17 Ağustos 2010 Salı

Savunma Sistemi Mucizesi

SAVUNMA SİSTEMİ MUCİZESİ











HARUN YAHYA












ISBN 975-7986-70-4


NİSAN 1999



VURAL YAYINCILIK,



Çatalçeşme Sok. Üretmen Han
No: 29/13 Cağaloğlu-İstanbul
Tel: (0 212) 511 42 30 - 638 21 72




Baskı: Seçil Ofset





İÇİNDEKİLER


ÖNSÖZ
GİRİŞ
SAVUNMA SİSTEMİ
KUŞATILMIŞ BİR KALE, İNSAN BEDENİ
ETKİLİ SİLAHLAR: ANTİKORLAR
SAVUNMADA GÖREVLİ ORGANLAR
SİSTEMDE GÖREVLİ HÜCRELER
SICAK SAVAŞA ADIM ADIM
SİSTEMİN DÜŞMANLARI
SAVUNMA SİSTEMİ EVRİMLE OLUŞAMAZ
SONSÖZ
EVRİM ALDATMACASI





ÖNSÖZ


Ülkelerin, varlıklarını sürdürebilmek için en çok önem vermeleri gereken konulardan biri "savunma"dır. Devletler, içten ve dıştan gelebilecek her türlü tehdite ve tehlikeye karşı daima hazırlıklı olmak zorundadırlar. Çünkü bir ülke ne kadar gelişmiş olursa olsun, eğer kendisini savunamazsa, en ufak bir dış saldırı, en küçük bir terör hareketi o ülke için bir sonun başlangıcı olabilir. Böyle bir tehdit karşısında bu ülkenin sahip olduğu kaynakların, teknolojinin ve ekonomik gücün pek bir önemi kalmaz. Eğer ülke kendi kendini savunmaktan aciz ise varlığını devam ettiremez.
Bu nedenle ülkeler maddi gelirlerinin oldukça önemli bir kısmını savunmaya ayırırlar. Ordularını en ileri teknolojiye sahip araç ve gereçlerle, silahlarla donatarak ve askerlerinin eğitimlerine büyük bir özen göstererek, ülke savunmalarını en üst seviyede tutarlar.
Aynı durum bireyler için de geçerlidir. Onlar da yaşamlarını sağlıklı ve huzur içinde devam ettirebilmek için, kendi savunmalarına önem vermek zorundadırlar. Canlarını ve mallarını gerek hırsızlık, cinayet gibi tehlikelere, gerekse kaza, yangın, deprem, su baskını gibi afetlere karşı sürekli korumak zorundadırlar.
Ancak insanların göremedikleri, çoğu zaman farkında bile olmadıkları düşmanları da vardır. Üstelik bu düşmanlar diğerlerinden çok daha büyük tehlike oluştururlar. Bunlardan korunabilmek için de ciddi tedbirlere ihtiyaç vardır.
Peki kimdir insanları her an tehdit eden bu düşmanlar?
Bunlar, soluduğumuz havada, içtiğimiz suda, yediğimiz yemekte, evimizde, işimizde kısacası hayatımızı geçirdiğimiz her yerde bulunan bakteri, virüs ve bunlara benzer mikroskobik canlılardır.
Ancak ne ilginçtir ki, çevremizde bize karşı böyle büyük bir tehlike var olmasına rağmen, biz bunlardan korunmak için hiçbir çaba sarfetmeyiz. Çünkü bunu bizim adımıza ve bize hissettirmeden yapan, bizi ustaca koruyan bir sistem vardır: "Savunma sistemi".
İnsan bedeninin en önemli ve şaşırtıcı sistemlerinden biri olan savunma sistemi, son derece hayati bir görevi üstlenmiştir. İnsan farkında olsa da olmasa da bu sistemin tüm elemanları tıpkı bir ordu gibi onun bedenini korurlar. Bakteri, virüs ve benzeri kimlikteki istilacılara karşı vücudu savunan savunma hücreleri, olağanüstü yeteneklere sahiptirler. Bu hücrelerin vücut içerisinde verdikleri savaş sırasında gösterdikleri zeka, gayret ve fedakarlık örnekleri, bunları öğrenen her insanı hayrete düşürecek niteliktedir.
Her insan hastalanmasına sebep olan şeyin ne olduğunu, bunun nasıl tüm bedenini etkisi altına alabildiğini, neden ateşinin yükseldiğini, halsiz düştüğünü, kemiklerinin, eklem yerlerinin ağrıdığını ve vücudunda ne gibi bir faaliyetin yürütüldüğünü bilmek ister.
Bu kitaptaki asıl gaye de, insanı böylesine düzenli, disiplinli bir ordu ile koruyan sistemin nasıl var olduğu ve ne şekilde çalıştığı üzerinde durmaktır.
Bu iki nokta bizi çok önemli sonuçlara götürecektir. İlk olarak Allah'ın yaratmasındaki benzersizliğe ve mükemmelliğe beraber şahit olacağız. İkinci olarak ise, evrim teorisi gibi hiçbir geçerliliği olmayan batıl bir inancın, kendi mantığı içinde bile nasıl çelişkiler taşıdığını, bu batıl inancın ne kadar çürük temellere oturtulduğunu göreceğiz.
Ancak bu konuya geçmeden önce önemli bir noktayı daha belirtmekte fayda var: Savunma sistemi ile ilgili okuyacağınız kitaplarda sık sık karşılaşacağınız bazı ifadeler olacaktır:
"Bunun nasıl olduğunu henüz bilemiyoruz…"
"Nedeni hala bilinmiyor…"
"Konu ile ilgili araştırmalar hala devam ediyor…"
"Bir teoriye göre...."
Bu cümleler aslında önemli birer itiraftır. Bu, 21. yüzyıla giren insanın, sahip olduğu bütün teknoloji ve bilgi birikimine rağmen, küçücük hücrelerin başardıkları mucizevi işlerin karşısında düştüğü acizliğin itirafıdır. Bu mikro canlıların yaptıkları işler öylesine mükemmel detaylarla doludur ki, insan aklı, bu kurulu sistemin ayrıntılarını anlamada bile yetersiz kalmaktadır. Çünkü savunma sisteminde insanın kavrayamadığı bir akıl gizlidir.
Bu kitabı okudukça, gerek hücrelerinizde gerekse vücudunuz ile ilgili diğer detaylarda gizlenen bu aklın ne kadar yüksek bir akıl olduğuna şahit olacak, dolayısıyla bunun ancak üstün bir "Yaratıcı"nın aklı olduğu gerçeğini göreceksiniz.
Belki bilim birkaç yüzyıl sonra, savunma sistemine ait tüm sırları çözebilir, hatta bu hücrelerin yaptığı herşeyi taklit ederek, benzer bir sistemi suni olarak elde edebilir. Kuşkusuz bu olay, en iyi şekilde eğitim görmüş, uzman kişiler tarafından, ileri teknolojinin ürünü olan birçok alet ve aygıtın biraraya toplandığı son derece gelişmiş bir laboratuvarda, kontrollü işlemler sonucunda oluşacaktır. Ancak burada bir nokta çok önemlidir: Böyle bir şeyin başarılması, evrim teorisinin geçersizliğini bir kez daha gözler önüne serecek, böyle bir sistemin tesadüfen oluşamayacağını ispatlayacaktır.
Ayrıca, günümüz için savunma sistemine benzer bir sistemin kurulabilmesi ihtimali oldukça uzaktır. Bugün bilim adamları savunma sisteminin ardındaki sırları çözmeye başladıkça, karşılaştıkları manzara karşısında hayrete düşmektedirler. Çünkü bulunan yanıtlar, başka birçok soruyu da beraberinde getirmekte, hücredeki akıl ve şuur gittikçe daha fazla gözler önüne serilmektedir. Dolayısıyla, gerek savunma sisteminin gerekse vücut içindeki diğer tüm sistemlerin, evrim teorisinin iddia ettiği gibi tesadüflerle aşama aşama gelişmeyecekleri de gün ışığına çıkmaktadır.
Elinizdeki kitabın amacı; bir taraftan sizleri içinizdeki bu cesur savaşçılarla tanıştırırken, diğer yandan da akıllara durgunluk veren bu sistemin özel bir yaratılış delili olduğunu ortaya koymaktır. Bu konu ile ilgili olarak evrim teorisinin kurguladığı senaryoların nasıl teker teker çöktüğünü ve gerçekler karşısında nasıl anlamsız hale geldiğini göreceğiz. Bu sebeple burada özellikle vurgulanmaya çalışılan konu, savunma sisteminin pek çok biyoloji ya da tıp kitabında rahatlıkla bulabileceğiniz biyolojik detayları değil, sistemin mucizevi yönüdür. Kitapta anlatılanları, 7'den 70'e her yaşta, her meslekte insanın rahatlıkla kavrayabilmesi için, biyolojik ve fizyolojik terimlerin kullanılmasından mümkün olduğunca kaçınılmıştır.
Asıl konuya geçmeden önce hatırlatmak gerekir ki, şu an bile, çevrenizdeki mikroplardan etkilenmeden bu kitabı rahatça okuyabilmenizi savunma sisteminize borçlusunuz. Eğer vücudunuzda bir savunma sistemi bulunmasaydı, bu yazıyı hiçbir zaman okuyamayacak, hatta okuma yazma öğrenecek yaşa bile gelemeden hayata veda edecektiniz.




GİRİŞ


Bedenimizin derinliklerinde meydana gelen savunma savaşını, hayret uyandıran tüm detayları ile tanımak için önce, savunma sisteminin tam olarak ne olduğunu, hangi üyelerden oluştuğunu bilmemiz gerekir.
Savunma sistemini kısaca, "vücudu dışarıdan gelecek tüm düşmanlara karşı koruyan, son derece disiplinli, çalışkan ve düzenli bir ordu" olarak tanımlayabiliriz. Bu çok cepheli savaş içinde, ön cephelerde savaşan elemanların görevi, düşman hücrelerinin (bakteri, virüs vb.) vücuda girmesini engellemektir.
Düşman organizmaların vücuda girmeleri hiç kolay olmasa da bedeni istila etme amaçlarına ulaşmak için mutlaka vücuda girmek için çabalarlar. Deri, solunum ve sindirim sistemi gibi engelleri aşarak bedene girmeyi başardıklarında ise, zorlu savaşçılar onları beklemektedir. Bu zorlu savaşçılar, kemik iliği, dalak, timus, lenf bezleri gibi bu konuda özelleşmiş merkezlerde üretilip eğitilirler. Savunma hücreleri diye adlandırdığımız bu savaşçılar, fagositler, makrofajlar, lenfositler gibi elemanlardır.
İlk önce "yiyici hücreler" dediğimiz fagositler devreye girer. Onların ardından sıra, "temizlikçi hücreler" denilen makrofajlara gelir. Her ikisi de düşmanı adeta yutarak yok ederler. Makrofajların, olay yerine başka savunma hücrelerini çağırmak, vücut ateşini yükseltmek gibi görevleri de vardır. Hastalık sırasında ateşin yükselmesi son derece önemlidir. Böylece insan kendini yorgun hisseder ve dinlenir. Vücudun savaşmak için ihtiyaç duyduğu enerji de başka bir yere harcanmamış olur.
Eğer vücuda giren düşmanlar, fagositlerin ve makrofajların başedemeyeceği gibi ise, sistemin baş kahramanları olan lenfositler devreye girer. Lenfositler, B hücresi ve T hücresi olmak üzere iki türdür. Bunlar da kendi aralarında çeşitlere ayrılırlar.
Makrofajlardan sonra savaş alanına ilk ulaşanlar yardımcı T hücreleridir ve bunlar adeta sistemin yöneticileridirler. T hücreleri düşmanı tespit ettikten sonra diğer hücreleri savaşmak üzere uyarırlar.
Bu uyarı üzerine öldürücü T hücreleri de kuşatma altındaki düşmanı yok etmek için devreye girer.
B hücrelerini ise, vücudumuzun silah fabrikaları olarak isimlendirebiliriz. Yardımcı T hücreleri tarafından uyarıldıktan sonra hemen antikor denen silahları yapmaya başlarlar.
Baskılayıcı T hücreleri, tehlike geçtikten sonra tüm savunma hücrelerinin faaliyetlerinin durmasını sağlarlar. Böylece savaşın gereksiz yere uzaması engellenmiş olur.
Ancak, savunma ordusunun görevi henüz tam olarak bitmemiştir. Bellek hücresi adı verilen savaşçı hücreler, düşmana ait bilgileri hafızalarına alarak uzun yıllar saklarlar. Dolayısıyla aynı düşmanla tekrar karşılaşıldığında, onu yok edebilecek bir savunmanın hazırlanması oldukça kolay olur.
Yukarıda çok kısa bir özetini verdiğimiz savunma sistemimizin detaylarında olağanüstü olaylar gizlenmiştir. Elinizdeki kitapta bu olağanüstü olaylar daha önce de belirtildiği gibi herkesin anlayabileceği bir dilde anlatılmıştır.


SAVUNMA SİSTEMİ


Yaklaşık 250 yıl önce, mikroskobun icadıyla birlikte bilim adamları çıplak gözle göremediğimiz birçok küçük canlı ile iç içe yaşadığımızı ortaya çıkardılar. Üstelik bu canlılar soluduğumuz havadan içtiğimiz suya, dokunduğumuz herhangi bir cisimden vücudumuzun yüzeyine kadar her yerde mevcuttu. Dahası bu canlılar sık sık insan vücudunun içine de girmekteydiler.
Bu düşmanın varlığı 250 yıl önce keşfedildi. Ancak ona karşı mükemmel bir savaş veren "savunma sistemi"ndeki sırların çoğu bugün bile henüz aydınlatılamadı. Vücuttaki bu moleküler sistem, içeriye bir yabancı girdiği andan itibaren son derece ince hesaplanmış bir planla otomatik olarak devreye girer ve amansız bir savaşa başlar. Sistemin işleyişine şöyle bir baktığımızda her aşamanın bu titiz plan dahilinde yürüdüğü görülür.


Uyumayan Sistem

Biz farkında olmasak da vücudumuzda her saniye milyonlarca işlem ve reaksiyon gerçekleşir. Vücudumuzdaki bu hareket uyku esnasında dahi devam eder.
Bu yoğun çalışma bizim için çok kısa sayılabilecek zaman aralıkları içinde düzenlenmiştir. Bizim günlük yaşamımızdaki zaman kavramı ile vücudumuzun biyolojik zaman kavramı çok farklıdır. Günlük hayatta çok kısa bir süreyi temsil eden 1 sn.'lik bir süre, vücudumuzdaki sistemler ve organellerin pek çok faaliyeti için çok uzun bir süre sayılabilir. Bedenimizdeki tüm organların, dokuların ve hücrelerin bir saniye içinde yaptığı faaliyetler kağıda döküldüğünde insan aklının sınırlarını zorlayacak kadar geniş bir tablo ortaya çıkar.
Sürekli hareket halinde olan ve bir an dahi yaptığı görevi bırakmayan bu hayati sistemlerden biri de savunma sistemidir. Hemen derinin altında bulunan ve vücudu her türlü işgalciden gece-gündüz durmaksızın koruyan bu sistem, tam teçhizatlı bir ordu gibi, olanca gücüyle vücudunda yaşadığı insan için çalışmaktadır.
Vücuttaki her sistem, organ ve hücre topluluğu görev dağılımına göre bir bütünlük içerisindedir. Bu sistemde en ufak bir eksiklik olduğunda düzen bozulur. Savunma sistemi de bu "olmazsa olmaz" sistemlerden biridir.
Acaba savunma sistemimiz olmasaydı yaşamımızı devam ettirebilir miydik? Ya da bu sistem bazı görevlerini eksik yapsaydı nasıl bir yaşam biçimimiz olurdu?
Bunu tahmin etmek hiç de zor değil. Tıp dünyasında rastlanan bazı örnekler vardır ki, savunma sisteminin ne kadar hayati bir önem taşıdığını gözler önüne serer. Bu konuyla ilgili pek çok kaynakta yer alan bir hastanın öyküsü, savunma sisteminde oluşabilecek herhangi bir eksiklikte yaşamın ne denli zor bir hale geleceğini gösterir.
Bu hasta, doğumundan sonra mikroplardan arındırılmış plastik bir çadırın içine yerleştirildi. İçeriye dışarıdan birşey sızması tamamen engellenmişti. Başka bir insana dokunması yasaktı. Büyüdükçe daha büyük bir plastik çadırın içine yerleştirildi. Bu plastik çadırdan sadece plastik astronot elbisesini giyerek çıkabiliyordu. Peki bu çocuğun diğer insanlar gibi yaşamasını engelleyen neydi?
Doğumundan sonra, vücudu gelişirken savunma sistemi oluşmamıştı. Vücudunda kendisini düşmanlardan koruyabilecek bir ordu yoktu...
Çocuğun doktorları, bu çadırdan çıktığında başına nelerin geleceğini biliyorlardı. Hemen soğuk algınlığı başlayacak, boğazında hastalıklar başgösterecek, antibiyotiklere ve diğer ilaç tedavilerine karşın bir enfeksiyondan diğerine geçecekti. Bir süre sonra ilaçlar işe yaramayacak ve çocuk ölecekti.
Bu plastik çadırın dışında ancak birkaç ay veya birkaç yıl yaşayabilirdi. Yani çocuğun bütün dünyası ancak plastik bir çadır olarak kalacaktı.
Bir süre sonra doktorlar ve ailesi çocuğu, evinin içinde kurulmuş ve mikroplardan tamamen arınmış bir odaya yerleştirdiler. Ama bütün bu uğraşlar bir sonuç vermedi. 12 yaşından sonra çocuk tahmin edildiği gibi peşpeşe gelen enfeksiyonlar sonucunda hayatını yitirdi.1
Çocuğun yaşamını sürdürebilmesi için, ailesi, doktorları, kaldığı hastane ve ilaç firmaları herşeyi denediler. Bütün imkanlar seferber edildiği ve bulunduğu yer sürekli dezenfekte edildiği halde çocuğun ölümü engellenemedi.
Bu son açıkça gösteriyor ki, kendisini mikroplardan koruyacak bir savunma sistemi olmadan, insanın yaşamını sürdürmesi mümkün değildir. Bu da savunma sisteminin bir bütün olarak, eksiksiz, ilk insandan bu yana var olması gerektiğinin açık bir ispatıdır. Bu durumda evrim teorisinin iddia ettiği gibi, böyle bir sistemin uzun bir zaman dilimi içinde aşama aşama gelişmiş olması söz konusu olamaz. Çünkü savunma sistemi olmayan veya tam olarak görevlerini yerine getirmeyen bir insan, bu örnekte görüldüğü gibi kısa bir süre içinde ölecektir.




KUŞATILMIŞ KALE: İNSAN BEDENİ

Her ne kadar temiz ve dezenfekte ortamlarda bulunsak da yaşadığımız yerleri birçok mikroorganizmayla paylaştığımız bir gerçektir. Şu anda oturduğunuz odayı bir mikroskopla izleme imkanınız olsaydı, beraber yaşadığınız milyonlarca canlıyı rahatlıkla görebilirdiniz.
Bu durumda insan "kuşatılmış bir kale" konumundadır. Kuşkusuz etrafı sayısız düşmanla sarılmış bir kalenin korunması da eksiksiz ve planlı olmalıdır. İşte insan ihtiyacı olan bu mükemmel korumayla beraber yaratılmıştır, bu yüzden söz konusu düşmanlara karşı savunmasız değildir. Bedenindeki "mikro" korumaları, insanı hiç yalnız bırakmaz ve birçok cepheden insan için savaşırlar.
Vücudu ele geçirmek isteyen düşman hücreleri, öncelikle kendilerini bekleyen ön cepheleri geçmek zorundadırlar. Bu cephelerde kimi zaman zorlu anlar yaşansa da düşmana kolay kolay geçit verilmez. Düşmanın aşması gereken ilk cephe ise derimizdir.

Vücudumuzun Koruyucu Zırhı: Deri

Bir kılıf şeklinde tüm bedeni saran deri baştan sona şaşırtıcı özelliklerle doludur. Kendi kendini tamir edebilmesi, yenilenmesi, yüzeyinde gözenekler bulunmasına (tüy delikleri) rağmen su geçirmemesi, fakat terleme yoluyla dışarıya su vermesi, kolay kolay yırtılmayacak kadar kalın, aynı zamanda hareket etmeye imkan verecek şekilde ince ve esnek olması, sıcaktan, soğuktan, zararlı güneş ışınlarından bedeni koruyabilmesi derinin insan için yaratılmış özelliklerinden bazılarıdır. Ancak burada bu sıradışı ambalajın çok daha farklı bir olan, vücudu, hastalık yapan mikro düşmanlardan koruma özelliğinin üzerinde durulacaktır. Eğer vücut düşmanlarla kuşatılmış bir kaleyse, derinin de bu kalenin sağlam surlarını oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Derinin esas koruyucu fonksiyonu, dış bölümü oluşturan ölü hücre katmanları sayesinde gerçekleştirilir. Hücre bölünmesiyle oluşmuş her yeni hücre, derinin iç bölümünden yüzeye doğru hareket eder. Bunu yaparken, hücre içinin sıvı bölümü (stoplazması) dayanıklı bir protein olan keratine dönüşür. Bu işlem esnasında hücre ölür. Oluşan keratin maddesi, oldukça sağlamdır ve sindirim enzimleriyle parçalanması zordur. Bu, dayanıklılık demektir. Vücudu istila etmek isteyen bakteri ve mantarlar, cildin dış tabakasından alabilecekleri birşey bulamayacaklardır.
Ayrıca keratinli ölü dış hücreler, sürekli olarak cilt yüzeyinden dökülürler. Bu yolla kaybedilen hücreler, alttan yeni gelenlerle doldurulduğunda, o bölgelerde gerçekten içine nüfuz edilmesi güç bir engel oluşmuş olur.
Derideki bir diğer koruma fonksiyonu da, üzerindeki canlılar tarafından sağlanmaktadır. Deri üzerinde buradaki asit ortamına uyum sağlamış, tehlikeli olmayan bir mikrop topluluğu yaşar. Derinin keratinine yapışmış olan artıklarla beslenen bu mikroplar, beslenme alanlarını korumak için her türlü yabancıya saldırırlar. İşte söz konusu mikroplara ev sahipliği yapan deri, bu özelliği sayesinde, içimizdeki orduyu dışarıdan destekleyen yardımcı bir kuvvet gibidir.

Solunumdaki Koruma

Düşmanlarımızın bize ulaşmak için kullandıkları yollardan biri de solunum yollarıdır. Her an soluduğumuz havada bulunan yüzlerce çeşit ve özellikteki mikroplar bu yolla bedenimize girmeye çalışırlar. Ancak burnun içinde onları bir bekçi gibi bekleyen engelden habersizdirler.
Burun mukozasındaki özel bir salgı, doğrudan veya tozlar, damlacıklar ve diğer maddeler ile birlikte solunum sistemine giren mikroorganizmaların yaklaşık % 80-90 'ını tutarak dışarı atar.
Bunun yanısıra, solunum mukozalarında bulunan titrek tüylü hücrelerin içeriden dışarı doğru olan hareketi ile mikroplar, dışarı atılmaya çalışılır. Öksürük refleksi ve hapşırma da bu işlevi kolaylaştırır.
Bu engelleri aşarak alveollere (Akciğer, bronş, dişeti) ulaşabilen mikroplar fagositoz yapan hücreler tarafından yutulurlar. Bundan sonra gezici duruma geçen fagositler yuttukları mikroplarla birlikte yukarı doğru sürüklenerek çeşitli şekillerde dışarı atılırlar.
Her nefes alış verişinizde -şu an da dahil olmak üzere- bu sınır kapılarında, varlığından dahi haberdar olmadığınız bir savaş yaşanır. Bu sınır kapılarının bekçileri, sizin sağlığınızı korumak için düşmanla ölümüne savaşırlar.

Sindirim Sistemindeki Koruma

Mikropların vücuda bir diğer giriş yolları da yiyeceklerimizdir. Ancak onların kullandığı bu yoldan da haberdar olan vücudumuzun korumaları, yiyeceklerin ulaştığı bölgede, yani midede, onları beklemektedir. Ayrıca gelecek mikroplar için bir de sürprizleri vardır, mide asiti. Bu asit, tüm engelleri aşarak mideye kadar gelmeyi başarmış mikroplar için oldukça acı bir süprizdir. Mikropların tamamı olmasa da büyük bir çoğunluğu bu aside yenik düşerler.
Bazı mikroplar, mide asidi ile yeterince temasa geçmediklerinden, bazı mikroplar da dayanıklılık gösterdiklerinden dolayı bu engeli aşmayı başarabilirler. Ama geçtikleri her yolda onları öldürebilecek koruyucular vardır. Dolayısıyla, bu kez de onları başka bir sürpriz beklemektedir: İnce bağırsakta üretilen sindirim enzimleri. Üstelik bu sefer kurtulmaları önceki kadar kolay da olmaz.
Görüldüğü gibi mikropların saldırılarının her aşamasında onları bekleyen vücut koruyucuları vardır. Bu koruyucular insan bedeni için özel olarak yaratılmışlardır.
Burada sorulması gereken önemli bazı sorular vardır.
Dışarıdaki mikropların yiyecekler yoluyla bedenimize girmek isteyeceklerini, yiyeceklerin güzergahını, mikropların ne çeşit bir sistemle yok olabileceklerini, bu engelden kurtuldukları takdirde nereye gideceklerini, daha güçlü ne gibi bir madde ile karşılarına çıkılması gerektiğini kim belirlemiştir? Daha önce hiç vücut dışına çıkmamış, dolayısıyla dışarıdaki mikropların hiçbirinin kimyasal yapısını inceleme olanağı olmayan, ayrıca kimya eğitimi görmemiş vücut hücreleri mi?
Elbette hayır. Böyle bir koruma sistemi ancak hem dış dünyayı, hem bu dünyadaki yiyecekleri, hem bu yiyeceklere ihtiyacı olan bedeni, hem bu yiyecekleri sindirecek sistemi yaratan Allah tarafından var edilmiştir.

Bir Başka Yöntem: Düşmanı Düşmana Kırdırma

Vücudumuzda bizimle birlikte yaşayan, ancak hastalanmamıza neden olmayan başka mikroorganizmalar da vardır. Peki bize zarar vermeden yaşamlarına devam edebilen bu canlılar kimlerdir ve vücudumuzda bulunma amaçların nedir?
Bu soruların yanıtı şu tanımın içinde saklıdır: İnsan vücudunun çeşitli bölgelerinde gruplanmış, zarar vermeyen, hatta bazı yararlar sağlayan mikroorganizma topluluklarına, vücudun normal mikrop florası adı verilir.
Bunlar, savunma ordusunu mikroplara karşı dışarıdan desteklerler. Çünkü onların da çıkarları, yabancı mikropların vücuda yerleşmemesi yönündedir. Herhangi bir mikrobun vücuda girmesiyle, bu canlıların yaşama alanları da işgal altına girmiş olacağından, kendi mekanlarını yabancılara kaptırmamak için vargüçleriyle savaşırlar. Bunları vücut için çalışan "paralı askerler" olarak tanımlayabiliriz. Menfaat karşılığında bulundukları bölgeyi korumaya çalışırlar. Böylece vücudumuzdaki tam teçhizatlı ordunun yanına, bir de bu mikro destekçiler eklenmiş olur.
Bu "paralı askerler" vücudumuza nasıl yerleşmektedirler?
İnsan embriyosu anne karnındayken henüz hiçbir düşmanla karşılaşmamıştır. Embriyo, doğum anında ve doğumdan sonra bulunduğu ortamla temas ederek, aldığı besin maddeleri ve solunum yolu ile organizmaya bulaşan çeşitli cins ve sayıdaki mikroplarla karşılaşır. Kimisi hemen ölür, kimisi yerleşmeye dahi olanak bulamadan geçer gider. Bir kısmı ise deri, deri kıvrımları, ağız, burun, göz, üst solunum yolları, sindirim kanalı, genital organlar gibi vücudun çeşitli yerlerine yerleşirler. Buralardaki mikroplar değişmeyen, geçici topluluklar halinde hayat boyunca kalarak vücudun mikrop florasını oluştururlar.

Kim Bu Mikro Düşmanlarımız?

Mikro düşmanlarımız ise, vücudun kendisine ait olmayıp, bir yolla vücuda giren, dolayısıyla vücuttaki savunma ordusunu harekete geçiren mikro canlılardır.
Kuşkusuz vücuda her giren yabancı hücre, hemen düşman muamelesi görmez. Yemek yerken, ilaç alırken, su içerken de vücudumuza yabancı özelliği olan maddeler girer. Ancak vücut bunlarla bir savaşa girmez. Yabancı bir maddenin, savunma hücreleri tarafından düşman olarak algılanması için bazı şartların oluşması gerekmektedir. Molekül büyüklüğü, vücuttan atılma hızı, vücuda giriş şekli gibi...

Bakteriler

Sayıları oldukça fazla olan mikro düşmanlarımız arasında bakteriler, haklı bir üne sahiptirler.
Bakteriler çeşitli yollardan insan bedenine girerek, burada müthiş bir savaşın başlamasına sebep olurlar. Kimi zaman oldukça ciddi rahatsızlıklarla sonuçlanan bu savaşlar, birkaç mikron büyüklüğündeki bir canlıda gizlenmiş gücü ve yeteneği açıkça ortaya koymaktadır. Bunun yanında son zamanlarda yapılan araştırmalar göstermiştir ki bakteriler, en ağır ve zor şartlarda dahi olağanüstü bir dayanıklılığa sahiptirler. Özellikle bakterilerin spor adı verilen şekilleri, aşırı ısıya ve kuraklığa uzun zaman karşı koyabilirler. Bazı mikropların zor yok edilmesi de bu yüzdendir.

