiyorsun?" sorusuna vereceği cevap kadar kavranması kolaydır. Çünkü bunlar, bugün bilim tarafından kesin olarak ortaya konmuş gerçeklerdir.
Tıp alanında, örneğin gözün işleyişi hakkında, uzmanlaşmış bir profesöre sorsanız bizim burada anlattığımız teknik konuları tüm detaylarıyla size anlatabilir. Ama bu teknik bilgilerin sonucunda ortaya çıkan apaçık gerçeği kabullenemez; bir türlü "evet, görüntü benim beynimde oluşuyor, dışarıda ne olduğu hakkında kesin bir bilgiye sahip olmam mümkün değildir" diye itiraf edemez. Veya o insana gidip "Ay nerede?" diye sorsanız, başını göğe kaldırıp "Ay milyonlarca kilometre yukarıda" der. Ama asla "Ay aslında benim beynimin içinde" diyemez. Bunu anlamazlıktan gelir; çünkü bu gerçeği kabul etmek, sözle dile getirmek, karşısına çok önemli bir hakikati daha çıkarmaktadır: Herşey beyninde oluşan, kendisine seyrettirilen bir hayalden ibaret olduğuna göre, ona bu görüntüleri seyrettiren bir Yaratıcı vardır.
İşte senelerce eğitim gören, kendi alanında en uzman kişi olarak tanınan, belki kendisine pek çok konuda danışılan, zekasıyla övünen bir insanın dahi böylesine açık bir gerçeği kavrayamamasının ardında yatan neden budur. Bu konu, onlara dini çağrıştırmaktadır, Allah'ın varlığını, herşeyin üstündeki sonsuz kudretini, herşeyin tek sahibi olduğunu hatırlatmaktadır. Bu nedenle de Şeytan, insanlara bu konuyu düşünmeme telkini vermektedir. Kuran'da Sebe kavmi için yapılan "Şeytan onlara yaptıklarını süslemiştir, böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştur; bundan dolayı onlar hidayet bulmuyorlar" tarifinde belirtildiği gibi, insanları bu gerçekten Şeytan alıkoymaktadır. (Neml Suresi, 24)
Bu insanlar da Şeytan'ın bu telkinine uymakta ve karşılarındaki açık gerçeği göremeyerek küçük duruma düşmektedirler. Bu kişilerin durumu, "sinema perdesinde oynayan görüntülerin gerçekten var olduğunu iddia eden", hatta bu görüntülere müdahale etmeye çalışan bir kişinin durumu gibidir. Ya da televizyonda gördüğü bir yiyeceği gerçek zannederek uzanıp almaya çalışmaktan bir farkı yoktur. Açıktır ki, bu konudan kaçmaya çalışan insanların içinde bulundukları durum son derece "ibret verici bir gaflet hali"dir. Gerçekte bu gaflet, Allah'ın inkarcılara vermiş olduğu akıl eksikliğinin bir sonucudur. Çünkü Kuran'da bildirildiğine göre, inkarcıların "Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır." (Araf Suresi, 179)
Ayette verilen bu haber, Kuran'ın bir mucizesidir. Pek çok konuda bilgi sahibi olan, teknik konuları kavrayabilen, ama maddenin gerçek mahiyeti ile ilgili apaçık bir gerçeği her türlü anlatıma rağmen kavrayamayan insanların varlığına, Kuran'da dikkat çekilmiştir. Bu konudaki bir başka ayet ise şöyledir:

Şüphesiz, inkar edenleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için farketmez; inanmazlar. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azab onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)

Allah şu anda bu konuyu bazı insanların kavramasına izin vermemektedir. Ama bugün gerçeklerden kaçan insanlar bilmelidirler ki, birkaç sene içinde bu bilimsel gerçek tüm dünyayı saracaktır. İnsanlar bu konuyu, yani kendilerine seyrettirilen hayali bir dünyada yaşadıkları gerçeğini kesin olarak kavrayacaklardır. Allah Kendi belirlediği vakitte insanların gözleri önündeki perdeyi kaldıracak ve insanlara en yakın varlığın Kendisi olduğunu, Kendi Zatı dışında herşeyin bir "hayal" olduğunu gösterecektir. İnsanlar maddenin ardındaki sır ile ilgili bu gerçeği ve Kuran'da bildirilen diğer gerçekleri, bütün açıklığı ile anlayacaklardır.


Sonuç

Buraya kadar anlattığımız konu, yaşamınız boyunca size anlatılmış en büyük gerçeklerden biridir. Bu noktanın daha ötesini, kendi samimi düşüncenizi kullanarak da bulabilirsiniz. Bunun için, dikkatinizi toplayarak konsantre olmanız, etrafınızdaki cisimleri nasıl gördüğünüz ve onlara nasıl dokunduğunuz hakkında düşünmeniz gerekir. Eğer dikkatlice düşünürseniz, gören, işiten, dokunan, düşünen ve şu anda bu kitabı okuyan akıllı varlığın, sadece bir ruh olduğunu ve sanki bir tür perde üzerinde "madde" denen algıları seyrettiğini hissedebilirsiniz. Bunu kavrayan insan, insanlığın büyük bölümünü aldatan maddi dünya boyutundan uzaklaşıp, gerçek varlık boyutuna girmiş olur.
Sözünü ettiğimiz gerçek, tarih boyunca bazı dindarlar ya da felsefeciler tarafından anlaşılmıştır. İmam Rabbani, Muhyiddin Arabi, Mevlana Cami gibi İslam alimleri bu gerçeği Kuran'ın işaretleriyle ve akıl yoluyla bulmuşlardır. George Berkeley gibi bazı Batılı felsefeciler de aynı gerçeği akıl yoluyla kavramışlardır. İmam Rabbani, tüm maddesel evrenin bir "hayal ve vehim (algı)" olduğunu ve tek mutlak varlığın da Allah olduğunu anlatırken Mektubat'ında şöyle yazmıştır:
Allah... yarattığı varlıkların vücutlarını yokluktan başka bir şey yapmadı... Tüm bunları, his ve vehim (algı) derecesinde yarattı... Alemin varlığı his ve vehim derecesinde olup, maddi derecede değildir... Gerçek manada dışarıda (dış dünyada) Yüce Zat'tan (Allah'tan) başkası yoktur.21 (İfadeler Türkçeleştirilerek alınmıştır.)
İmam Rabbani insanın muhatap olduğu tüm görüntülerin birer hayalden ibaret olduğunu, "dışarıda" bir aslının bulunmadığını da açıkça ifade etmiştir:
O mevhum daire, hayalde resmedilir. O resmedildiği mertebede de görülür. Ama hayal gözü ile. Fakat dışarıda baş gözü ile görüldüğü sanılır. Ne var ki durum öyle değildir. Dışarıda onun ne ismi vardır ne de izi. Evet böyle bir durum yoktur ki orada, görülsün. Aynaya yansıyan bir kişinin yüzü dahi, bu şekil üzeredir. Zira onun dışarıda bir sabitliği yoktur. Elbette onun sabitliği ve görüntüsü: Her ikisi birden HAYALDEDİR. En iyi bilen Sübhan Allah'tır.22 (İfadeler Türkçeleştirilerek alınmıştır.)
Mevlana Cami de Kuran'ın işaretleri ve akıl yoluyla bulduğu bu hayret verici gerçeği "Kainatta ne varsa hepsi vehim ve hayaldir. Ya aynalardaki akislerdir, ya da gölgeler gibidir"23 diyerek dile getirmiştir.
Ancak bu gerçeği kavrayanların sayısı tarih boyunca hep sınırlı kalmıştır. İmam Rabbani gibi büyük alimler, bu gerçeğin kitlelere anlatılmasının sakıncalı olabileceğini, çoğu insanın bunu anlayamayacağını yazmışlardır.
İçinde yaşadığımız çağda ise, söz konusu gerçek, bilimin ortaya koyduğu kanıtlarla açıklanır hale gelmiş bulunmaktadır. Evrenin bir gölge varlık olduğu gerçeği, dünya tarihinde ilk kez bu denli somut, açık ve anlaşılır bir biçimde izah edilmektedir.
Bu nedenle 21. yüzyıl, insanların yaygın olarak İlahi gerçekleri kavrayacakları ve tek mutlak varlık olan Allah'a dalga dalga yönelecekleri bir tarihsel dönüm noktası olacaktır. 21. yüzyılda, 19. yüzyılın materyalist inançları tarihin çöplüğüne atılacak, Allah'ın varlığı ve yaratışı kavranacak, mekansızlık, zamansızlık gibi gerçekler anlaşılacak, insanlık asırlardır gözünün önüne çekilen perdelerden, aldatmacalardan ve batıl inanışlardan kurtulacaktır.
Bu kaçınılmaz gidişin hiçbir gölge varlık tarafından durdurulması da mümkün değildir...
ZAMANSIZLIK VE KADER GERÇEĞİ


Bu noktaya kadar anlattıklarımızla birlikte, gerçekte "üç boyutlu bir mekan"ın var olmadığı, bunun tamamen algılardan kaynaklanan bir ön yargı olduğu ve tüm yaşamın "mekansızlık" içinde sürdüğü kesinlik kazanmaktadır. Çünkü fiziksel bir dünyanın varlığına dair elde geçerli hiçbir kanıt yoktur. İçinde yaşadığımız evren, ışık ve gölge oyunundan oluşan bir görüntüler bütünüdür. Bunun aksini iddia etmek, akıl ve bilimsellikten uzak bir batıl inanç olacaktır.
Bu durum, konunun başında söz ettiğimiz materyalist felsefenin birinci varsayımını çürütür. Bu varsayım, maddenin mutlak ve sonsuz olduğu varsayımıdır. Materyalist felsefenin ikinci varsayımı ise, zamanın mutlak ve sonsuz olduğu varsayımıdır ki, bu da diğeri kadar batıl bir inanıştır.


Zaman Algısı

Zaman dediğimiz algı, aslında bir anı bir başka anla kıyaslama yöntemidir. Bunu bir örnekle açıklayabiliriz. Bir cisme vurduğumuzda bundan belirli bir ses çıkar. Aynı cisme beş dakika sonra vurduğumuzda yine bir ses çıkar. Kişi, birinci ses ile ikinci ses arasında bir süre olduğunu düşünür ve bu süreye "zaman" der. Oysa ikinci sesi duyduğu anda, birinci ses sadece zihnindeki bir hayalden ibarettir. Sadece hafızasında var olan bir bilgidir. Kişi, hafızasında olanı, yaşamakta olduğu anla kıyaslayarak zaman algısını elde eder. Eğer bu kıyas olmasa, zaman algısı da olmayacaktır.
Aynı şekilde kişi, bir odaya kapısından girip sonra da odanın ortasındaki bir koltuğa oturan bir insanı gördüğünde, kıyas yapar. Gördüğü insan koltuğa oturduğu anda, onun kapıyı açması, odanın ortasına doğru yürümesi ile ilgili görüntüler, sadece beyinde yer alan bir bilgidir. Zaman algısı, koltuğa oturmakta olan insan ile bu bilgiler arasında kıyas yapılarak ortaya çıkar.
Kısacası zaman, beyinde saklanan birtakım hayaller arasında kıyas yapılmasıyla var olmaktadır. Eğer bir insanın hafızası olmasa, beyni bu tür yorumlar yapmaz ve dolayısıyla zaman algısı da oluşmaz. Bir insanın "ben otuz yaşındayım" demesinin nedeni, beyninde söz konusu otuz yıla ait bazı bilgilerin biriktirilmiş olmasıdır. Eğer hafızası olmasa, ardında böyle bir zaman dilimi olduğunu düşünmeyecek, sadece yaşadığı tek bir "an" ile muhatap olacaktır ki bu nokta çok önemlidir.