Virüsler

İnsan vücudu adeta değerli bir elmasın çok güvenli bir kasada muhafaza edilmesi gibi yoğun bir gözetime ve korumaya sahiptir. Ancak vücudu ele geçirmeye çalışan canlıların bir kısmı da tecrübeli bir hırsız gibi hareket ederler. Bu hırsızlardan en bilinen ve önemli olanlarından biri virüslerdir.
Elektron mikroskobunun keşfiyle varlığından haberdar olduğumuz bu canlılar, hücre bile sayılamayacak kadar basit yapılı ve küçüktürler. Boyutları, 0.1 ile 0.280 mikron (milimetrenin binde biri) arasında değişen virüsler, bu nedenle birçok bilim adamı tarafından canlılar aleminin dışında tutulurlar.2
Kategori olarak canlılar aleminin dışında tutulsalar da, en az diğer tüm canlılar kadar üstün yeteneklere sahip oldukları tartışma götürmez bir gerçektir. Virüslerin yaşamları incelendiğinde de bu gerçek açıkça görülür. Virüsler, diğer canlıların zorunlu asalağıdırlar; yani bir bitki, hayvan, ya da insan hücresine girip, onun besinini, enerjisini kullanmadan ne yaşayabilir, ne de çoğalabilirler. Çünkü virüslerin kendi başlarına hayatta kalabilecek bir sistemleri yoktur. Bunun şuurunda olan virüsler, ustaca bir hücrenin içine girer, yine aynı ustalıkla orayı işgal ettikten sonra, hücreyi kendilerini kopyalayan bir "virüs üretim fabrikası" haline getirirler.
Virüsün, hücreyi ele geçirmek amacıyla uyguladığı bu plan son derece karmaşık ve zekicedir. Virüsün en başta yapması gereken şey, hücrenin kendisine uygun olup olmadığını tespit etmektir. Bu işlemi son derece dikkatli ve titiz yapması gerekir. Çünkü yapacağı en ufak hata, yok olmasına sebep olacaktır. Böyle bir sonuçla karşılaşmamak için özel algılayıcılar sayesinde hücrenin kendisine uygun olup olmadığını kontrol eder. Daha sonra yapacağı en önemli iş ise kendini, hücrenin içine kusursuzca monte etmektir.
Virüs, uyguladığı taktiklerle hücreyi şaşırtır ve varlığının fark edilmesine izin vermez.
Olaylar bundan sonra şöyle gelişir: Hücre virüse ait yeni DNA'yı çekirdeğin içine taşır. Hücre protein ürettiğini zannederek bu yeni DNA'yı kopyalamaya başlar. Virüsün DNA'sı hücrede o kadar sinsi gizlenir ki, hücre farkına varmadan kendi düşmanının üretim fabrikası haline gelmiş olur. Ve kendini de yok edecek virüsleri üretir. Virüsün kalıtım yapısını, hücrenin yabancı olarak tanımlaması gerçekten de çok zordur.
Virüs kendini hücreye o kadar iyi monte eder ki, adeta ona ait bir parça haline gelir. Üreme işini tamamladıktan sonra kendisi ve yeni virüsler aynı işi başka hücrelerde tekrarlamak üzere o hücreden çıkarlar. Bu olaylar sırasında virüs, ev sahibi hücreyi öldürebilir, ona zarar verebilir, değiştirebilir veya hiçbirşey yapmaz; bu virüsün ve hücrenin cinsine bağlıdır.
Genellikle çok sıkı bir denetim mekanizması ile çalışan hücrenin, hangi yöntemle kandırılıp, virüs fabrikası haline dönüştüğü henüz tam olarak cevaplanamamış sorulardandır. Oldukça özel bir yapıya sahip olan ve canlı nitelendirmesine dahi girmeyen virüslerin, bu derece akılcı hareket etmelerinin, böylesine etkili stratejileri düşünüp, planlamalarının ardındaki sır, kuşkusuz ki onları sahip oldukları yeteneklerle birlikte meydana getiren bir Yaratıcı'nın varlığında gizlidir.
Öyle ki, virüsün sahip olduğu özellikler, tam olarak hücrenin içinde çalışan sistemi kullanacak şekilde tasarlanmıştır. Virüsü yaratan gücün hücrenin çok karmaşık çalışma prensiplerini de bildiği açıktır. Bu güç, virüsü, içine yerleşeceği hücreyi ve tüm evreni yaratan Allah'a aittir.
Küçücük yapılarıyla, kendilerinden milyonlarca kat büyük olan insan bedenini hastalığa, bazen de ölüme dahi sürükleyebilen virüsler, insanlara acizliklerini hatırlatmak için Allah tarafından yaratılmış özel varlıklardır.





AKILLI SİLAHLAR: ANTİKORLAR


Antikorlar, vücuda giren yabancı hücreler için üretilen protein yapılı silahlardır. Bu silahlar, savunma sisteminin askerlerinden biri olan B hücreleri tarafından üretilirler.
Antikorlar istilacıları etkisiz hale getirirler. Başlıca iki görevleri vardır: Birincisi, vücuda giren düşman hücreye (antijene) bağlanmak. İkincisi, bağlanma gerçekleştikten sonra antijenin biyolojik yapısını bozmak ve antijeni yok etmek.
Kanda ve hücre dışı sıvıda bulunan antikorlar, hastalıklara yol açabilen bakterilere veya virüslere bağlanırlar. Bağlandıkları yabancı molekülleri, bedenin savaşçı hücreleri için işaretleyip etkisiz hale getirmiş olurlar. Bu, savaş alanındaki düşman tankının güdümlü bir füzeyle vurulmasına ve tankın hareket ve ateş edemeyecek, dolayısıyla bir işe yaramayacak hale getirilmesine benzer. Antikor bağlanacağı düşmana (antijene), üç boyutlu bir yapıda, tıpkı bir anahtarla kilit arasındaki uyum gibi tam olarak oturur.
Vücut karşılaştığı hemen hemen her düşmana uygun bir antikor üretebilir. Üstelik üretilen antikorlar, tek bir tip değildir. Her düşman için onun yapısına uygun, onunla başa çıkabilecek bir antikor hazırlanır. Çünkü bir hastalık için üretilen antikor, başka bir hastalık için etkisizdir.
Her düşmana uygun özel bir antikor imalatı gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken, olağanüstü bir durumdur. Çünkü böyle bir olayın gerçekleşebilmesi için, B hücrelerinin karşılaştıkları her düşmanı çok iyi tanımaları, yapısını çok iyi bilmeleri gerekir. Ancak doğada milyonlarca çeşit düşman (antijen) bulunmaktadır.
Bu olay, milyonlarca kilidin her birine uygun bir anahtarı, ilk görüşte yapabilmeye benzer. Ancak burada önemli olan nokta, anahtarı üreten kişinin kilidi eline alıp incelemeden, herhangi bir kalıp kullanmadan, imalatı ezbere yapmasıdır.
Tek bir anahtarın şeklinin bile ezbere akılda tutulması, bir insan için oldukça güçtür. Peki milyonlarca kilidin her birini açacak milyonlarca anahtarın, üç boyutlu şekillerinin akılda tutulması bir insan için mümkün müdür?
Elbette hayır. Ancak gözle göremediğimiz küçüklükteki bir B hücresi, hafızasında milyonlarca bilgi tutmakta, gerektiğinde bu bilgileri doğru kombinasyonlarda bilinçli bir şekilde kullanmaktadır.
Küçücük bir hücrenin içine milyonlarca bilginin yerleştirilmesi, insana gösterilen çok büyük bir mucizedir. Ancak bir o kadar önemlisi de, hücrenin bu bilgileri insanın sağlığını korumak için kullanmasıdır.
Açıkça görülüyor ki, küçücük hücrelerin sahip oldukları bu fevkalade başarının sırrı, insan aklının kavrama sınırlarının ötesindedir. Kısacası bugün insan beyninin ve ileri teknolojinin gücü, hücrelerin gösterdiği aklın gücü karşısında çaresiz kalmıştır. Aslında bilinçli bir Yaratıcı'nın varlığının açık bir delili olan tüm bu akıl alametleri, evrimci bilim adamları tarafından bile gözardı edilememektedir. Nitekim ülkemizde evrimin en ateşli savunucularından olan Prof. Dr. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim adlı kitabında bu durumu şöyle itiraf etmiştir.
Plazma hücreleri bu bilgiyi nasıl ve hangi formda elde ederek, ona göre özgül şekillenmiş antikoru üretebilmektedir? Bugüne kadar bu sorunun kesin bir açıklaması yapılamamıştır.3
Bugüne kadar antikorların üretiminin nasıl gerçekleştiği, evrimci bilim adamının yukarıda itiraf ettiği gibi tam olarak aydınlanamamış bir noktadır. 20. yüzyılın teknolojisi bu mükemmel üretimin metodlarını anlama aşamasında bile ilkel ve yetersiz kalmıştır. İleriki yıllarda, insana hizmet için yaratılan bu küçük hücrelerin hangi yöntemleri, nasıl kullandıkları aydınlandığında, bu hücrelerin yaratılışlarındaki mükemmellik ve sanat daha da iyi anlaşılmış olacaktır.

Antikorların Yapısı

Antikorların bir çeşit protein olduğunu daha önce belirtmiştik. Bu yüzden öncelikle proteinlerin yapısını inceleyelim.
Proteinler, aminoasitlerden oluşurlar. 20 farklı aminoasit, farklı sıralamalarda ardarda gelerek farklı proteinleri meydana getirir. Bu, 20 farklı renkte boncuk kullanarak, değişik kolyeler yapmaya benzer. Proteinler arasındaki fark da bu aminoasitlerin diziliminden kaynaklanır.
Ancak önemli bir nokta vardır; aminoasitlerin diziliminde yapılacak bir hata proteini işe yaramaz, hatta zararlı hale getirir. Dolayısıyla dizilimde en ufak bir hataya yer yoktur.
Peki hücre içindeki protein fabrikaları, ellerindeki aminoasitleri hangi sırayla dizip, hangi proteini üreteceklerini nereden bilirler? İşte binlerce çeşit proteinin her birinin bilgisi, hücre çekirdeğinde bulunan genetik bilgi bankasındaki genlerde bulunur.
Dolayısıyla birer protein çeşidi olan antikorların üretilmesi için de bu genlere ihtiyaç vardır.
Bir antikor için bir gene...
İki antikor için iki gene...
Bin antikor için bin gene ihtiyaç duyulacaktır. İnsan vücudunda bir milyon civarında antikor üretildiğine göre, doğal olarak bir milyon gene ihtiyaç vardır. İşte burada çok önemli bir mucize göze çarpar. İnsan vücudunda üretilen bir milyon antikora karşılık yalnızca yüz bin gen vardır. Yani dokuz yüz bin gen eksiktir.
Peki nasıl olur da az sayıdaki genlerden, toplam gen sayısının on katı kadar antikor üretilebilir? İşte mucize bu noktada gerçekleşir. Hücre, sahip olduğu yüz bin geni, farklı kombinasyonlarda birleştirerek yeni antikorları üretir. Yani bazı genlerdeki bilgileri alır, bu bilgileri başka genlerdeki bilgilerle birleştirir ve bu toplam bilgiyle gerekli üretimi yapar.
Toplam 5200 kombinasyona girilir ve 1.920.000 farklı antikorun oluşması sağlanır.4 Sözünü ettiğimiz işlem, insan aklının değil tasarlayabileceği, muhakeme bile edemeyeceği kadar büyük bir aklı ve planlamayı içerir.
Öncelikle bilinmesi gereken şudur; toplam yüz bin gen kullanılarak sonsuz sayıda kombinasyon yapılabilir. Ancak hücre inanılmaz bir akılla, yalnızca 5200 temel kombinasyon kullanmakta ve 1.920.000 özel antikor üretmektedir. Acaba hücre sonsuz ihtimal içinden, doğru kombinasyonlar yapmayı nasıl öğrenmiştir?
Sonsuz sayıda ihtimal içinden, doğru kombinasyonları kusursuz şekilde yapmak bir yana, bu hücre kombinasyon yapma fikrine nasıl sahip olmuştur?
Dahası yapılan kombinasyonlar belirli bir amaca hizmet etmekte, vücuda giren antijeni durduracak antikoru üretmeyi hedef almaktadır. Dolayısıyla hücre, vücuda giren milyonlarca antijenin özelliklerini de ayrı ayrı tanımaktadır.
Yeryüzündeki hiçbir akıl böylesine muazzam bir tasarımı yapmaya güç yetiremez. Ancak milimetrenin yüzde biri büyüklüğündeki hücreler bu üretimi yapmaktadırlar.
Peki böylesine özel bir sistemi hücre nereden öğrenmiştir?
İşin doğrusu hiçbir hücre, biyolojik bir işlevi gerçek anlamda "öğrenme" fırsatına sahip değildir. Çünkü hücrenin doğumu sırasında, böyle bir işlevi yerine getirecek özellikleri olmadığı gibi, sonraki yaşam süreci içerisinde bunun üstesinden gelebilecek beceriyi elde etmek gibi bir şansı da yoktur. Bu tip olaylarda ön koşul, hücredeki sistemin daha yaşamın başlangıcında tamamlanmış olarak hazır bulunmasıdır. Hücrenin böyle kombinasyonları öğrenme yeteneği olmadığı gibi, öğrenecek zamanı da yoktur. Aksi taktirde vücuda giren antijenler, antikorlar tarafından durdurulamaz ve vücut savaşı kaybeder.
İnsanoğlunun daha kavrama aşamasında bile yetersiz kaldığı bir sistemin, düşünme ve akletme yeteneği olmayan bir hücrenin içine yerleştirilmiş olmasının çok özel bir anlamı vardır. Bu, sonsuz ilim sahibi Allah'ın yaratmasındaki benzersizliğin küçücük bir hücre üzerinde yansımasıdır. Allah'ın üstün ilminin herşeyi kuşattığı Kuran'da şöyle bildirilmiştir:

Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)

Peki, sizin bir antikor molekülü dizayn etmeniz gerekseydi bunu nasıl yapardınız? Öncelikle, molekülün şeklini belirlemeden evvel geniş çaplı bir araştırma yapmanız gerekecektir. Rastgele bir şekil veremeyeceğinize göre, antikorun görevini tam olarak bilmeniz şarttır. Üreteceğiniz antikorlar, antijenlerle muhatap olacağına göre, antijeni de çok iyi tanımanız, yapısının nasıl olduğunu bilmeniz gerekir.
Neticede yapacağınız antikorun bir tarafı özel ve tek olmalıdır. Ancak bu şekilde belirli bir antijene bağlanabilir. İkinci tarafı ise diğer antikorlarla benzer olmalıdır. Çünkü, antijeni yok etme mekanizması yalnızca böyle çalıştırılabilir. Özet olarak, bir taraf standart, öbür taraf ise (bir milyon çeşitten fazla) diğerlerindekinden farklı olmalıdır.
Kaldı ki insanoğlu, sahip olduğu bütün teknolojiye rağmen henüz bir antikor tasarlayamamaktadır. Laboratuvar ortamında üretilen antikorlar ise, insan vücudundan veya başka canlıların vücutlarından alınan antikor kalıpları kullanılarak yapılır.

Antikorların Çeşitleri

Antikorların bir çeşit protein olduklarını belirtmiştik. Bu proteinler vücudun savunmasında, bağışıklık olaylarında görev aldıklarından bağışıklık globulini (bir çeşit protein) anlamına gelen "immün globulin" olarak adlandırılır ve kısaca "Ig" olarak gösterilir.
Savunma sisteminin en karakteristik proteinleri olan immün globulin molekülleri, antijenin varlığını başka savunma hücrelerine haber vermek ya da savaşın tahrip edici zincirleme reaksiyonlarını başlatmak üzere antijenle birleşirler.
IgG (Immun Globulin G): IgG en temel antikordur. Oluşumları için birkaç gün yeten bu antikorların ömürleri ise birkaç hafta ile birkaç yıl arasındadır. Bütün vücudu dolaşan bu antikorlar kanda, lenfada ve bağırsakta bulunurlar. Kanla birlikte dolaşır, doğrudan işgalcinin üstüne gider ve işgalcinin üzerine yapışırlar. Güçlü bir antibakteriyel ve antijen çökertici etkiye sahiptirler. Bakterilere ve virüslere karşı vücudu korur, toksinlerin (zehirlerin) asit özelliğini yok ederler.
Ayrıca hücrelerin arasına sıkışır, hücrelerin ve derinin içine sızan bakterileri ve mikroorganik istilacıları etkisiz hale getirirler. Bu kabiliyetleri ve boyutlarının küçük olması sayesinde, hamile bir kadının plasentasına girerek, savunmasız bir bebeği enfeksiyonlara karşı koruyabilirler.
Eğer antikorlar plasentaya geçebilecek özellikte yaratılmamış olsalardı, anne karnındaki bebek mikroplara karşı korumasız kalacaktı. Bu durumda da daha doğmadan ölüm tehlikesiyle karşılaşacaktı. İşte bu yüzden bebek, doğana kadar annenin antikorları tarafından düşmanlarına karşı korunur.
IgA (Immun Globulin A): Gözyaşı, tükürük, anne sütü, kan, hava torbacıkları, mukozalar, mide ve bağırsak salgıları gibi vücudun antijenlerle savaştığı hassas bölgelerde bulunurlar. Bu bölgeleri hassas yapan ise, bakteri ve virüsler için böyle nemli ortamların elverişli olmasıdır.
Yapı olarak birbirlerine çok benzeyen IgA'lar, vücudun mikropların girmesine müsait bölgelerine yerleşip o bölgeyi kontrol altında tutarlar. Bu, stratejik olarak önemli bölgelere, güvenilir nöbetçi askerler dikmeye benzer.
Bebekleri anne rahminde hastalıklardan koruyan antikorlar, bebek doğduktan sonra da onları yalnız bırakmazlar ve koruyup kollamaya devam ederler. Bebeğin gerçekten de anneden gelecek yardıma ihtiyacı vardır, çünkü yeni doğan bir bebeğin organizmasında IgA antikorları bulunmaz. İşte bu devrede annesinden emdiği sütün içinde bulunan IgA'lar, çocuğun sindirim sistemini birçok mikrobun etkisine karşı korurlar. Aynı IgG antikorları gibi bu antikor çeşidi de, bebek birkaç haftalık olduğunda, görev sürelerini tamamlamış olduklarından yok olurlar.
Peki hiç düşündünüz mü, siz daha herşeyden habersiz bir cenin halindeyken, sizi mikroplardan korumak isteyen bu antikorları gönderen kimdir? Anneniz mi, babanız mı? Yoksa ikisi birlikte mi ortak bir karar alıp, size bu antikorları gönderdiler? Kuşkusuz söz konusu yardım annenin kontrolü dışındadır. Anne kendi içinde böyle bir yardım planının gerçekleştiğinin bile farkında olmaz. Aynı şekilde baba da tüm bu olup bitenlerden habersizdir.
Peki anne göğsünde bulunan ve bu antikorları üreten hücreler, söz konusu üretimi niçin yapmaktadırlar? Hangi güç buradaki hücrelere yeni doğan bebeğin antikora ihtiyacı olduğunu söylemiştir? Bebek için antikor üretimi yapan hücrelerin, bebeğin emeceği sütün olduğu yerde bulunmaları kesinlikle bir tesadüf değildir.
Burada çok önemli bir mucize daha görülür. Antikorlar protein yapılıdırlar. Proteinler de insan midesinde sindirilirler. Dolayısıyla anne sütünü ağız yoluyla alan bebeğin midesinde bu antikorların sindirilmesi ve çocuğun mikroplara karşı korumasız kalması gerekir. Ancak yeni doğan bebeğin midesi, bu antikorları sindirmemeye, yok etmemeye yönelik yaratılmıştır. Protein sindiren enzimlerin üretimi bu aşamada çok azdır. Böylece hayati önemi olan antikorlar sindirilmez ve yeni doğan bebeği düşmanlarından korur.
Mucizeler bununla da bitmez. Mide tarafından özellikle parçalanmayan antikorlar, bütün olarak bağırsaktan emilebilirler. Yeni doğan bebeğin bağırsak hücreleri sözünü ettiğimiz işlemi yapabilecek şekilde yaratılmıştır.
Kuşkusuz bu mucizevi olayların ardarda sıralanması bir rastlantılar zincirinin sonucu değildir. Bir insan bedeni, yaşamının anne karnındaki evresinden itibaren tam bir savunma sistemine sahip oluncaya kadar son derece planlı, kusursuz bir yaratılışla var edilmektedir. Her gün, her saat, her dakika bedeninde gerçekleşmesi gereken olaylar son derece ince hesaplarla tasarlanmıştır. Elbette bu ince hesabın sahibi de herşeyi ince ince planlayarak yaratan Allah'tır.
IgM (Immun Globulin) M: Bu antikorlar, kanda, lenfada ve B hücrelerinin üzerinde bulunurlar. İnsan organizması herhangi bir antijenle karşılaştığında, bu düşmanla savaşmak üzere vücutta üretilen ilk antikor IgM'dir.
Ana rahmindeki bir çocuk, 6 aylık olduğunda IgM'ler üretilebilir. Eğer ana rahmindeki çocuk herhangi bir düşmanla karşılaşmışsa, örneğin mikrobik bir hastalığa yakalanmışsa bu çocukta IgM yapımı çok artar. Anne karnındaki bir çocuğun mikrobik bir hastalığa yakalanıp yakalanmadığını saptayabilmek için, kanındaki IgM miktarı ölçülür.
IgD (Immun Globulin D): IgD antikorları da kanda, lenfa ve savunma hücrelerinin (B hücrelerinin) yüzeyinde bulunurlar. Tek başlarına davranamazlar. Belli savunma hücrelerinin (T hücrelerinin) yüzeyine yerleşerek onların antijenleri yakalamalarını sağlarlar.
IgE (Immun Globulin E): IgE'ler de kanda dolaşan antikorlardır. Savaşçı ve bazı kan hücrelerini savaşa çağırmakla görevli olan bu antikorlar aynı zamanda alerjik reaksiyonlarda bulunurlar. Bundan dolayı da alerjik bünyelerde IgE sayısı fazla olur.

Evrimcilerin Yaratılış Gerçeklerini
Örtbas Etme Çabaları

Öncelikle antikorlar hakkında şu ana kadar incelediğimiz bilgileri tekrar gözden geçirelim:
- Antikorların vücuda giren antijenleri (düşmanları) kilitlemesi,
- Her düşman için farklı çeşitte bir antikorun üretilmesi,
- Hücrenin milyonlarca farklı antijen için milyonlarca farklı antikor üretebilmesi,
- Bu üretimin, söz konusu düşman vücuda girdiği zaman başlaması,
- Antijenle o antijen için üretilen antikorun üç boyutlu yapısının, tıpkı anahtarla kilit gibi birbirlerine tam olarak uyması,
- Hücrenin sahip olduğu 100.000 gene karşılık 100.000 antikor üretebilmesi gerekirken, bu 100.000 geni 5200 temel kombinasyonda karıştırarak toplam 1.920.000 çeşit özel antikor üretebilmesi. Kısacası hücrenin sahip olduğu bilgiyi, gerekli durumlarda bilinçli bir şekilde birleştirerek yeni antikorlar elde edebilmesi,
- Bu işlemleri yaparken insan aklının kavrama sınırının çok ötesinde bir akıl ve planlama göstermesi,
- Daha antikor üretemeyen bir bebeğin antikor ihtiyacının anne sütüne özel olarak yerleştirilen antikorlar tarafından karşılanması,
- Bebeğin midesinin antikorları sindirmeyip, onları bebeğin vücuduna hizmet etsinler diye sağlam bırakması...
Ortada böylesine kusursuzca işleyen bir sistem vardır. Allah, antikorları yapan hücrelerin içine, bu antikorların yapım planlarını içeren ve binlerce ansiklopedi sayfasını dolduracak kadar bilgi yerleştirmiştir. Dahası herhangi bir şuuru olmayan bu hücrelere, insan aklının bile ulaşamayacağı bir kombinasyon yapabilme yeteneği de vermiştir.
Peki evrime körü körüne inananlar, bu kadar mükemmel bir sistemin varlığını nasıl açıklarlar? Cevap son derece basittir: Açıklayamazlar.
Yaptıkları tek şey, hiçbir mantığı olmayan, kendi içinde bile defalarca çelişen varsayımlar öne sürmektir. "Nasıl olur da bu sistemi evrime göre açıklarız?" sorusuna bir cevap bulmak için masa başında yazılmış, hiçbir bilimsel geçerliliği olmayan, pek çok hayali senaryo mevcuttur.
Bu senaryolardan en çok rağbet göreni, savunma sisteminin tek bir antikordan evrimleşerek meydana geldiğini savunur. Senaryo, yayımlanan bir makalede en özet haliyle şöyle geçer:
Savunma sistemi başlangıçta, bir tek immünoglobulin (bir çeşit protein) türü yapan bir genden ibaretti. Ancak bu gen "kendi kendini hızla yeniden yaratarak" (!), her biri farklı bir immünoglobülin molekülü meydana getiren kopyalar geliştirdi. Daha sonra da tekrar birleşme yeteneğine sahip ayrı gen bölümlerinin yapımını yönlendiren kontrol mekanizmaları gelişti.5
Bu örnek hem evrim teorisinin ne kadar çürük temeller üzerine oturduğunu görmek, hem de evrimcilerin sık sık başvurdukları beyin yıkama, göz boyama yöntemlerini anlamak açısından önemlidir. Şimdi aldatmacayı cümle cümle inceleyelim:
1. Cümle: "Savunma sistemi başlangıçta, bir tek immünoglobulin (bir çeşit protein) türü yapan bir genden ibaretti."
Herşeyden önce sorulması gereken soru şudur:
"Başlangıçta bulunan bu gen kim tarafından yaratılmıştır?"
Bu aşama evrimciler tarafından önemsiz bir ayrıntı gibi gösterilip geçilmeye çalışılır. Ancak bu ilk genin nasıl var olduğu açıklanmak zorundadır. Bir genin kendi kendine oluşmuş olması bilimsel olarak imkansızdır. Gen diziliminin tesadüfen oluşmasının imkansızlığı evrimci bilim adamları tarafından bile birçok defa itiraf edilmiş bir gerçektir. Bu konuda yine yerli evrimcilerden Prof. Ali Demirsoy'dan bir örnek verebiliriz:
Yani canlılık, eğer belirli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu, tüm evrende bir defa oluşacak kadar az olasılığa sahiptir denilebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır.6
Ancak bu nokta evrimciler tarafından örtbas edilir ve sanki her nasılsa zaten başta bir gen vardı gibi saçma bir ön kabul yapılır. Görüldüğü gibi senaryo daha ilk basamağında çökmektedir.
2. Cümle: "Ancak bu gen kendi kendini hızla yeniden yaratarak (!), her biri farklı bir immünoglobülin molekülü meydana getiren kopyalar geliştirdi."
Her ne kadar imkansız olsa da başlangıçta bir genin bulunduğunu varsayalım. Bu ilk genin kendi kendine meydana gelmesi bile çok büyük bir imkansızlık içermesine rağmen evrimciler, bu genin "kendini yeniden yarattığı" gibi hiçbir mantık içermeyen ifadeler sarfederler. Hiçbir bilimsel değeri olmayan bu tür ifadeler, evrimcilerin göz boyama üsluplarına güzel bir örnek teşkil etmektedir. Bir genin kendini yaratması, sonra da farklı kopyalarını geliştirmesi gibi bir varsayımın ne mantık kurallarıyla, ne de bilimsel gerçeklerle bağdaşan bir yönü yoktur.
Ayrıca kendi kendine oluştuğu varsayılan böyle hayali bir genin ve kopyalarının ürettiği antikorların, dış dünyadan gelecek antijenleri durduracak özellik ve yapıya sahip olmaları gereklidir. Dolayısıyla antijenler de, antijenler için antikor üretecek olan genler de aynı Yaratıcı, yani Allah tarafından yaratılmışlardır.
3. Cümle: "Daha sonra da tekrar birleşme yeteneğine sahip ayrı gen bölümlerinin yapımını yönlendiren kontrol mekanizmaları gelişti."
Bu kontrol ve birleşme mekanizmalarının çalışma prensiplerini bile açıklamaktan aciz olan evrimciler, işlerine geldiği zaman tek bir cümleyle "bu sistemin kendi kendini var ettiği"ni söyleyip geçiverirler. Fakat böyle inanılmaz bir sistemin nasıl olup da tesadüfler sonucunda kendi kendine geliştiğini izah etmeye pek yanaşmazlar. Bu tür konulara kendilerince bazı açıklamalar getirmeye çalıştıklarında ise ortaya uydurma ve gülünç senaryolardan başka bir şey koyamazlar. Bu şekilde çaresizliklerini ve savundukları iddianın saçmalığını gözler önüne sererler.
Sözü edilen kontrol mekanizmalarında öyle bir akıl kendini gösterir ki, binlerce farklı bilgi kombinasyonunun sonucunda, iki milyon farklı yapıda ürün üretilir. Ancak daha önce de belirtildiği gibi ne hücre, ne de hücrenin içindeki bir sistem, "öğrenme" ve "geliştirme" yeteneğine sahip değildir. Dahası hücre bu bilgi kombinasyonlarını sonsuz sayıda ihtimal içinden yalnızca doğru olanları seçerek yapmaktadır.
Teknoloji ve akıl ürünü olan herhangi bir ürün için şöyle teoriler ortaya atılabilir:
"Taş tabletler kendi kendilerini yarattılar ve daha sonra kendilerini geliştirerek bilgisayar oldular." Ya da,
"Kendi kendini yaratan uçurtmalardan bir süre sonra jet uçakları gelişti."
Yukarıdaki cümleler akıl sahibi olan her insana oldukça saçma gelecektir. Ancak bu teoriler bile, henüz çalışma prensipleri bile çözülememiş savunma sistemi elemanlarının tesadüfen ortaya çıktıklarını söylemekten çok daha mantıklıdır.
Kaldı ki yalnızca antikorların var olması insan vücudunu tek başına korumak için yeterli değildir. Savunma sisteminin çalışması ve insanın hayatta kalması için makrofajlar, fagositler, haberci T hücreleri, öldürücü T hücreleri, baskılayıcı T hücreleri, bellek hücreleri, B hücreleri ve daha birçok faktörün birarada çalışması gerekmektedir.

SAVUNMADA GÖREVLİ ORGANLAR

Savaşçı Üretim Merkezi: Kemik İliği

iroshima ve Nagasaki kentlerine atom bombaları atıldığında, radyasyona maruz kalan birçok insan, 10-15 gün içinde iç kanama ya da bulaşıcı hastalıklar nedeniyle öldü. Bu insanlara ne olduğunu anlamak için hayvanlar üzerinde yapılan deneyler, vücudun tümüyle radyasyona maruz kalmasının kan yapan ve savunma sisteminin bel kemiği olan hücrelerin ölümüne yol açtığını ortaya çıkardı. Bu da vücudun kısa sürede ölmesi anlamına geliyordu.7
Bu hayati hücrelerin fabrikası kemik iliğidir. Ancak dikkat edilmesi gereken bir nokta bu fabrikada birbirinden çok farklı ürünlerin üretiliyor olmasıdır. Çünkü burada üretilen bazı hücreler fagositoz yapımında, bazı hücreler kanın pıhtılaşmasında, bazı hücreler ise maddelerin parçalanmasında rol oynar. Bu hücrelerin görevleri gibi yapıları da birbirlerinden farklıdır.
Dikkat edilmesi gereken, ortak bir amaca yönelik hareket eden birçok farklı hücre için çok özel bir üretim sisteminin kurulu olduğudur.
Burada evrim teorisi için aşılması imkansız bir çıkmaz görülmektedir. Çünkü evrim teorisi çok hücreli organizmaların tek hücreli canlılardan evrimleşerek meydana geldiğini iddia eder.
Peki tesadüfen meydana gelmiş hücreler, biraraya geldikten sonra nasıl olur da oluşturdukları bu yapının içinde yeni hücreler inşa edecek bir sistemi yoktan var edebilirler. Bu, bir tuğla deposunda meydana gelen patlama sonucunda, havaya savrulan binlerce tuğlanın şans eseri üst üste düşerek ortaya yepyeni bir bina çıkarmasına benzer. Dahası bu bina içinde yeni tuğlalar inşa edecek bir de mini fabrikanın oluşması gereklidir.
Unutulmaması gereken, insan vücudunun bir binadan milyonlarca kere daha üstün bir yaratılışa sahip olduğudur. İnsan vücudunun yapıtaşı olan hücre ise aslında insan yapısı hiçbir ürünle karşılaştırılamayacak kadar kusursuz bir tasarıma sahiptir. Ancak evrimcilerin yaptıkları varsayımın ne kadar büyük bir aldatmaca olduğunun anlaşılması için hücreyi tuğlaya benzeten bu örnek verilmiştir.

İçimizdeki Fakülte : Timüs

Timüs biyolojik açıdan incelendiğinde, pek bir özelliği olmayan sıradan bir organ gibi görünecektir. Ama yaptığı iş göz önüne alındığında, inanılması güç bir durumla karşı karşıya kalınır.
Timüste lenfosit hücrelerine bir nevi eğitim verilir. Evet, yanlış okumadınız. Timüste hücreler eğitim alırlar.
Eğitim ancak belirli bir zekaya sahip varlıklara uygulanabilecek bir bilgi aktarımıdır. Ancak burada çok önemli bir nokta vardır. Burada eğitimi veren bir et parçası yani timüs, eğitimi alan da küçücük bir hücredir. Yani her ikisi de şuursuz varlıklardır.
Dahası bu eğitim sonucunda lenfosit hücreleri çok önemli bilgilerle donatılırlar. Vücuttaki hücrelerin antijenlerini tanımayı öğrenirler. Bu bir anlamda vücuda ait hücrelerin kimliklerinin lenfosit hücrelerine öğretilmesidir. Sonunda hücreler oldukça yüklü bir bilgiyle timüsten ayrılırlar.
Böylece lenfositler vücutta görev yaparken, kimliklerini öğrendikleri hücrelere saldırmazlar. Bunun dışında kalan her hücreye ve yabancı maddeye saldırır ve yok ederler.
Timüs, uzun yıllar, evrimci bilim adamları tarafından, körelmiş bir organ olarak görülmüş ve evrimin sözde bir delili olarak kullanılmıştı. Oysa son yıllarda bu organın, savunma sistemimizin bel kemiği olduğu anlaşılmıştır. Bu durumun anlaşılmasından sonra, timüsün körelmiş bir organ olduğunu ileri süren evrimciler, şimdi aynı organ için tam tersi bir teori ortaya atmışlardır. Timüsün önceleri olmadığını, yavaş yavaş evrim geçirerek meydana geldiğini ileri sürmüşlerdir. Halen de timüsün diğer birçok organdan daha uzun bir evrim sürecinin sonucunda oluştuğunu savunurlar. Ancak timüs olmadan ya da tam anlamıyla gelişmeden, T hücreleri düşmanı tanımayı öğrenemeyecek ve savunma sistemi görevini yerine getiremeyecektir. Savunma sistemi olmayan bir insan ise yaşamını devam ettiremez. Şu an sizin bu cümleyi okuyor olmanız bile, timüsün, uzun bir evrim süreci içinde değil, ilk insandan beri kusursuz ve eksiksiz olarak yaratıldığının bir kanıtıdır.

Çok Yönlü Bir Organ: Dalak

Savunma sistemimizin bir diğer harika elemanı da dalaktır. Dalak, kırmızı ve beyaz kısım olmak üzere iki bölümden oluşur. Beyaz kısımda üretilen genç lenfositler, önce kırmızı kısma göç ederler ve buradan da kan dolaşımına katılırlar. Koyu kırmızı renkte ve midenin yanında olan bu organın yaptığı işlemler, detaylı olarak incelendiğinde, olağandışı bir manzarayla karşı karşıya kalınır. Onu böylesine harika ve olağandışı yapan; oldukça zor ve karmaşık olan görevleridir.
Dalağın; hücre yapımı, fagositoz, alyuvar depolama ve bağışıklık yapımına katkı gibi çok önemli, önemli olduğu kadar da zor görevleri vardır. Kuşkusuz, dalak da, diğer tüm organlarımız gibi yalnızca bir et parçasıdır. Ama bir et parçasından beklenmeyecek bir performans ve akıl gösterisi sergilemektedir. Hiçbir aksaklığa meydan vermeyecek şekilde tüm işleri organize ederken hiç dinlenmeden çalışmaktadır. Gerçekten de dalak, doğumundan itibaren insan için var gücüyle çalışır ve Allah dilediği sürece, görevine aralıksız olarak devam eder.

Hücre Yapımı

Ana rahmindeki çocukta var olan kemik iliği, kan hücrelerini üretme görevini tam olarak yapamaz. Kemik iliği bu görevi ancak doğumdan sonra yerine getirmeye başlar. Peki bu süre zarfında çocuk kansız mı kalacaktır?
Hayır. Bu aşamada dalak devreye girer ve sorumluluk alır. Vücudun alyuvar, trombosit ve granülositlere ihtiyacı olduğunu anlayan dalak, kendi görevi olan lenfosit üretiminin yanında bir de bu hücrelerin üretimine başlar.
Ancak dalak şuursuz bir et parçasıdır. Böyle bir sorumluluğu almayı akıl etmek gibi bir kabiliyeti yoktur. Ancak insan vücudunu yaratan Allah, dalağı da gerektiğinde kendi görevinin dışında sorumluluk alacak şekilde, buna uygun üretim ve uyarı sistemleriyle birlikte var etmiştir.

Fagositoz Yapımı

Dalakta bol miktarda makrofaj (temizlikçi hücreler) vardır. Bunlar, dalağa gelen kanda bulunan yaşlanmış, bozulmuş alyuvarları ve bir takım bozuk kan hücreleri ile kandaki bazı maddeleri fagosite ederler yani, yutup sindirirler.
Burada çok önemli bir kimyasal geri dönüşüm sistemi çalışır.
Dalaktaki makrofaj hücreleri, yutmuş oldukları alyuvarların yapısında bulunan hemoglobin maddesini, bilirubine çevirirler. Bilirubin daha sonra toplar damar sistemine verilip, karaciğere gönderilir. Bu sistemin kuruluş amacı vücuttaki hemoglobinin içerdiği demiri geri dönüştürmektir.
Bilirubin dengesi vücudumuz için oldukça ciddi bir önem taşır. Çünkü bu konuda yapılacak en ufak bir hatanın bedeli oldukça ağırdır. Bunun en güzel örneklerinden biri; bilirubinin belli bir düzeyin üstüne çıktığında sarılık gelişmesidir.

Alyuvar Depolama

Dalağın maharetleri bu kadarla da sınırlı değildir. Dalak belli bir miktar kan hücresini (alyuvarı ve trombositleri) kendi içinde depolar. "Depolar" deyince aklınıza depo olarak kullanılabilecek, ayrı bir bölüm olduğu gelebilir. Ancak söz konusu olan küçük bir organdır ve görünürde depo olarak kullanabileceği hiçbir yeri yoktur. İşte dalak, bu tip durumlarda hacmini büyüterek, alyuvar ve trombositler için yer açar. Kimi zaman hastalıklar sonucu büyümüş olan dalağın, depo hacmi de büyümüş olur.

Savaşa Katkı

Vücutta herhangi bir mikrobik enfeksiyonun ya da bir başka zararlı etkenin oluştuğu durumlarda, vücut bu zararlı düşmana karşı bir savunma saldırısına geçer. Bunun için savaşçı hücrelerin çoğalması gereklidir. Böyle anlarda dalak, lenfosit yapımını çoğaltır, makrofajların yapımını arttırır. Böylece, hastalık durumunda bütün vücutta uygulanan "olağanüstü hal" durumuna dalak da katılmış olur.

Bir Başka Üretim Merkezi: Lenf Bezleri

İnsan vücudunda bütün bedene yayılmış bir jandarma ve jandarma istihbarat teşkilatı vardır. Bu sistemin içinde nöbetçi jandarmalar bulunduran, gerektiğinde yeni jandarmalar üreten karakollar da bulunur.
Sözünü ettiğimiz sistem lenf sistemi, jandarma karakolları da lenf bezleridir. Sistemin jandarma erleri lenfosit hücreleridir.
Lenf sistemi başlı başına insanın emrine verilmiş bir mucizedir. Bu sistem bütün vücuda yayılmış lenf damarları, bu damarların belirli yerlerine yerleştirilmiş lenf bezleri, lenf bezlerinin ürettiği ve lenf damarlarında devriye görevi yapan lenfosit hücreler ve bu hücrelerin içinde yüzdüğü, lenf damarlarında dolaşan lenf sıvısından oluşur.
Sistem şöyle çalışır: Bütün vücuda yayılmış olan lenf damarlarının içindeki lenf sıvısı, kılcal lenf damarları çevresinde bulunan dokularla temas eder. Bu temas sonrasında tekrar lenf damarlarına dönen lenf sıvısı beraberinde bu dokulara ait bazı bilgileri getirir. Bu bilgiler lenf damarları boyunca bulunan en yakın lenf bezine ulaştırılır. Eğer dokularda bir düşman hareketi başlamışsa bunun da bilgisi lenf sıvısı aracılığıyla lenf bezine getirilmiş olur.
Düşmana ait bilgi incelendikten sonra eğer bir tehlike varsa alarm durumu verilir. Lenf bezlerinde hızlı bir şekilde lenfosit ve diğer bazı savaşçı hücrelerin üretimine başlanır.
Üretim aşamasından sonra sıra, yeni askerleri savaşın olduğu cepheye sevketmeye gelmiştir. Yeni askerler lenf bezlerinden lenf sıvısı yardımıyla lenf damarlarına geçerler. Lenf damarlarından da kan dolaşımına geçen askerler savaşın olduğu bölgeye ulaşırlar. Bu yüzden enfeksiyon olan bölgedeki lenf bezleri öncelikle şişer. Bu o bölgedeki lenfosit üretiminin arttığını gösterir.
Şimdi mevcut sistemi bir özetleyelim:
- Bütün vücudu baştan aşağı saran özel bir ulaşım sistemi.
- Vücudun birçok bölgesine yerleştirilmiş lenf bezi karakolları.
- Düşman askerlerin istihbaratının yapılması.
- Bu istihbarat doğrultusunda asker üretimi yapılması.
Tek bir parçası bile eksik olsa işlemeyecek olan bu sistemin, zaman içinde aşama aşama gelişerek var olmasına imkan yoktur. Örneğin lenf bezleri ve lenfositleri olan ancak lenf damarları yaratılmamış bir sistem işe yaramaz. Sistemin çalışması ancak bütün elemanların aynı anda yaratılmış olmasıyla mümkündür.







SAVUNMA SİSTEMİ


Eğer bir düşman bedenimizin tüm engellerini aşıp, vücudumuza girmeyi başarırsa, bu, savunma ordusunun yenildiği anlamına gelmez. Aksine, esas savaş yeni başlamıştır ve asıl zorlu askerler bu esnada devreye girerler. Onları ilk karşılayan askerler ise vücudumuzda sürekli dolaşan ve etrafı devamlı olarak kontrol eden yiyici hücreler, fagositlerdir.
Bunlar vücudun iç yüzeylerine kadar girmiş olan istenmeyen mikropları yutan ve gerektiğinde savunma sistemine alarm veren "özel temizlik hücreleri"dir.
Bedenimize giren çok küçük parçacıklar ve sıvı halindeki yabancı maddeler, savunma sisteminin bazı hücreleri tarafından alınır, parçalanır, sindirilir ve ortadan kaldırılmaya çalışılırlar. Bu olaya "fagositoz" adı verilir. (hücre yutarlılık)
Fagositoz, bağışıklığın en önemli öğelerinden biridir. Çünkü enfeksiyona karşı çabuk ve çoğunlukla da kesin bir koruma sağlar.
Fagosit hücrelerini "vücudun polisleri" olarak nitelendirirsek bunları 2 grupta toplayabiliriz.
1- Gezici polis ekipleri: Bunlar kanda dolaşırlar ve gerektiğinde dokuların arasında görev yaparlar. Tüm vücudu dolaşan bu hücre ekipleri, aynı zamanda çöpçülük görevi yaparlar.
2- Sabit polis ekipleri: Çeşitli dokulardaki boşluk aralarına yerleşmiş ve hareket etmeyen, bu arada mikroorganizmaları bulundukları yerlerde fagosite eden yerleşik makrofajlardır.
Eğer vücuda giren antijen (yabancı mikroorganizma) mevcut yiyici hücrelerin bitirebileceği kadar az ise, herhangi bir uyarılma olmadan yok edilir. Ancak vücuda girmiş olan mikroplar çok fazla ise kimi zaman hücreler bunlara hakim olamazlar, hepsini sindiremezler ve çapları büyür. Sonuçta antijenler tarafından tahrip edildiklerinden dolayı patlarlar ve bir sıvı (cerahat) şeklinde dışarı çıkarlar. Böyle bir olayın olması savaşın kaybedildiği anlamına gelmez. Çünkü yiyici hücreler mikropları sadece karşılamış olurlar, devamında pek çok zorlu engel daha vardır. Bu şekildeki bir cerahat oluşumu kemik iliğinden, lenf bezlerinden, herşeyden önce timüs bezinden gönderilen lenfositleri harekete geçirir. İkinci bir dalga olarak, yeni savunma hücreleri var olan herşeye, hücre artıklarına, mevcut antijenlere, hatta eski akyuvarlara saldırır. Bunlar gerçek yiyici hücreler olan makrofajlardır.

İlk Yardım Kuvvetleri: Makrofajlar

Makrofajlar savaşın kızışmasıyla devreye girerler. Makrofajların kendilerine özgü, özel bir çalışma stilleri vardır. Antikorlar gibi birebir çalışmazlar. Yani onlar gibi tek bir hedefe yönelen bombaya benzer bir sistemleri yoktur. Makrofajlar, adeta saçma atan bir tüfek ya da birçok hedefe birden yönelebilen bir bomba gibi aynı anda pek çok düşmanı yok edebilirler.
Diğer savunma hücreleri gibi, kaynağı kemik iliği olan makrofajlar oldukça uzun ömürlüdürler. Aylarca hatta yıllarca yaşayabilirler. Makrofajlar, küçük boyutlarına rağmen (10-15 mikrometre) insan hayatı için oldukça büyük bir önem taşırlar. Büyük molekülleri, fagositoz (yutma) yoluyla hücre içine alarak sindirme özelliğine sahiptirler.
Yutabilme özellikleri sayesinde, savunma sisteminin adeta çöpçü elemanlarıdır. Organizmada bulunan ve temizlenmesi gereken madde, mikroorganizma, antijen-antikor kompleksleri ve antikor yapısındaki başka maddeleri ortadan kaldırırlar. Bu işlemler sonucunda antijen niteliğindeki maddeler sindirildiklerinden organizma için tehlike teşkil eden durumlarını yitirirler.

Genel Alarm

Bir ülke savaşa girdiğinde yurt çapında seferberlik ilan edilir. Bütün doğal kaynaklar ve bütçe birinci planda savaş giderleri için harcanır. Ekonomi tamamen bu olağanüstü duruma göre baştan ayarlanır ve ülke topyekün bir hareket içine girer. Vücudun savunma ordusunun bütün elemanlarıyla katılacağı bir savaşta da mutlaka bir seferberlik ilan edilmesi gerekir. Nasıl mı?
Eğer düşman, saldırıya geçen makrofajların başedebileceğinden daha fazla ise özel bir madde salgılanır. Bu maddenin adı "pirojen"dir ve bir anlamda alarm durumuna geçme çağrısıdır.
Pirojen uzun bir yolu katederek beyne ulaşır ve beynin ateş yükseltici merkezini uyarır. Pirojenin başlattığı reaksiyona birçok madde de katılır. Bu uyarının ardından beyin, vücudu alarm durumuna geçirir ve insanın ateşi yükselir. Ateşi yükselen hasta, doğal olarak dinlenme ihtiyacı hissedecektir. Böylece savunma ordusunun ihtiyacı olan enerji de başka alanlarda harcanmamış olur.
Ortada kusursuz bir plan vardır. Dahası gerekli olan herşey bu planın işleyebilmesi için eksiksiz olarak yaratılmıştır; makrofajlar, pirojen ve diğer maddeler, beynin ateş yükseltme merkezi, vücudun ateş yükseltme mekanizmaları...
Bunlardan birinin bile eksik olması durumunda sistem çalışmaz. Dolayısıyla böyle bir sistemin aşama aşama gelişerek evrim sonucunda var olduğu kesinlikle iddia edilemez.
Peki bu planı yapan kimdir?
Vücudun ısısının yükselmesinin gerektiğini, ancak bu şekilde savunma ordusunun ihtiyacı olan enerjinin başka yerlere harcanmayacağını bilen kimdir?
Makrofajlar mı?
Makrofajlar sadece gözle bile görülemeyen küçük birer hücredirler ve düşünme yetenekleri de yoktur. Ancak, kurulmuş bir üst sisteme itaat eden ve görevlerini kusursuz yapan canlılardır.
Beyin mi?
Hayır. Beynin de bir şey yaratma, üretme gücü yoktur. Diğer sistemlerdeki gibi bu sistemde de beyin emri veren değil, emre uyan ve itaat eden konumundadır. Kaldı ki makrofajlarda üretilen pirojen, tam olarak beynin ateş yükseltme mekanizmasını etkileyecek şekilde yaratılmıştır. Dolayısıyla makrofajın, pirojenin, beynin ısı yükseltme merkezinin ve beynin aynı anda yaratılmış olmaları gerekir.
İnsan mı?
Hayır. İnsan daha kendi vücudunda böylesine mükemmel bir sistemin işlediğinden bile haberdar değilken, bu sistem onu mutlak bir ölümden korur. Kaldı ki insana "kendi vücudunun içinde, ateşinin yükselmesini sağlayacak, düşmanlarla savaşacak bir ordu geliştir ve bu ordu bütün bedeninde yirmi dört saat görev yapsın" denilse bile, insanın yapabileceği hiçbir şey yoktur.
Bugün insanoğlu sahip olduğu bütün teknolojiye rağmen -bırakın bir benzerini yapmayı- daha mevcut sistemin detaylarını anlamaktan acizdir.
Çünkü insan sahip olduğu bütün özellikleriyle birlikte yaratılmıştır. Yaratıcı'sına ve O'nun kurduğu sistemlere -istese de, istemese de- boyun eğmiştir. Tıpkı var olan herşeyin boyun eğdiği gibi...

...Hayır, göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur, tümü O'na gönülden boyun eğmişlerdir. (Bakara Suresi, 116)

Makrofajların bir diğer inanılmaz görevi de lenfositlere yani, savunma sisteminin esas kahramanları olan olan B ve T hücrelerine, düşmana ait bilgileri sunmasıdır. Sunucu hücreler, antijeni aldıktan sonra lenf yollarını izleyerek lenf bezlerine (lenfotik dokuya) giderler.
Bu, oldukça önemli bir ayrıntıdır. Çünkü bir hücrenin, düşmana ait bir bilgi edindikten sonra bu bilgiyi gerekli noktalara ulaştırması ancak bir bilinç ve şuur sayesinde olabilir. Makrofaj hücresinin bu bilgiyi lenfositlerin değerlendireceğini bilmesi, savunma sisteminin genel stratejisine hakim olması gerekir. Çok açık bir şekilde görülmektedir ki makrofaj hücresi, bir bütün olarak işleyen sistemin -tıpkı diğer hücreler gibi- itaatkar bir parçasıdır.

Baş Kahramanlar: Lenfositler

Savunma sisteminin en temel hücreleridir. Vücutta meydana gelen zorlu savaş, daha çok lenfositlerin üstün çabaları sayesinde kazanılır. Her aşaması, inanılmaz derecede ilginç ve harikulade olan bu hücrelerin yaşam öyküleri, evrim teorisinin çürüklüğünü ortaya koymaya tek başına yeterlidir.
Kırmızı kanda, büyük bir çoğunlukla da beyaz kanda görülen bu cesur savaşçılar, kemik iliğinde, lenf ve tükürük bezlerinde, dalak, bademcik ve eklem yerlerinde bulunurlar. Ancak lenfositlerin esas olarak bulundukları ve üretildikleri yer, kemik iliğidir.
Kemik iliğinde lenfosit oluşması biyolojinin en esrarlı olaylarından biridir. Burada ana hücreler (stem cell), birçok biyolojik evreden süratle geçerek, yepyeni bir yapıya yani lenfositlere dönüşürler. Bunun yanında, genetik mühendisliğindeki büyük gelişmelere rağmen, en sade mikrop türlerinin bile, benzer türlere dönüşümünün mümkün olmadığı göz önünde bulundurulduğunda, kemik iliğinde meydana gelen bu olayın esrarı daha da büyür. Bilimin henüz tam olarak çözemediği bu esrar, vücudumuz için son derece basit bir işlemdir. Bu sebeple evrimi savunan birçok bilim adamı böylesine bir dönüşümün sırrının rastlantı, doğal seleksiyon ya da mutasyon masallarıyla açıklanamayacağını itiraf etmiştir. Basit bir hücreden lenfosit gibi, neredeyse savaşın tüm yükünü taşıyan karmaşık bir hücrenin evrimleşerek oluşamayacağını Prof. Dr. Ali Demirsoy şöyle ifade etmiştir:
Son zamanlarda varsayılan karmaşık hücreler hiçbir zaman ilkel hücrelerden evrimsel süreç içerisinde gelişerek meydana gelmemiştir.8
Bu gerçek, günümüz bilim adamları tarafından aslında çok iyi bilinmektedir. Ancak aşikar olan, söz konusu gerçeği kabul ettiklerinde bir Yaratıcı'nın varlığını da beraberinde kabul etmek zorunda kalacaklardır. Oysa bu, bir çoklarının asla istemediği bir durumdur.
Michael J. Behe bu konuda şunları söylemektedir:
Ayrıca ve maalesef, çok sıklıkta yapılan eleştiriler sırf yaratılışçıların eline koz verme korkusuyla bilim camiası tarafından gözardı edilmiştir. Bilimi koruma adına doğal seleksiyona karşı kuvvetli bilimsel eleştirilerin bir kenara atılması oldukça ironiktir. 9
Gözardı edilen gerçeklerden biri olan bu gizemli dönüşüm sonucunda oluşan lenfositlerin savunma sistemindeki rolleri de bir hayli ilginçtir. Günde birkaç defa tüm vücut hücrelerini kontrol ederek, hasta hücre olup olmadığına bakarlar. Hasta ya da yaşlanmış hücreye rastlarlarsa, bunları yok ederler. Vücudumuzda yaklaşık 100 trilyon hücre bulunur ve lenfositler, bunun yalnızca %1'ini oluştururlar.
Şimdi gözünüzün önünde bir ülke canlandırın ve bu ülkenin nüfusu oldukça kalabalık olsun; 100 trilyon kadar. Sağlık görevlilerinin yani lenfositlerin sayısı da doğal olarak 1 trilyondur. Dünya nüfusunun ortalama 7 milyar olduğunu düşünürsek, hayali ülkenizde yaşayan insanların sayısı, dünya nüfusunun yaklaşık 14 milyon 285 bin katı olacaktır. Bu kadar büyük bir nüfusun sağlık kontrolü teker teker, hem de aynı gün içinde bir kaç defa yapılabilir mi?
Yapılamaz diyeceksiniz ancak bu işlem vücudunuzda her gün yapılıyor; lenfositler tüm vücudunuzu günde birkaç kez dolaşıp sağlık taramasından geçiriyorlar.
Peki bu kadar büyük bir canlı topluluğunun son derece organize bir şekilde hareket etmesi tesadüflerin eseri olabilir mi?
Bir trilyon lenfosit hücresinin her birinin, böylesine zorlu ve sorumluluk isteyen görevi almasının sebebi tesadüfler midir?
Elbette hayır!
Bir trilyon lenfositin her birini yaratan ve bu lenfositlere insanı koruma sorumluluğunu veren Alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Lenfositlerin AIDS, kanser, kuduz, tüberküloz, anjin ve romatizma gibi başlıca hastalıklara karşı çok önemli rolleri vardır. Elbette ki bu, lenfositlerin diğer hastalıklarda rolü olmadığı anlamına gelmez. Nezle denen hastalık bile, lenfositlerin becerisi sayesinde son derece tehlikeli olan nezle virüslerini vücuda sokmama mücadelesinden başka birşey değildir.
İnsan vücudu antikorları kullanarak birçok düşmanını yenebilir. Bu yüzden antikorlar varken lenfositlere niçin gerek var diye düşünülebilir. Ancak vücudun savunması için çok kapsamlı ve üstün bir orduya ihtiyaç vardır. Çünkü mikroplar arasında öyle kuvvetlileri vardır ki bu mikropları öldürebilmek için çok kuvvetli kimyasal zehirler gereklidir.
Peki savunma sistemi bu düşmanları nasıl durduracaktır?
Öncelikle zehiri üretecek kimyagerlere ve bir laboratuvara ihtiyacı vardır. Çünkü ihtiyaç duyulan madde tesadüfen oluşamayacak kadar özel bir yapıya sahiptir. İnsan vücudunun böyle bir düşmanla karşılaşacağını bilen, daha doğrusu insanın ibret alması için böyle bir düşmanı yaratan Allah, lenfositlere bu zehiri sentezleme yeteneğini de vermiştir.
Peki bu kimyasal maddenin üretilebilmesi yeterli midir?
Hayır, çünkü bu madde kanda serbest halde dolaşamaz. Yoksa bu, kendi hücrelerimizin de ölümü anlamına gelir.
O halde bu zehir, kendi hücrelerimize zarar vermeden nasıl kullanılacaktır?
Bu sorunun cevabı yine lenfositlerin yaratılışlarındaki mükemmellikte gizlidir. Zehirler lenfositlerin hücre zarında bulunan keseciklerine yerleştirilmiştir. Bu, kimyasal silahın kullanım kolaylığını da sağlar. Lenfosit, ancak düşman hücreye temas ettiğinde bu zehiri enjekte eder ve düşmanı öldürür.
Lenfositler B ve T hücreleri olmak üzere ikiye ayrılırlar.

Vücudun Silah Fabrikaları: B Hücreleri

Kemik iliğinde üretilen lenfositlerin bazıları, iyice olgunlaşıp fonksiyonel hale geldikten sonra buradan ayrılarak, kan yoluyla lenf dokularına taşınırlar. Bu tip lenfositlere B hücreleri denir.
B hücreleri vücudun silah fabrikalarıdır ve düşmanı vurmak için antikor adlı proteinleri üretirler.

B Hücresi Olma Yolu
Hücreler, B hücresi olabilmek için oldukça karmaşık ve zorlu bir yoldan geçerler. Yani insan sağlığını koruyabilecek savaşçılar olabilmek, önce esaslı bir sınavı başarıyla verebilmeyi gerektirir.
Başlangıçtaki B hücreleri, önce antikor molekülünü oluşturacak olan gen parçalarını tekrar düzenlerler. Düzenleme tamamlanır tamamlanmaz bu genler kopyalanır. Bu noktada küçücük bir hücrenin düzenleme, kopyalama gibi işlemleri nasıl yaptığı oldukça önemlidir. Çünkü düzenlenen ve kopyalanan bilgidir. Bilgiyi derleme ve toparlama işi ise, ancak akıl sahibi bir varlık tarafından yapılabilir. Dahası yapılan düzenlemenin ardından ortaya çıkacak sonuç son derece önemlidir. Çünkü bu bilgiler ileride antikor üretiminde kullanılacaktır.
B hücrelerinin değişimi hızla devam eder. Hücreler nereden geldiği bilinmeyen bir emirle, "alfa" ve "beta" adı verilen ve hücre zarını çevreleyen proteinleri üretirler. Bir sonraki aşamada, antijenlerle birleşebilmelerini sağlayan bazı molekülleri oluşturmak üzere bir dizi karmaşık işlem onları beklemektedir. Tüm bu karmaşık işlemlerin sonucunda hücreler, düşmanı temas ettiğinde tanıyan ve milyonlarca farklı silah üretebilen birer fabrika haline gelmişlerdir.