Zamansızlığın Bilimsel Anlatımı

Bu konuda görüş belirten düşünür ve bilim adamlarından örnekler vererek konuyu daha iyi açıklamaya çalışalım. Nobel ödüllü ünlü genetik profesörü ve düşünür François Jacob, Mümkünlerin Oyunu adlı kitabında zamanın geriye akışı ile ilgili şunları anlatır:
Tersinden gösterilen filmler, zamanın tersine doğru akacağı bir dünyanın neye benzeyeceğini tasarlamamıza imkan vermektedir. Sütün fincandaki kahveden ayrılacağı ve süt kabına ulaşmak için havaya fırlayacağı bir dünya; ışık demetlerinin bir kaynaktan fışkıracak yerde bir tuzağın (çekim merkezinin) içinde toplanmak üzere duvarlardan çıkacağı bir dünya; sayısız damlacıkların hayret verici işbirliğiyle suyun dışına doğru fırlatılan bir taşın bir insanın avucuna konmak için bir eğri boyunca zıplayacağı bir dünya. Ama zamanın tersine çevrildiği böyle bir dünyada, beynimizin süreçleri ve belleğimizin oluşması da aynı şekilde tersine çevrilmiş olacaktır. Geçmiş ve gelecek için de aynı şey olacaktır ve dünya tastamam bize göründüğü gibi görünecektir.23
Beynimiz belirli bir sıralama yöntemine alıştığı için şu anda dünya üstte anlatıldığı gibi işlememekte ve zamanın hep ileri aktığını düşünmekteyiz. Oysa bu, beynimizin içinde verilen bir karardır ve dolayısıyla tamamen izafidir. Eğer hafızamızdaki bilgiler geriye doğru oynatılan filmlerdeki gibi dizilse, zamanın akışı da bizim için geriye doğru oynatılan filmlerdeki gibi olacaktır. Böyle bir durumda, geçmişi gelecek, geleceği de geçmiş olarak algılamaya başlar, hayatı şimdiki düzeninin tam tersi bir düzende yaşarız.
Gerçekte ise zamanın nasıl aktığını, ya da akıp akmadığını asla bilemeyiz. Bu da zamanın mutlak bir gerçek olmadığını, sadece bir algı biçimi olduğunu gösterir.
Zamanın bir algı olduğu, 20. yüzyılın en büyük fizikçisi sayılan Einstein'ın ortaya koyduğu Genel Görecelik Kuramı ile de doğrulanmıştır. Lincoln Barnett, Evren ve Einstein adlı kitabında bu konuda şunları yazar:
Salt uzayla birlikte Einstein, sonsuz geçmişten sonsuz geleceğe akan şaşmaz ve değişmez bir evrensel zaman kavramını da bir yana bıraktı. Görecelik Kuramı'nı çevreleyen anlaşılmazlığın büyük bölümü, insanların zaman duygusunun da renk duygusu gibi bir algı biçimi olduğunu kabul etmek istemeyişinden doğuyor... Nasıl uzay maddi varlıkların olasılı bir sırası ise, zaman da olayların olasılı bir sırasıdır. Zamanın öznelliğini en iyi Einstein'in sözleri açıklar: "Bireyin yaşantıları bize bir olaylar dizisi içinde düzenlenmiş görünür. Bu diziden hatırladığımız olaylar 'daha önce' ve 'daha sonra' ölçüsüne göre sıralanmış gibidir. Bu nedenle birey için bir ben-zamanı, ya da öznel zaman vardır. Bu zaman kendi içinde ölçülemez. Olaylarla sayılar arasında öyle bir ilgi kurabilirim ki, büyük bir sayı önceki bir olayla değil de, sonraki bir olayla ilgili olur.24
Einstein'ın bu sözlerinden, zamanın ileriye doğru aktığı fikrinin tamamen bir şartlanma olduğu anlaşılmaktadır.
Einstein, Barnett'in ifadeleriyle, "uzay ve zamanın da sezgi biçimleri olduğunu, renk, biçim ve büyüklük kavramları gibi bunların da bilinçten ayrılamayacağını göstermiş"tir.25 Genel Görecelik Kuramı'na göre "zamanın da, onu ölçtüğümüz olaylar dizisinden ayrı, bağımsız bir varlığı yoktur."
Zaman bir algıdan ibaret olduğuna göre de, tümüyle algılayana bağlı, yani göreceli bir kavramdır.
Zamanın akış hızı, onu ölçerken kullandığımız referanslara göre değişir. Çünkü insanın bedeninde zamanın akış hızını mutlak bir doğrulukla gösterecek doğal bir saat yoktur. Lincoln Barnett'in belirttiği gibi "rengi ayırt edecek bir göz yoksa, renk diye bir şey olmayacağı gibi, zamanı gösterecek bir olay olmadıkça bir an, bir saat ya da bir gün hiçbir şey değildir."26
Zamanın göreceliği, rüyada çok açık bir biçimde yaşanır. Rüyada gördüklerimizi saatler sürmüş gibi hissetsek de, gerçekte her şey birkaç dakika hatta birkaç saniye sürmüştür.
Konuyu biraz daha açıklamak için bir örnek üzerinde düşünelim. Özel olarak dizayn edilmiş tek pencereli bir odaya konup, burada belirli bir süre geçirdiğimizi düşünelim. Odada geçen zamanı görebileceğimiz bir de saat bulunsun. Aynı zamanda odanın penceresinden güneşin belirli aralıklarla doğup-battığını görelim. Aradan birkaç gün geçtikten sonra, o odada ne kadar kaldığımız sorulduğunda vereceğimiz cevap; hem zaman zaman saate bakarak edindiğimiz bilgi, hem de güneşin kaç kere doğup battığına bağlı olarak yaptığımız hesaptır. Örneğin, odada üç gün kaldığımızı hesaplarız. Ama eğer bizi bu odaya koyan kişi bize gelir de, "aslında sen bu odada iki gün kaldın" derse ve pencerede gördüğümüz güneşin aslında suni olarak oluşturulduğunu, odadaki saatin de özellikle hızlı işletildiğini söylerse, bu durumda yaptığımız hesabın hiçbir anlamı kalmaz.
Bu örnek de göstermektedir ki, zamanın akış hızıyla ilgili bilgimiz, sadece algılayana göre değişen referanslara dayanmaktadır.
Aynı şekilde zamanın akış hızının, farklı şartlarda herkesçe farklı olarak algılanması da zamanın psikolojik bir algıdan ibaret olduğunu kanıtlar. Örneğin, bir arkadaşınızla buluşacağınız zaman onun 10 dakikalık bir gecikmesi size bitmek bilmeyen, çok uzun bir zaman gibi gelebilir. Ya da sabah okula veya işe gitmek üzere uyanan uykusuz bir insana uyuyacağı fazladan bir 10 dakika oldukça uzun gelebilir, hatta bu sayede uykusunun büyük bir kısmını aldığını düşünebilir. Bazı şartlarda ise bunun tam tersi söz konusudur. Öğrencilik yıllarından hatırlayacağınız gibi -40 dakikalık- adeta bir asır süren bir dersin ardından 10 dakikalık bir teneffüs çok çabuk geçebilir.
Zamanın göreceliği, bilimsel yöntemle de ortaya konmuş somut bir gerçektir. Einstein'ın Genel Görecelik Kuramı göstermektedir ki zamanın hızı, bir cismin hızına ve çekim merkezine olan uzaklığına göre değişmektedir. Hız arttıkça zaman kısalmakta, sıkışmakta; daha ağır daha yavaş işleyerek sanki "durma" noktasına yaklaşmaktadır.
Bunu Einstein'ın bir örneği ile açıklayalım. Bu örneğe göre aynı yaştaki ikizlerden biri Dünya'da kalırken, diğeri ışık hızına yakın bir hızda uzay yolcuğuna çıkar. Uzaya çıkan kişi, geri döndüğünde ikiz kardeşini kendisinden çok daha yaşlı bulacaktır. Bunun nedeni uzayda seyahat eden kardeş için zamanın daha yavaş akmasıdır. Aynı örnek hızı ışık hızının yüzde doksan dokuzuna yakın olan bir roketle uzayda yolculuk yapan bir baba ve dünyada kalan oğlu için de düşünülebilir; "eğer babanın yaşı 27, oğlunun yaşı 3 olsa, 30 dünya senesi sonra baba dünyaya döndüğünde oğul 33 yaşında, baba ise 30 yaşında olacaktır."27
Zamanın izafi oluşu, saatlerin yavaşlaması veya hızlanmasından değil; tüm maddesel sistemin atom altı seviyesindeki parçacıklara kadar farklı hızlarda çalışmasından ileri gelir. Zamanın kısaldığı böyle bir ortamda insan vücudundaki kalp atışları, hücre bölünmesi, beyin faaliyetleri gibi işlemler daha ağır işlemektedir. Böylelikle kişi zamanın yavaşlamasını hiç fark etmeden günlük yaşamını sürdürür.
Rölativite Teorisi ile ortaya konan bu gerçekler daha sonra pek çok bilim adamı tarafından defalarca onaylanmıştır. Bu teori ile ilgili Isaac Asimov'un tesbiti şöyledir:
Einstein'ın Rölativite teorilerinin yayınlanmasının üzerinden 84 yıl geçmiştir. Bu süre içinde teoriler birçok kez testten geçmiştir ve her defasında Einstein haklı çıkmıştır.28


Kuran'da İzafiyet

Modern bilimin bu bulgularının bize gösterdiği sonuç, zamanın materyalistlerin sandığı gibi mutlak bir gerçek değil, göreceli bir algı oluşudur. İşin ilginç yanı ise, 20. yüzyıla dek bilimin farkında olmadığı bu gerçeğin, bundan 14 asır önce indirilmiş olan Kuran'da bildirilmesidir. Kuran ayetlerinde, zamanın izafi bir kavram olduğunu gösteren açıklamalar bulunur.
Modern bilim tarafından doğrulanan, zamanın psikolojik bir algı olduğu, yaşanan olaya, mekana ve şartlara göre farklı algılanabildiği gerçeğini pek çok Kuran ayetinde görmek mümkündür. Örneğin bir insanın bütün hayatı, Kuran'da bildirildiğine göre çok kısa bir süredir:

Sizi çağıracağı gün, O'na övgüyle icabet edecek ve (dünyada) pek az bir süre kaldığınızı sanacaksınız. (İsra Suresi, 52)

Gündüzün bir saatinden başka sanki hiç ömür sürmemişler gibi onları bir arada toplayacağı gün, onlar birbirlerini tanımış olacaklar… (Yunus Suresi, 45)

Bazı ayetlerde ise insanlara zamanın sandıklarından da kısa bir sürede geçtiği şöyle bildirilir.

Dedi ki: Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor." Dedi ki: "Yalnızca az (zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz," (Müminun Suresi, 112-114)

Başka bazı ayetlerde de, zamanın farklı ortamlarda farklı bir akış hızıyla geçtiği bildirilir:

... Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir. (Hac Suresi, 47)

Melekler ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir. (Mearic Suresi, 4)

Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O'na yükselir. (Secde Suresi, 5)

Bu ayetler, zamanın izafiyetinin çok açık birer ifadesidir. Bilim tarafından 20. yüzyılda ulaşılan bu sonucun bundan 1400 yıl önce Kuran'da bildirilmiş olması ise, elbette, Kuran'ın zamanı ve mekanı tümüyle sarıp kuşatan Allah tarafından indirildiğinin bir delilidir.
Kuran'ın daha pek çok ayetinde kullanılan üslup açıkça zamanın bir algı olduğunu ortaya koymaktadır. Özellikle de kıssalarda bu anlatımı görmek mümkündür. Örneğin Allah Kuran'da bahsedilen mümin bir topluluk olan Kehf ehlini üç yüzyılı aşkın bir süre derin bir uyku halinde tutmuştur. Daha sonra uyandırdığında ise bu kişiler zaman olarak çok az bir süre kaldıklarını düşünmüşler, ne kadar uyuduklarını tahmin edememişlerdir:

Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik). Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık. (Kehf Suresi, 11-12)

"Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki: "Ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık." Dediler ki: "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir..." (Kehf Suresi, 19)
Aşağıdaki ayette anlatılan durum da zamanın aslında psikolojik bir algı olduğunun önemli bir delilidir.

Ya da altı üstüne gelmiş, ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi?) Demişti ki: "Allah, burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?" Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra onu diriltti. (Ve ona) Dedi ki: "Ne kadar kaldın?" O: "Bir gün veya bir günden az kaldım" dedi. (Allah ona:) "Hayır, yüz yıl kaldın, böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış; eşeğine de bir bak; (bunu yapmamız) seni insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir. Kemiklere de bir bak nasıl bir araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?" dedi. O, kendisine (bunlar) apaçık belli olduktan sonra dedi ki: "(Artık şimdi) Biliyorum ki gerçekten Allah, her şeye güç yetirendir. (Bakara Suresi, 259)

Görüldüğü gibi bu ayet zamanı yaratan Allah'ın zamandan münezzeh olduğunu açıkça vurgulamaktadır. İnsan ise Allah'ın kendisi için takdir ettiği zamana bağımlıdır. Ayette görüldüğü gibi insan ne kadar uykuda kaldığını dahi bilmekten acizdir. Böyle bir durumda (materyalistlerin çarpık mantığında olduğu gibi) zamanın mutlak olduğunu iddia etmek, son derece akıl dışı olacaktır.


Kader

Zamanın izafi oluşu, bize çok önemli bir gerçeği göstermektedir: Bu izafiyet o kadar değişkendir ki, bizim için milyarlarca yıl süren bir zaman dilimi, bir başka boyutta sadece tek bir saniye bile sürebilir. Hatta, evrenin başından sonuna kadar geçen çok büyük bir zaman dilimi, bir başka boyutta, bir saniye bile değil, ancak bir "an" sürüyor olabilir.
İşte çoğu insanın tam olarak anlayamadığı, materyalistlerin ise anlayamayarak tümden reddettikleri kader gerçeğinin özü buradadır. Kader, Allah'ın geçmiş ve gelecek tüm olayları bilmesidir. İnsanların önemli bir bölümü ise, Allah'ın henüz yaşanmamış olayları önceden nasıl bildiğini sorarlar ve kaderin gerçekliğini anlayamazlar. Oysa "yaşanmamış olaylar", bizim için yaşanmamış olaylardır. Allah ise zamana ve mekana bağlı değildir, zaten bunları yaratan Kendisi'dir. Bu nedenle Allah için geçmiş, gelecek ve şu an hepsi birdir ve hepsi olup, bitmiştir.
Lincoln Barnett, Genel Görecelik Kuramı'nın bu gerçeğe nasıl işaret ettiğinden, Evren ve Einstein isimli kitabında bahsetmektedir. Barnett'e göre, varlıkları bütün anlamında ancak "bütün yüceliğiyle kozmik bir zihin" kavrayabilir. Barnett'in "kozmik zihin" dediği İrade, tüm evrene hakim olan Allah'ın ilmi ve aklıdır. Bizim bir cetvelin başını, ortasını, sonunu ve aralarındaki tüm birimleri bir bütün olarak tek bir anda kolayca görebilmemiz gibi, Allah da bizim bağlı olduğumuz zamanı başından sonuna kadar tek bir an olarak bilir. İnsanlar ise sadece zamanı gelince bu olayları yaşayıp, Allah'ın onlar için yarattığı kadere tanık olurlar.
Bu arada toplumda yaygın olan çarpık kader anlayışının sığlığına da dikkat etmek gerekir. Bu çarpık kader anlayışında, Allah'ın insanlara bir "alın yazısı" belirlediği, ama onların kimi zaman bunu değiştirdikleri gibi batıl bir inanış vardır. Örneğin ölümden dönen bir hasta için "kaderini yendi" gibi cahilce ifadeler kullanılır. Oysa kimse kaderini değiştiremez. Ölümden dönen kişi, kaderinde ölümden dönmesi yazılı olduğu için ölmemiştir. "Kaderimi yendim" diyerek kendilerini aldatanların bu cümleyi söylemeleri ve o psikolojiye girmeleri de, yine kaderlerindedir. Nitekim ayette "....Ömür sürene, ömür verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta (yazılı)dır. Gerçekten bu, Allah'a göre kolaydır." denilerek bunların hepsinin kaderde olduğu gerçeğine dikkat çekilmektedir. (Fatır Suresi, 11) Çünkü kader Allah'ın ilmidir ve tüm zamanı aynı anda bilen ve tüm zamana ve mekana hakim olan Allah için, her şey kaderde yazılmış ve bitmiştir.
Allah için zamanın tek olduğunu Kuran'da kullanılan üsluptan da anlarız; bizim için gelecek zamanda olacak bazı olaylar, Kuran'da çoktan olup bitmiş bir olay gibi anlatılır. Örneğin, ahirette insanların Allah'a verecekleri hesabın belirtildiği ayetler, bunu çoktan olup bitmiş bir olay gibi anlatmaktadır:

Sur'a üfürüldü; böylece Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetliyorlar. Yer, Rabbi'nin nuruyla parıldadı; kitap kondu; peygamberler ve şahidler getirildi ve aralarında hak ile hüküm verildi... İnkar edenler, cehenneme bölük bölük sevkedildiler... Korkup-sakınanlar da, cennete bölük bölük sevkedildiler. (Zümer Suresi, 68-73)

Bu konudaki diğer örnekler ise şöyledir:

(Artık) Her bir nefis yanında bir sürücü ve bir şahid ile gelmiştir. (Kaf Suresi, 21)

Gök yarılıp-çatlamıştır; artık o gün, 'sarkmış-za'fa uğramıştır.' (Hakka Suresi, 16)

Ve sabretmeleri dolayısıyla cennetle ve ipekle ödüllendirmiştir. Orada tahtlar üzerinde yaslanıp-dayanmışlardır. Orada ne (yakıcı) bir güneş ve ne de dondurucu bir soğuk görürler. (İnsan Suresi, 12-13)

Görebilenler için cehennem de sergilenmiştir. (Naziat Suresi, 36)

Artık bugün, iman edenler, kafir olanlara gülmektedirler. (Mutaffifin Suresi, 34)

Suçlu-günahkarlar ateşi görmüşlerdir, artık içine kendilerinin gireceklerini de anlamışlardır; ancak ondan bir kaçış yolu bulamamışlardır. (Kehf Suresi, 53)

Görüldüğü gibi, bizim için ölümümüzden sonra yaşanacak olan bu olaylar, Kuran'da yaşanmış ve bitmiş olaylar olarak anlatılmaktadır. Çünkü Allah, bizim bağlı olduğumuz izafi zaman boyutuna bağlı değildir. Allah tüm olayları zamansızlıkta dilemiş, insanlar bunları yapmış ve tüm bu olaylar yaşanmış ve sonuçlanmıştır. Küçük büyük her türlü olayın, Allah'ın bilgisi dahilinde gerçekleştiği ve bir kitapta kayıtlı olduğu gerçeği ise aşağıdaki ayette haber verilir:

Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kuran'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)
İnananların Kazancı

Maddenin gerçeği ile zamansızlık ve mekansızlık konularını ele aldığımız bu bölümde anlatılanlar, aslında son derece açık gerçeklerdir. Daha önce de ifade edildiği gibi bunlar kesinlikle bir felsefe ya da bir düşünce biçimi değil, reddedilmesi mümkün olmayan bilimsel sonuçlardır. Teknik bir gerçek olmasının dışında, akla dayalı ve mantıksal deliller de bu konuda başka alternatife imkan tanımamaktadır: Evren, onu meydana getiren maddeler ve içindeki insanlarla ve zamanla birlikte bir görüntü varlıktır. Yani bir algılar bütünüdür.
Materyalistler bu gerçeği anlamakta zorluk çekerler. Materyalistlerin bu konuyu anlayamamalarının asıl nedeni ise, anladıklarında karşı karşıya kalacakları gerçekten bilinçaltlarında büyük bir korku duymalarıdır. Lincoln Barnett, bu konunun sadece "sezilmesinin" bile materyalist bilim adamlarını korku ve endişeye sürüklediğini şöyle belirtiyor:
Filozoflar tüm nesnel gerçekleri algıların bir gölge dünyası haline getirirken, bilim adamları insan duyularının sınırlarını korku ve endişe ile sezdiler.29
Maddenin ve zamanın bir algı olduğu gerçeği, materyalistleri korkuturken, inananlar için tam aksi gerçekleşir. Allah'a iman eden insanlar maddenin ardındaki sırrı kavradıklarında büyük bir sevinç duyarlar. Çünkü bu gerçek her türlü konunun anahtarıdır. Bu kilit açıldığı anda tüm sırlar açığa çıkar. Kişi normalde belki anlamakta zorluk çektiği pek çok konuyu bu sayede rahatlıkla anlar hale gelir.
Daha önce de ifade edildiği gibi ölüm, cennet, cehennem, ahiret, boyut değiştirme, sonsuzluk gibi konular böylece anlaşılmış ve "Allah nerede?", "Allah'tan önce ne vardı?", "Allah'ı kim yarattı?", "Kabir hayatı ne kadar sürecek?", "Cennet ve cehennem nerede?", "Cennet ve cehennem şu an var mı?" gibi önemli sorular da kolayca yanıtlanmış olur. Ve Allah'ın tüm bir evreni nasıl bir sistemle yoktan var ettiği kavranır. Hatta öyle ki bu sır sayesinde "ne zaman" ve "nerede" gibi sorular da anlamsız hale gelir. Çünkü ortada ne zaman, ne de mekan kalır. Mekansızlık kavrandığı takdirde cennet, cehennem, dünya hepsinin aslında aynı yerde olduğu da anlaşılır. Zamansızlık kavrandığı takdirde ise her şeyin tek bir anda olduğu fark edilir; hiçbir şey için beklenmez, zaman geçmez, her şey zaten olup, bitmiştir. Yani sonsuzluk aslında başlamış durumdadır.
Bu sırrın kavranmasıyla birlikte, dünya inanan insan için cennete benzemeye başlar. İnsanı sıkan her tür maddesel endişe, kuruntu ve korku kaybolur. İnsan, tüm evrenin tek bir Hakimi olduğunu, O'nun tüm maddesel dünyayı dilediği gibi yarattığını ve yapması gereken tek şeyin O'na yönelmek olduğunu kavrar. Artık o, "her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak" Allah'a teslim olmuştur. (Al-i İmran Suresi, 35)
Bu sırrı kavramak, dünyanın en büyük kazancıdır.

SONSUZLUK BAŞLAMIŞ DURUMDA


Allah'ın Sonsuz Hafızası ve İnsanın Sınırlı Hafızası

Kitabın zamansızlık bölümünde, tüm bilgilerimizin hafızada saklı olduğundan söz etmiştik. İnsanın sahip olduğu her türlü bilginin, yaşadığı her olayın, karşılaştığı her detayın, hayatı boyunca gördüğü, duyduğu, bildiği, hissettiği her şeyin bu hafızada depolandığını, zamana ait hislerin de aynı şekilde hafızadaki bir bilgi olduğunu söylemiştik. Şimdi de hafıza kavramını biraz daha derinlemesine inceleyeceğiz.
Kitap boyunca anlatıldığı gibi biz 5 duyumuzla hisseder ve yaşarız. Beş duyumuzun izin verdiği şeyleri algılar, bunun dışına hiçbir zaman çıkamayız. İçinde yaşadığımız zamanı ve mekanı da böyle algılarız. Beynimiz 5 duyuyla bir varlığı tespit edemiyorsa, o varlık için "yok oldu" deriz. Buna bağlı olarak hafızamız hangi olayı ya da görüntüyü veya algıyı muhafaza ederse o bizim için vardır yani diridir, neyi de unutursa artık o bizim için yoktur. Diğer bir deyişle hafızamızda olmayan varlıklar ve olaylar bizim için ölmüştür, geçmiştir, yok olmuştur.
Fakat bu, yalnızca insanlar için geçerli bir durumdur; çünkü yalnızca insanların hafızası sınırlıdır. Allah'ın hafızası ise her şeyin üstündedir, sınırsız ve sonsuzdur. Ancak burada şunu da belirtmek gerekir: "Allah'ın hafızası" kavramının kullanılması yalnızca konuyu açıklayabilmek amaçlıdır, yoksa iki hafıza arasında herhangi bir kıyas ya da benzetme yapılması asla mümkün değildir. Allah, her şeyi yoktan var eden ve her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilendir.
Allah Kuran'da Kendisini bazı sıfatlarıyla tanıtmıştır. Bunlardan birisi de Hafız yani "yapılan bütün işleri ayrıntılarıyla tutan, koruyan" sıfatıdır ve bu kelimenin ardında çok önemli sırlar gizlidir.


"Levh-i Mahfuz"

Allah katında her şey yalnızca tek bir anda olup bitmiştir. İşte dünya var olduğundan beri gerçekleşen olaylar da bu tek bir ana sığmaktadır. Ve bu ana dair tüm bilgiler, Allah katında bir "Kitap"ta saklanmaktadır. Kuran'da, Levh-i Mahfuz olarak isimlendirilen "Ana Kitap"ta her şeyin bilgisinin bulunduğu belirtilmektedir:

Şüphesiz o, Bizim katımızda olan Ana Kitap'tadır; çok yücedir, hüküm ve hikmet doludur. (Zuhruf Suresi, 4)

....Kitabın anası O'nun katındadır. (Rad Suresi, 39)

...Katımızda (bütün bunları) saklayıp-koruyan bir kitap vardır. (Kaf Suresi, 4)

Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta (Levh-i Mahfuz'da) olmasın. (Neml Suresi, 75 )
(Önlerine) Kitap konulmuştur; artık suçlu-günahkarların, onda olanlardan dolayı dehşetle-korkuya kapıldıklarını görürsün. Derler ki: "Eyvahlar bize, bu kitaba ne oluyor ki, küçük büyük bırakmayıp her şeyi sayıp-döküyor?" Yapıp-ettiklerini (önlerinde) hazır bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf Suresi, 49)

Allah başka ayetlerinde de dünyada insanların yaşadıkları tüm olayların, içlerinden geçen tüm düşüncelerin, başlarına gelen her şeyin bu kitapta olduğu gerçeğini şöyle haber verir:

Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır. (Hadid Suresi, 22)

İşte kainat yaratıldığından beri var olan canlı cansız her şey, gerçekleşen her olay Allah tarafından yaratılmaktadır ve dolayısıyla O'nun tarafından bilinmektedir; yani tüm bunlar "Allah'ın hafızası"ndadır. Levh-i Mahfuz da Allah'ın Hafız sıfatının bir tecellisidir.
Bu durumda karşımıza çok önemli bir gerçek çıkmaktadır: Allah'ın hafızası sonsuzdur, o halde onda var olan hiçbir şey yok olmaz. Diğer bir deyişle Allah'ın yarattığı hiçbir canlı ölüp kaybolmaz, hiçbir çiçek solup yok olmaz, hiçbir içecek bitmez, hiçbir süre geçmez, hiçbir yiyecek tükenmez... Allah her an yaratmaktadır ve her şey ezelde yaratılmış ve "sonsuzluğa kilitlenmiş"tir.
Peki "sonsuzluğa kilitlenmek" ne demektir?
Bunu şöyle de açıklayabiliriz: Her varlığın ve olayın yaratıldığı anda aslında onun için sonsuzluk da başlamıştır. Örneğin bir çiçek yaratıldığında aslında bir daha yok olmamak üzere yaratılmıştır. Bu varlığın ya da nesnenin insanın görüntüsünden çıkması, insanın hafızasından silinmesi onun yok olması, ölmesi anlamına gelmez. Önemli olan Allah'ın hafızasındaki, Allah'ın katındaki halidir. Ve Allah'ın hafızasında bu canlının varoluşu da, yaşamı boyunca geçirdiği anlar da, ölümü de mevcuttur.
Allah, varlık verdiği her şeyi sonsuz olarak yaratmıştır. Var olan şeyler için artık sonsuz yaşam başlamıştır. Fakat bunu iyi anlayabilmek için tek tek varlıklar ve olaylar üzerinde düşünmekte yarar vardır. Ancak bu örneklere geçmeden önce bir konuya daha değinmek gerekir: Burada anlatılanlar, kuşkusuz bir insanın yaşamında karşılaşabileceği en büyük ilimlerden biridir. Sonsuzluk kavramıyla ilgili bu gerçekleri çoğu insan ilk kez duyuyor, ilk kez düşünüyor olabilir. Önemli olan şudur; Allah Kuran'da yalnızca "içten Allah'a yönelen" kimselerin öğüt alabileceğine dikkat çekmektedir. Yani samimi kalple Allah'tan yardım dileyen, O'nun sonsuz kudretini takdir etmeye çalışan, Rabbinin büyüklüğünü kavramak için çaba gösteren insanlar burada anlatılan gerçeklerden de öğüt alacak ve bu gerçekleri kavramaya başlayacaklardır.


Sonsuzluk İçinde İnsanlar

Allah'ın Halık ismi "Her şeyin varlığını ve varlığı boyunca görüp geçireceği halleri, hadiseleri tayin ve tespit eden, ve ona göre yaratan, yokluktan var eden" anlamındadır. Allah Halık sıfatıyla insanları daha ilk başta anne karnında yarattığı andan itibaren onlar için sonsuzluk da başlamıştır. İnsan anne karnında geçirdiği gelişim evrelerini elbetteki hatırlamaz ancak bunun her karesi Allah katında mevcuttur ve kesinlikle kaybolmaz. Aynı şekilde insanın ilk bebeklik ve büyüme evreleri de insanın kendi hafızasından silinir. İnsan, Allah göstermediği sürece, artık bu kareleri göremez, bazılarını da sadece hatıra olarak bilir. Yaşadığı an içinde gördüğü şeyler ise, yalnızca kendisine hissettirilen algılardır. Fakat Allah'ın sonsuz hafızasında her şey olduğu gibi durmaktadır. İnsanların yaşadıkları olaylar, başlarından geçen hadiseler ve hayatlarındaki her türlü detay Allah tarafından yaratılmıştır ve hiçbiri yok olmaz. "...Bu, Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa tümünü bildiğini ve Allah'ın gerçekten her şeyi bilen olduğunu bilmeniz içindir." ayetinde bildirildiği gibi, en küçük ayrıntıya kadar Allah katında muhafaza edilir. (Maide Suresi, 97)
Örneğin Hz. Adem'i düşünecek olursak; Adem peygamberin dünyaya gönderilmeden önce cennette yaratılmasına, orada imtihan edilmesine ait tüm detaylar Allah katındaki Ana Kitap'ta durmaktadır. Allah'ın Adem'i henüz balçıktan yarattığı hali de, meleklerin Hz. Adem'e secde etmeleri de, onun cennetten çıkarılışı da, dünyaya gönderildiği an da, dünyada başından geçen olaylar da tüm ayrıntılarıyla şu an canlı olarak durmaktadır. Hiçbiri yok olmuş değildir, en küçük detayına kadar her şey şu an Allah katında canlı olarak mevcuttur.
Bir başka örnek olarak, çok sevdiği kedisi öldüğü için üzülen bir insan düşünün. Aslında o insanın kedisinin ölüm anındaki hali Allah katında sonsuza kadar var olduğu gibi, o kedinin yavru halindeki en sevimli görüntüsü de, doğumundan o ana kadar geçen bütün halleri de Allah katında canlı olarak mevcuttur. Ayrıca kedinin sahibinin işteyken veya yanında değilken göremediği halleri de Allah katında canlı olarak saklanmaktadır. Dolayısıyla hiçbir varlık ölerek yok olmaz. Hepsi Allah katında her halleriyle canlı olarak sonsuza kadar dururlar.
Aynı şekilde Hz. Süleyman'ın Kuran'da geçen, atının ayağını okşama anı sonsuza kadar Allah katında durmaktadır. Daha sonra atların perde arkasında kayboluşu, ardından Hz. Süleyman'ın Sebe Melikesi'ne mektup göndermesi, mektubun Melike ve yanındaki askerler tarafından okunduğu an, Melike'nin Hz. Süleyman'ın sarayına gelişi ve sarayın zeminini "derin bir su" sanışı, ve o esnada "Ben Süleyman'la birlikte alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum" şeklindeki konuşması, şu an halen vardır ve sonsuza kadar da var olacaktır. (Neml Suresi, 44)
Bu örnekler üzerinde biraz daha derinlemesine düşünelim ve daha da detaylara inelim. Hz. Nuh döneminde bir adamın gömleğinin söküldüğünü ve daha sonra bunu bir terzinin diktiğini farz edelim. İşte o adamın gömleği, bu gömleğin ilk yapıldığı tezgah, daha sonra gömleğin sökülmeden önceki hali ve tekrar dikildikten sonraki hali, ve hatta o gömleği diken terzinin gömleği dikmek için iğneyi kullandığı her saniye, daha sonra bu gömleğin tamamen kullanılmaz hale gelişi, kısacası gömleğin varlık alemine geldiği andan itibaren geçirdiği her aşama, her saniye, her an Allah katında muhafaza edilmektedir. O gömlek şu an hala tezgahta dokunmaktadır, o gömlek şu an hala dikilmektedir ve o gömlek şu an hala Hz. Nuh dönemindeki sahibi tarafından giyilmektedir.
Bir de evinizdeki antika saat üzerinde düşünmeye başlayalım. O saatin bundan 200 yıl önce yapılış aşamaları, saatin içinde kullanılan tek bir telin yapılış aşamaları, saatin akrep ve yelkovanının içine yerleştirilişi, daha sonra bu saatin bir dükkana satılması ardından bir müşterinin onu alması, sonra bu saatin bozulup bir eskiciye verilmesi, sizin dedenizin dedesinin bu saati satın alması, ardından saatin dedenize ve ondan sonra babanıza ve sonra da size miras kalması, sizin o saati evinizin güzel bir köşesine yerleştirmeniz, daha sonra karşısına geçip "ne güzel durdu" diye düşünmeniz kısacası o saatle ilgili olarak ilk var olduğu andan itibaren (yüzlerce yıl) an an meydana gelen her olay Allah katında durmaktadır. O saat şu an çalışmaktadır, ve yine saat aslında şu an bozulmuştur, saat şu an sizin tarafınızdan o köşeye yerleştirilmektedir ve saat aslında şu an dedenizin dedesi tarafından satın alınmaktadır. Bunların tümü hiç eksiksiz olarak Allah'ın hafızasında mevcuttur. Üstelik bu antika saatin yalnızca geçmişi değil, bundan sonra geçireceği, fakat size göre gelecekte gerçekleşeceği için bilemediğiniz her türlü olay da Allah katında bilinmekte ve muhafaza edilmektedir. O saatin bundan 40 sene sonra sizin çocuğunuzun evinin uygun bir yerine yerleştirilişi de, o saatin bundan 300 sene sonra tamamen çürüyüp bozulması ve insanların görüşünden uzaklaşması da Ana Kitap'ta yazılıdır.
Nitekim bir ayette, "O, önlerindekini de, arkalarındakini de bilir. Onlar ise, bilgi bakımından O'nu kavrayıp kuşatamazlar" (Taha Suresi, 110) denilerek Allah'ın bu ilmine de dikkat çekilmektedir. (En doğrusunu Allah bilir) Çünkü Allah her varlığın an be an, öncesini-sonrasını yani ayetteki ifadeyle "önlerindekini de arkalarındakini de" her aşamasıyla bilmektedir. Ayette "Şüphesiz, yerde ve gökte Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz" denilerek bu gerçek bir kez daha hatırlatılmaktadır. (Al-i İmran Suresi, 5)


Tüm Olaylar "Şu An"da Gerçekleşmektedir!