Oluşan Her B hücresi Hayatta Kalabilir mi?
Savunma sisteminin detaylarına girdikçe karşılaştığımız mucizeler çoğalır. B hücreleri daha önce de bahsedildiği gibi antikor üretirler. Antikorlar yalnızca düşman hücrelerine zarar vermek üzere üretilen silahlardır. Peki oluşan B hücresinin ürettiği silahlar hedeflerini şaşırıp dost hücreleri vurmaya başlarlarsa ne olur?
İşte bu aşamada B hücresinin içine diğer hücreler tarafından bir sinyal gönderilir. Bu sinyal aslında hücreye verilen bir "intihar et" emridir. Hücrenin çekirdeğinde bulunan bazı enzimler harekete geçer ve hücrenin DNA'sını parçalar. Kusursuz işleyen bir oto-kontrol mekanizması vücudu korur. Sonuçta yalnızca düşmana zarar veren antikorları üreten B hücreleri hayatta kalabilirler.
Başlangıçta yalnızca bir çekirdek ve az miktarda sitoplazmadan ibaret olan B hücreleri, antijenle karşılaştıktan sonra akıl almaz değişikliklere uğrarlar. Tekrar tekrar bölünerek sitoplazmalarında antikor yapımını sağlayacak binlerce montaj noktası ve ayrıca üretilen bu antikorların ambalajlanıp hücre dışına ihraç edilmesinde kullanılmak üzere yaygın bir kanal sistemi oluştururlar. Bütün bu işlemlerin sonucunda B hücreleri, on milyonun üstünde antikor molekülünü hücre dışına ihraç edebilecek kapasiteye ulaşırlar.
Ortada, düşmanla karşılaştığı anda 10 milyon silah üretebilecek bir fabrikaya dönüşen tek bir hücre vardır. Bu hücrenin, milyonlarca düşmanının her biri için farklı bir silah üretebildiğini de hatırlarsak, mevcut mucizenin boyutları bir kez daha anlaşılır.
Bazı B hücreleri de birer "bellek hücresi" kimliğine bürünürler. Bunlar vücut savunmasına hemen katılmazlar, ama gelecekteki olası bir savaşı hızlandırmak üzere, geçmişteki istilacıların moleküler kayıtlarını tutarlar. Bu hafıza oldukça güçlüdür. Vücut aynı düşmanla bir kez daha karşılaştığında, bu defa uygun silah üretimine hızla geçer. Böylece savunma daha süratli ve etkili olur.
Burada ister istemez akıllara şöyle bir soru gelmektedir: "Kendisini en gelişmiş canlı olarak kabul eden insanoğlu, nasıl olur da küçücük bir hücreden daha zayıf bir hafızaya sahip olabilir?"
Henüz normal bir insan hafızasının nasıl oluştuğunu ve nasıl çalıştığını bile açıklayamayan evrimciler, böyle bir hafızanın varlığını evrimle izah etmeye hiç yanaşmazlar.
Milimetrenin yüzde biri büyüklüğünde bir et parçası eğer tek bir bilgi birimine sahip olsa ve bu bilgiyi insanın menfaati için en doğru şekilde kullansa, bu bile başlı başına bir mucizedir. Ancak söz konusu durum bundan çok daha ötedir. Hücre, insan menfaati için milyonlarca bilgi saklamakta ve bunları insan aklının alamadığı kombinasyonlarla doğru olarak kullanmaktadır. Ve insan, bu hücrelerin gösterdiği akıl sayesinde yaşamını sürdürebilmektedir.
Bellek hücreleri, insan sağlığını korumak için yaratılmış özel hücrelerdir. Allah onları özellikle güçlü bir hafıza yeteneğiyle donatmıştır. Yoksa bir hücrenin kendi kendine bir strateji bellirlemesi ve bu strateji içerisinde kendisine bilgi depolama sorumluluğu vermesine imkan yoktur. Dahası, hücrenin böyle bir ihtiyaçtan haberi bile yoktur ki strateji belirleme gereği duysun. Ayrıca ortada, bellek hücrelerinin kuvvetli hafızaları ile ilgili yanıt bekleyen bir soru daha vardır ki bu nokta son derece önemlidir. Normal bir insanda her saniye sekiz milyon hücre ölür. Ölen hücrelerin yerini yeni hücreler alır. Böylece metabolizma sürekli olarak kendini yeniler.
Ancak bellek hücrelerinin ömürleri diğer hücrelerden çok daha uzundur. Bu özellikleri sayesinde hafızalarındaki bilgi ile senelerce insanları hastalıklardan korurlar.
Fakat yine de bu hücreler ölümsüz değildirler ve uzun bir süre sonunda da olsa, neticede ölürler. İşte bu noktada ortaya ciddi şekilde şaşırtıcı bir durum çıkmaktadır: Hafıza hücreleri, sahip oldukları bilgileri ölmeden önce bir sonraki nesile aktarırlar. İşte sözü edilen bu hafıza hücreleri sayesinde insan küçük bir çocukken yakalandığı bir hastalığa (kabakulak, kızamık, vs), ileriki yaşlarında bir daha yakalanmaz.
Peki bir hücre, bu bilgiyi miras bırakması gerektiğini nasıl bilebilir?
Elbette bu sorunun cevabı hücrenin sahip olduğu şuur değil, onu Yaratan tarafından kendisine verilen yetenektir.
B Hücreleri Düşmanı Nasıl Tanır?
Artık tamamiyle savaşa hazır olan B hücreleri, vücudu savunmaya başlamadan önce, vücudun kendi hücreleriyle düşmanlarını birbirinden ayırt etmeyi de öğrenecektir.
Bunun için fazla bir çaba harcamalarına da gerek yoktur. Çünkü bu hücreler ve ürettikleri antikorlar, düşmanı hiçbir aracıya ihtiyaç duymaksızın doğrudan şekillerinden tanıyabilirler. Yüzeylerindeki bir reseptör, programlanmış olduğu antijenle karşılaşıp, onun birkaç küçük bölgesine bağlanır. Böylece onun yabancı olduğu anlaşılır. Bu özellikleri sayesinde B hücreleri, bakteri gibi antijenleri rahatlıkla tanıyabilirler.

B Hücrelerinin Görevi Nedir?
Önceki bölümlerde, lenfositlerin içlerine düşmanla savaşabilecek zehirin monte edildiği belirtilmişti. Bu zehiri (antikoru), oluşturma ve onu gereken yere taşıma görevi, B hücrelerine verilmiştir. Ancak bu zehirle neyi yok edecekleri konusunda programlanmamışlardır. Onlar sadece silahı üretip taşımakla yükümlüdürler. Taşırken de son derece dikkatli olmak zorundadırlar. Çünkü, hiçbir hücreye, ona değecek kadar yaklaşmamalıdırlar. Aksi takdirde istenmeyen bir tanesine zarar verebilirler.
Örneğin, bir insandan hiç tanımadığı, bilmediği bir maddeyi taşıması istense... Kişi bu maddeyi, kalabalık bir caddede taşırken acaba kaç insanın zarar görmesine sebep olur? İlk seferinde tesadüfen kimseye değmeden gideceği yere ulaştığını varsayalım. Aynı işlemi yüzlerce (B hücrelerinin bu işlemi insan ömrü boyunca yaptığını gözönüne alırsak) hatta binlerce kez yapması gerekse, her seferinde ilki kadar şanslı olamayacağı açıktır.
Ancak B hücreleri kendilerine Allah tarafından verilmiş bir sistem sayesinde her seferinde düşman hücreyi bulurlar.
B hücreleri, sürekli mikrop arayan birer nöbetçi gibidirler. Herhangi bir istilacıyla karşılaştıklarında da, hızla bölünerek antikor üretmeye başlarlar. Bu antikorlar, B hücresi reseptörleri gibi mikroplara bağlanırlar. Antikorlar tarafından yabancı damgası vurulan düşman hücreler, fagositler ve T hücrelerinin amansız mücadeleleri sonucunda vücuttan uzaklaştırılır. Yani B hücreleri, ürettikleri milyonlarca antikor sayesinde düşmanı etkisiz hale getirirken, onu öldürücü hücreler için işaretlemiş olurlar. Burada en az yabancı hücrelerin etkisiz hale getirilmesi ve işaretlenmesi kadar önemli bir olay daha vardır. O da sınırlı sayıdaki genlerle nasıl bu kadar çok antikor üretilebildiğidir.
"Antikorlar" adlı bölümde de çok detaylı olarak anlatıldığı gibi antikorların yapılabilmesi için B hücreleri, insan vücudundaki genleri kullanırlar. Fakat insan vücudundaki gen sayısı, üretilen antikorların sayısından daha azdır. Ancak bu durum hücreler açısından hiçbir problem oluşturmaz. Bütün bu olumsuzluklara rağmen saatte 10 milyondan fazla antikor üretmeyi başarabilirler.10 B hücreleri mevcut genlerle kombinasyonlara girerek söz konusu üretimi gerçekleştirirler. Bir hücrenin, söz konusu kombinasyonları akletmesine imkan yoktur. Bu kombinasyonları yapma yeteneği Allah'ın dilemesiyle bu şuursuz hücrelere verilmiştir. Çünkü; "... O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir." (Bakara Suresi, 117)
Allah'ın dışında göklerde ve yerde başka hiçbir varlığın gücü, trilyonlarca hücrenin yalnızca bir tek özelliğini dahi düzenlemeye yetmez. Vücuda giren her düşman için -bir saat gibi kısa sürede- ayrı özelliklere sahip milyonlarca antikoru, matematiksel işlemler yaparak üretebilmek, ancak Allah'ın dilemesiyle mümkün olmaktadır.

Cesur Savaşçılar: T Hücreleri
Bazı lenfositler, kemik iliğinde üretildikten sonra timüse doğru yolculuk ederler. Burada çoğalıp, olgunlaşan lenfositlere, T hücreleri denir. Bu hücreler, katil ve yardımcı T hücreleri olmak üzere iki farklı türde olgunlaşırlar. Yaklaşık üç hafta süren bir eğitimden geçen T hücreleri, daha sonra dalağa, lenf bezlerine ve bağırsaklardaki dokulara göç ederek görev zamanlarını beklerler.

T Hücresi Olma Yolu
T hücreleri, B hücrelerine kıyasla çok daha karmaşık bir yoldan geçerek görevlerine başlayabilecek hale gelirler. Tıpkı B hücreleri gibi onlar da başlangıçta basit birer hücredir. Bu basit hücreler T hücresi olabilmek için oldukça zorlu elemelerden geçerler.
İlk elemede hücrenin, düşmanı tanıyıp tanıyamadığı kontrol edilir. Hücreler düşmanı, yüzeylerinde bulunan "MHC" (Major Histocompatibility Complex), yani antijeni bir dizi kimyasal işlemden geçirip T hücrelerine sunan molekül, sayesinde tanırlar.
Sonuçta düşmanı tanıyabilen hücreler hayatta kalabilirler, diğerleri için ise taviz yoktur, yaşamlarına hemen son verilir.
Ancak düşmanı çok iyi tanıyabilmek, T hücrelerinin hayatta kalabilmesi için tek başına yeterli değildir. Bu hücrelerin, vücuda zarar vermeyecek maddeleri ve vücudun kendisine ait olan dokularını da iyi tanımaları gerekir. Aksi takdirde aslında zararsız olan maddelere karşı gereksiz bir savaşa girilir ki bu da bedenin zarar görmesiyle sonuçlanır.

T Hücresinin Hayatta Kalma Savaşı
T hücreleri için sınav henüz bitmemiştir. T hücresi adaylarının bazıları diğer hücrelerden aldıkları sinyaller sonucu kendi yaşamlarına son verirler.
Hücrelerin programlı bir şekilde ölmelerine, yaşamaya devam etmelerine ya da büyüyüp farklılaşmalarına neden olan sinyaller hakkında çok az bilgi vardır. Bu, şimdilik savunma sisteminin -bilimsel açıdan- çözülemeyen esrarlarından biridir. Vücudumuzda bunun gibi birçok hücre, bir yerlerden sinyal alıp, bu sinyale göre görevine başlar. Acaba tüm bu sinyalleri birbirlerine gönderen hücreler, sinyal göndermeleri gerektiğini nereden bilebilirler? Mahlon B. Hoagland, Root's of Live adlı kitabında bu konuyu şu şekilde gündeme getirmektedir.
Hücreler büyümeyi ne zaman durduracaklarını nereden biliyorlar? Oluşumuna katkıda bulundukları organların tam büyüklüğe eriştiğini onlara söyleyen ne?... Bölünmeyi durduran sinyalin özelliği nedir? Bunun cevabını bilmiyoruz, ama araştırmayı sürdürüyoruz. 11
Gerçekten de hücreler arası sinyalleşmenin sırrı kesin olarak çözülebilmiş değildir.
Ana hücreden beklenen, bölünmesi ve aynı özellikte iki yeni hücrenin ortaya çıkmasıdır. Ancak hücrelerden birinin içinde ne olduğu bilinmeyen bir anahtar çevrilir ve hücre birden farklılaşmaya başlar. Bu yeni hücre insan vücudu için savaşacak olan T hücresidir. Burada akla şu soru gelmektedir:
Bir hücre niçin kendi kendini farklılaştırarak bambaşka bir hücre olmayı seçer?
Bu, bilimin henüz cevaplayamadığı bir sorudur. Bilim hücrenin kendini nasıl farklılaştırdığı sorusunun cevabını verebilir. Ancak hücrenin niçin savaşçı bir hücre olmak istediğini hiçbir zaman açıklayamaz. Hücreyi gerektiğinde vücudu savunacak bir hücre haline getiren programın kimin tarafından yazıldığını açıklayamaz.
Tüm bu soruların cevabını ancak, Allah'ın varlığının şuurunda olanlar tam olarak idrak edebilirler.

T Hücresinin Çeşitleri :
T hücreleri kendi aralarında üçe ayrılırlar. Bunlar yardımcı T hücreleri, katil T hücreleri ve baskılayıcı T hücreleridir. Her T hücresi, düşmanı tanıyabilmek için özel bir MHC molekülüne sahiptir.

Yardımcı T Hücreleri
Bu hücreler, sistemin adeta yöneticileridirler. Savaşın ilk aşamasında makrofajların ve antijen yakalayıcı diğer hücrelerin içlerine aldıkları yabancı hücrenin özelliklerini deşifre ederler. Ardından gerekli sinyali aldıklarında öldürücü T ve B hücrelerini savaşmak üzere uyarırlar. B hücreleri bu uyarı sonucunda antikor adlı silahları üretmeye başlarlar.
Yardımcı T hücreleri diğer hücreleri uyarmak için lenfokin isimli bir molekül salgılar. Bu molekül diğer hücrelerde adeta bir anahtar çevirir ve savaş alarmının başlamasını sağlar.
Yardımcı T hücresinin diğer bir hücreyi harekete geçirecek özellikte molekül üretmesi çok önemli bir ayrıntıdır.
Öncelikle bu molekülün üretilmesi, belirli bir savaş stratejisinin ürünüdür. Bu stratejiyi hücrelerin kendilerinin akledemeyeceği, veya stratejinin tesadüfen ortaya çıkamayacağı açıktır.
Strateji geliştirebilmek bile tek başına yeterli olmayacaktır. Hücrenin, diğer hücrede üretim anahtarını çevirecek molekülü, doğru olarak sentezlenmelidir. Bunu yapması için de, diğer hücrenin kimyasal yapısını tam olarak bilmesi gerekir.
Yalnızca bu molekülün üretiminde yapılacak bir hata, savunma sisteminin tam olarak felç olması anlamına gelir. Çünkü haberleşmesi olmayan bir ordu, savunmaya geçmeden yok edilecektir.
Bu molekülün varlığı bile, evrim teorisinin ne kadar gerçek dışı bir iddia olduğunu tek başına ortaya koyar. Çünkü sistemin çalışması için gereken şart, bu molekülün en başından beri var olmasıdır. Eğer yardımcı-T hücreleri, bu molekülü kullanarak diğer hücreleri savaşa çağırmazlarsa, insan bedeni virüslere teslim olur.

Katil T Hücreleri
Katil T hücreleri savunma sisteminin en etkili elemanlarındandır. Daha önceki sayfalarda, virüslerin antikor adlı proteinler tarafından etkisiz hale getirildiğini incelemiştik. Ancak virüs bir hücrenin içine girdiğinde, antikorlar kimi zaman bu virüse ulaşamazlar. İşte bu gibi durumlarda, katil T hücreleri virüs tarafından işgal edilmiş hastalıklı hücreyi öldürürler.
Katil T hücrelerinin hastalıklı hücreleri nasıl öldürdüğü incelendiğinde, büyük bir akıl ve yaratılış sanatı görülür.
Katil T hücreleri öncelikle içinde düşman saklanan hücrelerle normal hücreleri birbirlerinden ayırmak zorundadırlar. Bu zorluğu yaratılıştan kendilerine verilen sistem (MHC molekülleri) sayesinde aşarlar. İşgal edilmiş hücreyi bulduklarında ise kimyasal bir madde salgılarlar. Bu salgı hücrenin zarına saplanıp, yanyana sıkı sıkı dizilerek bir delik oluşturur. Böylece gözeneklerle dolan hücrede sızıntı başlar ve hücre ölür.
Katil T hücresi bu kimyasal silahı, küçük tanecikler (granüller) içinde depo eder. Böylece kimyasal silah her zaman kullanıma hazır durumda bulunmuş olur. Hücrenin kendi silahını kendisinin üretmesi ve gerektiğinde kullanmak üzere depo etmesi, bilim adamları için şaşkınlık verici bir gerçek olmuştur. Ancak hücrenin kimyasal silahı kullanmasında öyle bir mucize görülür ki, bu akıllara durgunluk veren bir ayrıntıdır.
Bu mikro kesecikler, içlerinde bulundukları hücreye bir düşman yaklaştığında hemen -düşmanın geldiği yönde- hücrenin kenarına doğru ilerlerler. Daha sonra hücre zarıyla temas ederek, kaynaşır ve dışarı doğru açılarak içlerindeki maddeyi salıverirler.

Doğal Öldürücü Hücreler: "NK" (Naturel Killers)

Kemik iliğinde üretilen bu lenfositler, kemik iliğinin dışında, dalakta, lenf bezlerinde ve timüste bulunurlar. En önemli fonksiyonları; tümör hücrelerini ve virüs taşıyan hücreleri öldürmeleridir.
Zaman zaman işgalci virüsler çok sinsi yollar izlerler. Vücut hücrelerinin içine bazen o kadar iyi saklanırlar ki, ne antikorlar, ne de T hücreleri düşmanın farkına varmazlar. Çünkü dışarıdan herşey çok normal gözükür. İşte bu gibi durumlarda savunma sistemi herşeye rağmen bir anormallik olduğunu hisseder. "NK" hücreleri söz konusu bölgeye kan yoluyla akın ederler. Öldürücü lenfositler hücrenin etrafını çevirir ve hücreyi itmeye, sıkıştırmaya başlarlar. Bu aşamada düşman hücreye yine zehirli bir madde verilerek hücre öldürülür.
Bu hücrelerin düşmanı nasıl tanıdıkları, savunma sistemiyle ilgili şimdilik cevapsız kalmış sorulardan biridir. Çünkü yüzeylerindeki hedef hücreleri tanımada rol alan reseptörlerin varlığı henüz ortaya konulmamıştır. Dolayısıyla düşmanı tanımada kullandıkları mekanizma tam olarak anlaşılmış değildir. İnsanların sırrını çözemedikleri bu durum, anahtar olmadan kapıyı açıp girmeye benzer.
İnsanoğlu elindeki bütün teknolojiye rağmen bu hücrelerin düşmanı tanımak için kullandıkları sistemin ayrıntılarını çözebilmiş değildir. Belki teknoloji ileride bu sistemi çözecek ve bu konu bir sır olmaktan çıkacaktır. Ancak bu durum, mevcut sistemin mükemmelliğini, ne kadar detaylı planlanarak yaratıldığını ispatlayan bir delil olacaktır.

Kan Hücreleri

- Trombositler: Kanın pıhtılaşabilmesi, çoğu zaman üzerinde pek durmadığımız, sıradan bir olay olarak algılanabilir. Ancak bunu sağlayan mükemmel sistem olmasaydı, ufak tefek yaralar bile insan yaşamını tehlikeye sokabilecek ya da sona erdirebilecek derecede büyük bir tehlike teşkil ederdi. İşte, kemik iliğinde oluşan kan hücrelerinden biri olan trombositler, bu önemli görevi üstlenmiş hücrelerdir. Ayrıca alerjik reaksiyonlarda rol alan serotin denen maddeler içerirler.
- Eozinofil: Fagositoz kabiliyetine sahip olan bu kan hücreleri, vücuda giren yabancı hücreleri yutup yok ederler (fagosite ederler).
- Bazofil: Kanda pek az, fakat deri, dalak ve bağırsak bağ dokularında daha fazla görülen büyük, kaba ve tek çekirdekli bir kan hücresi.
- Nötrofiller: Antibakteriyel özelliğe sahip olan bu kan hücreleri organizmayı yabancı maddelere karşı savunmada görevlidirler. Ayrıca fagositoz özellikleriyle de savunma sistemine katkıda bulunurlar.

Antijen Sunan Hücreler: "APC"
(Antijen Presenting Cells)

Bu hücrelerin görevleri, antijeni (düşmanı) T hücrelerine sunmaktır. Bu hücrenin böylesine bir görevi üstlenmesi mutlaka üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Çünkü hücre önemli bir sorumluluğu yerine getirmektedir. T hücrelerinin vücudu savunacağını bilmekte ve yakaladığı düşmanı, istihbarat sağlayabilmeleri için T hücrelerine vermektedir.
Peki hücre böyle bir görevi niçin yapar? Evrim teorisine göre bu hücrenin yalnızca kendi hayatını düşünen bir canlı olması gerekir. Ancak o, hiçbir çıkarı olmadığı halde bir sisteme hizmet eder.
Daha da ilginci APC hücresinin, T hücresinin neye ihtiyacı olduğunu bilmesidir. Bu bilgi doğrultusunda, düşman hücreyi parçalar ve yalnızca aminoasit dizilimini T hücresine sunar. Buradan anlaşılan şudur; APC hücresi, T hücresinin, aminoasit diziliminden bilgi çıkardığını bile bilmektedir.
Ancak bu noktada bir kez daha hatırlatmakta fayda var ki; "bilmek", "hesaplamak", "düşünmek", "hizmet etmek" gibi fiillerden bahsettik. Kuşkusuz bu fiillerin yapılması kesin bir şuuru gerektirir. Şuuru, iradesi olmayan bir varlığın bu fiilleri uygulaması mümkün değildir. Ama burada bahsedilen canlılar küçücük hücrelerdir; bildiğimiz küçük şuursuz hücreler. O halde hücrelere bu şuuru, kabiliyeti, muhteşem sistemi veren kimdir?
Bu sorunun cevabı son derece açıktır: Görülmektedir ki, APC hücresi de, T hücresi de ve vücuttaki diğer tüm hücreler de birbirlerine uygun olarak, aynı sistem içinde görev alacak şekilde Allah tarafından yaratılmışlardır.





SICAK SAVAŞA ADIM ADIM


Buraya kadar savunma sisteminin ne olduğunu, bu sistemde yer alan organlarımızı, hücrelerimizi ve düşmanlarımızı tanıdık. Bu bölümde savunma sistemimizle, düşman hücreler arasında geçen sıcak savaşa ve vücudumuzun gösterdiği mükemmel savunmaya şahit olacağız.
Savunma sistemimizin cesur savaşı, üç önemli bölümden oluşur.
1- Düşmanın tespiti, ilk müdahale.
2- Gerçek ordunun müdahalesi, sıcak savaş.
3- Sakin duruma dönüş.
Savunma sistemimizin savaşa başlamadan önce mutlaka düşmanı iyice tanıması gerekir. Çünkü her savaş, düşmana göre değişen farklılıklar gösterir. Dahası bu istihbarat gerektiği gibi yapılmazsa, savunma sistemimiz yanlışlıkla kendi hücrelerimize saldırabilir.
İlk müdahale savunma sisteminin çöpçü hücreleri olan fagositlerden gelir. Fagositler düşmanla göğüs göğüse bir savaş verirler. Bir anlamda düşmanla ilk fiziksel teması sağlayan piyade birlikleri gibidirler.
Kimi zaman fagositler düşmanın yayılma hızına yetişemezler. Bu durumda devreye makrofajlar girer. Makrofajları da düşmanın içine dalan süvarilere benzetebiliriz. Aynı zamanda makrofajlar, salgıladıkları özel bir protein sayesinde, vücutta genel alarm verilmesini, yani vücut ısısının yükselmesini sağlarlar.
Ancak makrofajların çok önemli bir özellikleri daha vardır. Makrofaj hücresi bir virüsü yakalayıp yutunca, virüsün özel bir bölümünü kopartır. Bu parçayı bir bayrak gibi üzerinde taşır. Bu parça savunma sisteminin diğer elemanları için bir işaret, aynı zamanda da bir istihbarattır.
Düşmanı makrofajdan aldıkları istihbarat sayesinde tanıyan yardımcı-T hücrelerinin ilk işi, öldürücü T hücrelerine haber vermek ve onları çoğalmaları için uyarmaktır. Uyarılan öldürücü T hücreleri, kısa sürede bir ordu haline gelirler. Yardımcı T hücreleri, sadece öldürücü T hücrelerini uyarmakla kalmazlar. Hem olay yerine daha fazla fagositin gelmesini sağlarlar hem de düşmanla ilgili topladıkları bilgileri, dalak ve lenf bezlerine ulaştırırlar.
Lenf bezlerine ulaşıldığında, taşınan bu bilgi sayesinde, görev sıralarını bekleyen B hücreleri harekete geçirilir. (B hücreleri kemik iliğinde üretildikten sonra görevlerini beklemek üzere lenf bezlerine giderler.)
Harekete geçen B hücreleri bir takım aşamalardan geçerler. Uyarılan her bir B hücresi, çoğalmaya başlar. Ta ki aynı tipte binlerce hücre oluşana kadar. Savaşa hazır hale gelen B hücreleri bölünür ve başkalaşarak plazma hücreleri haline gelirler. Plazma hücreleri de antikorları salgılarlar. Salgılanan antikorlar düşmanla savaşırken kullanılacak birer silahtırlar. Daha önceki bölümlerde de belirtildiği gibi B hücreleri, saniyede binlerce silah (antikor) üretebilirler. Üretilen bu silahlar oldukça kullanışlıdır. Önce düşmana bağlanacak, daha sonra da düşmanın (antijenin) biyolojik yapısını bozacak niteliktedirler.
Eğer virüs hücrenin içine girerse, antikorlar virüsü yakalayamazlar. Bu sefer devreye yine öldürücü T hücresi girer ve MHC molekülleri sayesinde hücrenin içindeki virüsleri tespit eder ve hücreyi öldürürler.
Fakat virüs, öldürücü T hücrelerinin bile fark edemeyeceği şekilde kamufle oluyorsa, bu sefer devreye kısaca NK olarak adlandırılan "doğal katil hücreler" (naturel killer cells) girerler. Bu hücreler, diğer hücrelerin fark edemedikleri, içlerinde virüs bulunan hücreleri tahrip ederler.
Zafer kazanıldıktan sonra baskılayıcı T hücreleri savaşı durdururlar. Evet, savaş bitmiştir; ama asla unutulmayacaktır. Bellek hücreleri, düşmanı artık hafızasına almıştır. Yıllarca vücutta kalan bu hücreler, aynı düşmanla tekrar karşılaşıldığında savunmanın çok süratli ve etkili olmasını sağlarlar.
Bu savaşın kahramanları askeri eğitimden geçmemiştir.
Bu savaşın kahramanları akıl sahibi insanlar değildir.
Bu savaşın kahramanları, milyonlarcası biraraya geldiğinde bir noktanın içini doldurmayacak kadar küçük olan hücreciklerdir.
Üstelik insanları hayrete düşüren bu ordu, sadece savaşmakla kalmaz. Savaşırken kullanacağı tüm silahları kendisi üretir, tüm savaş planlarını, stratejilerini kendisi ayarlar ve savaş sonrası ortalığı temizler. Sizce bütün bu işlemler hücrelerin değil, insanın kontrolünde olsaydı, acaba bu organizasyonun üstesinden gelebilir miydik?

Eğer Vücut İçindeki Savaş
İnsanların Kontrolünde Olsaydı...

İnsanlar, vücutlarına mikropların ya da virüslerin girdiğinin, ilk anda farkına varmazlar. Ancak belli bir süre sonra, yakalandıkları rahatsızlığın belirtileri başlayınca bunu anlayabilirler. Bu, virüsün, bakterinin vb. vücuda çoktan yerleşmiş olduğunun delilidir. Dolayısıyla mikroplara karşı ilk müdahale yapılamamıştır. Bu tarz durumlar genellikle hastalığın çok ilerlemesine sebep olduğundan, neticede telafisi mümkün olmayan rahatsızlıklar meydana gelir. Tedavisi mümkün ya da basit bir hastalığa yakalanmış olunsa bile, geç kalınmış bir müdahale, bazen ölüme dahi neden olabilir.
Şimdi savunma sisteminin elemanlarının kontrollerinin tümüyle insanın iradesine bırakıldığını, savaşın gidiş seyrini insanın kendisinin belirlemesi gerektiğini varsayalım. Acaba ne gibi zorluklarla karşılaşırdık?
Diyelim ki ilk anda rahatsızlık teşhis edilebildi. Hemen yabancı hücrelerin bulunduğu bölgeye savaşçı hücrelerin yollanması ve B hücrelerinin silah (antikor) üretimi için harekete geçirilmesi gerekir. Peki yabancı hücrelerin cinsi ve yeri tam olarak nasıl tespit edilecektir? Bu çok önemlidir, çünkü yapılacak tedavi buna göre seçilecektir. Vücuda düşmanların girdiğine dair en ufak bir şüphe olduğunda tek çözüm, vakit geçirmeden doktora gidip bedenin her bölgesini, her damla kanı çok detaylı bir şekilde kontrol ettirmektir. Başka türlü antijenlerin cinsini ve yerini tespit etmek mümkün değildir. Üstelik bunun için gereken uzun süreç, müdahalede geç kalınmasına neden olur. Bu şekilde, en ufak bir şüphede doktora gidip, böylesine işlemler yaptırmanın, yaşamı insanlar için ne kadar zor ve sıkıntılı hale getireceği ortadadır.
Bir şekilde müdahalenin zamanında yapılabildiğini, antijenlerin cinsinin ve yerinin tam olarak tespit edilebildiğini varsayalım. Düşmanın cinsine göre, ilk önce fagositlerin gönderilmesi gerekecektir. Fagositlerin, istenilen yere gitmesi nasıl sağlanabilir? Onlara nasıl bir mesaj vererek, düşman hücrelerin yerlerini kolayca bulabilmelerine yardımcı olunabilir? Bu imkansız olayın da başarıldığını düşünelim. Şimdi sıra fagositlerin düşmanı yenip yenemediğinin öğrenilmesine gelir. Çünkü ona göre ya makrofajlar gönderilecek ya da savaş durdurulacaktır. Kuşkusuz bunun da tek kesin çözümü yeniden doktora gidilip, iyi bir kontrolden geçilmesidir. Eğer savaş kazanılmadıysa, o bölgeye ikinci kuvvetin, makrofajların gönderilmesi gerekir. Bu arada doktor kontrolü için geçen süre aleyhimize işler. Makrofajların da zaman kaybetmeden, düşmandan parça koparıp bununla yardımcı T hücrelerini uyarmalarının ayarlanması şarttır. Çünkü yardımcı T hücreleri de öldürücü T hücrelerini uyaracak ve böylece bir başka mücadele başlayacaktır. Bu hücrelerin de başarılı olup olmadığının kontrol edilip -ki bunun için de tekrar bir doktor kontrolüne ihtiyaç vardır- NK hücrelerinin çağrılması gerekir. Son bir denetimin ardından vücudun hastalığı, savunma sistemi sayesinde yenip yenemediği anlaşılacaktır.
İşte, insandan sadece savunma sistemini kontrol etmesi istense, yapılması gerekenler bu denli zor ve karmaşıktır. Yani basit bir nezle için bile defalarca doktora gidilmesi, hücrelerin takip edilmesi, sürekli onların yönlendirilmesi gerekecektir. Ufak bir gecikme ya da yapılacak işlemler sırasındaki bir aksama durumunda rahatsızlık daha da artacaktır.
Peki ya insandan bu hücreleri oluşturması, onların düşmanı tanımalarını, uygun antikor üretmelerini sağlaması ve yapacakları tüm işlemleri kendilerine öğretip organize etmesi istense... Kuşkusuz böyle bir yaşam, az önce anlatılan modelden çok daha zor, sıkıntı verici ve hatta imkansız olurdu.
Oysa Allah insandan bu yükü almış, tüm sistemi kendi kendine yetecek şekilde, hiçbir aksaklığa da uğramayacak bir yeterlilikte yaratmıştır. Savunma sistemimiz de evrendeki herşey gibi kendi yaratılışı gereğine uygun hareket edip canlı hayatının vazgeçilmez, çok önemli bir öğesi olmuştur:

Ve 'kendi yaratılışına uygun' Rabbine boyun eğdiği zaman… (İnşikak Suresi, 2)

Tolerans
Savunma sisteminin, dost ve düşman hücreleri, reseptörleri sayesinde tanıdığını önceki sayfalarda inceledik. Ancak bazı düşmanların yapı taşları, vücuda ait bazı dokuların yapı taşlarıyla aynıdır. Bu da savunma sistemi için büyük bir problemdir. Bu durumda savunma sisteminin yanlışlıkla kendi dokularından bazılarına da saldırması gerekir.
Ancak normal şartlarda, sağlıklı bir insan vücudunda bu gerçekleşmez. Savunma sistemi, ait olduğu organizmada bulunan molekül, hücre ve dokulara saldırmaz. Tıpta savunma sisteminin bu özelliğine "tolerans" adı verilir.
Bu çok önemli bir mucizedir. Çünkü savunma sistemi binlerce farklı proteini birbirinden ayırt edebilmektedir. Örneğin savunma sisteminin kandaki hemoglobini, pankreastaki insülinden ya da gözdeki camsı cisimden ve diğer bir çok protein yapısından ayırt edebilmesi gerekir. Savunma sistemi yabancı moleküllere karşı amansız bir savaş verirken, vücuda ait dokulara zarar vermemelidir.
Araştırmacılar, vücudun kendi dokularına tolerans göstermeyi nasıl öğrendiği konusu üzerinde uzun yıllar çalışmışlardır. Fakat en önemli lenfositler olan T ve B hücrelerinin, vücudun kendisine neden saldırmadıkları konusundaki ayrıntılar ancak son yirmi yılda anlaşılabilmiştir. İnsanoğlunun yıllarca yaptığı çalışmalar sonucu -ancak bir kısmını- çözebildiği bu tolerans işlemi, insanın varoluşundan bu yana işlemektedir.
Peki hücreler bu kadar farklı yapıyı tanıyabilecek bir sisteme nasıl sahip olmuşlardır? Evrim teorisinin iddia ettiği gibi bilinçsiz tesadüfler sonucunda mı?
Ancak bu noktada çok önemli bir gerçeğe dikkat çekelim: Yeryüzünde posta sisteminin çalışmaya başlamasından bu yana postalanan bütün mektupların tesadüfen doğru adrese gitme olasılığı ne kadarsa, söz konusu hücrelerin tesadüfen doğru seçimi yapma olasıkları da o kadardır. Yani imkansızdır.
Nasıl ki mektupların üzerinde gidecekleri yere kolay ulaşmalarını sağlayan adresler varsa ve bu işlemler için postahane gibi bir sistem kurulmuşsa, lenfositlerin de doğru seçimi yapmaları için kendilerine özgü, çok ayrıntılı tasarlanmış sistemleri vardır.
Timüs bezi ya da kemik iliği içinde gelişen bir savunma hücresi, vücudun kendi ürünlerine tepki gösterirse öldürülür ya da etkisiz hale getirilir. Olgunlaşmış bir lenfosit, vücudun kendi ürünlerinden birine tepki gösterirse genellikle aynı akıbete uğrar. Yani vücuda zarar verebilecek bir savunma elemanı ya öldürülür ya da intihar eder.
Eğer bir T hücresi, vücut hücresi ile karşı karşıya kalırsa, saldırmaz ve kendini etkisiz hale getirir. Aynı şekilde vücutta antijen özelliği gösteren ancak yok edilmemesi gereken bir madde varsa, vücut antikor üretmez ve bu maddeye saldırmaz.
Vücutta 1 trilyon lenfosit olduğu düşünülürse, bu hücrelerin her birinin yalnızca düşman hücreleri hedef alıp, dost hücrelere saldırmamalarının ne kadar büyük bir disiplin gerektirdiği daha iyi anlaşılır.

Korunmuş Bariyer

Anne rahmindeki embriyo, aslında vücut için yabancı bir maddedir. Dolayısıyla, vücutta ilk oluştuğu anda, organizma kendisine karşı bir savaş başlatacaktır. Düşman muamelesi gören embriyonun oluşmasına izin verilmeyecektir. Ancak bu yabancı, muhtemel saldırıya karşı hazırlıklıdır. Rahatça oluşabilmesinin yanısıra, dokuz ay gibi uzun bir süre bulunduğu ortamda antikorların saldırısına uğramadan gelişimini tamamlamayı başarabilir.
Peki bu nasıl gerçekleşmektedir?
Embriyoyu çevreleyen özel bir bariyer, sadece kandaki besin maddelerini içine alacak şekilde yaratılmıştır. Embriyo, yaşaması için gerekli besini alırken onu yok edebilecek antikorlardan izole edilmiştir.
Aksi takdirde antikorlar, bir yabancı olarak algıladıkları embriyoya saldırır ve onu yok ederlerdi. Embriyonun bu kadar özel bir korumayla antikorlardan arındırılması, anne karnındaki yaratılışın en mükemmel örneklerinden biridir.
Ne mutasyon, ne doğal seleksiyon, ne de bir başka sözde evrimsel mekanizma böylesine mükemmel bir yaratılışı, evrim masalı içinde bir yere yerleştiremez. Ortada çok açık bir yaratılış mucizesi bulunmaktadır:

Sizi basbayağı bir sudan yaratmadık mı? Sonra onu savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Belli bir süreye kadar. İşte (buna) güç yetirdik. Demek ki, Biz ne güzel güç yetirenleriz." (Mürselat Suresi, 20-23)

Elbette ki söz konusu hücrelerin de yanıldığı, görevlerini tam yapamadığı zamanlar vardır. Ama unutulmamalıdır ki, eğer Allah dileseydi bu da olmazdı. Fakat, dünya hayatının ne kadar geçici ne kadar eksik olduğunun anlaşılması açısından, insanların bu tip rahatsızlıklara ihtiyacı vardır. Var olan tüm hastalık çeşitlerine rağmen insan, kendisini yaratan Allah'ın karşısında ne kadar aciz olduğunu unutabilir. Bütün ileri teknolojiye rağmen ancak Allah dilerse şifa bulabileceğini, hayatta kalabileceğini düşünmediği anlar olabilir. Hep hayatta, diri ve sağlıklı kalabilecekmiş, hiç ölümle yüzyüze gelmeyecekmiş ve hesap günü Allah'ın huzurunda hiç hesap vermeyecekmiş yanılgısı içinde yaşamına devam edebilir. Hasta, zorluk ve ihtiyaç içinde olanın halinden hiç anlamadan yaşamını sürdürür. Dolayısıyla sahip olduğu sağlığın ne denli büyük bir nimet olduğunun, bu anları iyi ve verimli bir şekilde geçirmesi gerektiğinin farkında da olmaz. Bu yapıda olan bir insana az önce saydıklarımızı anlatmak oldukça güçtür. İşte hastalıklar, insana tüm bunları bir çırpıda anlatır. O ana kadar belki de hiç düşünmediklerini, Allah'ın gücü karşısındaki acizliğini, çaresizliğini, Rabbimizin izniyle var olan teknolojinin de ancak yine O'nun izniyle işe yarayabildiğini, ihtiyaç içinde olanı, ölümü hatta hastalığın derecesine göre ölüm sonrasını bile düşünmeye başlar. Sağlığının kıymetini anlar. Körü körüne bağlandığı, uğruna neredeyse herşeyini verdiği dünya hayatının kendisine olan sadakatsizliğine tanık olur. Ve o ana kadar asıl yurt olan ahiret hayatı için yaptıklarının yeterli olup olmadığını tartmaya başlar.
Gerçekten de bizim için asıl olan bu dünya değil ahiret yurdudur. Oradaki yaşam, buradaki gibi ne senelerle sınırlıdır, ne de uyku, beslenme, temizlenme gibi zaruri ihtiyaçlarla, hastalıklarla kısıtlıdır. Cennetteki sonsuz nimetler bir ayette şöyle vurgulanır:

Onlar nefislerinin arzuladığı (sayısız nimet) içinde ebedi kalıcıdırlar. (Enbiya Suresi, 102)

Ancak insanların birçoğu ancak hastalandıkları zaman tüm bunları, sağlıklarının kıymetini, dünyanın gelip geçici olduğunu düşünür, şifa için dua eder fakat şifasına kavuşup, herşey yoluna girince hepsini, duasını unutur. Allah, hak kitabımız olan Kuran'da, "insanlara bir zarar dokunduğu zaman, 'gönülden katıksız bağlılar' olarak, Rablerine dua ederler; sonra kendinden onlara bir rahmet taddırınca hemencecik bir grup Rablerine şirk koşarlar." (Rum Suresi, 33) ayetiyle insanların bu özelliğine dikkat çekmiştir. Herşeyden haberdar olan Allah (Habir), kullarının bu durumundan da haberdar olduğundan binlerce hastalık çeşidi yaratmıştır. Hepsi de insanların hemen yanı başındadır. Bunlardan birinin, belki de en tehlikelisinin size isabet etmeyeceğinden asla emin olamazsınız. Sahip olduğumuz her mucizevi organın, her sistemin işleyişini ve düzenini bozabilecek çeşitli durumlar vardır. Daha önce de belirtildiği gibi eğer Allah dileseydi bunların hiçbiri olmazdı, hiçbir organımızda ve sistemimizde bir aksaklık meydana gelmezdi... Belli ki burada insanlara verilmek istenen ince bir mesaj vardır: Dünya hayatının geçiçi olduğu...



SİSTEMİN DÜŞMANLARI


En basit tanımıyla kontrolsüz hücre çoğalması olarak tarif edilebilecek kanser, hangi türde olursa olsun başlangıçta normal, sağlıklı bir hücreden doğar ve en azından gelişmesinin başlarında bu normal hücrenin temel özelliklerini taşır. Ancak bu hücreler bazı yeteneklerini kaybederler. Özellikle de yakınlarından veya organizmanın bütününden gelen ve hücre bölünmesini ayarlamaya yarayan mesajlara cevap verme yeteneklerini... Bu tür bir bozukluk ortaya çıktığında hücre kendi çoğalmasını ve dolayısıyla dokuların büyümesini kontrol edemez. Ayrıca "durmaksızın bölünme özelliği" genetik olarak yeni hücrelere de aktarıldığından gittikçe yayılan bir yapıyla vücutta tümörler oluşur ve bu hücreler komşu dokuları istila etmeye başlarlar. Bozulan bu hücreler, diğer hücrelerin besinlerini yerler ve ihtiyaç duyulan aminoasit kaynaklarını tüketirler, genişleyen hacimleriyle de vücuttaki geçişleri kapatırlar. Biraraya gelip akciğer, beyin, karaciğer, böbrek gibi organların normal, sağlıklı hücrelerini çevreleyerek, organın faaliyetlerini yerine getirmesine engel olduklarından hayati açıdan tehlikeli bir yapı oluşturabilirler.
Normal hücreler ancak komşu hücrelerden emir aldıkları takdirde çoğalırlar. Bu sistem tamamiyle organizmanın güvenliği içindir. Fakat bu mekanizmaya karşı sağır kalan kanser hücreleri, sahip oldukları çoğalma sistemleri üzerindeki "kontrolü" reddederler. Yalnız buraya kadar tarif edilen kanser türü, savunma sistemi için bir problem değildir. Aşırı derecede büyüyen ve sayıları artan kanser hücreleriyle güçlü bir bünye yani güçlü bir savunma sistemi kolaylıkla mücadele edebilir ve hastalığı yenebilir. Esas problem; kanser hücrelerinin bir enzim (pac-man enzimi) aracılığı ile kendi zarını delip kan ve lenf sıvılarına sızarak vücudun dolaşım sistemine (taşıma ağına) girdikten sonra uzaktaki dokulara, hücrelere ulaşmalarıyla başlar.
Ortaya çıkan tablo gerçekten kaygı vericidir. Vücuttaki bir takım hücreler, o dakikaya kadar sağlıklı bir şekilde görmemizi, duymamızı, nefes almamızı, hayatımızı sürdürmemizi sağlayan tam bir işbirliği içinde çalışırlarken bir anda komşu hücrelerden aldıkları "dur" emrine uymaz ve asileşirler. Bu emri dinlemekten vazgeçip, çoğalmaya büyük bir hızla devam eder ve kimi zaman organizmanın tümüyle ölümüne yol açacak bir tahribat sürecini, gittikçe artan bir hızla gerçekleştirirler.
Vücudumuzu bir ülkeye, savunma sistemimizi de bu ülkenin çok yetenekli, kuvvetli, tam donanımlı ordusuna benzetirsek, kanser hücrelerini de ülkedeki isyancılara benzetebiliriz. Bu isyankar topluluk, her geçen gün sayılarını biraz daha arttırarak, mevcut yapıyı bozma eylemlerine devam eder. Ancak, söz konusu ülkenin ordusu, kolay kolay yenilebilecek bir yapıda değildir.
Gerçekten de savunma sisteminin ön cephe savunucuları olan makrofajlar, saldırganla karşılaştıklarında hemen onu çevrelerler ve özel olarak ürettikleri bir tür proteinle kanser hücrelerini yok ederler. Ayrıca sistemin güçlü ve zeki savaşçıları olan T hücreleri ve onların eşsiz silahları antikorlar, hücre zarını delerek vücuda ve lenf sıvılarına karışmaya başlayan kanser hücrelerini öldürürler. Kanser gelişirken dahi savunma sisteminin bu savunması devam eder. Bu şekilde hastalık iyice geliştikten sonra bile savunma hücreleri, kanserin gelişimini ve ilerlemesini yavaşlatıcı etkiye sahiptir.
Her insan hücresinde bulunan, kanseri önleyici düzenlemelerden biri de, hücrenin intihar sistemidir (apoptosis). Apoptosis, hücrede DNA'daki bir hasar, bir tümör oluşumu ya da kanser önleyici genin (P53) etkisinin azalması sonucu ortaya çıkabilir. Tek başına düşünüldüğünde olumsuz bir olay gibi görünen hücrenin intiharı, aslında bu tip hayati bozuklukların önüne geçerek, bir sonraki nesle aktarılmasını önlediğinden, çok büyük önem taşır. Düşünün ki, tüm organizmaya yöneltilmiş olan potansiyel kanser tehlikeleri, tek bir hücrenin kaybedilmesinden tabii ki çok daha makuldur. Kendi bünyelerinde tüm vücuda zarar verecek bir bozulma olduğunu fark eden (!) hücrelerimiz, kendi hayatları pahasına insanı kurtarmak için bu süreci başlatırlar.
Kanserin hayati tehdit oluşturacak yapıya gelmesi, hastalıklı hücrelerin bu intihar sisteminden kaçıp kurtulmayı başardıkları zamandır. Bu durumda ise kontrolsüz çoğalmaya karşı ikinci bir savunma mekanizması devreye girer. Bu mekanizmadan da kurtulmaları durumunda onları başka bir aşama bekler; "kriz" dönemi. Bu basamakta, önceki emniyet sisteminden kurtulmuş hücreler toplu halde ölürler. Fakat bunların arasında bir hücre, yine krizden kurtulmayı başarır. Bu "asi" bir kanser hücresidir ve bu asi karakterini miras bırakacağı torunları oldukça fazla sayıda çoğalacaktır. Artık hasta için yoğun bir kanserle mücadele dönemi başlamıştır.
Acaba kanser hücrelerini bu denli başarılı kılan sebep sadece, komşu hücrelerden emir almadan, kontrolsüz bir şekilde kendi başlarına çoğalabilmeleri midir? Bu başarının ardında başka nedenler de vardır:
Hücreler, yüzeylerinde nerede bulunmaları gerektiğini gösteren bir tür adres sistemi taşırlar. Vücuttaki tüm hücreler tarafından da okunabilen bu adresleme sistemi sayesinde hiçbir hücre, diğerinin yerini işgal etmez ve hepsi ait olduğu yerde kalır. Bu, dokuların bütünlüğünü sağlayan bir sistemdir. Nerede bulunması gerektiğini bilen, başka yere gitmeyen ve başkasının kendi yerine gelmesine izin vermeyen hücreler, bu hareketleriyle vücudun sağlıklı kalmasını da sağlamış olurlar. Çünkü, bir yere tutunamayan ya da uygun olmayan bir yere tutunan hücreler intihar ederler. Ama bu sistemle, hücrelerin yersiz kalması ya da uygunsuz bir yere tutunması engellendiği için hücre intiharları da önlenmiş olur. Yalnız bu kolay bir işlem değildir. Bunun için tüm hücrelerin kendi yerlerini ve diğerlerinin yerlerini tanımaları, birbirlerinin yerlerini işgal etmemeleri gerektiğini bilmeleri gerekir. Bunu da, bulundukları yere tutunmalarını sağlayan bir takım aracı moleküller sayesinde öğrenirler. Ancak bazen bu aracı moleküllerin bulunmaması ya da işlememesi gibi durumlar olur. İşte kanser hücrelerinin sahip oldukları avantajlardan birisi de budur. Engelleyici moleküllerin olmadığı durumlarda kanser hücrelerinin yayılması daha hızlı olur. Ayrıca kanser hücrelerinin bir yere demir atma bağımlılıkları yoktur. Bu kuralı tanımayarak bozarlar ve hiçbir yere tutunmadan da yaşayabilirler.
Akyuvarlar, vücutta sabit yeri bulunmayan istisna hücrelerdir. Bunlar "metalloproteinase" denilen özel bir enzim ile diğer hücre zarlarını ve dokularını delip engelleri yok ederler. Dolayısıyla vücudun istedikleri kısımlarına rahatlıkla gidebilirler. Savunma hücreleri bu enzimi düşmana ulaşabilmek için kullanırken, kanser hücreleri aynı enzimi bambaşka bir amaç için kullanırlar. Onların amacı sağlıklı hücrelere saldırmak ve istila etmektir.
Kanser hücresinin maharetleri yalnızca bunlar değildir. Savunma ordusuna karşı oynadığı bazı oyunlar da vardır. Ancak burada bir pandomim ustasından ya da tiyatro sanatçısından bahsetmediğimize göre, bir hücrenin söz konusu oyunları nasıl oynadığı oldukça düşündürücüdür. Bu üstün akıl gösterisi oyunlara geçmeden önce buraya kadar anlattıklarımıza bir göz atalım.
Savunma ordumuzun aşama aşama, düşmana karşı bir takım barikatlar kurması normal karşılanabilecek bir durum mudur? Ordu diye bahsettiğimiz bu yapı, ancak elektron mikroskobuyla görülebilen hücrelerden oluşmaktadır. Bulundukları bölgeleri koruyup gözetmeleri, gerektiğinde içlerinde bulundukları bedenin sahibi için canlarını feda etmeleri, hiç yılmayıp mücadelelerini sürdürmeleri... Bunların hiçbiri rastlantı ürünü değildir. Tartışmasız, burada bilinçli ve organize bir faaliyetin varlığı açıkça görülmektedir.
Tüm bu zor görev, çok iyi eğitim görmüş olan bir trilyonluk insan topluluğuna emanet edilmiş olsaydı acaba ne olurdu? Başarı grafiği bu kadar yüksek olur muydu? Komutanlar, bütün bu kalabalığa, -uygulanan katı disiplin kurallarına ve yaptırımlara rağmen- söz geçirebilirler miydi? Buradaki insanların sadece birkaçı bile, üretmeleri gereken salgının, yani antikorun formülünü unutsa, tembellik edip yapmasa, tam intihar etmesi gereken yerde vazgeçse... Söz konusu mücadele acaba başarıyla sonuçlanabilir miydi? Trilyonluk bir ordu hiç kargaşa çıkmadan, mücadelesine hatasız devam edebilir miydi? Bu savaşın organizasyonunun, bunca askerin eğitiminin altından kalkabilecek kaç tane cesur ve akıllı yönetici bulunabilir? Ama savunma hücrelerimizin hiçbir yöneticiye ihtiyaçları yoktur, sistemin işleyişinde de hiçbir zorlukla, kargaşayla karşılaşmazlar. Çünkü bu sistemi tüm detaylarıyla mükemmel bir biçimde kuran ve sistemin elemanlarına da yapacakları işi ilham eden Allah'tır. Secde Suresi'nin 5. ayetinde; "gökten yere her işi O evirip düzene koyar..." diye haber verilir. Ve savunma elemanı hücreler de bu savaşı Allah'ın ilhamıyla hiç durmaksızın ve zorlanmaksızın devam ettirirler.

Kanser Hücrelerinin Oyunları

Unutulmamalıdır ki, kanser hücreleri aslında vücudun kendisine ait hücrelerdir ve insanın kendi moleküler damgasını taşırlar. Bu nedenle kanser hücrelerinin, savunma hücreleri tarafından tanınmaları kolay değildir. Dahası kanser hücreleri, nasıl olduğu hala anlaşılamayan bir yöntemle antikorların bir kısmını kendilerine bağlamayı başarırlar.
Antikorlar, bilindiği gibi düşman hücrelerin faaliyetlerini durduran proteinlerdir. Ancak bilinmeyen bir nedenle, kanser hücreleri antikorlardan tam ters bir şekilde etkilenirler. Faaliyetleri duracağına artar, tümör daha hızlı ve güçlü bir şekilde yayılır.
Kanser hücresinin üzerine bağlanan antikorlar, kanser hücresiyle bir anlamda işbirliği yaparlar. Diğer antikorlar, üzerine antikor bağlanmış kanser hücresine bir müdahalede bulunmazlar. Böylece kanser hücresi bir anlamda kendisini kamufle etmiş olur.
Antikorların düşmanla yaptığı işbirliği daha geniş boyutlara da ulaşabilir. Kimi zaman diğer antikorlarla birleşerek, "sahte baskılayıcı T hücreleri" oluştururlar. Bu sahte T hücreleri pek çok antikora "tehlike yok" sinyali verir. Fakat kimi zaman bundan daha kötüsü de olur ve sahte baskılayıcı T hücresi yerine, "sahte yardımcı T hücresi" oluştururlar. Bu sefer emir çok daha fazla sayıda antikor için geçerlidir. Kanser hücrelerinin rahatça gelişmesi için bundan daha uygun bir koşul düşünülemez.
Bunun dışında kanser hücreleri bazen "tuzak antijenler" yayarak, kendilerini savunma sisteminin saldırılarından koruma yoluna giderler. Bu tümörler yüzeylerinden o kadar çok sayıda antijen yayarlar ki, kan bu antijenlerle taşar. Halbuki bu antijenler sahtedir ve bünyeye doğrudan hiçbir zararları yoktur. Fakat antikorların bundan haberi olmadığından, düşman sandıkları bu antijenlere karşı derhal bir mücadeleye girişirler.
Tüm bu karmaşa esnasında gerçek ve tehlikeli kanser hücreleri de rahatsız edilmeden, keşfedilmeden düşmanının elinden kurtulmayı başarmış olurlar.


Akıllı Bir Düşman: AIDS

İlk bölümlerde virüslerden bahsedilmiş ve yaşamımızda ne kadar önmeli bir rol oynadıklarına değinilmişti. İşte bu virüslerin neredeyse en tehlikelisi, insanoğlunu en çok uğraştıranı ve belki de daha uzun yıllar uğraştıracak olanı "HIV" virüsüdür. Çünkü bu mikro varlık, diğer virüslerden farklı olarak, savunma sistemini tamamen devre dışı bırakır. Savunma sistemi çalışmayan bir insanın yaşamını devam ettirmesi ise imkansızdır.
İnsanın savunma sistemini çökerterek, her türlü hastalığa yakalanmasına, tüm bedeninde tamir edilemez hasarlar oluşmasına ve sonuç olarak ölmesine neden olan HIV, araştırmacıları uzun zaman oyalamış, sonra da ümitsizliğe kaptırmıştır. Bilim Teknik dergisi Ağustos 1993 sayısında, bu konuyla ilgili şu cümleleri kullanmıştır.
Daha fazla şey öğrendikçe, her şeyden daha az emin oluyoruz." Bu cümle, haftalık bilim dergisi Science'nin AIDS üzerinde çalışan dünyanın en tanınmış 150 araştırmacısı arasında yaptığı bir anketin ortak cevabını oluşturuyor. Gerçekten de, artık kimse yıllardır savunulan tezler hakkında kesin yargılara varamıyor. Daha düne kadar doğruluğu tartışma götürmeyen kimi görüşler temelden yanlış olduğu anlaşılarak bir kenara bırakılıyor. Sonunda öyle bir noktaya geliniyor ki, artık geriye dönülerek, bir zamanlar yalnızca gülünüp geçilen, kimsenin değer vermediği AIDS ve etkeni HIV hakkındaki eski teoriler bile tek tek yeni baştan ele alınıp geçerlilikleri tartışılıyor.12
Aradan geçen seneler bu durumu değiştirmek yerine, daha da pekiştirmiştir. Bugün hala cevapsız kalan bir çok soru olmakla beraber, yeni buluşlar, mevcut soruların sayısını arttırmıştır. Ve AIDS hala insanoğlu için gizemini korumaktadır.
HIV hakkında bilinen en önemli şeylerden biri, bu virüsün tüm vücut hücrelerine değil ancak bazılarına girdiğidir. Bunlar arasında da esas hedef, savunma sisteminin en etkin elemanı olan yardımcı T hücreleridir. Bu aslında çok önemli bir noktadır. Girebileceği sayısız hücre çeşidi varken, işine en fazla yarayacak olan savunma sistemi hücrelerini seçmesi insan vücudu için büyük bir yıkımın başlangıcı olur.
Savunma sistemin can damarı olan T hücreleri ele geçirilince geriye beyin takımı gitmiş, düşmanı tanıyamayan bir ordu kalır. Aslında bu çok önemli bir savaş taktiğidir. Çünkü haberleşme ve istihbarat sistemi çökmüş bir ordu, gücünün tamamını yitirmiş sayılır.
Dahası vücudun ürettiği antikorlar da AIDS virüsüne bir zarar vermezler. AIDS'li hastalarda antikor üretimi devam eder ama öldürücü T hücrelerinin olmamasından dolayı etkileri çok azalır.
Cevaplanamayan sorulardan biri de budur: HIV, odaklanması gereken en iyi hedefi nasıl bilebilir? Çünkü vücuda girdiğinde savunma sisteminin beyninin T hücreleri olduğunu anlayana kadar, zaten mevcut sistem tarafından yok edilecektir. İnsan bedenine daha önceden girip bir istihbarat edinmesi de mümkün olmadığına göre, bu taktiği izlemesi gerektiğini nereden öğrenmiştir?
Bu, virüsün şaşırtıcı marifetlerinin sadece ilk basamağıdır.
İkinci basamakta, hedef olarak belirlediği hücrelere bağlanması gerekecektir. Bu, onun için hiç de zor bir işlem değildir. Çünkü, bu hücrelere anahtarın kilide uyması gibi bağlanır.
Üçüncü basamakta HIV virüsü kendisine hayat verecek mucizevi bir dizi işlemden geçer.
HIV yalnızca bir retrovirüstür. Yani, yapısında genetik materyal olarak yalnızca RNA bulunur, DNA'sı yoktur. Bu retrovirüsün yaşamını devam ettirebilmesi için DNA'ya ihtiyacı vardır ve bunu elde etmek için de oldukça ilginç bir yönteme başvurur. Konuk olduğu hücrenin nükleik asitlerini kullanarak, kendi bünyesinde taşıdığı (geriye doğru anlamına gelen) reverse transkriptaz enzimi ile RNA'sını DNA'ya çevirir. Daha sonra bu DNA'yı içinde bulunduğu hücrenin çekirdeğindeki DNA'ya yerleştirir. Böylece virüsün kalıtım malzemesi, T hücresinin kalıtım malzemesi haline gelmiş olur. Yani hücre çoğaldıkça, beraberindeki virüsler de çoğalır. Artık hücre, virüs için bir fabrika gibi çalışmaya başlamıştır. Ancak olayın kahramanı HIV'in amacı, yalnızca tek hücreyi istila etmek değildir. O, bu kadarla yetinmeyip, tüm vücudu ele geçirmek isteyecektir.
Bu da dördüncü basamaktır: Bir şekilde o ve diğerleri (hücre çoğalırken, kendisini de çoğalttığından, artık birçok HIV virüsü oluşmuştur) bulundukları hücreden çıkıp, sayılarını arttırmak için yeni hücreler istila etmek isterler. Ancak bunun için özel bir çaba sarfetmezler. Çünkü, olayların doğal akışı tam istedikleri biçimde gerçekleşecektir: İstilaya maruz kalan T hücresinin zarı, bir süre sonra basınca dayanamayıp delik deşik olur ve böylece yeni virüsler, hücre dışına çıkarak kendilerini ağırlayacak başka hücreler bulur. Böylelikle virüs, sayısını artırdığı gibi, barındırdığı T hücresini de öldürmüş olur.
Buraya kadar yüksek bir başarı grafiği ile gelen HIV, artık bedeni ele geçirmiştir. En azından, insanlık onu yenecek bir ilaç bulana kadar... Şimdi virüs dilerse uykuya yatıp, senelerce vücutta sesini çıkarmadan yaşar ya da büyük taarruza hemen başlar.