Allah katında her olayın tek bir anda meydana geldiği gerçeğini şöyle bir örnekle de açıklayabiliriz: Karşınızda büyük bir şehrin tablosunun bulunduğu düşünün. Tabloda şehrin caddeleri, sokakları, bu sokaklarda ilerleyen araçlar, sağa sola dizilmiş binalar ve insanlar çizilmiş olsun. Ve yine bu tabloda, şehrin bir ucundan diğer ucuna ulaşmaya çalışan bir adamın görüntüsünün de çizildiğini farz edin. Şimdi bu adam için şehrin bir ucundan diğerine kadar olan mesafe belirli bir uzaklıktadır ve bu uzaklığı aşabilmesi için de belirli bir zaman gerekmektedir. Adam ancak bu tam olarak bilemediği zaman sonunda istediği yere ulaşmış olacaktır. Aynı anda iki yerde birden olması mümkün değildir. Ama bu durum düz bir satıhtaki bu tabloya dışarıdan bakan bir kişi olarak sizin için geçerli değildir. Siz tabloya ilk bakışta şehrin bir ucundan diğerine kadar olan her şeyi tek bir anda görebilirsiniz, üstelik bunun için bir zamana da ihtiyacınız yoktur.
İşte bu örnekte anlatılan durum belirli bir boyutta yaşayan biz insanlar için de geçerlidir. Bizim için bir yerden başka bir yere ulaşmak ancak bir zamanın geçmesi ve enerjinin harcanması ile mümkün olabilir. Ama tüm bu boyutları yaratan ve tüm bunların üstünde tüm eksikliklerden bağımsız olan Allah için yarattığı evren ve onun içindeki dünya üzerindeki tüm olaylar tek bir anda gerçekleşir.
İkinci önemli gerçek ise tüm bu olayların birbiriyle aynı anda gerçekleşiyor olmasıdır. Çünkü daha önce de ifade edildigi gibi Allah katında zaman yoktur, her şey bir anda olup bitmektedir.
Adem peygamber aslında şu an balçıktan yaratılmaktadır, şu an melekler Hz. Adem'e secde etmektedir, şu an Hz. Adem cennetten çıkarılmış ve dünyaya gönderilmiştir. Üstelik sözü edilen "an", şu saniye yani sizin bu satırları okuduğunuz andır.
Şimdi bu konuyu daha da pekiştirmek için bir başka örnek daha verelim; Hz. Musa'yı düşünelim. Annesinin daha bebekken Hz. Musa'yı sandığın içine koyup suya bıraktığı an halen mevcuttur, o hali kaybolmamıştır ve sonsuza kadar da duracaktır. Allah katında Hz. Musa'nın Firavun'a gittiği ve tebliğ yaptığı an mevcuttur ve aslında tam şu an Hz. Musa Firavun'un karşısındadır, ama aynı zamanda şu an Hz. Musa Kutsal Vadi Tuva'da Allah'tan vahiy almaktadır ve yine şu an Hz. Musa yanındaki İsrailoğullarıyla birlikte Firavun'un adamlarından uzaklaşmaktadır, şu an Musa peygamber asasıyla denize vurmakta ve denizi yarmaktadır ve sonsuza kadar da denizin yarılması Allah'ın hafızasında mevcut olarak kalacaktır.
Hz. Meryem'in Hz. İsa'ya hamile kalması, hurma ağacının altında doğum yapması, sonra kavmine dönmesi ve Hz. İsa'nın henüz beşikteyken kavmin insanları ile konuşması, ardından Hz. İsa'nın havarilerine "Allah katında benim yardımcılarım kimlerdir?" diye sorması ve Hz. İsa'nın Allah katına yükseltilmesi de sizin şu an içinde bulunduğunuz anda gerçekleşmektedir. Üstelik yalnızca geçmişe dair bize bildirilen olaylar değil, geçmişle ilgili bize bildirilmeyen ve gelecekte olacağı için henüz bilmediğimiz olaylar da aslında şu andadır. Hz. İsa'nın yaşamı boyunca geçirdiği her saniye, havarilerine Allah'ın dinini tebliğ etmesi, Allah'ın tespit ettiği bir sürede yeryüzüne tekrar gönderilişi, insanlara Kuran'ı tebliğ edişi ve hatta bu tebliği sırasında yaptığı her konuşma, daha sonra ölümü ve hesap günü diriltilmesi, cennetin girişinde melekler tarafından "Selam" sözleriyle karşılanması da aslında tam bu anda meydana gelmektedir.
Aynı şeyler bundan 3000 sene önce yaşayan bir insan için de geçerlidir. M.Ö.3000 yıllarında öğle vakti bir ağacın altında oturup manzarayı seyreden adamın eline bir uç uç böceği konması, adamın o böceği inceleyerek Allah'ı tesbih etmesi, daha sonra böceğin uçarak yuvasına doğru gitmesi, uç uç böceğinin yumurtadan çıkışından ölümüne kadar olan bütün halleri Allah katında hıfz edilmiştir ve dolayısıyla hepsi tek bir anda yani sizin bu satırları okuduğunuz şu anda gerçekleşmektedir.
Tüm bu örneklerin karşımıza bir kez daha çıkardığı gerçek şudur: Hiçbir an, hiçbir kare, hiçbir olay, hiçbir varlık yok olmamıştır ve olmayacaktır. Nasıl televizyonda izlediğimiz bir film, film şeridine kaydedildiyse, çeşitli karelerden oluşuyorsa ve bu kareleri bizim görmememiz onların olmadığı anlamına gelmiyorsa, bizim "geçmişte yaşanmış" veya "gelecekte yaşanacak" dediğimiz olaylar için de aynı şey geçerlidir.
Fakat bu noktanın yanlış anlaşılmaması çok önemlidir. Bu sahnelerin hiçbiri bir hatıra ya da bir anı gibi veya hayal gibi değildir. Bunların tümü, aynen şu an yaşadığınız an gibi canlıdır. Her şey diri olarak korunmaktadır. Biz yalnızca Allah bize bu algıları vermediği için onları geçmiş, bitmiş olaylar olarak görürüz. Ve Allah dilediği an bize bu görüntüleri gösterebilir, bu olaylara ait algıları vererek bize de bu olayları yaşatabilir.


Geçmiş, Şimdi, ve Gelecek Aslında Aynı Zamandır

Buraya kadar anlatılanlardan anlaşıldığı gibi, şu ana kadar yeryüzünde yaşanmış tüm olaylar Allah katında tek bir anda yaşanmaktadır. Hz. Musa'nın, Hz. İbrahim'in, Hz. Eyüb'ün, Hz. Nuh'un, Hz. Süleyman'ın, Hz. Muhammed'in ve diğer peygamberlerin hayatlarından verilen örnekler de, onların yaşadıkları olayların zamanıyla bizim içinde yaşadığımız zaman da aynıdır ve bizim torunlarımızın hatta onların torunlarının ve kıyamete kadar yaşayacak tüm insanların hayatları da aynı zamanda sürdürülmektedir. Üstelik bu insanlar içinden Allah'a iman edenler şu anda cennettedirler, inkarcılar ise şu an cehennemde azap çekmektedirler.
Peygamberimizin yaşadığı olayların hiçbiri kaybolmamıştır, sonsuza dek Allah katında duracaktır. Bu olaylar bize 1400 sene önce olmuş gibi algılatılmaktadır ama aslında şu an peygamberimiz Miraçtadır, şu an yanındaki arkadaşıyla beraber mağaraya sığınmıştır. Ve peygamberimiz şu an Bedeviler'e tebliğ yapmaktadır. Bu olaylar yaşanmış ve bitmiş olaylar değildir. Tam tersine sonsuza kilitlenmiş, yok olması mümkün olmayan hadiselerdir. Ancak bunların hiçbiri bizim hafızamızda olmadığı ya da canlandırılmadığı için biz görmüyor, tanık olmuyor ya da yaşamıyoruz.
Aynı durum tarih boyunca yaşanmış tüm olaylar ve yaşamış tüm insanlar için de geçerlidir. Eski Yunan'da felsefe yapan filozoflar, Sümerler zamanında çivi yazısını bulanlar, Mısır kraliçesi Kleopatra, rönesans sanatçıları, 19.yy bilim adamları veya 20.yy'ın diktatörleri ve bunlar gibi diğer devirlerde yaşamış tüm insanlar hatta büyükbabanız, onun büyükbabası ve siz aslında aynı anda yaşamaktasınız.
Bu olayların hiçbiri de yok olup gitmiş değildir. Haçlı seferleri, kavimler göçü, yüzyıl savaşları, I. ve II. Dünya Savaşları birbirinden çok ayrı dönemlerde yaşanmış gibi görünüyorsa da aslında şu an olan olaylardır ve sonsuza kadar da olmaya devam edeceklerdir. Çok farklı zamanlarda yaşadıkları düşünülen Mısır, Aztek, Yunan ve Anadolu uygarlıkları da gerçekte aynı anda yaşamışlardır.
Öyle ki 1000 sene önce Mezopotamya'da yaşayan bir çiftçinin, tarlasını ekerken yağan yağmur ve çiftçinin o yağmur altında ıslandığı an da Allah katında durmaktadır. Örneğin, Akadlar döneminde bir söğüt ağacının dalları arasında ağ yapan bir örümcek bu ağı şu an örmektedir. Ve aynı örümcek şu an ağın köşesine çekilmiş avını beklemektedir. Yine sizin bu örümceği gözünüzde canlandırmaya çalıştığınız tam şu an, o örümcek yumurtlamış, yumurtalarını sırtında toplamış ve onların bakımı ile uğraşmaktadır. Yine o örümceğin yumurtaları içinde bulunduğumuz bu anda çatlamış, içinden bir sürü küçük örümcek çıkmıştır.
Hiçbir olay unutulmuş değildir, hepsi Allah tarafından birçok hikmetle yaratılmıştır. Bu nedenle hiçbir şey boşa gitmez, israf olmaz, yok olmaz. İnsanların şu an bunları görmüyor, bilmiyor olması bunların olmadığı anlamına gelmez. Allah zamandan münezzeh olduğundan O'nun katında her şey bir anda olmuş ve bitmiştir. İnsanlar zamana bağımlı oldukları için olayları geçmiş, şimdi ve gelecek süreci içinde izler. Oysa daha önce kader bölümünde de belirtildiği gibi geçmiş zannettiğimiz olaylar bizim için geçmiştir, gelecek zannettiğimiz olaylar da bizim için gelecektir. Allah için geçmiş, gelecek, şimdi hepsi birdir. İşte bu nedenle Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. Nitekim ayette de bu gerçeğe dikkat çekilmiştir:

"Ey oğlum, (yaptığın iş) gerçekten bir hardal tanesi ağırlığında olsa da, (bu,) ister bir kaya parçasından ya da göklerde veya yer(in derinliklerinde) de bulunsa bile, Allah onu getirir (açığa çıkarır). şüphesiz Allah, latif olandır, (her şeyden) haberdardır." (Lokman Suresi, 16)


Kendi Hayatınız da Tek Bir Andır

Bu gerçeği anlamak için yalnızca tarihin derinliklerini düşünmeye gerek yoktur. Herkesin çok uzun zannettiği kendi hayatı için de yine aynı gerçek geçerlidir. Sizin yeni doğduğunuz, annenizin kucağına verildiğiniz o ilk an yok olmamıştır. O kare ya da o görüntü ya da o olay sonsuza kadar var olacaktır. Çünkü Allah katında "hıfz edilmiş"tir. Fakat daha önce de ifade edildiği gibi siz 5 duyunuza bağımlı olduğunuz için ve sizin hafızanızda bu bilgi saklanmadığı için böyle bir sahneyi görmüyorsunuz. Bu, yaşamınız boyunca başınızdan geçen her olay için geçerlidir. İlkokula başladığınız gün, ya da çocukken kutladığınız bir doğum gününüz, başınızdan geçen bir olay, liseyi bitirdiğiniz gün, üniversite diplomanızı alışınız, evliliğiniz ve bunun gibi daha binlerce olay aslında Allah katında aynı anda olmaktadır. Bu olayların hiçbirisi de kaybolmuş değildir ve sonsuza kadar canlı olarak mevcut kalacaktır.
Aynı şekilde 5 yaşındayken bakkaldan aldığınız bir gofreti yerken hissettiğiniz şeker tadı, 7 yaşında ilkokula başlayacağınız gün sabah erken saatte heyecanla uyanmanız, lisedeki coğrafya dersinde içinizde duyduğunuz sıkıntı, matematik öğretmeninizin tahtaya yazdığı uzun denklemler, bir yakınınızı kaybettiğiniz trafik kazasında hissettikleriniz, işinizde kazandığınız bir başarı nedeniyle yaşadığınız gurur, yıllarca hayal ettiğiniz bir şeyi almaya giderken duyduğunuz sevinç kısacası yaşadığınız ve hissettiğiniz, başınızdan geçen tüm bu olaylar aslında aynen durmakta, yalnızca sizin beyninizde muhafaza edilmemektedir. Muhafaza edilen de hatıra olarak, anı olarak yani geçmiş gibi hissettirilmektedir. Şu an var olan o sahneleri beyniniz algılamamaktadır. Çünkü dünyadaki imtihan sistemi böyledir. İnsanlar akan bir zamana tabi olduklarını düşünür, yaşamlarının geçmiş, şimdi ve gelecek olmak üzere bölümlere ayrıldığını sanırlar. Bu yüzden de ahiretin varlığı, cennet, cehennem, hesap günü gibi konuların ne zaman, ne şekilde ve nasıl olacağını kolay kavrayamazlar. Allah katındaki zaman kavramıyla insanların tabi olduğu zaman arasında bir bağlantı kuramazlar. Fakat yaratılmış her canlının, her olayın ve her şeyin aynı bir film şeridini oluşturan kareler gibi, kare kare sonsuz olarak yaratıldığını ve aynı anda var edildiğini bilmek bu kavrayışı kolaylaştıracaktır.
Allah katında her şey olup bitmiştir. Halk arasında yaygın olan batıl bir inanca göre Allah evreni ve insanı yaratmış, onlara bir süre vermiş ve onların denenmelerini beklemektedir. (Allah'ı tenzih ederiz) Evrenin ömrü bitene kadar da bekleyecektir. Fakat gerçekte Allah'ın beklemesi gibi bir durum asla söz konusu olamaz. Beklemek insana özgü bir acizliktir. Allah ise insanların yaşadığı bütün acizliklerden uzaktır. Allah'ın Kuran'da Kendisi'ni tanıttığı Kuddüs sıfatı, "hatadan, gafletten, aczden ve her türlü eksiklikten çok uzak" anlamındadır. Bu nedenle tüm insanların geçmişlerini, geleceklerini ve yaşadıkları tüm olayları bütün detaylarıyla birlikte bilmektedir. Fakat insan, sınanma yeri olan bu dünya hayatında zamanı akışlı, önceli ve sonralı zanneder. Oysa bu bölüm boyunca anlatıldığı gibi önce-sonra, geçmiş-gelecek diye bir şey yoktur. Her şey, tüm insanlar, tüm canlılar aynı anda yaşamakta, tüm zamanlar, tüm devirler, tüm çağlar, tüm tarihler ve hatta tüm günler, tüm saatler, dakikalar ve anlar aynı anda olmaktadır. İnsan sınırlı kapasitesi nedeniyle bunu göremiyor olsa da bu gerçek açıktır. Allah katındaki zaman ile insanların bağımlı olduğu zaman kavramı arasındaki farka "Kuran'da İzafiyet" bölümünde örnekler verilmişti. Bu konuya bir ayette şöyle dikkat çekilir:

Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir. (Hac suresi 47)

Allah'ın Kuran'da yer alan sıfatlarından bir diğeri ise Hasib yani "Herkesin hayatı boyunca yapıp ettiklerinin hesabını bütün ayrıntısıyla bilen" demektir. Yaşanan, yaratılan, var olan hiçbir olayın kaybolmadığı gerçeği hatırlanacak olursa Allah'ın Hasib sıfatı daha iyi anlaşılabilir. Çünkü her şeyin her detayın bilgisi Allah'ın katındadır. Allah bu gerçeği ayette de ifade etmiştir:

Kıyamet saatinin bilgisi, şüphesiz Allah'ın katındadır. Yağmuru yağdırır; rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse de, hangi yerde öleceğini bilmez. Hiç şüphesiz Allah bilendir, haberdardır. (Lokman Suresi, 34)

İşte müminlerin Allah'ın büyüklüğünü takdir edebilmelerinin, Allah'a olan teslimiyetlerinin ve güvenlerinin ana sebebi budur. Allah'ın kendilerine ne kadar yakın olduğunun ve Allah'a ne derece muhtaç olduklarının, O'nun büyüklüğü yanında ne denli küçük olduklarının bilincindedirler. Onların bu üstün ahlakları Kuran'da şöyle bildirilmiştir:

De ki: "Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim mevlamızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler. (Tevbe Suresi, 51)

De ki: "Allah'ın dilemesi dışında, kendim için zarardan ve yarardan (hiçbir şeye) malik değilim (Yunus Suresi, 49)
Bunu söyleyen müminler Allah'ın yüceliğini ve kudretini takdir edebilen kimselerdir. Bundan dolayı da Allah'a gönülden boyun eğmişlerdir.


Ölüm İnsan İçin Yokoluş Değildir

Ölüm konusu da genelde halk arasında yanlış bilinir. Ölen bir kişiye adeta yok oldu gözüyle bakılır. Genelde insanların ahirete, sonsuz yaşama, cennet ve cehenneme ait bilgileri de yetersiz olduğundan ya ölümden sonra yeniden dirileceklerine hiç inanmazlar ya da buna ait inançları belirsizdir. Dolayısıyla bir yakınlarını kaybettiklerinde onun ebediyen yok olduğunu düşünenler çoktur. Oysa bu tamamen sapkın bir inançtır. Aslında insan doğduğu (Allah tarafından varlık alemine getirildiği) andan itibaren sonsuz hayatına başlamıştır. Hayatındaki diğer kareler gibi ölüm de bir karedir ancak gerçekte o insan diridir. Ölümden önceki ve sonraki kareler ve o insana ait her şey aynen muhafaza edilmektedir. Örneğin ölen birinin ardından "çok genç bir insandı yazık oldu" derler. Oysa o genç insana ait her şey, tüm özellikler, yaşadığı tüm detaylar, çocukluğu, doğumu, ailesiyle olan anıları canlı bir şekilde aynen durmaktadır. Yok olmaz ya da kaybolmaz, yaşanılanlar olduğu gibi muhafaza edilir. Dünyadaki imtihanın bir gereği olarak insana gösterilmez, hafızasından ve görüntüsünden silinir fakat bu onların olmadığı anlamına gelmez.
Allah katında bir insanın doğumu da, yaşamı da, ölümü de aynı anda olup biter. Hatta bütün insanlar için aynı şey geçerlidir. Tüm insanlar şu an doğmuş ve şu an ölmüş durumdadırlar. Tekrar dirilmiş ve cennet ya da cehennemdeki yerlerini almışlardır. Bu nedenle hiçbir insan ölmez ya da yok olmaz, sonsuza kadar diridir. Sonsuzluğun içinde bir zaman yaşanmaktadır ve buna göre herkesin gideceği yer de (cennet ya da cehennem) bellidir. Şu an insanların bir kısmı cennette bir kısmı ise cehennemdedirler. Bu gerçek Kuran'da da yer almakta, cennet ve cehennemle ilgili pek çok ayette ahiret hayatından bahsederken geçmiş ya da şimdiki zaman kullanılarak bunların aslında tek bir an olduğuna dikkat çekilmektedir:

Gerçek şu ki, bugün cennet halkı, 'sevinç ve mutluluk dolu' bir meşguliyet içindedirler. Kendileri ve eşleri, gölgeliklerde, tahtlar üzerinde yaslanmışlardır. (Yasin Suresi, 55-56)

Rablerinden korkup-sakınanlar da, cennete bölük bölük sevkedildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, kapıları açıldı ve onlara (cennetin) bekçileri dedi ki: "Selam üzerinizde olsun, hoş ve temiz geldiniz. Ebedi kalıcılar olarak ona girin." (Onlar da) Dediler ki: "Bize olan va'dinde sadık kalan ve bizi bu yere mirasçı kılan Allah'a hamd olsun ki, cennetten dilediğimiz yerde konaklayabiliriz. (Salih) Amellerde bulunanların ecri ne güzeldir. Melekleri de arşın etrafını çevirmişler olarak Rablerini hamd ile tesbih ettiklerini görürsün. Aralarında hak ile hüküm verilmiştir ve: "Alemlerin Rabbine hamdolsun" denilmiştir. (Zümer Suresi, 73-75)

Suçlu-günahkarlar ateşi görmüşlerdir, artık içine kendilerinin gireceklerini de anlamışlardır; ancak ondan bir kaçış yolu bulamamışlardır. (Kehf Suresi, 53)

İnsanların yaşamında çok önemli bir sır daha vardır. İnsanlar ölen kişilerin ardından "öldü" diye bakıp üzülürlerken aslında kendileri de ölmüş ve hatta yeniden diriltilmişlerdir. İnsanın kendi doğumuyla kendi ölümü de aynı anda olmaktadır. Film şeridi örnekleri tekrar hatırlanacak olursa bu nokta daha iyi anlaşılabilir. Bütün insanların tek tek yaşamlarına, ölümlerine, dirimlerine ve sonsuz hayatlarına dair her türlü detay eksiksiz olarak Allah katında tutulmaktadır. Diğer bir deyişle her şey şu anda olmaktadır. Ölmek ve dirilmek de farklı zamanlarda meydana gelen olaylar değildir. Sonsuzluk içinde ya da zamansızlık içinde insanlar doğmuşlar, ölmüşler, dirilmişler ve şu an zaten diriler. İnsan, Allah'ın yarattığı andan itibaren sonsuz bir varlık olur yani ebedi olarak diri olur, sonsuz hayatına başlar. Arada "kendi ölümünü " de bir kare olarak görür. Nasıl hergün kendisini canlı olarak, diri olarak görüyorsa bir kere de ölü olarak görür.
Bunu şöyle bir örnekle de açıklayabiliriz. Allah Kuran'da uykunun da bir nevi ölüm olarak yaratıldığını haber vermiştir. Bu durumda insan her akşam zaten öldüğünü görür, aynı şekilde her sabah uyanırken dirilişide görür. Çünkü ayette şöyle denmektedir:

Allah ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda (bir tür ölüme sokar) Böylece kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanı (n ruhunu) tutar, öbürünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir. Şüphesiz bunda düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır (Zümer Suresi, 42)

İnsan bu şekilde dirisini de, ölüsünü de, tekrar dirilişini de zaten sürekli görmektedir. Bunun gibi asıl ölümünü de görecektir ama sonuçta doğumu, ölümü, dirilmesi, ahirette gideceği mekan bellidir ve insan sonsuza dek Allah katında diridir. Bütün bu olaylar Allah katında olup bitmiştir. Bu nedenle halk arasında kullanıldığı anlamda ölümle birlikte bir yokoluş söz konusu değildir.
Bu gerçekler karşısında halkın kullandığı "çok güzel insandı, çok genç çocuktu, çok sağlıklı bir delikanlıydı" gibi ifadeler anlamını yitirmektedir. Çünkü zaten o çok güzel denilen insan da, çok genç denilen çocuk da, çok sağlıklı denilen delikanlı da yok olmamıştır, şu an hepsi en güzel halleriyle vardır. Allah'ın hafızasında sonsuza kadar hepsi diridir. Bu da Allah'ın büyüklüğünün ve ilminin göstergesidir. Allah'ın sonsuz ilmi ve kudreti Kuran'da şöyle haber verilir:

Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)


Hayvanların Yaşamlarının Her Anı da Kayıtlıdır

Yeryüzünde canlılık başladığından beri yaratılan her hayvanın hayatındaki her safha da aynen muhafaza edilmektedir. Örneğin 250 yıl önce kutupta yaşayıp ölmüş olan bir penguenin ilk dünyaya geldiği an, balık tutmayı ve avlanmayı ilk öğrendiği an, öldüğü an gibi hayatının her evresi Allah katında mevcuttur. Sonsuza kadar da duracaktır. Ve tüm bunlar, yaşadığımız şu an içinde olmaktadır.
Bizim hiçbir zaman görmediğimiz yaşamına tanık olmadığımız 700 yıl önce yaşamış ve ölmüş bir deve ya da MÖ 5. yy'da Amazon ormanlarında yaşamış bir timsah, 2200 yılında Afrika'da yumurtadan çıkacak bir yılan ya da bugün Avusturalya'da yaşayan bir kanguru için de durum aynıdır. Bu sayılan hayvanların daha doğrusu gelmiş ve geçmiş tüm hayvanların yaşamlarına dair her ayrıntı, her safha aslında aynı anda, yani şimdi olmaktadır. Örneğin devenin doğduğu an, çölde yük taşıdığı an, su içtiği an olmak üzere her anı saklıdır ve bahsedilen deve şu an aslında hala su içmektedir, hala doğmaktadır, hala yük taşımaktadır… Dünya tarihi boyunca yaşamış bütün develerin yaşamlarına dair her kare hala canlı olarak vardır. Bugüne kadar yaşamış trilyonlarca hayvan olduğu düşünülünce bu konuyu kavramak zor gözükebilir fakat Allah'ın büyüklüğünün ve kudretinin bir sırrı da burada gizlidir. İşte Allah Alim ismiyle gelmiş geçmiş, canlı-cansız her şeyin bilgisine sahiptir. Hafız ismiyle bu canlılara ait her türlü bilgiyi muhafaza etmektedir. Kuran'da bu gerçeğe şöyle işaret edilmektedir:

Andolsun, onların tümünü kuşatmış ve onları sayı olarak saymış bulunmaktadır. (Meryem Suresi, 94)

Hayvanların ölümü de insanlarınkine benzer. Nasıl insanlar ölünce yaşamlarında geçirdikleri anlar yok olmuyorsa, hayvanların yaşadıkları anlar da öyledir.Bir insan sevdiği bir hayvanı örneğin kuşunu kaybettiğinde onun için üzülür. Halbuki o kuş Allah'ın hafızasında en güzel şekliyle durmaktadır. Kuşun yeni yumurtadan çıkmış hali de, sahibinin evine gelmesi de, henüz uçamıyorken yaptığı oyunlar da en sevimli şekilleriyle varlıklarını sürdürmektedir. Veya bir köpek öldüğünde, onun ölü hali de, diri hali de, ölüm şekli de Allah katında bellidir. Ölüm şekline ait görüntü tek bir andır, bunun dışında yaşadığına dair sayısız görüntü vardır ve bunlar da Allah katında sonsuz olarak durmaktadır. Köpeğin yolda yürüyen hali de, kendini sevdiren hali de, havlayan hali de, yemek yerkenki hali de, avlanırken aldığı şekil de ve sahibinin görmediği tüm halleri de hepsi Allah katında muhafaza edilmektedir.
Bu durum tüm hayvanlar için geçerlidir. Kuran'da bildirilen Ashab-ı Kehf'in mağarasının kapısında kollarını uzatmış durumda bekleyen köpeğin doğumu ve ölümü, mağaranın önünde beklediği her saniye şu an da Allah'ın hıfzındadır. Aynı şekilde, Hz. Salih'in kavminin kendilerine haram kılındığı halde kestikleri devenin Hz. Salih tarafından getirilişi de, daha sonra inkarcı kavim tarafından kesiliş anı da yok olmamıştır, Allah katında mevcuttur. Veya ezilen bir böceğin de ölmeden önce yürürken, dolaşırken, ve ayak altında ezilirkenki tüm kareleri Allah katında durur. Böceğin ölümü tek bir karedir, zaten tüm varlıklar gibi o da bizim için algıdan ibaret bir varlıktır ve her görüntüsü aynen durmaktadır. Bizim, ezilme görüntüsünden itibaren o hayvana ait bir şey görmüyor olmamız onun yok olduğu anlamına gelmez. Tam tersine bizim hafızamızda yaşamadığı, hafızamızda unutulduğu anlamına gelir. Allah katında o böceğe ait görüntü tekrar canlandırılsa, bize 5 duyumuzla algılatılsa tekrar görürüz.
Fransız İhtilali döneminde bir adamın gördüğü rengarenk bir kelebek için de aynı şey geçerlidir. Adam kelebeği gördüğünde "ne kadar güzel renkleri var" deyip bir süre sonra onu bir kuşun kaptığını görüp üzülmüş olabilir. Halbuki o kelebek tüm simetrisi ve renk cümbüşüyle Allah katında canlı olarak durmaktadır. Kelebeğin yaşadığı her saniye hatta salise, kanadını her açışı ve her kapatışı, yere her konuşu, yerden her kalkışı, konduğu tüm çiçekler Allah katında bellidir. Üstelik kelebek bu hareketlerin hepsini birden şu an yapmaktadır. Aynı anda kelebek uçmaktadır, konmaktadır, yemektedir, ölmektedir... Fakat tüm bunların sonunda kelebek diridir, sonsuza kadar da diri olarak kalacaktır. Binlerce sene evvel bu kelebeğin öldüğünü görüp üzüntü duyan adamın hisleri de ve o adamın yaşantısının her anı da sonsuza dek mevcut bulunacaktır. Kuran'da tüm bu aşamaların Allah katında var olduğuna daha önce belirttiğimiz gibi, "Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta (Levh-i Mahfuz'da) olmasın." ayetiyle dikkat çekilmiştir. (Neml Suresi 75)
Böylece "hayvanların ruhu var mı?", "onların sonu ne olacak?" gibi soruların cevabı da verilmektedir. Önemli olan o canlının Allah'ın hafızasında olmasıdır. Allah katında bilgisi bulunduğu sürece (ki yaratıldığı anda sonsuza kilitlenmiştir) bu varlık zaten canlı olmuş olur. Ancak buradaki canlılıktan kasıt, Allah'ın bir algı olarak yaratmasıdır. Yoksa diğer canlıların hiçbirinin Allah'ın "Diri" ismi ile bir benzerliği yoktur. Bu açıdan hayvanın ruhunun olup olmaması değil, hafızada yaratılıp yaratılmaması önemlidir. Allah dilerse, bu canlı hafızamızda var olur, dilemezse yok olur. Allah insanın hafızasından, o hayvanın görüntüsünü alırsa ölmüş olur, verirse dirilmiş olur. Fakat sonuçta o hayvan Allah'ın hafızasında sonsuza kadar en canlı haliyle bulunacaktır. Çünkü Allah zamandan münezzehtir. Zamansızlık içinde de geçmiş, gelecek veya şimdiki an söz konusu değildir. Hepsi tek bir andır.