Neden Çözüm Bulunamadı?

HIV vücuda girdikten sonra günde on milyar kadar virüs üretmektedir. Bir gün gibi kısa süreye sığan bu hızlı üretim işlemi, kuşkusuz şu anki teknolojinin bile başedemeyeceği bir durumdur. Üstelik üretilen basit bir şey de değildir. Burada söz konusu olan, koskoca insan bedenini tamamen ölüme götürebilecek yetenekte, mükemmel bir plan sonucunda hücreyi ele geçiren ve kendi kopyalarını ürettiren bir mikroorganizmadır.
Ayrıca HIV'in yetenekleri bu kadarla da sınırlı kalmaz. Bu virüs, yakalanmamak için, kendini değişik kalıplara sokar. Bu sayede kendisine karşı kullanılan tüm ilaçlar etkisiz kalır. Tıp bugün, virüse aynı anda çok sayıda ilaçla saldırarak, bu direncin bir nebze olsun önüne geçmeyi başarmıştır. Ama, problem kökünden hallolmamış, yalnızca hastaların yaşam süresi biraz daha uzamıştır.
Burada tehlikeyi sezmiş bir virüsün, kendini yenilemesi gerçekten hayret uyandırıcıdır. Bilim adamları, bu taktik karşısında çaresiz kalmıştır.
HIV'in akıl almaz taktikleri yalnızca bunlar değildir. Kandaki yardımcı T hücreleri, tıpkı bir fermuarın dişleri gibi birbirlerine değerek yüzerler. Dolayısıyla HIV, kandaki antikorlara değmemek için bir T hücresinden diğerine atlayarak ilerler. Burada bahsedilen virüs, yalnızca bir mikron büyüklüğünde, DNA'sı bile olmayan hatta canlı olarak bile nitelendirilmeyen bir varlıktır. Bu varlığın, insan bedenini bu kadar iyi tanıyıp onunla başedebilecek sistemler kurması, bunları hata yapmadan eksiksizce uygulaması ve kullanılan tüm silahlardan kendini koruyabilecek şekilde sürekli değişikliğe uğraması, gerçekten hayret uyandırmaktadır. Bu durum, insanoğlunun gözle görülemeyen bir virüs karşısında ne kadar çaresiz kaldığının önemli bir örneğidir.



SAVUNMA SİSTEMİ EVRİMLE OLUŞAMAZ


Savunma sistemi, bilim adamlarının deyimiyle "indirgenemez bir karmaşıklık"a sahiptir. Burada kastedilen, ortak çalışan ve herhangi bir parçasının yokluğunun, tümünün işleyişinin durmasına neden olduğu bir sistemdir. Bu sistemin, tek bir parçasının dahi eksik olması sistemi fonksiyonsuz kılar. Örneğin, bir yere faks çekebilmek için gerekli olan materyalleri kabaca düşünelim:
- Faks makinası,
- Telefon hattı,
- Kablo,
- Kağıt.
Bunlardan biri bile eksik olsa faks gönderemezsiniz. Hepsinin tam olması ve gerekli materyallerden hiçbirinde aksaklık bulunmaması gerekir. Örneğin; kablo yeterince uzun olmasa, istenilen yere kadar uzanmasa, eldeki mataryellerin hiçbiri işe yaramayacaktır.
Aynı şekilde savunma sisteminin bütün kısımları görevini eksiksizce yerine getirse bile, küçük bir bölümünün görevini yapamaması, vücudun savaşı kaybetmesine neden olacaktır. Mesela, T hücrelerinin içindeki küçücük noktacıklar (granüller) işlevlerini yitirseler, zehir depolanamaz, düşmana aktarılamaz ve savaş kaybedilir. Dolayısıyla düşmanı öldüremeyen bir sistemde ne savaşçı hücrelerin oluşumu ve eğitimi, ne sinyalci hücrelerin zamanında ve doğru yere sinyal göndermesi, ne genlerimizin antikor üretebilmek için binlerce kombinasyona girmesi, ne de bellek hücrelerinin yıllarca bilgileri hafızalarında tutmaları vs. hiçbir şey ifade etmez. Sistem işlemez. Aynı şekilde, indirgenemez karmaşıklıktaki bir sistem olan insan vücudunun da, savunma sistemi oluşmadan diğer yüzlerce fonksiyonunun var olması bir anlam taşımaz. Çünkü savunma sisteminin olmaması ya da görevini tam yapamaması durumunda bir insanın yaşaması imkansızdır.
Peki evrimciler böylesine hayati ve kompleks bir sistemin oluşumunu nasıl açıklamaktadırlar? Aslında bu konuda hiçbir açıklama getiremezler. İddiaları, savunma sisteminin zaman içinde küçük küçük gelişmelerle ortaya çıktığıdır. Böyle bir gelişimi sağlayacak mekanizmaların da "doğal seleksiyon" ve "mutasyonlar" olduğunu öne sürerler.
Oysa öncelikle belirtmek gerekir ki, böylesine kompleks bir sistemin, evrim teorisinin iddia ettiği gibi kademe kademe, küçük rastlantıların birbirine eklenmesiyle oluşmuş olması mümkün değildir. Çünkü en baştan beri üzerinde durduğumuz gibi savunma sistemi tüm elemanlarıyla bir anda, eksiksiz var olmadığı sürece işlev göremez. Ve baştan beri belirtildiği gibi, savunma sisteminin işlev görememesi de insanın kısa süre içinde ölmesi anlamına gelir.
İkinci olarak evrimcilerin "doğal seleksiyon" iddiası üzerinde durmak gerekir. Doğal seleksiyon -"Evrim Aldatmacası" bölümünde daha detaylı inceleyeceğimiz gibi- doğal seçme demektir; ve canlılardaki faydalı değişikliklerin seçilip sonraki nesillere aktarılmasını öngörür.
Ancak böyle bir mekanizmanın, kompleks sistemleri izah etmekte son derece yetersiz kaldığı konusunda bilim adamları da hemfikirdir. Örneğin Amerikalı ünlü biyokimya uzmanı Michael J. Behe, Darwin's Black Box (Darwin'in Kara Kutusu) adlı kitabında, doğal seleksiyon ile ilgili şunları söylemiştir:
Eksiltilemez bir biçimde karmaşık olan bir biyolojik sistemin varlığı, Darwin'in evrimine çok güçlü bir tehdit oluşturacaktır. Çünkü biliyorduk ki, doğal seleksiyon sadece zaten önceden de çalışan sistemleri geçebilir. O halde, eğer bir biyolojik sistem aşama aşama oluşmamışsa, geriye tek bir alternatif kalıyor demektir. Tek seferde tam ve eksiksiz bir şekilde ortaya çıkmıştır ki, doğal seleksiyonun bunda hiçbir rolü yoktur.13
Gerek teorinin kurucusu Darwin, gerekse günümüzün pek çok bilim adamı doğal seleksiyon mekanizmasının evrimleştirici bir gücü olmadığını bizzat kendileri de itiraf etmişlerdir:
Charles Darwin:
Teorimle ilgili güçlükler ve itirazlar şöyle sınıflanabilir:... Doğal Seçmenin bir yandan zürafanın kuyruğu gibi sinek kovmaya yarayan pek az önemli bir organ, ve öte yanda, göz gibi şaşılası bir organ türetebildiğine inanabilir miyiz?14
Jeoloji ve paleoantropoloji profesörü Stephen Jay Gould:
Eğer evrimin her biri doğal seleksiyon tarafından desteklenen uzun bir ara aşamalar dizisi içinde ilerlemesi gerekiyorsa, nasıl yoktan böyle ayrıntılı bir şey elde ediyorsunuz? Bir kanadın %2'si ile uçamazsınız. Başka bir ifadeyle, sadece (şu an onları gözlemleyemediğimiz için) çok daha ayrıntılı formlarda kullanılabilen yapıların bu başlangıç aşamalarını doğal seleksiyon nasıl açıklayabiliyor? Bu aşamada bir nokta diğerlerinden önde geliyor: başlangıç evrelerinin çıkmazı. Mivart bu problemi en önemli problem olarak saptadı ve bu bugün hala devam ediyor.15
Peki böyle bir sistemin oluşumu neo-Darwinizm'in iddia ettiği gibi, "mutasyonlar" ile açıklanabilir mi? Acaba peşpeşe oluşan mutasyonlar sonucunda böylesine mükemmel bir sistem meydana gelmiş olabilir mi?
Bilindiği gibi mutasyonlar, canlıların genetik şifrelerinde, çeşitli dış etkenler sonucu meydana gelen bozulma ve tahribatlardır. Mutasyonların tamamı canlının DNA'sında programlı olan genetik bilgiye zarar verir ve hiçbir yeni genetik bilgi eklemezler. Dolayısıyla, mutasyonların hiçbir geliştirici ve evrimleştirici özellikleri yoktur. Bu gerçek de günümüzde pek çok evrimci tarafından istenmeden de olsa dile getirilmektedir
California Üniversitesi'nden evrimci genetikçi John Endler:
Mutasyonlarla ilgili çok fazla şey biliyor olsak da, evrim gibi o da hala bir "kara kutu" görünümündedir. Evrimde yeni biyolojik fonksiyonların oluşmasına pek rastlanmaz ve bunların kökeni de zaten bilinmemektedir.16
Ünlü evrimci Fransız biyolog Pierre P. Grassé: "Ne kadar çok sayıda olursa olsunlar, mutasyonlar herhangi bir çeşit evrim üretemezler."17
Açıkça görülüyor ki, küçücük hücrelerin sahip oldukları olağanüstü özelliklerin, sergiledikleri akıl almaz başarıların tesadüflerle, mutasyonlarla, evrimci safsatalarla açıklanması gerek bilime gerekse akıl ve mantığa bütünüyle aykırıdır. Bugün insan zekasının ulaştığı en son nokta dahi, hücrelerde sergilenen akıl karşısında çok sönük kalmaktadır.
Canlılarda, evrimle hiçbir biçimde açıklanamayan bu tür binlerce üstün akıl gösterisi karşısında, pek çok bilim adamı, zaten tereddüt içinde savundukları evrime olan güvenlerini günden güne yitirmektedir. Ne ilginçtir ki, bu güvensizliklerini de her fırsatta dile getirmekten kendilerini alamamışlardır.
Kendileri de bu gerçeklerin farkında olan araştırmacıların çoğu, evrimci açıklamaların avuntu ve göz boyamadan başka bir şey olmadığının farkındadır. Moleküler biyoloji alanında tanınmış bir araştırmacı olan Klaus Dose şöyle demektedir:
Hayatın kökleri üzerindeki 30 yıllık kimya ve moleküler evrim araştırmaları problemin çözümünden çok, durumun ciddiyetini anlamamıza yol açtı. Şu andaki teoriler ve deneylerin hepsi ya başarısızlıkla sonuçlanıyor ya da görmek istemediklerimizi ortaya çıkarıyor.18
Hatta aynı güvensizliği, yaklaşık 150 yıldır süregelen evrim teorisinin kurucusu olan Darwin bile yaşamıştır:
Bazen bir konuyu yıllarca inceledikten sonra gayet delice bir doktrine varan, sonra da bu doktrin doğrultusunda hem kendilerini hem de başkalarını inandırmaya çalışan bazı insanları düşünüyorum da kendimin de bu manyaklardan birisi olduğumdan biraz korkuyorum.19
Açıkça ortadadır ki, evrendeki herşey gibi sistemin bu yönü de yine üstün güç ve akıl sahibi olan Allah'ın kontrolü altındadır. İnsanoğlunun aklının henüz bunu çözememiş olması da konunun, insanın kavrayabileceğinden çok daha üstün bir aklın yani Allah'ın ürünü olduğunun kanıtıdır.
İnsanların yüzyıllardır tartışarak bir sonuca varamadıkları, mantıklı izahını yapamadıkları konuların cevabı aslında çok basittir. Cevap ne tesadüfler, ne doğal seleksiyon ne de mutasyonlardadır. Hiçbiri ne bir hayat ne de hayatın devamlılığını sağlayacak bir sistem meydana getiremezler.
Kuran'da bu ve bunun gibi tüm soruların cevabı 1400 sene önce verilmiştir. Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah, evrendeki herşeye olduğu gibi, hücrelerimize de boyun eğdirmiştir;

Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir. (Araf Suresi, 54)



SONSÖZ


Okuduğunuz bu kitapta sizlere içinizdeki ordunun, yani savunma sisteminin pek bilinmeyen yönleri anlatıldı. Ancak vücuttaki bu savunma hücrelerinin yaptıkları olağanüstü işlerin karmaşık detaylarından çok, bunları nasıl yaptıkları üzerinde duruldu. "Elektron mikroskobunun yardımı olmaksızın göremeyeceğimiz kadar küçük varlıkların nasıl savunma sistemi gibi son derece karmaşık bir yapıyı oluşturabildikleri" sorusunun cevabı arandı. Daha da derine inerek, sistemi oluşturan hücrelerin ilk olarak nasıl meydana geldikleri araştırıldı.
Savunma hücrelerinin hepsi başlangıçta normal birer hücre iken, çeşitli eğitimlerden geçip, sonucunda bir nevi yeterlilik sınavına tabi tutulurlar. Ancak düşmanı tanıyabilen, vücudun kendi hücrelerine karşı mücadeleye girmeyen hücrelere yaşama izni verilir. Peki ilk hücre ne zaman, nasıl oluşmuş ve onu ilk defa kim sınava tabi tutmuştur? Yapması gerekenleri kim öğretmiştir?
Karşılıklı konuşmak, anlaşmak, plan yapmak ve bu planlar doğrultusunda mükemmel bir organizasyon ile hareket etmek gibi vasıfların hücrelerden veya organlardan beklenemeyeceği açıktır. Düşünün ki burada söz konusu olan, birçok organ ve bir trilyon kadar hücredir. Hiç tartışmasız, bir trilyonluk insan topluluğu, böylesine kusursuz bir biçimde organize olarak hareket edip yapacaklarını aksatmadan, unutmadan, şaşırmadan, karmaşa çıkarmadan savunma yapmak gibi zorlu bir görevi asla yerine getiremez.
Burada kesin olarak kabul edilmesi gereken tek bir gerçek vardır ki o da, tüm hücrelerin doğadaki küçük, büyük istisnasız herşey gibi sonsuz bir güç, bilgi ve akıl sahibi olan Allah tarafından özel olarak yaratıldıklarıdır.

... O, her şeyi yaratmıştır. O, her şeyi bilendir. (Enam Suresi, 101)

Zaten tüm açıklığıyla ortada olan bu gerçek, bu kitapta bir kez daha gözler önüne serildi.
Gördük ki, anne karnındaki bebek bile, savunma sistemindeki eksiklikleri annesinden aldığı antikorlarla tamamlar. Ama böyle bir imkanı olmadığı ya da aynı eksiklikler yetişkin halinde de devam ettiği takdirde hayatını devam ettirebilmesi söz konusu olamaz. İnsan nesli ve sayısız canlı türü hala var olduklarına göre savunma sistemi, bu kitapta sıkça vurgulandığı gibi, tüm canlılarda en başından beri eksiksiz ve kusursuz bir biçimde var olmuştur. Aşama aşama evrimleşerek oluşmamıştır. Kısacası savunma sistemi gibi her parçası, her hücresi, her ferdi birbiriyle bağlantılı, içiçe geçmiş son derece kompleks bir sistem hiçbir şekilde milyonlarca yıllık bir süreç içinde küçük küçük tesadüfi eklemelerle meydana gelemez.
Vücudumuzda her an işleyen sayısız mucizevi sistemlerin biri ya da birkaçı hakkında bilgi sahibi olduğu halde bir Yaratıcı tarafından yaratıldığını inkar eden ve herşeyin rastlantılar sonucu ortaya çıktığını iddia eden bir kimse, aslında yaklaşık 1400 yıl önce Kuran'da tanımlanmış bir kategoriye mensup olduğunun farkında değildir. Allah bu tür insanların, algı ve kavrayışlarındaki eksiklik nedeniyle açık ve net gerçekleri göremediklerini Kuran'da bildirmiştir:

... Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler... (Araf Suresi, 179)

Hatta bu durumdan kendilerinin de haberdar olduğunu Allah birçok ayetinde belirtmiştir:

Dediler ki: "Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalblerimiz bir örtü içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır..." (Fussilet Suresi, 5)

İnkar edenlerin bir kesimi de kastedilen gerçeği tüm çıplaklığıyla görür ancak, kasıtlı olarak bunu gizlemeye çalışır. Evrimle ilgili bu kadar çok senaryo hazırlanmasının altındaki sebep de aslında budur. Çünkü Allah'ın varlığı ve büyüklüğü kabul edildiği takdirde, O'na boyun eğmeleri gerekecektir ki bu, kibirli kimseler için çok zordur. Allah'a karşı cahilce bir büyüklenme içerisinde olan bu insanların durumu da Kuran'da açıkça ifade edilmiştir:

Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler... (Neml Suresi, 14)

Allah'ı inkar etme uğruna evrim gibi bir yalanı ayakta tutmaya çalışanların ortaya attıkları teoriler bilimsel ve mantıklı olmaktan uzaktır. Öyle ki, savunma sistemi gibi karmaşık ve çok yönlü bir sistemin, tek bir antikordan yavaş yavaş meydana geldiğini savunabilecek kadar gülünç izahlar ortaya atabilmektedirler.
İçine düştükleri durumun bilincine varmaya başlayan bir kısım bilim adamı ise, bu tarz izahların kendilerini küçük düşürdüğünü fark ederek yavaş yavaş evrimci çevrelerden uzaklaşmaya başlamışlardır.
Bir kısmı ise, teorinin doğruluğunu kabul ettikleri için değil, fakat ortada -Allah'ın varlığını inkar etmelerine zemin hazırlayacak- başka bir teori olmadığı için buna inandıklarını söylemektedirler. Örneğin evrim teorisinin günümüzdeki en ünlü savunucularından olan Prof. Richard Dawkins, "The Blind Wacthmaker" adlı kitabının önsözünde, "benim okuyucuyu inandırmak istediğim, Darwin'in teorisinin dünya çapında doğru bulunduğu değil, bilinen 'olabilecek' tek teori olduğudur"20 demektedir.
Oysa herhangi bir teorinin peşinden gitmek gibi bir zorunluluk yoktur. Evrenin ve tüm içindekilerin nasıl var olduğu merak edildiğinde, yalnızca açık bir biçimde görünen gerçeklerin, hür bir akıl ve objektif bakış açısıyla değerlendirilmesi yeterli olacaktır.
Bu kitapta üzerinde sıkça durulduğu gibi, evrim teorisinin iddialarını ispatlayan hiçbir deney, gözlem ya da somut bulgu yoktur. Biyoloji, biyokimya, mikrobiyoloji, genetik, paleontoloji, anatomi gibi bilim dalları bugün evrimin hiçbir zaman yaşanmamış ve hiçbir zaman gerçekleşmesi mümkün olmayan, hayal ürünü bir varsayım olduğunu ortaya koymuştur. (Bkz.Evrim Aldatmacası Bölümü)
Bugün tüm bilim dallarında yapılan çalışmalar, yerde ve gökte var olan canlı cansız tüm varlıkların ancak sonsuz akla, bilgiye ve kudrete sahip üstün ve güçlü bir Yaratıcı tarafından var edildiklerini göstermiştir. Kuşkusuz bu gerçeği görmek ve evrim gibi uydurma teorilerin gerçek dışılığını anlamak için, bilimin ve teknolojinin bu derece gelişmiş olması da gerekmez. İster ilk çağlarda, ister Ortaçağda, dünya tarihinin hangi döneminde olursa olsun, temiz bir akla ve vicdana sahip olan herkes için Allah, tüm evrende kendi varlığının ve yaratışının delillerini sergilemiştir:

Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır. (Bakara Suresi, 164)

Bu ayette anlatılanların kavrayabilen akıl sahibi insanlara düşen ise, hücrelerden dev galaksilere kadar tüm kainatta görülen apaçık "yaratılış gerçeği"ni Kuran'da bildirilen şu sözlerle sürekli hatırlatmaktır.:

... Sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir, onları kendisi yaratmıştır ve ben de buna şehadet edenlerdenim. (Enbiya Suresi, 56)





EVRİM ALDATMACASI


Evrim teorisi, canlıların varlığını ve kökenini tesadüflerle açıklayabilmek amacıyla çeşitli gerçek dışı tahminler, varsayımlar ve hayal mahsulü senaryolar üreten bir felsefe ve dünya görüşüdür. Bu felsefenin kökeni eski çağlara, antik Yunan'a dek uzanır.
Yaratılışı inkar eden gelmiş geçmiş tüm ateist felsefeler mutlaka, dolaylı veya dolaysız bir biçimde evrim düşüncesini kabul eder ve savunurlar. Aynı durum bugün de bütün din karşıtı ideoloji ve sistemler için geçerlidir.
Evrimci düşünce son bir buçuk asırdır, geçerlilik kazanmak için bilimsel bir kılığa bürünmüştür. 19. yüzyılın ortalarında sözde bilimsel bir teori olarak öne sürülmüş ancak, savunucularının tüm gayretlerine rağmen, bugüne kadar hiçbir bilimsel bulgu veya deney tarafından doğrulanamamıştır. Sonuçta, teorinin kendisine büyük umutlar bağladığı "bilim" her geçen gün teoriyi kaçınılmaz sonuna daha da yaklaştırmıştır.
Başvurulan tüm bilimsel yöntemler her seferinde, böyle bir teorinin hiçbir gerçekçi yönünün olamayacağını kanıtlamıştır: Laboratuvar deneyleri ve olasılık hesapları, canlılığı meydana getiren aminoasitlerin tesadüflerle oluşamayacağını kesin bir biçimde ortaya koymuştur. En küçük canlı birimi olan hücre ise, —evrimcilerin iddia ettiği gibi— ilkel ve kontrolsüz dünya koşullarında rastlantılar sonucu oluşmak şöyle dursun, 20. yüzyılın milyonlarca dolarlık, teknoloji harikası laboratuvarlarında bile sentezlenememiştir. Ayrıca yıllar süren paleontolojik çalışmalarda bulunan fosiller arasında, evrimin öne sürdüğü gibi, canlıların, ilkel türlerden gelişmiş türlere, kademe kademe evrimleştiğini göstermesi gereken ara-geçiş formlarına hiçbir yerde rastlanamamıştır.
Sonuçta evrimciler, büyük bir gayretle evrime delil toplamaya çalışırlarken, bizzat kendi elleriyle evrim diye birşeyin olamayacağını ispatlamışlardır.
Bugünkü savunulduğu şekliyle evrim düşüncesini ilk ortaya atan kişi, amatör bir İngiliz biyolog olan Charles Darwin'dir. Darwin evrimci tezlerini 1859'da yayınladığı, "Türlerin Kökeni" (The Origin of Species) isimli kitabında ortaya attı. Darwin'in bu kitabında iddia ettiğine göre, yaşayan tüm canlılar ortak bir kökene sahipti ve doğal seleksiyon yoluyla birbirlerinden türemişlerdi. Ortama en iyi şekilde uyum sağlayanlar özelliklerini gelecek nesillere aktarıyor, böylece bu yararlı değişimler zamanla birikerek bireyi atalarından tamamen farklı bir canlıya dönüştürüyordu. İnsan ise, doğal seleksiyon mekanizmasının en gelişmiş ürünüydü. Kısaca, bir türün kökeni başka bir türdü.
Darwin'in ileri sürdüğü fanteziler özellikle belli siyasi ve ideolojik görüşlere sahip çevrelerde büyük rağbet gördü. Teori oldukça popüler olmuştu. Çünkü o devirdeki mevcut bilgi düzeyi Darwin'in hayali senaryolarının gerçek dışı olduğunu göstermek için henüz yeterli değildi. Öyle ki Darwin'in, varsayımlarını öne sürdüğü dönemde genetik, mikrobiyoloji, biyokimya gibi bilim dallarının daha hiçbiri ortada yoktu. Sözünü ettiğimiz bu bilimler Darwin'in tezlerinden daha önce keşfedilmiş olsaydı, Darwin, teorisinin tamamen bilim dışı olduğunu görecek ve böyle anlamsız bir iddia ortaya atamayacaktı. Zira türleri belirleyen bilgiler genlerde mevcuttu ve doğal seleksiyonun genlerde değişiklikler meydana getirerek yeni türler türetmesi mümkün değildi.
Darwin'in kitabının yol açtığı yankılar sürerken Avusturyalı botanikçi Mendel 1865 yılında kalıtım kanunlarını keşfetti. Mendel'in yüzyılın sonuna kadar pek duyulmayan keşifleri 1900'lü yılların başında genetik biliminin ortaya çıkmasıyla önem kazandı. Yine aynı yıllarda genler ve kromozomların yapısı keşfedildi. 1950'li yıllarda genetik bilgiyi saklayan DNA molekülünün keşfi ise teoriyi büyük bir krize soktu. Çünkü DNA'daki dev bilginin kaynağı, rastgele oluşumlarla açıklanamazdı.
Bu tür bilimsel gelişmelerin yanısıra, yıllarca süren kazılarda, ilkel türlerin kademe kademe gelişerek evrimleştiklerini göstermesi gereken ara-geçiş formları da bir türlü bulunamamıştı.
Bütün bu gelişmelerin, bilim dışı olduğu ortaya çıkan Darwin'in teorisini tarihin tozlu raflarına kaldırması gerekirdi. Ancak belli çevreler ısrarla teoriyi revizyona sokmaya, yenilemeye ve her ne şekilde olursa olsun bilimsel platforma oturtmaya çalıştılar. Bütün bu çabalar, teorinin ardında bilimsel kaygılardan ziyade ideolojik bir takım hedeflerin olduğunu göstermesi açısından oldukça anlamlıydı.
Bu gelişmeler üzerine, gittikçe açmaza giren teorinin her ne pahasına olursa olsun ayakta tutulması gerektiğine inanan bazı çevreler vakit kaybetmeden yeni bir model uydurdular. Bu yeni modelin adı neo-Darwinizm idi. Buna göre, canlıların genlerindeki mutasyon denilen ufak değişikliklerle türler evrimleşiyor, ve doğal seleksiyon yöntemi ile güçlü olanlar hayatta kalıyordu. Ancak, canlıların meydana gelmesi için, ufak değişimlerin yetmediği, ayrıca neo-Darwinizmin ileri sürdüğü mekanizmaların geçersizliği anlaşılınca evrimciler yeni model arayışlarını sürdürdüler. Ve 'sıçramalı evrim' adını verdikleri yeni bir iddia ortaya atarak hiçbir bilimsel ve mantıksal dayanağı olmayan bir model ileri sürdüler. Buna göre canlılar birdenbire, hiçbir ara geçiş formu olmadan bir başka türe dönüşüyorlardı. Başka bir deyişle o güne kadar hiçbir evrimsel "ata"ları olmayan türler bir anda meydana geliyordu. Aslında bu yaratılışın tarifiydi, ancak evrimcilerin bunu kabul etmeye yanaşmaları mümkün değildi. Bu gerçeği, akılalmaz senaryolarla gizlemeye çalışıyorlardı. Örneğin tarihteki ilk kuşun —nasıl olduğu açıklanamaz bir biçimde— bir sürüngen yumurtasından ortaya çıkmış olabileceği söyleniyordu. Aynı teoriye göre, etobur kara hayvanları, geçirdikleri ani ve kapsamlı bir değişiklikle birdenbire dev balinalara dönüşmüş olabilirlerdi.
Bilinen tüm genetik, biyofizik ve biyokimya kurallarına aykırı olan bu iddialar, ancak kurbağaların prenslere dönüştüğünü anlatan çocuk masalları kadar bilimseldi. Ama neo-Darwinist teorinin içine girdiği kriz karşısında sıkıntıya düşen bazı evrimci paleontologlar, bundan kaçmak için neo-Darwinizm'den daha da saçma olan bu teoriye sarıldılar.
Bu modelin tek hedefi, neo-Darwinist modelin açıklamayadığı fosil boşluklarını açıklamaktı. Ancak fosil boşluklarını "kuşların sürüngen yumurtalarından aniden çıktıklarını" öne sürerek ya da benzeri iddialarla açıklamaya kalkmak başlı başına akıl dışıdır. Çünkü bir türün bir başka türe evrimleşmesi için, genetik bilgisinde çok büyük oranda ve faydalı bir değişiklik gerekir. Oysa hiçbir mutasyon genetik bilgiyi geliştirmez, ona yeni bir bilgi eklemez. Mutasyonlar sadece genetik bilginin eksilmesine ve bozulmasına yol açarlar. Sıçramalı evrim savunucularının hayal ettikleri "grosmutasyonlar" ise, genetik bilgide "gros" yani dev azalma ve bozukluklar oluştururlar.
Sıçramalı evrim teorisi, ilk bakışta da anlaşıldığı gibi, geniş bir hayal gücünün ürünüydü. Ama bu açık gerçeğe rağmen, evrim savunucuları bu teoriye itibar etmekten çekinmediler. Çünkü Darwin'in öngördüğü evrim modelinin, fosil bulguları ile bir türlü ispatlanamaması onları buna zorluyordu. Darwin, türlerin yavaş yavaş değiştiklerini öne sürmüştü. Bu ise, tarihte yarı kuş-yarı sürüngen, yarı balık-yarı sürüngen gibi ucube varlıkların yaşamış olmasını gerektiriyordu. Ancak evrimcilerin tüm araştırmalarına ve bulunan yüzbinlerce fosile rağmen, bu tür "ara-geçiş formları"nın tek bir tanesine bile rastlanamadı.
Evrimciler, sıçramalı evrim modeline, bu büyük fosil fiyaskosunu örtbas edebilmek umuduyla el attılar. Ancak başta da vurguladığımız gibi bunun bir fantezi olduğu son derece açıktı ve çok kısa sürede kendisini tüketti. Sıçramalı evrim modeli, hiçbir zaman tutarlı bir model olarak öne sürülmedi, ama kademeli evrim modeline uymadığı açıkça belli olan durumlarda bir kaçış yolu olarak kullanıldı. Günümüzde evrimciler, canlılardaki hemen hepsi karmaşık yapılara sahip olan —göz, kanat, akciğer, beyin, vs. gibi— organların kademeli evrim modelini çok açık biçimde yalanladığını gördüklerinden, bu noktalarda sıçramalı evrim modelinin fantastik izahlarına sığınmak zorunda kalırlar.