Çiçekler Solup Kaybolmaz, Meyveler Yok Olmaz...

Allah her şeyin bilgisine sahip olandır. Yukarıdaki ayette haber verildiği gibi yeryüzü var edildiğinden beri yaratılmış olan tüm yaprakların, ömürleri boyunca geçirdikleri bütün olayları ve durumları da bilir. Örneğin, binlerce sene önce Babil'deki bir ağacın ve hatta o ağaçtaki tek bir yaprağın dahi bilgisi Allah katında saklı durmaktadır. Hatta o yaprağın yere düşene kadar geçirdiği tüm aşamalar ayrı ayrı saklanmaktadır. Babil'de ağacın altında oturup o yaprağın düşüşünü izleyen insan farkında olmasa dahi onun düşüşünü gözlediği saniyeler tek tek Allah'ın hafızasında mevcuttur, ve bu saniyelerin hiçbiri yok olmamış, geçmişte kalmamıştır.
Bir insan tek bir yaprağın ağaçtan düşüşünü çok önemli bir olay olarak algılamayabilir. Ancak yeryüzündeki gelmiş geçmiş tüm yaprakların düşüşünün ve dahası tüm canlıların her anlarının bu şekilde "hıfz edildiği" düşünüldüğünde Allah'ın büyüklüğü ve ilmi apaçık bir şekilde karşımıza çıkar. Bu, bir Kuran ayetinde şöyle bildirilmektedir:

...Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve her şey) apaçık bir kitaptadır. (En'am Suresi, 59)

Ve bunu gören insanın yapabileceği tek şey Rabbi karşısında boyun eğmektir. Allah çok yücedir. Her şeyin bilgisi O'nun katındadır. "Gökten yere her işi O evirip düzene koyar..." (Secde Suresi, 5) ayetinde haber verildiği gibi, insanlar, hayvanlar, bitkiler kısacası her canlı ve her olay Allah tarafından yaratılmaktadır ve bunların tümü O'nun katında canlı olarak muhafaza edilmektedir.
Aynı gerçek çiçekler için de geçerlidir. Bir gelincik solduğunda insanlar onun öldüğünü, yok olduğunu zannederlerken aslında o Allah katında tüm detaylarıyla durur. Daha gelincik tomurcuk halindeyken de açmadan önce de, yeni açtığında da, solduğunda ve öldü zannedildiğinde de bütün bu evreleri Allah katında durmaktadır. "…O, her yaratmayı bilir." ayetinde haber verildiği gibi, gerçekleşen her aşama Allah'ın bilgisi dahilindedir. (Yasin Suresi, 79) Ayrıca daha önce de belirttiğimiz gibi, gelincikte birbiri peşi sıra meydana gelen değişimler, ayrı zamanlarda olmuş gibi gözükse de gerçekte her aşaması aynı anda yaşanmaktadır. Allah katında tek bir gelinciğe ait her detay saklanmakta fakat Allah bunları dilediğine göstermektedir. Gelinciği gören insanların hafızasından bir müddet sonra gelinciğe ait bu görüntüler silinir ama bunların her biri Allah'ın hafızasında kalır.
Allah'ın Muhsi ismi "Sonsuz da olsa her şeyin sayısını bilen" demektir. Allah bugüne kadar yeryüzünde var olmuş olan ve dalından düşen tüm yaprakların sayısını en iyi bilendir. Ayrıca bütün bitkilerin, bütün yaprakların, tüm çiçeklerin doğumlarından itibaren her anları, yavaş yavaş büyümeleri, gelişmeleri, kurumaları, dökülmeleri, üzerlerine konan böcekler, tozlar, her bir yaprağın üzerine düşen her yağmur damlası sonsuza dek kalmak üzere Allah'ın bilgisi dahilindedir. Bunlar diğer tüm canlıların yaşamlarındaki her an ile birlikte tek bir anda ve tek bir satıhta yaratılmışlardır. Bir bütün olarak şu anda, şimdi var edilmişlerdir. Dolayısıyla bir yaprak kuruyup düştüğünde aslında o ölmüş değildir yalnızca bizim hafızamızdan silinmiştir, oysa başka bir insanın hafızasında hala duruyor olabilir. Eğer Allah başka kişilerin hafızasında canlandırırsa, onlar bu yaprağı görmeye devam ederler.
Saksınızda yetiştirdiğiniz bir menekşe için de bu durum aynıdır. Menekşenizin ilk tomurcuk verdiği an da, ilk açış anı da, büyüyüp gelişmesi de, solup buruşması da Allah katında bellidir. Aslında şu an hepsi birden olmaktadır. Diğer bir deyişle menekşe şimdi açmakta ama şimdi de solmaktadır. Menekşenin açmasıyla solması arasında bir zaman geçmesi söz konusu değildir. Zaman kavramı yalnızca bizim için geçerlidir, Allah'ın hafızası tüm zamanların üstündedir. Bu gerçeği hatırlayınca tekrar anlaşılmaktadır ki, yeryüzünde tarih boyunca var olmuş bütün menekşeler aslında aynı anda açmakta, aynı anda solmaktadır. Bütün yapraklar şu an çıkmış bütün yapraklar şu an dökülmüştür. Öyle ki bundan 1500 sene önce Afrika'daki bir ormanda bir ağacın kovuğunda yaşamış olan küçücük bir bitkinin bile hayatının her safhası Levh-i Mahfuz'da kayıtlıdır. Aynı şekilde bundan 14 yüzyıl önce müslümanların Peygamberimiz'e altında biat ettikleri ağacın tohumdan ilk çıkışı, filizlerini toprağın üstüne doğru uzatışı, ardından kuruması da her anıyla şu an mevcuttur. Yeryüzündeki herhangi bir dağda büyüyen bir ottan, dünyanın herhangi bir çayırında yetişen tek bir çimene, çöldeki bir kaktüsten, varlığından kimsenin haberi olmadığı bir çalıya, buzların arasından çıkan bir kardelen çiçeğine veya asfaltın kenarında biten bir papatyaya kadar her bitkinin her anı Allah'ın hafızasında saklanmaktadır. Belki bu bitkinin varlığından yeryüzündeki hiçbir insanın haberi bile olmamış olabilir. Hatta hiçbir zaman olmayacak da olabilir. Fakat Allah elbette ki tüm bunlardan haberdardır:

...Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O'ndan uzak (saklı) kalmaz. Bundan daha küçük olanı da, daha büyük olanı da, istisnasız, mutlaka apaçık bir kitapta (yazılı)dır. (Sebe Suresi, 3)

Kıyamet saatinin ilmi O'na döndürülür. O'nun ilmi olmaksızın, hiçbir meyve tomurcuğundan çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da. (Fussilet Suresi, 47)

Bir diğer ayette ise bu konu şöyle ifade edilmiştir:

Yerin içine gireni, ondan çıkanı; gökten ineni ve oraya çıkanı bilir. O, esirgeyendir, bağışlayandır. (Sebe Suresi, 2)

Bu anlatılanların insanın zihninde daha iyi canlanabilmesi açısından, her zaman gördüğümüz meyvelerden de örnek verilebilir. Örneğin Afrika'daki bir muz ağacında yetişen bir muzun büyüklüğü, tadı, olgunluğu hepsi Allah katında bellidir. Ne zaman toplanacağı, kim tarafından koparılacağı, ne zaman olgunlaşacağı ve ne zaman kararacağı, hangi sofraya konacağı, kimler tarafından yeneceği hepsi Allah katında daha o muz ağacının tohumu toprağa girmeden bilinmektedir. Allah bu gerçeğe bir ayetinde şöyle dikkat çekmektedir:

Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. Onun karar (yerleşik) yerini de ve geçici bulunduğu yeri de bilir. (Bunların) Tümü apaçık bir kitapta (yazılı)dır. (Hud Suresi, 6)

Muzun daha dalından ilk çıktığı andan itibaren sofraya gidene kadar geçirdiği her aşama Allah katında saklanmaktadır. Aslında o muzun dalından ilk çıktığı andan itibaren yenilene kadar çok süre geçmiş gibi gözükmektedir. Diğer bir deyişle muzun uzun bir ömrü olduğu düşünülmektedir. Bu meyve önce dalında olgunlaşmakta, sonra birisi tarafından toplanmakta, paketlenmekte, bekletilmekte, taşıtlara yüklenip uzun bir yolculuğa çıkmakta, belki okyanuslar aşarak bambaşka bir ülkeye gelmekte, orada da depolara konulup, satıcılara dağıtılmakta, ve belki de yetiştiği yerden çok uzak bir ülkede onu satın alan bir kişinin ailesinin fertlerinden biri ya da misafiri tarafından yenmektedir. Ama baştan beri belirttiğimiz gibi bu bakış açısı yalnızca zamana ve mekana bağımlı kılınmış olan insan için geçerlidir. Allah katında ise muzun bütün ömrü tek bir anda geçmektedir. Muz şu an yetişmekte ve şu an bir yerlerde birisi tarafından yenilmektedir. Aynı muz tanesi şu an dalından koparılmakta, şu an tırlara yüklenmektedir. Bir kez daha hatırlatmak gerekirse, o muzun hayatı ile sizin hayatınız ya da Sezar'ın hayatı veya Büyük İskender'in ya da Edison'un yaşamı aslında aynı an içinde yaşanmaktadır. Yeryüzündeki gelmiş geçmiş bütün meyvelerin bütün bitkilerin, bütün insanların, bütün hayvanların bilgisi Yüce Allah'ın hıfzındadır. Bu gerçekler samimi bir niyetle iyice, derinlemesine düşünülürse bunun ne kadar büyük bir olay olduğu anlaşılabilir.
Diğer önemli bir nokta ise bu meyvelerden hiçbirinin aslında çürümemesi, yok olmaması, solmaması, kaybolmamasıdır. Bir portakal düşünün; Akdeniz'in turunç bahçelerinde 50 yıl önce yetişmiş olsun. Bu portakalın ne zaman hangi ağaçtan, hatta o ağacın hangi dalından çıkacağı, ekşi mi tatlı mı olacağı, büyüklüğü, şekli, renginin tonu kim tarafından dalından toplanacağı, hangi depoda bekletileceği, hangi kamyona yükleneceği, kim tarafından taşınacağı, hangi manava gideceği, manavdan kim tarafından satın alınacağı, alındığı evde kim tarafından yeneceği o portakalın kaderindedir. Belki de meyve sepetinde unutulacak ve küflenecektir. An be an küflenme aşamaları, en son tamamen küflenip, bozulması ve ev sahibi tarafından bulunup, çöpe atılması da kaderindedir. İşte tek bir portakalın dahi ömrünün her saniyesi, kaderindeki her an Allah katında sonsuza kadar vardır. Sonuç olarak o portakal Allah katında ölmez, yok olmaz, sonsuza kadar ilk tomurcuklandığı, olgunlaştığı, çürümeye başladığı ve iyice bozulduğu her hali ile diri ve canlı olarak kalır. Çünkü Allah Hayy yani diri olandır. O'nun hafızasındaki her şey de Allah "OL" dediği andan itibaren diridir.

O, gökten su indirendir. Bununla her şeyin bitkisini bitirdik, ondan bir yeşillik çıkardık, ondan birbiri üstüne bindirilmiş taneler türetiyoruz. Ve hurma ağacının tomurcuğundan da yere sarkmış salkımlar, -birbirine benzeyen ve benzemeyen- üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler (kılıyoruz.) Meyvesine, ürün verdiğinde ve olgunluğa eriştiğinde bir bakıverin. Şüphesiz inanacak bir topluluk için bunda gerçekten ayetler vardır. (En'am Suresi, 99)



Akan Su da Boşa Gitmez

Buraya kadar anlatılan her şey akan sular için de geçerlidir. Nehirden, kaynaktan, çeşmeden, bir artezyen ya da çağlayandan akan suyun her damlasının da her anı Allah katında saklanmaktadır. Akan suyun tek bir damlası dahi yok olmaz, kaybolmaz. Her damla sonsuza dek durur. Hiçbiri boşa gitmez. Aynı, canlılarda olduğu gibi onların da her anı, her hali Allah'ın hafızasında gizlidir. Evren var olalı beri yeryüzünde akmış olan, halen daha akan ve ileride de akacak olan tüm sular şu an akmaktadır. Diğer bir deyişle hepsi şimdi tek bir anda akmaktadır. Allah zamandan münezzehtir ve akan suların da öncesi ve sonrası yoktur. Evrendeki her olay gibi bu da tek bir anda olmaktadır. Sonsuzluğun içinde bir zaman vardır ve tüm olaylar bir anda olmaktadır.
300 yıl önce Mississipi'de bir anda akan suyla, 500 sene önce Ren nehrinde yine bir anda akan su ya da 200 yıl sonra Fırat'tan başka bir anda akacak su aslında eş zamanlı olarak tek bir anda akmaktadır. Hepsi şu an şu dakika akmaktadır. Hiçbirinde akan su yok olmaz, sonsuza kadar Allah katında akmaya devam eder.