Evrim Teorisini Doğurulayan
Herhangi Bir Fosil Kaydı Var Mıdır?

Evrim teorisi, bir türün bir başka türe dönüşmesinin milyonlarca yıllık bir zaman dilimi içerisinde yavaş ve aşamalı olarak gerçekleştiğini söyler. Bu iddianın mantıksal sonucu ise, bu geçiş dönemi sırasında "ara-geçiş formu" adı verilen ucube canlıların yaşamış olmasını gerektirir. Evrimciler, tüm canlıların kademeli olarak birbirlerinden türediklerini iddia ettikleri için de, bu ara-geçiş formlarının türlerinin ve sayılarının milyonlarca olması gerekir.
Eğer gerçekten bu tür canlılar yaşamışlarsa, fosil kayıtlarında bunların kalıntılarına da rastlanması gerekir. Çünkü bu teze göre, ara geçiş formlarının sayısının, bugün bildiğimiz hayvan türlerinden bile fazla olması ve dünyanın dört bir yanında fosilleşmiş olarak bulunması gerekmektedir.
Nitekim Darwin'den bu yana yoğun bir şekilde hep bu fosiller arandı, fakat evrimciler için sonuç acı verici bir hayal kırıklığıydı. Bu dünyada hiçbir yerde -ne bir kıtada, ne de bir okyanusun derinliklerinde- tek hücreli organizmalarla kompleks omurgasızlar arasındaki herhangi bir ara geçiş formuna rastlanamadı.
Aslında Darwin de bu arageçiş formlarının yokluğunun farkındaydı. Fakat yine de en büyük beklentisi aranan arageçiş formlarının gelecekte bulunmasıydı. Ancak bu ümitli bekleyişine rağmen, teorisinin en büyük açmazının bu konu olduğunu görüyordu. Bu yüzden, şöyle yazmıştı:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır.21
Darwin endişelenmekte haklıydı. Çünkü evrimcilerin tüm ümitlerine ve çabalarına rağmen, ne Darwin zamanında ne de Darwin'den bu yana dünyanın hiçbir yerinde —ne bir kıtada ne de bir okyanusun derinliklerinde— bu ara-geçiş formlarına rastlanamadı. Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılarız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz.22
Fosil kayıtlarındaki bu boşluklar, yeterince fosil bulunamadığı ve birgün aranan fosillerin ele geçeceği gibi bir avuntuyla da açıklanamaz. Bir başka evrimci paleontolog T. N. George, bunun nedenini şöyle açıklamaktadır:
Fosil kayıtlarının (evrimsel) zayıflığını ortadan kaldıracak bir açıklama yapmak artık mümkün değildir. Çünkü elimizdeki fosil kayıtları son derecede zengindir ve yeni keşiflerle yeni türlerin bulunması imkansız gözükmektedir... Her türlü keşfe rağmen fosil kayıtları hala (türler arası) boşluklardan oluşmaya devam etmektedir.23


Yeryüzünde Hayat Aniden
Tüm Çeşitliliğiyle Ortaya Çıkmıştır

Yeryüzü tabakaları ve fosil kayıtları incelendiğinde, canlı hayatının birdenbire ortaya çıktığı görülür. Canlı yaratıkların fosillerine rastlanılan en derin yeryüzü tabakası, 530-520 milyon yıl yaşında olduğu hesaplanan "Kambriyen" tabakadır.
Kambriyen devrine ait tabakalarda bulunan canlılar, hiç bir evrimsel ataları olmaksızın birdenbire fosil kayıtlarında belirirler. Kompleks yaratıklardan meydana gelen geniş bir canlı mozaiği şaşırtıcı bir biçimde aniden ortaya çıkmıştır. Bu yüzden jeolojik literatürde bu mucizevi olay, "Kambriyen Patlaması" olarak anılır.
Bu tabakadaki canlıların çoğunda, göz gibi son derece gelişmiş organlar ya da solungaç sistemi, kan dolaşımı gibi yüksek organizasyona sahip organizmalarda görülen sistemler bulunur. Fosil kayıtlarında bu canlıların atalarının olduğuna dair herhangi bir işarete rastlanılmaz. Earth Sciences dergisinin editörü Richard Monestarsky, canlı yaratıkların birdenbire ortaya çıkışlarını şöyle anlatır:
Bugün görmekte olduğumuz oldukça kompleks hayvan formları aniden ortaya çıkmışlardır. Bu an, Kambriyen Devrin tam başına rastlar ki denizlerin ve yeryüzünün ilk kompleks yaratıklarla dolması bu evrimsel patlamayla başlamıştır. Günümüzde dünyanın her yanına yayılmış olan hayvan filumları (takımları) erken Kambriyen Devir'de zaten vardırlar ve yine bugün olduğu gibi birbirlerinden çok farklıdırlar.24
Dünyanın nasıl olup da böyle birdenbire binlerce hayvan çeşidiyle dolup taştığı sorusuna cevap bulamayan evrimci kaynaklar, Kambriyen Devri'nin öncesine, içinde hayatın başlangıcının oluştuğu ve "bilinmeyenin gerçekleştiği" 20 milyon yıllık hayali bir dönem koyarlar. Bu dönem "evrimsel boşluk" olarak adlandırılır. Ancak bugüne kadar hiç kimse, bu evrimsel boşluğun ne olduğunu açıklayamamıştır.
1984 yılında, Çin'in Yunnan bölgesinin güney bölümündeki Cheng jiang'da, büyük miktarlarda kompleks omurgasız keşfedildi. Bunların arasında bulunan ve şu an soylarının tükendiği bilinen trilobitler en azından bugün var olan omurgasızlar kadar kompleks yapılıydılar.
İsveçli evrimci paleontolojist Stefan Bengtson, bu durumu şöyle açıklıyor:
Eğer canlılık tarihinde herhangi bir olay, insanın yaratılışı mitine benzetilecekse, o da çok hücreli organizmaların ekolojide ve evrimde baş aktör haline geldikleri okyanus yaşamındaki ani farklılaşma dönemidir. Darwin'i şaşırtan—ve utandıran—bu olay bizi de hala şaşırtmaktadır.25
Evet, gerçekten de bu kompleks canlıların hiçbir ataya veya geçiş formuna sahip olmadan aniden ortaya çıkışları bugün de evrimciler için oldukça şaşırtıcı ve can sıkıcıdır, tıpkı 135 yıl önce Darwin için olduğu gibi. Çünkü evrimciler 135 yıl sonra bile bu esrara bir çözüm bulabilmek konusunda Darwin'den daha öteye gidebilmiş değillerdir.
Görüldüğü gibi fosil kayıtları, canlıların evrimin iddia ettiği gibi ilkelden gelişmişe doğru bir süreç izlediğini değil, bir anda ve en mükemmel halde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Ara formların yokluğu, sadece Kambriyen dönemine ait bir durum değildir. Evrimcilerin iddia ettikleri ve omurgasızlar-balıklar-amfibiyenler-sürüngenler-kuşlar-memeliler sırasında ilerleyen evrim şemasını doğrulayacak tek bir ara form bile şimdiye kadar bulunamamıştır. Her canlı türü, fosil kayıtlarında aniden ve bugünkü eksiksiz şekliyle belirmektedir.
Bir başka deyişle, canlılar evrimle oluşmamış, yaratılmışlardır.


Evrim Sahtekarlıkları

Çizimlerdeki Aldatmacalar

Evrim teorisine delil arayanların en çok başvurdukları kaynak fosil kayıtlarıdır. Dikkatli ve tarafsız olarak incelendiğinde bu fosil kayıtlarının, evrimcilerin iddialarının aksine evrim teorisini destekledikleri değil, çürüttükleri görülür. Ancak fosillerin genel olarak evrimciler tarafından çarpıtılarak yorumlanmaları ve kamuoyuna da taraflı bir şekilde yansıtılmaları sebebiyle birçok kişi fosil kayıtlarının gerçekten evrim teorisini desteklediğini düşünmektedir.
Fosil kayıtlarındaki bazı bulguların her türlü yoruma açık olması evrimcilerin en çok işlerine gelen noktadır. Bulunan fosiller çoğu zaman sağlıklı bir teşhiste bulunabilmek için yetersizdir. Bunlar eksik ve dağılmış kemik parçalarından oluşur. Bu sebeple, eldeki verileri çarpıtmak ve bunları istenilen doğrultuda malzeme yapmak çok kolaydır. Nitekim evrimciler tarafından fosil kalıntılarına dayanılarak yapılan rekonstrüksiyonlar (çizim ya da maketler) tamamen spekülatif olarak evrimsel tezleri doğrulayacak biçimde yapılır. İnsanlar görsel yoldan daha kolay etkilendikleri için amaç onları, hayalgücüyle rekonstrüksiyonu yapılmış yaratıkların geçmişte gerçekten yaşadığına inandırabilmektir.
Evrimci araştırmacılar, çoğu kez yalnızca bir diş veya bir çene kemiği parçası ya da ufak bir kol kemiğinden yola çıkarak insan benzeri hayali yaratıklar çizer ve bunu sansasyonel bir biçimde insan evriminin bir halkası olarak kamuoyuna sunarlar. Bu çizimler çoğu insanın zihninde var olan "ilkel insanlar" imajının oluşmasında büyük rol oynamıştır.
Kemik kalıntılarına dayanılarak yapılan bu çalışmalarla sadece eldeki objenin çok genel özellikleri ortaya çıkarılabilir. Oysa asıl belirleyici ayrıntılar zaman içinde kolayca yok olan yumuşak dokulardır. Bu sebeple yumuşak dokuların spekülatif olarak yorumlanmasıyla, rekonstrüksiyonu yapan kişinin hayal gücünün sınırları içinde herşey mümkündür. Harvard Üniversitesi'nden Earnst A. Hooton bu durumu şöyle açıklar:
Yumuşak kısımların tekrar inşası çok riskli bir girişimdir. Dudaklar, gözler, kulaklar ve burun gibi organların altlarındaki kemikle hiçbir bağlantıları yoktur. Örneğin bir Neanderthal kafatasını aynı yorumla bir maymuna veya bir filozofa benzetebilirsiniz. Eski insanların kalıntılarına dayanarak yapılan canlandırmalar hemen hemen hiçbir bilimsel değere sahip değillerdir ve toplumu yönlendirmek amacıyla kullanılırlar... Bu sebeple rekonstrüksiyonlara fazla güvenilmemelidir.26

Sahte Fosil Üretme Çalışmaları

Evrim teorisine fosil kayıtlarında hiçbir geçerli delil bulamayan bazı evrimciler, sonunda kendi delillerini kendileri üretme yoluna gittiler. Evrim sahtekarlıkları adı altında ansiklopedilere bile geçen bu çalışmalar, evrim teorisinin zorla ayakta tutulmaya çalışılan bir ideoloji ve hayat felsefesi olduğunun en güzel kanıtıdır. Bu sahtekarlıkların en ünlüleri şunlardır:

Piltdown Adamı Sahtekarlığı

Amatör bir paleontolog olan Charles Dawson, 1912 yılında, İngiltere'de Piltdown yakınlarındaki bir çukurda, bir çene kemiği ve bir kafatası parçası bulduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Çene kemiği maymun çenesine benzemesine rağmen, dişler ve kafatası insanınkilere benziyordu. Bu örneklere "Piltdown Adamı" adı verildi, 500 bin yıllık bir tarih biçildi ve çeşitli müzelerde insan evrimine kesin bir delil olarak sergilendi. 40 yılı aşkın bir süre, üzerine birçok bilimsel makaleler yazıldı, yorumlar ve çizimler yapıldı, insanın evrimine önemli bir delil olarak sunuldu.
Ancak 1949 yılında fosili bir kez daha inceleyen uzmanlar, bunun yapay bir fosil olduğunu, insan kafatasına bir orangutan çenesi monte edilmesiyle üretildiğini buldular.
Flor metoduna dayanılarak yapılan araştırmalar, kafatasının ancak birkaç bin yıllık olduğunu ortaya çıkardı. Orangutana ait çene kemiğindeki dişlerin ise suni olarak aşındırıldığı, fosillerin yanında bulunan ilkel araçların, çelik aletlerle yontulmuş adi birer taklit olduğu anlaşıldı. Oakley, Clark ve Weiner'in yaptıkları detaylı analizlerle bu sahtekarlık 1953 yılında kesin olarak ortaya çıkarıldı. Kafatası 500 yıl yaşında bir insana, çene kemiği de yeni ölmüş bir maymuna aitti. Dişler, insana ait olduğu izlenimini vermek için sonradan özel olarak eklenmiş ve sıralanmış, eklem yerleri de törpülenmişti. Daha sonra da bütün parçalar, eski görünmeleri için potasyum dikromat ile lekelendirilmişti. Bu lekeler, kemikler aside batırıldığında kayboluyordu. Sahtekarlığı ortaya çıkaran ekipten Le Gros Clark bu durum karşısında şaşkınlığını gizleyemiyordu:
Dişler üzerinde yıpranma izlenimini vermek için, yapay olarak oynanmış olduğu o kadar açık ki, nasıl olur da bu izler dikkatten kaçmış olabilir?27


Nebraska Adamı Sahtekarlığı

1922'de, Amerikan Doğa Tarih Müzesi müdürü Henry Fairfield Osborn, Batı Nebraska'daki Yılan Deresi yakınlarında, Plieocen Dönemi'ne ait bir azı dişi fosili bulduğunu açıkladı. Bu diş, iddiaya göre, insan ve maymunların ortak özelliklerini taşımaktaydı. Çok derin bilimsel tartışmalar başlatılmıştı, bazıları bu dişi Pithecanthropus erectus olarak yorumluyorlar, bazıları ise bunun insana daha yakın olduğunu söylüyorlardı. Büyük tartışmalar yaratan bu fosile "Nebraska adamı" adı verildi. "Bilimsel" latince ismi de hemen takıldı: "Hesperopithecus Haroldcooki".
Birçok otorite Osborn'u destekledi. Bu tek dişe dayanılarak Nebraska adamının kafatası ve vücudunun rekonstrüksiyon resimleri çizildi. Hatta daha da ileri gidilerek ailece resimleri yayınlandı.
Ancak 1927'de iskeletin öbür parçaları da bulundu. Bulunan yeni parçalara göre bu diş ne maymuna ne de insana aitti. Dişin, Prosthennops isimli yabani Amerikan domuzunun soyu tükenmiş bir cinsine ait olduğu anlaşıldı.

İnsanlarla Maymunlar Ortak Atalardan Mı Geldiler?

Evrim teorisinin iddiasına göre insanlar ve günümüz maymunları ortak atalara sahiptirler. Bu ilkel yaratıklar zamanla evrimleşerek bir kısmı günümüz maymunlarını, evrimin diğer bir kolunu izleyen bir başka grup da günümüz insanlarını oluşturmuştur.
Maymunlarla insanların sözde ilk ortak atalarına evrimciler, "Güney Afrika maymunu" anlamına gelen "Australopithecus" ismini verirler. Gerçekte soyu tükenmiş eski bir maymun türünden başka birşey olmayan Australopithecusların çeşitli türleri bulunur. Bunların bazıları iri yapılı, bazıları daha küçük, daha narin yapılı canlılardır.
İnsan evriminin bir sonraki safhasını da evrimciler, "homo" yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecuslardan daha gelişmiş, günümüz insanından çok fazla farkı olmayan canlılardır. Bu türün evriminin en son aşamasında ise, homo sapiens sapiens, yani günümüz modern insanının oluştuğu öne sürülür.
İşin aslı ise şöyledir: Evrimcilerin ortaya attıkları bu hayali senaryoda Australopithecus ismini verdikleri canlılar soyları tükenmiş gerçek maymunlar, homo serisindeki canlılar ise eski tarihlerde yaşamış bugün ise nesli tükenmiş ırklara mensup insanlardır. Evrimciler bir "insan evrimi" şeması oluşturabilmek için çeşitli maymun ve insan fosillerini büyüklüklerine göre ard arda dizmişlerdir. Oysa bilimsel gerçekler, bu fosillerin kesinlikle bir evrim sürecini göstermediğini ve insanın ataları olarak gösterilen bu canlıların bir kısmının gerçek maymun, bir kısmının da gerçek insan olduklarını göstermiştir.
Şimdi hayali insan evrimi şemasının ilk basamağını oluşturan Australopithecusları inceleyelim.

Australopithecuslar: Nesli Tükenmiş Maymunlar

Evrimcilerin iddiası, Australopithecusların günümüz insanlarının en ilkel atası olduklarıdır. Bunlar yüz ve kafa yapıları bugünkü maymunlara benzeyen, beyin hacimleri ise günümüz maymunlarınkinden daha küçük olan eski bir türdür. Ancak evrimcilerin iddialarına göre bu yaratıkların insanların atası olmasını sağlayan çok önemli bir özellikleri bulunur; iki ayaklı olmaları.
Maymunlarla insanların hareket şekli tamamen farklıdır. İnsanlar, gerçek anlamda iki ayaklarıyla dik hareket eden yegane canlılardır. Diğer bazı hayvanlar ise iki ayaklı olarak sınırlı bir hareket kabiliyetine sahiptirler ve sonuçta eğik bir iskelete sahiptirler.
Evrimcilere göre, Australopithecus isimli bu canlılar, iki ayakları üzerinde insanlar gibi dik olarak yürüyemeseler de eğik yürüme yeteneğine sahiptiler. İşte bu sınırlı iki ayaklı yürüyüş hareketi bile evrimcileri bu canlıların insanın atası oldukları yönünde cesaretlendirmeye yetmişti.
Oysa evrimcilerin, Australopithecusların iki ayaklı olduklarına dair iddialarını çürüten ilk delil, yine evrim araştırmacılarının kendilerinden geldi. Australopithecusların fosilleri üzerinde yapılan detaylı inceleme, evrimciler tarafından bile, bunların "fazla" maymuna benzediğinin kabulüne yol açmıştı. 1970'li yılların ortalarında Australopithecus fosilleri üzerinde detaylı anatomik araştırmalar yapan evrimci Charles E. Oxnard, Australopithecusların iskelet yapılarını günümüz orangutanlarınkine benzetiyordu:
Australopithecineslerin omuz, pelvis, bilek, ayak, dirsek ve eller gibi anatomik bölgeleri üzerinde yapılmış birçok karşılaştırmalı anatomik araştırma mevcuttur. Bütün bunlar şunu söylüyor: Bu fosillerin modern insana olan yakınlığı gerçek olmayabilir. Bütün fosil parçaları hem insandan hem de şempanze ve gorillerden farklıdır. Australopithecinesler grup olarak incelendiğinde kendilerine has bir tür orangutana benzerlik gösterirler.28
Ancak evrimciler için esas utanç kaynağı, Australopithecusların iddia edildiği gibi iki ayaklı ve eğik olarak yürüyemeyeceklerinin anlaşılmış olması oldu. İki ayaklı ancak eğik olarak yürüdüğü iddia edilen Australopithecus'un böyle bir yapıya sahip olması fiziksel olarak son derece verimsiz olacaktı ve orantısız olarak yüksek bir enerji gerektirmekteydi. Nitekim, 1996 yılında bilgisayar uzmanı Robin Crompton, yaptığı araştırmalarda bu çeşit bir "karma" yürüyüşün imkansız olduğunu gösterdi. Crompton'un vardığı sonuç şuydu: Bir canlı ya tam dik, ya da tam dört ayağı üzerinde yürüyebilir. Bu ikisinin arası bir yürüyüş biçimi, enerji kullanımının aşırı derecede artması nedeniyle mümkün olamaz. Böylece Australopithecusların iddia edildiği gibi eğik ve iki ayaklı yürüyemeyeceği ortaya çıkmış oldu.
Australopithecusların iki ayaklı olmadıklarına dair belki de en önemli çalışmayı ise 1994 yılında fosilleşmiş canlılar üzerinde iki ayaklılık araştırmaları yapan İngiltere Liverpool Üniversitesi, İnsan Anatomisi ve Hücre Biyolojisi Bölümü'nde görevli araştırmacı anatomist Fred Spoor ve ekibi yaptılar. Kulak salyangozundaki bilinçsiz denge mekanizmasından yola çıkarak araştırmalar yapan bilim adamları Australopithecusların kesinlikle iki ayaklı olmadıklarını buldular. Böylece Australopithecusların insan benzeri olduklarına dair iddianın sonu gelmiş oldu.

Homo Serisi: Gerçek İnsan Irkları

Hayali insan evriminin bir sonraki basamağı ise "homo" yani insan serisidir. Bu serideki canlılar günümüz insanından çok farklı olmayan sadece ırksal bazı farklılıkları bulunan insanlardır. Evrimciler bu farklılıkları abartmaya çalışarak sözkonusu insanları günümüz insanının bir "ırkı" olarak değil, ayrı bir "tür"ü olarak yorumlamışlardır. Oysa birazdan da göreceğimiz gibi homo serisindeki insanların tümü aslında normal birer insan ırkından başka birşey değildir.
Evrimcilerin hayali şemasına göre homo türünün kendi içindeki hayali evrimi şöyledir: Önce homo erectus, sonra arkaik homo sapiens ve neandertal insanı, sonra da cro-magnon adamı ve günümüz insanı oluşur.
Homo serisindeki yukarıda saymış olduğumuz "tür"lerin hepsi, her ne kadar evrimciler aksini iddia etseler de gerçek insanlardan başka birşey değildirler. Öncelikle evrimcilerin en ilkel tür saydıkları homo erectusu inceleyelim.
Homo erectus'un "ilkel" bir tür olmadığını gösteren en etkileyici delil, en eski homo erectus kalıntılarından olan "Turkana Çocuğu" fosilidir. Turkana çocuğu fosilinin sahibinin 12 yaşında bir çocuk olduğu ve büyüdüğü zaman 1.83 boyunda olacağı tahmin edilmektedir. Bu fosilin sahibinin dik iskelet yapısı günümüz insanından farksızdır! Uzun ve ince olan iskelet yapısı, günümüzde tropik bölgelerde yaşamakta olan insanların iskelet yapısıyla tamamen uyuşmaktadır. Bu fosil, homo erectus'un günümüz insanının bir ırkı olduğunun en önemli delillerindendir. Evrimci paleantropolog Richard Leakey homo erectus ve günümüz insanını şöyle karışılaştırır:
Herhangi bir kişi farklılıkları farkedebilir: Kafatasının biçimi, yüzün açısı, kaş çıkıntısının kabalığı vs. Ancak bu farklılıklar bugün değişik coğrafyalarda yaşamakta olan insan ırklarının birbirleri arasındaki farklılıklardan daha fazla değildir. Böyle bir varyasyon topluluklar birbirlerinden uzun zaman aralıklarında ayrı tutuldukları zaman ortaya çıkar.29
Yani Leakey şunu söylemektedir ki homo erectus ve bizim aramızdaki fark, örneğin zencilerle eskimolar arasındaki farklılıklardan fazla değildir. Homo erectus'un bu kafatası özellikleri, beslenme biçimi, genetik göç, diğer insan ırklarıyla belli bir süre kaynaşmama gibi olayların sonucunda ortaya çıkmıştır.
Homo erectus'un "ilkel" bir tür olmadığının bir başka güçlü kanıtı bunların 27 bin yıllık ve hatta 13 bin yıllık fosillerinin bulunmuş olmasıdır. Bilim dünyasında büyük yankılar uyandıran ve -bilimsel bir dergi olmayan- Time'da bile yayınlanan bir makaleye göre Java adasında yaşının 27 bin yıllık olduğu belirlenen homo erectus fosilleri bulunmuştur. Avusturalya'da Kow Bataklığı'nda ise 13 bin yıllık homo sapiens-homo erectus özellikleri taşıyan bazı fosiller bulunmuştur. Bütün bu fosiller, homo erectus'un günümüze oldukça yakın tarihlere kadar yaşamını sürdürmüş olduğunu ve bunların bildiğimiz insanın tarihe gömülmüş bir ırkından başka birşey olmadıklarını göstermektedir.

Arkaik Homo Sapiens ve Neandertal Adamı

Arkaik homo sapiens, hayali evrim şemasının günümüz insanından bir önceki basamağını oluşturur. Aslında bu insanlar hakkında evrimciler açısından söylenecek birşey yoktur, zira bunlar günümüz insanından ancak çok küçük farklılıklarla ayrılırlar. Hatta bazı araştırmacılar, bu türün temsilcilerinin günümüzde hala yaşamakta olduklarını söyleyerek Avusturalyalı Aborijin yerlilerini örnek gösterirler. Aborijin yerlileri de aynı bu tür gibi kalın kaş çıkıntılarına, içeri doğru eğik bir çene yapısına ve biraz daha küçük bir beyin hacmine sahiptirler. Ayrıca çok yakın bir geçmişte Macaristan'da ve İtalya'nın bazı köylerinde bu insanların yaşamış olduklarına dair ciddi bulgular ele geçirilmiştir.
Evrimciler arkaik homo sapiens türüne en önemli örnek olarak Hollanda'nın Neander vadisinde bulunan ve Neandertal adamı adı verilen insan fosillerini gösterirler. Zaten günümüzde birçok araştırmacı, Neandertal insanını günümüz insanının bir alt türü olarak tanımlayarak "homo sapiens neandertalensis" demektedir. Bu ırkın günümüz insanıyla beraber, aynı anda ve aynı coğrafyada yaşadığı kesindir. Bulgular, Neandertallerin ölülerini gömdüklerini, çeşitli müzik aletleri yaptıklarını ve aynı dönemde yaşamış homo sapiens sapienslerle beraber gelişmiş bir kültürü paylaştıklarını açıkça göstermektedir. Neanderthal fosillerinin tamamen modern olan kafatasları ve iskelet yapıları da herhangi bir spekülasyona açık değildir. Bu konuda ciddi bir otorite sayılan New Mexico Üniversitesi'nden Erik Trinkaus şöyle yazar:
Neanderthal kalıntıları ve modern insan kemikleri arasında yapılan ayrıntılı karşılaştırmalar, şunu göstermektedir ki Neanderthallerin anatomisinde, ya da hareket, alet kullanımı, zeka seviyesi veya konuşma kabiliyeti gibi özelliklerinde modern insanlardan aşağı sayılabilecek hiçbir şey yoktur.30
Bunlara ek olarak Neandertallerin günümüz insanına göre bazı üstünlükleri bulunmaktadır. Neandertallerin beyin hacimleri günümüz insanınkinden daha büyüktür ve bunlar vücut olarak daha sağlam yapılı ve kas gücü olarak bizlerden çok daha güçlüdürler. Yine Trinkaus şöyle der: "Neanderthallerin kendine özgü yapısı, gövde ve uzuv kemiklerinin genel olarak abartılı biçimde yapılı olmasıdır. Bütün iyi korunmuş kemikler, modern insanlar tarafından ender olarak sahip olunabilecek bir güce işaret ediyor. Dahası bu özellik sadece yetişkin erkeklerde değil, yetişkin kadınlarda, yaşlılarda ve hatta çocuklarda bile görülebiliyor"
Kısacası Neandertaller, sadece zamanla asimile olmuş özgün bir insan ırkıdır.
Tüm bunlar, evrimcilerin çizdikleri "insanın evrimi"senaryosunun da tamamen bir hayal ürünü olduğunu, insanların her zaman insan, maymunların da her zaman maymun olduklarını göstermektedir.

Canlılık Tesadüflerle Oluşabilir Mi?