Geriye Dönüş de Mümkündür

Her şeyin Allah'ın hafızasında saklı olması karşımıza çok önemli bir sırrı daha çıkarır: Bir olayda geriye doğru gidip o olayın ilk başlangıç anına ulaşmak da Allah'ın dilemesiyle son derece kolaydır. İnsanlar zamana bağımlı oldukları için böyle bir olay onlara uzak gelir oysa Allah katında zaman yoktur, daha önce de belirttiğimiz gibi geçmiş ve gelecek tek bir andır. Tıpkı bir video kasetteki karelerin tek bir anda var olması gibi… Biz bir filmi seyrettikten sonra nasıl ki o filmi geriye doğru sarıp yeniden seyredebiliyorsak, bizim için geçmiş olayları Allah'ın dilemesiyle yeniden seyretmemiz mümkündür. Önemli olan Allah'ın o an bize o olaylara ait algıları tekrar hissettirmesidir. Allah için geçmiş bir olayı tekrar yaratmak son derece kolaydır.
Bu gerçekleri daha iyi kavrayabilmek açısından şöyle örneklendirebiliriz: Kuran'da bahsi geçen Sebe halkının "Acı ılgınlı ve içinde az bir şey de sedir ağacı olan iki bahçeye dönüştürülmüş" olan bahçeleri, şu an hala belaya uğramadan önceki haliyle Allah katında durmaktadır. (Sebe Suresi, 16) Veya bu bahçelerdeki ağaçların sonradan çürüyüp yok olması, bahçenin yıkılması da Allah'ın hafızasındadır. Bundan binlerce yıl önce dünyanın herhangi bir yerinde yemyeşil olan bir bahçenin daha sonra bir ekin tarlasına dönüştürülmesi, sonra o ekin tarlasının üzerine bir ev yapılması, ardından evin yıkılıp yerine bir atölye inşa edilmesi, yüzlerce sene sonra o atölyenin de yıkılıp bir mezarlık haline gelmesi ve en sonunda bugün bu alanın bir gecekondu mahallesi olarak kullanılması ve bu aşamaya kadar arada geçen tüm aşamalar sonsuza kadar Allah katında durmaktadır. Allah'ın dilemesiyle şu an bu mekanın içinde bulunduğu andan geriye doğru giderek o bahçelerin ilk halini görmek de mümkündür.
Kuşkusuz evren yaratıldığı andan itibaren varlıkların ve olayların her anının Allah katında saklı oluşu muazzam bir olaydır. Ve bu durum aslında inananlar için cennette büyük bir nimet haline gelmektedir. Çünkü insanlar gerek kendi geçmişlerini, gerekse tarihte geçmiş olayları merak ederek görmek isteyebilirler. Ve Allah'ın dilemesiyle cennette müminler için görmek istedikleri bu olayların tümü onlara gösterilebilir.
Örneğin insan evrenin ilk yaratıldığı Big Bang anını, galaksilerin ilk oluşumunu, ilk atomun oluşum aşamalarını, kendisinin anne karnında geçirdiği evreleri, tarihin herhangi bir döneminde yaşanmış bir olayı, okyanusların yüzlerce metre altında insanların asla ulaşmaya güç yetiremedikleri ortamlarda yaşayan canlıları, Titanic'in batışını, annesinin çocukluğunu, 3 nesil sonraki torununun yaşamını, geçmişte yaşadığı olayları, yıllar önce kaybettiği kedisini, çocukken yetiştirdiği bir bitkiyi görmek isteyebilir. Bunların her biri diğer bütün olaylar gibi Allah katında tüm detaylarıyla muhafaza edilmektedir. İnsan bu şekilde neyi merak ederse Allah'ın dilemesiyle öğrenebilir ve görebilir ki bu insan için gerçekten de çok büyük bir nimettir.


Bu Bilginin Getirdiği Büyük Sorumluluk

Hiç kuşkusuz kitabın başından bu yana anlatılan konular son derece önemli ve çarpıcı gerçeklerdir. Konunun bizim açımızdan mühim olan yönü ise yaşadığımız her anın, yaptığımız her tavrın, söylediğimiz her sözün, aklımızdan geçen her düşüncenin, her niyetin Allah katında aynen muhafaza ediliyor olmasıdır. Müminlerin bu büyük gerçeğin farkında oldukları Hz. İsa'nın Kuran'da geçen şu sözlerinden de anlaşılmaktadır:

Allah: "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara, beni ve anneni Allah'ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin?" dediğinde: "Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sen'de olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri (gaybleri) bilen Sen'sin Sen" (Maide Suresi, 116)

Bununla birlikte kişi Allah'ın istemediği bir tavırda bulunduğunda ya da Allah'ın yasaklarını çiğnediği takdirde hesap günü bu yaptıklarının hiçbirini inkar edemeyecek ve hatta yaptıklarını karşısında canlı bir şekilde görebilecektir. Hiçbir şey yok olmadığına, kaybolmadığına göre yapılan hatalar, kötülükler de aslında saklı durmaktadır. Bu nedenle inkar edenler, kendilerini kimsenin görmediğini, duymadığını sanarak rahatça Allah'ın sınırlarını çiğneyenler ya da Allah'ın hoşuna gitmeyecek tavırlarda bulunanlar ve kötü sözler söyleyenler büyük şaşkınlık yaşayacaklardır. Allah'ın her şey üzerinde şahit olduğuna bizzat kendileri şahitlik edeceklerdir:

Göklerde ve yerde Allah O'dur. Gizlinizi ve açığınızı bilir; kazandıklarınızı da bilir. (En'am Suresi, 3)

Fakat Allah'tan uzak olan bu insanlar hesap günü yaptıkları her şeyi en ince detayına kadar gördüklerinde artık yapacak bir şeyleri kalmayacaktır. Çünkü o gün, Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi, bu insanlar çepeçevre kuşatılmışlardır:

....Onların hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah'tan kendileri için açığa çıkmıştır. Kazandıkları kötülükler, kendileri için açığa çıkmıştır ve alay konusu edindikleri şey de kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. (Zümer Suresi, 47-48)

Hesap günü geldiğinde inkar edenlerin, münafıklık yapanların, Allah'ın emirlerine çekinmeden baş kaldıranların hiç hesaba katmadıkları olaylar gerçekleşecek, Allah'ın insanların hafızasında tekrar diriltmesiyle, tüm yaptıkları gizli faaliyetler, herkesin önünde açığa çıkacaktır. Tıpkı ayette ifade edildiği gibi inkarcıların yaşamları boyunca alay ettikleri şey bu sefer kendilerini kuşatacaktır. İnkar edenler dünya hayatında kendilerine tanınan süre boyunca inananların Allah'a ve ahirete olan inançlarıyla alay etmişler, akıl erdiremedikleri için bu kesin gerçekleri "yanılgı" olarak yorumlamışlardır. Fakat onların "yanılgı" olduğunu iddia ederek alay ettikleri gerçekler aslında kendilerini hiç beklemedikleri yönden kuşatmıştır. Çünkü asıl yanılgıda olanlar kendileridir. Yaşamları boyunca işledikleri tüm kötülüklerin görüntüsü Allah'ın hıfzında yer almaktadır ve hesap günü bir bir önlerine dökülecektir. Bunları her inkar edişlerinde ise "sonsuza kilitlenen" bu olayları son derece canlı olarak karşılarında göreceklerdir. Böylelikle Allah'ın ilmiyle kuşatıldıklarını anlayacaklardır. Allah inkar edenlerin içinde bulundukları bu durumu şöyle tarif eder:

(Asıl) Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde şaşkınca dolaşmalarına (belli bir) süre tanır. (Bakara Suresi, 15)

Mekke müşriklerinin Peygamberimiz döneminde yüklendikleri günahlar da, Nuh peygamber dönemindeki inkarcıların yaptıkları da, Hz.İbrahim'i ateşe atanların işledikleri kötülükler de, Yusuf peygamberi kuyuya bırakan kardeşlerinin yaptıkları da, Hz. Musa'ya eziyet eden İsrailoğulları'nın azgınlıkları da tek bir istisna dahi olmadan Allah katında saklanmaktadır. Hiçbiri unutulmuş ya da kaybolup gitmiş değildir. Hepsi en gizli, hatta belki hiçbir insanın şahit olmadığı ayrıntılarına kadar aynen saklanmaktadır. Bu gerçeğe Kuran'da da dikkat çekilmiştir:

Onlar, insanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Oysa O, kendileri, sözden (plan olarak) hoşnut olmayacağı şeyi 'geceleri düzenleyip kurarlarken,' onlarla beraberdir. Allah, yaptıklarını kuşatandır. (Nisa Suresi, 108)

Günümüzde yaşayan inkarcılar ya da münafık karakterliler için de aynı şey geçerlidir. Bu insanlar müminlerin ya da dinin aleyhinde yaptıkları sinsi planların gizli kalacağını, açığa çıkmayacağını, hesap günü karşılık görmeyeceğini sanmamalıdır. Yaptıkları en küçük bir kötülük, attıkları her iftira, söyledikleri her kelime şu an Allah katında yazılıdır. Allah'ın o görüntüleri, onların hafızalarından almış olması onları yanıltmamalıdır. Kendileri bundan on yıl önce bir mümine attıkları bir iftirayı unutmuş olabilirler ama bu yaptıkları, tek bir harf eksik olmaksızın Allah'ın hafızasında vardır. Allah dilese bu olayları şu anda da insanların hafızalarında canlandırır. Ama bu gerçeği bilmeyen inkarcılar ayette ifade edildiği gibi "akıl erdirmeyen bir topluluk olmaları" (Maide Suresi, 58) nedeniyle Allah'ın kudretini kavrayamazlar. Fakat din günü geldiğinde gerçeği görecek ve telafisi mümkün olmayan bir utanç ve pişmanlık içine gireceklerdir.
Kavminin inkarcı önde gelenlerinin gösterdiği bu tip bir "akıl erdirmez" tutum karşısında Şuayb peygamberin verdiği cevapta da aynı noktaya dikkat çekildiğini görürüz:

"Ey Şuayb" dediler. "Senin söylediklerinin çoğunu biz 'kavrayıp anlamıyoruz'. Doğrusu biz seni içimizde zayıf biri görüyoruz. Eğer yakın-çevren olmasaydı, gerçekten seni taşa tutar-öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün değilsin." Dedi ki: "Ey kavmim, sizce benim yakın-çevrem, Allah'tan daha mı üstündür ki, O'nu arkanızda-unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edindiniz. Şüphesiz benim Rabbim, yapmakta olduklarınızı sarıp-kuşatandır." (Hud Suresi, 91-92)

Allah hesap gününü yarattığında, tüm inkarcıların yaptıklarının hesabını da çok hızlı görecektir. Bu bölüm boyunca anlatılan konu yani yaratılan her şeyin her anının sonsuza kadar saklandığı gerçeği bilindiğinde, Allah'ın tüm insanların hesabını tek bir anda ve çok hızlı bir şekilde göreceği de anlaşılmış olur. Ancak insanın bu anı uzak görmemesi çok önemlidir çünkü o an aslında şu andır. Yani insanlar dünyada Allah'a karşı işledikleri tüm suçların hesabını şu anda vermektedir. İnkar edenler yaptıklarının görülmeyeceğini, duyulmayacağını veya unutulacağını zannediyor olabilirler. Ama hesap günü büyük bir şaşkınlıkla karşılaşacaklardır:

"...Aksine, yaptıklarınızın birçoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz."" İşte bu sizin zannınız; Rabbiniz hakkında beslediğiniz-zannınız, sizi bir yıkıma uğrattı, böylelikle hüsrana uğrayan kimseler olarak sabahladınız." (Fussilet Suresi, 22-23)

SONUÇ


Bütün bu anlatılanların ardından Allah'ın her yeri çepeçevre sarıp kuşattığı gerçeği çok daha iyi anlaşılmaktadır. İnsan, algılardan oluşan bir dünyada, algılardan ibaret olan bir beden ile, zamansızlık içinde ve hayali bir mekanda yapayalnız bir şekilde Rabbi tarafından denenmektedir. "Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak" ayeti de bunun açık bir delilidir. (Müddessir Suresi, 11)
Bu kitapta anlatılan gerçekler iyi anlaşıldığı takdirde Kuran ayetleri ve evrendeki her şeyin anlamı çok daha iyi kavranacaktır. İnsan, kendisi de dahil olmak üzere her şeyin algılardan ibaret olduğu bir dünyada yaşamaktadır. Her şeyin görüntü olduğu bu algılar evreninde tek mutlak varlık Allah'tır, O'ndan başka İlah yoktur. İnsanların Allah'ı unutarak değer verdikleri, uğruna dinlerini terk ettikleri, peşinden gittikleri her şey boştur:

İşte-böyle; şüphesiz Allah, O, Hak olandır ve şüphesiz O'nun dışında taptıkları(tanrılar) ise, batıldır. Şüphesiz Allah, yücedir, büyüktür. (Lokman Suresi, 30)

İnsan, bir nevi ekranda 3 boyutlu, son derece net, son derece gerçekçi bir film seyretmektedir. Bu ekrana adeta yapışık olduğundan bir türlü filmden sıyrılıp, içinde bulunduğu durumu göremez. Allah'ın huzurunda olduğunu ve sınandığını unutup, kendisine müstakil bir benlik verir ve kendisini çok önemli zanneder. Öyleki ekranda seyrettiği hayali bedenini, hayali mallarını, mülklerini, hayali ailesini ve hayali arkadaşlarını sahiplenir, bunlarla kibirlenir. Oysa "Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü kendisinin olan (Allah) ne yücedir..." ayetinde de belirtildiği gibi tüm bunların tek sahibi Allah'tır. (Zuhruf Suresi, 85) Allah bir anda insana gösterdiği ekrandaki görüntüyü kaldırsa kişi aslında yapayalnız ve tek başına olduğunu anlayacak ve bu apaçık gerçeği dehşetle fark edecektir. Ekranda seyrettiği görüntüleri ve yine ekrandaki bedenini kendisininmiş gibi sahiplendiği ve bunlarla kibirlendiği için çok büyük utanç duyacaktır.
Bu gerçekler üzerinde düşünen insan, Allah'ın karşısındaki aczini ve küçüklüğünü de anlayacaktır. İnsan, ancak Allah'a boyun eğdiği, O'na karşı itaatkar olduğu takdirde değer kazanır, sonsuzluk içinde güzel bir yaşam sürdürebilir. Allah'ın kendisine sonsuza kadar cennet görüntülerini göstermesini umabilir. Çünkü nasıl ki bu dünya bir algı olarak varsa, cennet ve cehennem de aynı şekilde algı olarak vardır. Onlara ait tüm görüntüler de Allah'ın hafızasında saklanmaktadır. Ve Allah dilediği insana dilediği görüntüyü seyrettirmektedir.
Allah'ın kullarından istediği son derece açıktır: Kendisi'nin büyüklüğünü takdir etmeleri ve O'nun belirlediği sınırları aşmamaları. Ama kimi insanlar gafletin şiddetinden kendilerini Yaratan'ı unutur veya inkar ederler. Bu noktada onları aldatan en önemli konulardan biri, var zannettikleri kalabalık insan topluluklarıdır. Bu kişiler, dostlarını, arkadaşlarını, fikirdaşlarını, aynı zihniyeti paylaştıkları tüm insanları var zannettikleri ve tek başına olduklarını unuttukları için böyle azgınca bir tutum sergilerler. Oysa bir insanın çevresi ne kadar kalabalık olursa olsun sonuçta kendisi yapayalnız ve tek başınadır. Ve kendisine Allah'tan başka yardım edebilecek hiçbir kimse yoktur:

….Kendileri için Allah'tan başka bir (vekil) koruyucu dost ve yardımcı bulamayacaklardır. (Nisa Suresi, 173)
İnsanlar, "Ve onların hepsi, kıyamet günü O'na, 'yapayalnız, tek başlarına' geleceklerdir." ayetiyle haber verildiği gibi kıyamet günü de yine Allah'ın huzuruna tek başlarına gideceklerdir. (Meryem Suresi, 95) Kendileri gibi Allah'tan ve dinden uzak olan, bu günleriyle karşılaşacaklarını unutan arkadaşları, dostları ve sevdikleri de yanlarında olmayacaktır. Hatta uyup, peşinden gittikleri şeytan dahi onları terk edecektir:

Çünkü o, gerçekten bana geldikten sonra beni zikirden (Kuran'dan) saptırmış oldu. Şeytan da insanı 'yapayalnız ve yardımsız' bırakandır. (Furkan Suresi, 29)

Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün de) 'teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)' Bize geldiniz ve size lutfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır. (En'am Suresi, 94)

Bu hakikatleri, samimi bir yaklaşım içinde olan her insan rahatlıkla anlayacaktır. Çünkü Allah ayetlerinde her şeyi çok açıkça ifade etmiştir. İnsan ister kalabalık bir insan topluluğunun ortasında olsun, ister bir sinemada, ister bir toplantıda, ister sevdikleriyle, isterse de sayısız insanın olduğu bir caddede olsun sonuç değişmez, aslında tek başınadır. Bu açık gerçeği, ön yargılı bakış açıları nedeniyle anlayamayanların durumu bir ayette şöyle tarif edilir:
...Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir. (Haşr Suresi, 14)

Ön yargılardan uzaklaşan ve Rabbinin kendisine gösterdiği bu muazzam bilgiler üzerinde derinlemesine düşünen insanlar ise müminlerdir ki, yalnızca onlar öğüt alıp düşünebilirler:

Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kıyama durarak gönülden itaat (ibadet) eden, ahiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini umud eden (gibi) midir? De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şüphesiz, temiz akıl sahipleri öğüt alıp-düşünürler." (Zümer Suresi, 9)

Peki, sana Rabbinden indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen kişi, o görmeyen (a'ma) gibi midir? Ancak temiz akıl sahipleri öğüt alıp-düşünebilirler. (Rad Suresi, 19)

Gelin siz de Rabbiniz olan Allah'a teslim olun, O'na gönülden itaat edin.
Ve böylelikle görmeyen kişilerden olmaktan kurtulun.


EVRİM YANILGISI


Bu evrenin her detayı, üstün bir yaratılışa işaret etmektedir. Evrendeki bu yaratılış gerçeğini reddetmeye çalışan materyalizm ise, bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir.
Materyalizmin bu şekilde geçersiz kılınması, bu felsefeye dayanan diğer tüm teorileri de elbette temelsiz bırakmaktadır. Bunların başında ise Darwinizm, yani evrim teorisi gelir. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüflerle oluştuğunu iddia eden bu teori, evrenin Allah tarafından yaratılmış olduğunun ortaya çıkmasıyla, aslında yıkılmış durumdadır. Amerikalı astrofizikçi Hugh Ross, bunu şöyle açıklar:
Ateizm, Darwinizm ve 18. yüzyıldan başlayıp 20. yüzyıla kadar uzanan felsefelerden doğan tüm "izm"ler, evrenin sonsuzdan beri var olduğu varsayımına, bu yanlış varsayıma dayanmışlardır. Big Bang'in tekilliği ise, bizleri evrenin ardında yer alan bir Sebep'le yüzyüze getirmiştir ki, bu Sebep, hayat dahil her şeyin asıl kaynağıdır.30
Evreni yaratan ve en ince ayrıntısına kadar düzenleyen Allah'tır. O halde canlıların Allah tarafından yaratılmadıklarını, tesadüflerin ürünü olduklarını savunan evrim teorisinin de doğru olması mümkün değildir.
Nitekim evrim teorisini incelediğimizde, gerçekten bu teorinin bilimsel bulgular tarafından reddedildiğini görürüz. Canlılıkta var olan tasarım, son derece kompleks ve çarpıcıdır. Örneğin cansız dünyada atomların ne kadar hassas dengelerle düzenlendiklerini inceleyebiliriz, dahası canlı dünyada bu atomların ne denli karmaşık tasarımlarla bir araya getirildiklerini, bunlar kullanılarak yapılan proteinler, enzimler, hücre gibi yapıların ne denli olağanüstü mekanizmalar olduklarını gözlemleyebiliriz.
İşte canlılıktaki bu olağanüstü tasarım, 20. yüzyılın sonunda Darwinizm'i geçersiz kılmış durumdadır.
Bu konuyu diğer bazı çalışmalarımızda çok ayrıntılı olarak ele aldık ve almaya devam ediyoruz. Ancak önemi açısından burada da özetlemekte yarar vardır.


Darwinizm'in Bilimsel Çöküşü

Evrim teorisi, tarihi eski Yunan'a kadar uzanan bir öğreti olmasına karşın, kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta Dünya üzerindeki farklı canlı türlerinin Allah tarafından ayrı ayrı yaratıldıklarına karşı çıkıyordu. Darwin'e göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi bu sadece bir "mantık yürütme" idi. Hatta, Darwin'in kitabındaki "Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu.
Darwin, teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in bilim karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü "evrim mekanizmaları"nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel başlığı ana hatları ile inceleyeceğiz.


Aşılamayan İlk Basamak:
Hayatın Kökeni

Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce ilkel dünyada ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı sorulardır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o "ilk hücre" nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, yaratılışı reddettiği, hiçbir doğaüstü müdahaleyi kabul etmediği için, o "ilk hücre"nin, hiçbir tasarım, plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde rastlantısal olarak meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.


"Hayat Hayattan Gelir"

Darwin, kitabında hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen bir araya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı.
Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: "Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür."31
Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.

20. Yüzyıldaki
Sonuçsuz Çabalar

20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı: "Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır."32
Oparin'in yolunu izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel Dünya atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (amino asit) sentezledi.
O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek Dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı.33
Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'ın kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti. 34
Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada, evrimci Earth Dergisi'nde 1998 yılında yayınlanan bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı? 35


Hayatın Kompleks Yapısı

Evrim teorisinin hayatın kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmesinin başlıca nedeni, en basit sanılan canlı yapıların bile inanılmaz derecede karmaşık yapılara sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik ürünlerden daha karmaşıktır. Öyle ki bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler bir araya getirilerek canlı bir hücre üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar fazladır. Hücrenin en temel yapı taşı olan proteinlerin rastlantısal olarak sentezlenme ihtimali, 500 amino asitlik ortalama bir protein için, 10950'de 1'dir. Ancak matematikte 1050'de 1'den küçük olasılıklar pratik olarak "imkansız" sayılırlar.
Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa, 500'er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Bu ise hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San Diego California Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific American Dergisi'nin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. 36
Kuşkusuz eğer hayatın doğal etkenlerle ortaya çıkması imkansız ise, bu durumda hayatın doğaüstü bir biçimde "yaratıldığını" kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı yaratılışı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.


Evrimin Hayali Mekanizmaları

Darwin'in teorisini geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin "evrim mekanizmaları" olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış olmasıdır.
Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen "doğal seleksiyon" mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında "faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" demek zorunda kalmıştı.37


Lamarck'ın Etkisi

Peki bu "faydalı değişiklikler" nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı. Darwin'den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck'a göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck'a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı.
Darwin de benzeri örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında, yiyecek bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü iddia etmişti.38
Ama Mendel'in keşfettiği ve 20. yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım kanunları, kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı. Böylece doğal seleksiyon "tek başına" ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak kalmış oluyordu.

Neo-Darwinizm ve Mutasyonlar

Darwinistler ise bu duruma bir çözüm bulabilmek için 1930'ların sonlarında, "Modern Sentetik Teori"yi, ya da daha yaygın ismiyle Neo-Darwinizm'i ortaya attılar. Neo-Darwinizm, doğal mutasyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi" olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkilerle ya da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi.
Bugün de hala dünyada evrim adına geçerliliğini koruyan model Neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün, bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının "mutasyonlara", yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara zarar verirler.
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rasgele bir etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük, rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rasgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir.39
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin "evrim mekanizması" olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları sadece tahrip eden, sakat bırakan bir genetik olaydır. (İnsanlarda mutasyonun en sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma "evrim mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin'in de kabul ettiği gibi, "tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu gerçek bizlere doğada hiçbir "evrim mekanizması" olmadığını göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.


Fosil Kayıtları: Ara Formlardan Eser Yok

Evrim teorisinin iddia ettiği senaryonun yaşanmış olmadığının en açık göstergesi ise fosil kayıtlarıdır.
Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız "ara türler"in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.
Örneğin geçmişte, balık özelliklerini hala taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu teorik yaratıklara "ara-geçiş formu" adını verirler.
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu ucube canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir.40


Darwin'in Yıkılan Umutları

Ancak 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermiştir.
Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz.41
Yani fosil kayıtlarında, tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz biçimleriyle aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam aksidir. Dahası, bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir canlı türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir ata olmadan, bir anda ve kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır. Bu gerçek, ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır. Canlılar Dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir.42
Fosiller ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Yani "türlerin kökeni", Darwin'in sandığının aksine, evrim değil yaratılıştır.


İnsanın Evrimi Masalı

Evrim teorisini savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu konudaki Darwinist iddia, bugün yaşayan modern insanın maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, modern insan ile ataları arasında bazı "ara form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel "kategori" sayılır:
1— Australopithecus
2— Homo habilis
3— Homo erectus
4— Homo sapiens
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına gelen "Australopithecus" ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını göstermiştir.43
İnsan evriminin bir sonraki safhasını da evrimciler, "homo" yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir gerçekte kayıptır" diyerek bunu kabul eder.44
Evrimciler "Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens" sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus'un Dünya'nın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir.45
Dahası Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (modern insan) ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır.46
Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler.47
Kısacası, medyada ya da ders kitaplarında yer alan hayali birtakım "yarı maymun, yarı insan" canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan ibarettir.
Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle Australopithecus fosilleri üzerinde 15 yıl araştırma yapan İngiltere'nin en ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu canlılardan insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç bir "bilim skalası" yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze oluşturmuştur. Zuckerman'ın bu tablosuna göre en "bilimsel" —yani somut verilere dayanan— bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en "bilim dışı" sayılan kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati, altıncı his gibi "duyum ötesi algılama" kavramları ve bir de "insanın evrimi" vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:
Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara—yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına—girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir kimse için her şeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür.48
İşte insanın evrimi masalı da, teorilerine körü körüne inanan birtakım insanların buldukları bazı fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.


Materyalist Bir İnanç

Buraya kadar incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi yoktur ve fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca Dünya merkezli evren modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır.
Ama evrim teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini "bilime saldırı" olarak göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki neden?...
Bu durumun nedeni, evrim teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm'i de doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça itiraf da ederler. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve önde gelen bir evrimci olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilimadamı" olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan 'a priori' bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz.49
Bu sözler, Darwinizm'in, materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı yarattığına inanır. Milyonlarca farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların, böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir kabuldür. Ama Darwinistler, "İlahi bir açıklamanın sahneye girmemesi" için, bu kabulü savunmaya devam etmektedirler.
Canlıların kökenine materyalist bir ön yargı ile bakmayan herkes ise, şu açık gerçeği görecektir: Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcı'nın eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz biçimde düzenleyen ve tüm canlıları da yaratıp şekillendiren Allah'tır.
NOTLAR


1. Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul: 1987, s.432
2. Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul: 1987, s.447
3. Frederick Vester, Düşünmek, Öğrenmek, Unutmak, İstanbul: Arıtan Yayınevi, 1991, s. 6
4. George Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, Sosyal Yayınları, Çev: Enver Aytekin, İstanbul: 1976, ss.38-39-44
5. Bilim ve Teknik, Klaus Budzinski, P.M. den tercüme, sayı 227, s. 6-7
6. R.L.Gregory, Eye and Brain: The Psychology of Seeing, Oxford University Press Inc. New York, 1990, s.9
7. "Treaties Concerning the Principle of Human Knowledge", 1710, Works of George Berkeley, vol. I, ed. A. Fraser, Oxford, 1871
8. Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yayınları,Çev: Nail Bezel, s.20
9. Bertrand Russell, Rölativitenin Alfabesi, Onur Yayınları, 1974, s.161-162
10. "Treaties Concerning the Principle of Human Knowledge", 1710, Works of George Berkeley, vol. I, ed. A. Fraser, Oxford, 1871, s.35-36
11. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, s.4
12. Bertnard Russell., Aylaklığa Övgü, Say yay., 2.baskı, 1983, s.198
13. George Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, Sosyal Yayınları, Çev: Enver Aytekin, İstanbul: 1976
14. George Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, Sosyal Yayınları, Çev: Enver Aytekin, İstanbul: 1976, s.40
15. Bilim ve Teknik, sayı:111, s.2
16. R.L.Gregory, Eye and Brain: The Psychology of Seeing, Oxford University Press Inc. New York, 1990, s.9
17. Karl Pribram, David Bohm, Marilyn Ferguson, Fritjof Capra, Holografik Evren I, Çev: Ali Çakıroğlu, Kuraldışı Yayınları, İstanbul: 1996, s.37
18. Bertrand Russell, Rölativite'nin Alfabesi, Onur yay. 1974 s. 160-161
19. George Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, İst.: Sosyal Yay., 1989, s. 196
20. Paul Davies, Tanrı ve Yeni Fizik, Çev:Murat Temelli, İm Yayın Tasarım Yaşam Kitapları-1, İstanbul 1995, s.180-181
21. İmam Rabbani, Hz. Mektupları, Cilt II, 357. Mektup, s. 163
22. İmam Rabbani, Hz. Mektupları, Cilt II, 470. Mektup, s.1432
23. François Jacob, Mümkünlerin Oyunu, Kesit Yayınları, 1996, s. 111
24. Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yayınları, 1980, s. 52-53
25. Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, s. 17
26. Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, s. 58
27. Paul Strathern, Einstein ve Görelilik Kuramı, Gendaş Yayınları, 1997, s. 57
28. Isaac Asimov, "Frontiers"
29. Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yayınları, 1980, s. 17-18
30. Hugh Ross, The Fingerprint of God, s. 50
31. Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and The Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977. s. 2
32. Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196
33. "New Evidence on Evolution of Early Atmosphere and Life", Bulletin of the American Meteorological Society, cilt 63, Kasım 1982, s. 1328-1330.
34. Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7
35. Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40
36. Leslie E. Orgel, "The Origin of Life on Earth", Scientific American, Cilt 271, Ekim 1994, s. 78
37. Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189
38. Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184.
39. B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988.
40. Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179
41. Derek A. Ager, "The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British Geological Association, cilt 87, 1976, s. 133
42. Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983. s. 197
43. Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, ss. 75-94; Charles E. Oxnard, "The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt", Nature, Cilt 258, s. 389
44. J. Rennie, "Darwin's Current Bulldog: Ernst Mayr", Scientific American, Aralık 1992
45. Alan Walker, Science, vol. 207, 1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1st ed., New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, vol. 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272
46. Time, Kasım 1996
47. S. J. Gould, Natural History, vol. 85, 1976, s. 30
48. Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 19
49. Richard Lewontin, "The Demon-Haunted World", The New York Review of Books, 9 Ocak, 1997, s. 28