Evrim teorisi canlılığın, ilkel dünya koşullarında rastlantılar sonucu meydana gelen bir hücreyle başladığını ileri sürer. Ancak 21. yüzyıla girerken bile pekçok yönden esrarını koruyan hücrenin varlığını doğa şartlarına ve tesadüflere bağlamanın nasıl bir akılsızlık olduğunu göstermek için hücrenin yapısını basit benzetmelerle tarif etmeye çalışalım:
Bir canlı hücresi, bütün çalışma sistemleri, haberleşmesi, ulaşımı ve yönetimiyle büyük bir şehirle benzer bir karmaşıklık derecesine sahiptir: Hücrenin sarfettiği enerjiyi üreten santraller; yaşam için zorunlu olan enzim ve hormonları üreten fabrikalar; üretilecek bütün ürünlerle ilgili bilgilerin kayıtlı bulunduğu bir bilgi bankası; bir bölgeden diğerine hammaddeleri ve ürünleri nakleden kompleks taşıma sistemleri, boru hatları; dışardan gelen hammaddeleri işe yarayacak parçalara ayrıştıran gelişmiş laboratuvar ve rafineriler; hücrenin içine alınacak veya dışına gönderilecek malzemelerin giriş-çıkış kontrollerini yapan uzmanlaşmış hücre zarı proteinleri bu karmaşık yapının yalnızca bir bölümünü oluştururlar.
İşte yapısı ve içerdiği mekanizmalarla bu derece kompleks bir varlık olan hücrenin değil ilkel dünya şartlarında oluşması, günümüzün en ileri teknolojiye sahip laboratuvarlarında bile yapay olarak sentezlenmesi mümkün olmamıştır. Hücrenin yapıtaşı olan aminoasitlerden ve bunların oluşturduğu proteinlerden yola çıkarak değil hücre, mitokondri, ribozom, vs. gibi hücrenin tek bir organeli bile oluşturulamaz. Dolayısıyla evrimin tesadüfen oluştuğunu iddia ettiği ilk hücre yalnızca bir hayalgücü ve fantezi ürünü olarak kalmıştır.
Proteinler Tesadüfe Meydan Okuyor

Hücreyi şimdilik bir kenara bırakalım. Çünkü değil hücrenin, hücreyi oluşturan binlerce çeşit karmaşık protein moleküllerinden bir tanesinin bile doğal şartlarda oluşması ihtimal dışıdır.
Proteinler, belli sayıda ve çeşitteki aminoasitlerin özel bir sırayla dizilmelerinden oluşan dev moleküllerdir. Bu moleküller canlı hücrelerinin yapıtaşlarını oluştururlar. En basitleri yaklaşık 50 aminoasitten oluşan proteinlerin binlerce aminoasitten oluşan çeşitleri de vardır. Canlı hücrelerinde bulunan ve her birinin özel bir görevi olan proteinlerin yapılarındaki tek bir aminoasitin bile eksilmesi veya yerinin değişmesi ya da zincire fazladan bir aminoasit eklenmesi o proteini işe yaramaz bir molekül yığını haline getirir. Daha aminoasitlerin "tesadüfen oluştukları" iddiasına bile geçerli bir kanıt ya da açıklama getirmekten aciz olan moleküler evrim teorisi, proteinlerin oluşumu noktasında tamamen açmaza girmektedir.
Proteinlerin fonksiyonel yapısının hiçbir şekilde tesadüfen meydana gelemeyeceği, herkesin anlayabileceği basit olasılık hesaplarıyla bile rahatlıkla görülebilir.
Örneğin, bileşiminde 288 aminoasit bulunan ve 12 farklı aminoasit türünden oluşan ortalama büyüklükteki bir protein molekülünün içerdiği aminoasitler 10300 farklı biçimde dizilebilir. Ancak bu dizilimlerden yalnızca "1" tanesi bu sözkonusu proteini oluşturur. Geriye kalan tüm dizilimler hiçbir işe yaramayan, hatta kimi zaman canlılar için zararlı bile olabilecek anlamsız aminoasit zincirleridir. Diğer bir deyişle yukarıda örnek verdiğimiz protein molekülünden yalnızca bir tekinin tesadüfen meydana gelme ihtimali "10300'de 1" ihtimaldir. Bu, 1'in yanına 300 adet sıfırın gelmesiyle oluşan "astronomik" sayıda "1" ihtimal ise pratikte gerçekleşmesi imkansız bir ihtimaldir. Dahası, 288 aminoasitlik bir protein, canlıların yapısında bulunan diğer 1000'lerce aminoasitlik dev proteinlerle kıyaslandığında oldukça mütevazi bir yapı sayılabilir. Aynı ihtimal hesaplarını bu dev moleküllere uyguladığımızda ise bu "imkansız" kelimesinin bile yetersiz kaldığını görürürüz.
Bir tanesinin bile tesadüfen oluşması imkansız olan bu proteinlerden ortalama bir milyon tanesinin tesadüfen uygun bir şekilde biraraya gelip eksiksiz bir insan hücresini meydana getirmesi ise, milyarlarca kez daha imkansızdır. Kaldı ki bir hücre hiçbir zaman için bir protein yığınından ibaret değildir. Hücrenin içinde, proteinlerin yanısıra nükleik asitler, karbonhidratlar, lipitler, vitaminler, elektrolitler gibi başka birçok kimyasal madde gerek yapı gerekse işlev bakımından belli bir oran, uyum ve tasarım çerçevesinde yeralırlar. Her biri de birçok farklı organelin içinde yapıtaşı veya yardımcı molekül olarak görev yaparlar.
Görüldüğü gibi evrim, yegane "açıklaması" olan tesadüf teorisiyle, değil hücre, hücredeki milyonlarca proteinden tek birinin oluşumunu bile izah etmekten acizdir.
Türkiye'de, evrimci düşüncenin önde gelen otoritelerinden olan Prof. Dr. Ali Demirsoy da, Kalıtım ve Evrim isimli kitabında, canlılık için en gerekli enzimlerden birisi olan Sitokrom-C'nin tesadüfen oluşma olasılığını şöyle ifade etmektedir:
Özünde bir Sitokrom-C'nin dizilişini oluşturmak için olasılık sıfır denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu tüm evrende bir defa oluşacak kadar az bir olasılığa sahiptir denilebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O zaman birinci varsayımı irdelemek gerekir.31
Demirsoy, üstteki satırlarının ardından, "bilimsel amaca daha uygun" olduğu için kabul ettiği bu olasılığın ne denli gerçek dışı olduğunu şöyle itiraf eder:
... Sitokrom-C'nin belirli aminoasit dizilimini sağlamak, bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır —maymunun rastgele tuşlara bastığını kabul ederek—.32
Canlılarda bulunan bir protein molekülünün meydana gelmesi için yalnızca uygun aminoasitlerin uygun sırada dizilmeleri yeterli değildir. Bunun yanısıra, proteinlerin yapısında bulunan 20 çeşit aminoasitten herbirinin de yalnızca sol-elli olması gereklidir. Kimyasal olarak aynı aminoasitin hem sağ-elli hem de sol-elli olmak üzere iki farklı türü vardır. Bunların aralarındaki fark üç boyutlu yapılarının birbiriyle zıt yönlü olmasından kaynaklanır. Aynı insanın, sağ ve sol elleri arasındaki farklılık gibi... Doğada her iki cins aminoasit eşit miktarda bulunmakta ve her iki gruptan aminoasit de birbirleriyle mükemmel bir şekilde birleşme yapabilmektedir. Ancak yapılan araştırmalar çok ilginç bir gerçeği ortaya çıkarmıştır: Canlıların yapısında bulunan proteinler yalnızca sol-elli aminoasitlerden oluşmaktadır ve proteinin yapısına katılacak tek bir sağ-elli aminoasit bile o proteini işe yaramaz hale getirmektedir.
Bir an için evrimcilerin dediği gibi canlılığın tesadüflerle oluştuğunu varsayalım! Bu durumda yine tesadüflerle oluşmuş olması gereken aminoasitlerden doğada sağ ve sol-elli olmak üzere eşit miktarlarda bulunacaktı. Proteinlerin nasıl olup da bunların içinden yalnızca sol-ellilerini ayıkladıkları ve nasıl aralarına hiçbir sağ-elli aminoasitin karışmadığı evrimcilerin hiçbir açıklama getiremedikleri konulardan birisi olarak kaldı. Bu durum evrimin gözü kapalı bir savunucusu olan Britannica Bilim Ansiklopedisi'nde şöyle ifade edilir:
Yeryüzündeki tüm canlı organizmalardaki aminoasitlerin tümü, proteinler gibi karmaşık polimerlerin yapı blokları, aynı asimetri tipindedir. Adeta tamamen sol-ellidirler. Bu, bir bakıma, milyonlarca kez havaya atılan bir paranın hep tura gelmesine, hiç yazı gelmemesine benzer. Moleküllerin nasıl sol-elli ya da sağ-elli olduğu tamamen kavranılamaz. Bu seçim anlaşılmaz bir biçimde, yeryüzü üzerindeki yaşamın kaynağına bağlıdır.33
Bir proteinin meydana gelebilmesi için, gerekli aminoasit çeşitlerinin, gereken sayı ve sıralamada ve gereken üç boyutlu yapıda dizilmeleri yetmez. Bunun için aynı zamanda, birden fazla kola sahip aminoasit moleküllerinin yalnızca belirli kollarıyla birbirlerine bağlanmaları gerekmektedir. Bu şekilde yapılan bir bağa, "peptid bağı" adı verilir. Proteinler, yalnızca ve yalnızca "peptid" bağlarıyla bağlanmış aminoasitlerden meydana gelirler.
Yapılan araştırmalar aminoasitlerin kendi aralarındaki rastgele birleşmelerinin en fazla % 50'sinin peptid bağı ile olduğunu, geri kalanının ise proteinlerde bulunmayan farklı bağlarla bağlandıklarını ortaya koymuştur. Dolayısıyla aynen bir proteini oluşturacak aminoasitlerin yalnızca sol-elliler arasından seçilmelerinin zorunluluğu gibi, her aminoasitin de kendinden önceki ve sonraki ile yalnızca ve yalnızca peptid bağı ile bağlanmış olması gerekliliğini de ayrıca hesaba katmak şarttır. Çünkü, doğal şartlarda sağ-elli aminoasitleri özel olarak bir kenara ayıracak ve her aminoasitin bir diğeriyle peptid bağı yapması için başında duracak bir kontrol mekanizması elbette ki yoktur.
Bu durumda, örneğin, 500 aminoasitli ortalama bir protein molekülünün uygun çeşit ve sıralamada dizilmeleri ihtimalinin yanısıra, içerdiği aminoasitlerin hepsinin yalnızca sol-elli olması ve bu aminoasitlerin herbirinin de yalnızca peptid bağı kurması ihtimallerini de hesaba kattığımız da ulaşacağımız toplam ihtimali şöyle elde ederiz:
- Uygun dizilme ihtimali = 1/20500 = 1/10650
- Sol-ellilik ihtimali = 1/2500 = 1/10150
- Peptid bağı ihtimali = 1/2499 = 1/10150
TOPLAM = 1/10950 yani 10950 de "1" ihtimal

Görüldüğü gibi 500 aminoasitlik bir protein molekülünün meydana gelme olasılığı, 1'in yanına 950 sıfırın gelmesiyle oluşan ve aklın kavrama sınırlarının çok ötesinde olan astronomik bir sayıda, "1" ihtimaldir. Bu yalnızca kağıt üstündeki bir ihtimaldir. Pratikte ise, böyle bir ihtimalin gerçekleşme şansı "0"dır. Matematikte de 1050'nin ötesindeki bir sayı istatiksel olarak gerçekleşme ihtimali "0" olan bir sayıdır.
500 aminoasitlik bir protein molekülünün tesadüfen oluşma imkansızlığı bu boyutlara varırken, isterseniz zihninizi imkansızlığın daha ileri boyutlarıyla biraz daha zorlayalım: hayati bir protein olan "Hemoglobin" molekülünde üstteki örnek proteinden daha fazla, 574 aminoasit bulunur. Şimdi sıkı durun! Vücudunuzdaki milyarlarca kırmızı kan hücrelerinden yalnızca bir tanesinde ise, tam "280.000.000" (280 milyon) Hemoglobin molekülü bulunur. Oysa bırakın bir kırmızı kan hücresini, onun tek bir proteininin dahi deneme-yanılma yöntemiyle meydana gelebilmesi için dünyanın varsayılan ömrü yetmemektedir. Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç, evrimin daha tek bir proteinin oluşması aşamasında içinden çıkılması imkansız bir açmaza girdiğidir..

Canlılığın Ortaya Çıkışına Cevap Arayışları

Tüm bu gerçekler karşısında taraflı ve kasıtlı bir kayıtsızlık gösteren evrimciler olaya mantıklı bir açıklama getiremeyeceklerini bildiklerinden, her zaman olduğu gibi göz boyama yöntemlerini sürdürmeye ve geliştirmeye koyuldular.
Canlılığın nasıl olup da cansız maddelerden oluşabildiği sorununa sözde evrimci bir açıklama getirmiş olabilmek amacıyla bir takım laboratuvar deneyleri yaptılar. Bunların arasında evrimcilerin en çok itibar ettikleri deney, 1953 yılında Amerikalı araştırmacı Stanley Miller tarafından yapılan ve Miller Deneyi ya da Urey-Miller Deneyi olarak adlandırılan deneydir.
Stanley Miller aminoasitlerin tesadüfen oluşabileceklerini ispatlamak amacıyla, ilkel dünyanın oluşumunda varolduğunu tahmin ettiği —ancak daha sonraları gerçekçi olmadığı anlaşılacak olan— bir atmosfer ortamını laboratuarında kurdu ve çalışmalarına başladı. Deneyinde ilkel atmosfer olarak kullandığı karışım amonyak, metan, hidrojen ve su buharından oluşuyordu.
Miller, metan, amonyak, su buharı ve hidrojenin doğal şartlar altında birbirleriyle reaksiyona giremeyeceklerini biliyordu. Bunları birbirleriyle reaksiyona sokmak için dışardan enerji takviyesi yapmak gerektiğinin de farkındaydı. Bu nedenle bu enerjinin ilkel atmosfer ortamında yıldırımlardan kaynaklanmış olabileceğini öne sürdü. Bu varsayıma dayanarak da, yaptığı deneylerinde yapay bir elektrik deşarj kaynağı kullandı.
Miller bu gaz karışımını bir hafta boyunca 100°C ısıda kaynattı, öte yandan da bu sıcak ortama elektrik akımı verdi. Haftanın sonunda Miller, kavanozun dibinde bulunan karışımdaki kimyasalları ölçtü ve proteinlerin yapıtaşlarını oluşturan 20 çeşit aminoasitten üçünün sentezlendiğini gözledi.
Deney, evrimciler arasında büyük bir sevinç yarattı ve çok büyük bir başarıymış gibi lanse edildi. Bu deneyin kendi teorilerini kesinlikle doğruladığına inanan evrimciler, bundan aldıkları cesaretle hemen senaryo üretme işine giriştiler. Miller sözde, aminoasitlerin kendi kendilerine oluşabileceklerini ispatlamıştı. Buna dayanarak, sonraki aşamalar da hemen kurgulandı. Çizilen senaryoya göre, ilkel atmosferde meydana gelen aminoasitler, daha sonra rastlantılar sonucu uygun dizilimlerde birleşmiş ve proteinleri oluşturmuşlardı. Tesadüf eseri meydana gelen bu proteinlerin bazıları da, kendilerini, "her nasılsa" bir şekilde oluşmuş hücre zarı benzeri yapıların içine yerleştirerek ilkel hücreyi meydana getirmişlerdi. Hücreler de zamanla yanyana gelip birleşerek canlı organizmaları oluşturmuşlardı. Senaryonun en büyük dayanağı ise Miller'ın deneyiydi.
Oysa Miller deneyi geçersizliği pek çok noktadan kanıtlanmış bir göz boyamadan başka birşey değildi.

Miller Deneyi'nin Geçersizliği

Neredeyse elli yaşına giren bu deney, birçok yönden geçersizliği kanıtlandığı halde, bugün hala canlılığın sözde kendiliğinden oluşumu hakkındaki en büyük kanıt olarak evrimci literatürdeki yerini korur. Oysa Miller deneyi önyargılı ve tek taraflı evrimci mantığıyla değil de gerçekçi bir gözle değerlendirildiğinde, durumun evrimciler açısından hiç de o kadar umutlandırıcı olmadığı görülür. Çünkü hedefini, ilkel dünya koşullarında aminoasitlerin kendi kendilerine oluşabileceklerini kanıtlamak olarak gösteren deney, birçok yönden bu hedefle tutarsızlık göstermektedir. Bunlar şunlardır:
• Miller deneyinde, "soğuk tuzak" (cold trap) isimli bir mekanizma kullanarak aminoasitleri oluştukları anda ortamdan izole etmişti. Çünkü aksi takdirde, aminoasitleri oluşturan ortamın koşulları, bu molekülleri oluşmalarından hemen sonra imha ederdi.
Halbuki ultraviyole, yıldırımlar, çeşitli kimyasallar, yüksek oksijen miktarı vs. gibi unsurları içeren ilkel dünya koşullarında, bu çeşit bilinçli düzeneklerin varolduğunu düşünmek bile anlamsızdır. Bu mekanizma olmadan, herhangi bir çeşit aminoasit elde edilse bile bu moleküller aynı ortamda hemen parçalanacaklardır.
• Miller'ın deneyinde canlandırmaya çalıştığı ilkel atmosfer ortamı gerçekçi değildi. Miller yapay ortamında olması gereken azot ve karbondioksidi göz ardı ediyor, bunların yerine metan ve amonyak kullanmayı tercih ediyordu.
Peki evrimciler neden ilkel atmosferde ağırlıklı olarak metan (CH4), amonyak (NH3) ve su buharının (H2O) bulunduğu konusunda ısrar etmişlerdi? Cevap basitti: Amonyak olmadan, bir amino asidin sentezlenmesi imkansızdı. Kevin M. Kean, Discover dergisinde yayınlanan makalede bu durumu şöyle anlatıyor:
Miller ve Urey dünyanın eski atmosferini metan ve amonyak karıştırarak kopya ettiler. Onlara göre dünya, metal, kaya ve buzun homojen bir karışımıydı. Oysa son çalışmalarda o zamanlar dünyanın çok sıcak olduğu ve ergimiş nikel ile demirin karışımından meydana geldiği anlaşılmıştır. Böylece o dönemdeki kimyevi atmosferin daha çok azot (N2), karbondioksit (CO2) ve su buharından (H2O) oluşması gerekir. Oysa bunlar organik moleküllerin oluşması için amonyak ve metan kadar uygun değildirler.34
Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'ın kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti.
• Miller'ın deneyini geçersiz kılan bir diğer önemli nokta da, aminoasitlerin oluştuğu öne sürülen dönemde, atmosferde aminoasitlerin tümünü parçalayacak yoğunlukta oksijen bulunmasıydı. Bu miktardaki oksijen ise aminoasitlerin oluşmasına kesin olarak engel olacaktı. Bu durum, oksijen dikkate alınmadan yapılmış olan Miller deneyini tamamen geçersiz kılmaktaydı. Eğer deneyde oksijen kullanılsaydı metan, karbondioksit ve suya, amonyak ise azot ve suya dönüşecekti.
Diğer taraftan, —henüz ozon tabakası var olmadığından— çok yoğun miktarlardaki ultraviyole ışınlarına karşı korumasız olan dünya üzerinde herhangi bir organik molekülün yaşaması da imkansızdır.
• Miller deneyinin sonucunda sadece canlılık için gerekli olan aminoasitler elde edilmemiş, bunlardan çok daha fazla miktarda canlıların yapı ve fonksiyonlarını bozucu özelliklere sahip organik asitler de oluşmuştu. Aminoasitlerin, izole edilmeyip de bu kimyasal maddelerle aynı ortamda bırakılmaları halinde ise, bunlarla kimyasal reaksiyona girip parçalanmaları ve farklı bileşiklere dönüşmeleri kaçınılmazdı. Ayrıca deney sonucunda ortaya sağ-elli aminoasitler de çıkmıştı. Sadece bu aminoasitlerin varlığı, evrimi kendi mantığı içinde bile çürütüyordu. Çünkü sağ-elli aminoasitler canlı yapısında kullanılamayan ve proteinlerin yapısına karıştıklarında onları kullanılmaz hale getiren aminoasitlerdi.
Sonuç olarak Miller'ın deneyindeki aminoasitlerin oluştuğu ortam canlılık için elverişli değil, aksine ortaya çıkacak işe yarar molekülleri parçalayıcı, yakıcı bir asit karışımı niteliğindeydi.
Aslında bu deneyle evrimciler, bir anlamda evrimi kendi elleriyle çürütmüşlerdir. Çünkü deney, aminoasitlerin tesadüfen değil, ancak bütün koşulları özel olarak ayarlanmış kontrollü bir laboratuvar ortamında, bilinçli müdahaleler sonucunda elde edilebileceğini gözler önüne sermiştir.
Yani canlılığı ortaya çıkaran güç, bilinçsiz tesadüfler değil, ancak yaratılış olabilir. Bu nedenle de canlılığın her aşaması, bizlere Allah'ın varlığını ve gücünü kanıtlayan bir delil niteliğindedir.

Mucize Molekül DNA

Canlılığın kökenini rastlantılarla açıklama gayretindeki evrim teorisi hücrenin yapısının en temelindeki bu moleküllerin varlığına bile tutarlı bir izah getirememişken genetik bilimindeki ilerlemeler ve nükleik asitlerin, yani DNA ve RNA'nın keşfi, teori için yepyeni çıkmazlar oluşturdu.
1955 yılında James Watson ve Francis Crick'in DNA hakkında yaptıkları çalışmalar, biyolojide yepyeni bir çığır açtı. Birçok bilim adamı, genetik konusuna yöneldi. Yıllar süren araştırmalar sonucunda bugün, DNA'nın yapısı büyük ölçüde aydınlandı.
Burada DNA'nın yapısı ve işlevi hakkında çok temel birkaç bilgi vermek yerinde olur:
Vücuttaki 100 trilyon hücrenin herbirinin çekirdeğinde bulunan DNA adlı molekül, insan vücudunun eksiksiz bir yapı planını içerir. Bir insana ait bütün özelliklerin bilgisi, dış görünümden iç organlarının yapılarına kadar DNA'nın içinde özel bir şifre sistemiyle kayıtlıdır. DNA'daki bilgi, bu molekülü oluşturan dört özel molekülün diziliş sırası ile kodlanmıştır. Nükleotid (veya baz) adı verilen bu moleküller, isimlerinin baş harfleri olan A, T, G, C ile ifade edilirler. İnsanlar arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş sıralamaları arasındaki farktan doğar. Bir DNA molekülünde yaklaşık olarak 3.5 milyar nükleotid, yani 3.5 milyar harf bulunur.
Bir organa ya da bir proteine ait olan DNA üzerindeki bilgiler, gen adı verilen özel bölümlerde yer alır. Örneğin göze ait bilgiler bir dizi özel gende, kalbe ait bilgiler bir dizi başka gende bulunur. Hücredeki protein üretimi de bu genlerdeki bilgiler kullanılarak yapılır. Proteinlerin yapısını oluşturan aminoasitler, DNA'da yer alan üç nükleotidin arka arkaya sıralanmasıyla ifade edilmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Bir geni oluşturan nükleotidlerde meydana gelecek bir sıralama hatası, o geni tamamen işe yaramaz hale getirecektir. İnsan vücudunda 200 bin gen bulunduğu düşünülürse, bu genleri oluşturan milyonlarca nükleotidin doğru sıralamada tesadüfen oluşabilmelerinin imkansızlığı daha iyi anlaşılır. Evrimci bir biyolog olan Salisbury bu imkansızlıkla ilgili olarak şunları söyler:
Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 aminoasit içerir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise, yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır. Bir DNA zincirinde dört çeşit nükleotid bulunduğu hatırlanırsa, 1000 nükleotidlik bir dizi, 41000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bulunan bu rakam ise, aklın kavrama sınırının çok ötesindedir.35
41000'de bir, "küçük bir logaritma hesabı" sonucunda, 10620'de bir anlamına gelir. Bu sayı 1'in yanına 600 sıfır eklenmesiyle elde edilir. 1'in yanında 12 tane sıfır 1 trilyonu ifade ederken, 600 tane sıfırlı bir rakam gerçekten de kavranması mümkün olmayan bir sayıdır.
Prof. Dr. Ali Demirsoy da bu konuda şu itirafı yapmak zorunda kalır:
Esasında bir proteinin ve çekirdek asidinin (DNA-RNA) oluşma şansı tahminlerin çok ötesinde bir olasılıktır. Hatta belirli bir protein zincirinin ortaya çıkma şansı astronomik denecek kadar azdır.36
Bütün bu imkansızlıkların yanısıra, DNA çok zor reaksiyona giren bir yapıya sahiptir. Çünkü DNA, çift zincirden oluşmuş sıkı bir helezon şeklindedir. Bu bakımdan da canlılığın temeli olması düşünülemez.
Dahası, DNA, yalnız bir takım enzimlerin yardımı ile eşlenebilirken, bu enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Her ikisi de birbirine bağımlı olduğundan, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda mevcut olmaları gerekir. Ya da ikisinden birinin daha önce "yaratılmış" olması zorunludur. Amerikalı mikrobiyolog Homer Jacobson, bu konuda şöyle der:
İlk canlının ortaya çıktığı zaman, üreme planlarının, çevreden madde ve enerji sağlamanın, büyüme sırasının ve bilgileri büyümeye çevirecek mekanizmaların tamamına ait emirlerin o anda birarada bulunmaları gerekmektedir. Bunların hepsinin kombinasyonu ise tesadüfen gerçekleşemez.37
Yukarıdaki ifadeler 1955 yılında, yani James Watson ve Francis Crick tarafından DNA'nın yapısının aydınlatılmasından iki yıl sonra yazılmıştı. Ancak bilimdeki tüm gelişmelere rağmen, bu sorun evrimciler için çözümsüz kalmaya devam etmektedir. Özetle, üremede DNA'ya duyulan ihtiyaç, bu üreme için bazı proteinlerin mevcut olma zorunluluğu ve bu proteinlerin de DNA'daki bilgilere göre yapılma mecburiyeti, evrimci tezleri çok somut bir biçimde çürütmektedir.
Örneğin Alman bilim adamları Junker ve Scherer de kimyasal evrim için gerekli olan moleküllerin hepsinin sentezinin ayrı ayrı koşullar gerektirdiğini ve kuramsal olarak bile elde edilme yöntemi birbirinden farklı birçok maddenin biraraya gelme şansının hiç olmadığını şöyle açıklar:
Şimdiye değin kimyasal evrim için gerekli tüm moleküllerin elde edileceği bir deney bilinmiyor. Dolayısı ile çeşitli moleküllerin değişik yerlerde çok uygun koşullarda üretilip, hidroliz ve fotoliz gibi zararlı etmenlere karşı korunup, yeni bir reaksiyon bölgesine taşınması gerekmektedir. Burada tesadüften bahsedilemez çünkü böyle bir olayın kendi kendine gerçekleşme ihtimali yoktur.38
Kısacası evrim teorisi moleküler düzeyde gerçekleştiği iddia edilen evrimsel oluşumlardan hiçbirini ispatlayabilmiş değildir. RNA molekülünün nasıl olup da kendine bir hücre zarı bulduğu, daha sonra hücre organellerini nasıl ortaya çıkardığı gibi birçok soru cevapsız beklemektedir.
Buraya kadar anlattıklarımızı kısaca özetlersek, ne aminoasitler ne de bunlardan meydana gelen ve canlıların hücrelerini oluşturan proteinler, "ilkel atmosfer" ismi verilen ortamlarda hiçbir şekilde üretilememişlerdir. Dahası, proteinlerin inanılmaz karmaşıklıktaki kimyasal yapıları, sağ-el, sol-el özellikleri, peptid bağlarının oluşmasındaki zorluklar gibi faktörler, proteinlerin gelecekte de bu çeşit deneylerde üretilmelerinin imkansız olduğunu göstermektedir.
Kaldı ki proteinlerin tesadüfi bir şekilde oluştukları bir an için farzedilse bile bu hiçbir şey ifade etmez, zira proteinler tek başlarına hiçbir anlam ifade etmezler. Çünkü proteinler kendilerini çoğaltamazlar. Ancak DNA ve RNA moleküllerinde şifrelenmiş bilgi sayesinde protein sentezi yapılabilir. DNA ve RNA olmadan bir proteinin çoğaltılması imkansızdır. DNA'da şifreli olarak kaydedilmiş 20 ayrı çeşit amino asidin belli bir şekilde sıralanması, vücuttaki herbir proteinin yapısını belirler. Oysa, önceki bölümlerde de açıkladığımız gibi, DNA ve RNA'nın rastlantılarla meydana gelmesi ihtimal dışıdır.

Yaratılış Gerçeği

Evrim teorisinin tüm alanlarda çöküşünün ardından günümüzde, mikrobiyolojinin önemli isimleri, yaratılış gerçeğini kabul etmiş ve herşeyin bilinçli bir Yaratıcı tarafından üstün bir yaratılışla yaratıldığını savunmaya başlamışlardır. Nitekim bu, gözardı edilemeyecek bir gerçektir. "Açık şuurla" olayları değerlendirebilen bu bilim adamları, aralarında (Intelligent Design) "Bilinçli Dizayn" adını verdikleri bir görüş geliştirmişlerdir. Söz konusu bilim adamlarının önde gelenlerinden Michael J. Behe, Yaratıcı'nın mutlak varlığını kabul ettiğini ve bu gerçeği reddedenlerin içine düştükleri çıkmazı şöyle dile getirmektedir:
Hücreyi araştırmak için gerçekleştirilen tüm çabalar, çok açık bir biçimde, bağıra bağıra tek bir sonuç veriyordu: "Dizayn!" Bu sonuç o denli belirgindi ki, bilim tarihindeki en önemli buluşlardan biri olarak görülmeliydi... Bu zafer, onbinlerce insanın "Eureka" çığlıklarıyla bu büyük buluşu kutlamalarına yol açmalıydı...
Ama hiçbir kutlama yapılmadı, hiçbir sevinç ifade edilmedi. Aksine, hücrede keşfedilen karmaşıklığın karşısında, utangaç bir sessizlik hakim oldu. Konu halka açık bir ortamda gündeme getirildiğinde, çoğu bilim adamı bundan rahatsız oluyorlar. Kişisel diyaloglarda ise biraz daha rahatlar; çoğu keşfettikleri açık gerçeği kabul ediyor, ama sonra yere bakıp başlarını sallıyorlar ve hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ediyorlar. Peki neden? Neden bilim dünyası keşfettiği büyük gerçeğe sahip çıkmıyor? Neden ortaya çıkan açık dizayn, entellektüel eldivenlerle kenarından tutuluyor. Çünkü bilinçli bir dizaynı kabul etmek, ister istemez Tanrı'nın varlığını kabul etmeyi çağrıştırıyor onlara."39
Bugün pek çok kişi, Allah'a inanmaktansa bilimsel olmak adına bir sürü safsatayı peşinen kabul etmek zorunda kaldığının farkında bile değil. "Seni yoktan Allah var etti" cümlesini kendilerince bilimsel bulmayanlar, ilk canlının milyarlarca yıl önce 'ilkel deniz' adı verilen bir sıvı karışıma düşen yıldırımlarla ortaya çıktığına inanabiliyor...
Oysa canlılığı oluşturan dengeler, bu kitabın diğer bölümlerinde de ele alındığı gibi, o denli hassas ve sayı olarak da o kadar çoktur ki, bunların "tesadüfen" oluştuklarını ileri sürmek, tümüyle akıl dışıdır. Bu mantıksızlığın içinden bir türlü çıkıp kurtulamayanlar ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, göklerde ve yerde Allah'ın varlığının delilleri apaçıktır ve asla inkar edilemezdir.
Allah göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Yaratıcısı'dır.
O'nun varlığının delilleri tüm kainatı sarıp kuşatmıştır.


Dediler ki: "Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka
bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen,
her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın."
Bakara Suresi, 32


DİPNOTLAR


1. Edward Edelson The Immune System, Chelsea House Publisher, 1989
2. George Gamow, 1-2-3 Sonsuz, s. 245
3. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları s. 416
4. Scientific American, Eylül 1993, s. 22
5. Scientific American, Eylül 1993; ss. 88-89
6. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları s. 61
7. Scientific American, Eylül 1993, s. 32
8. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları s. 79
9. Michael J. Behe, Darwins Black Box, New York: Free Press, 1996, s. 30
10. Scientific American, Eylül 1993; Bilim, Kasım, 1993, s. 14
11. Mahlon B. Hoagland, Root's Of Live, s. 113
12. Bilim ve Teknik Dergisi, Cilt 26, Sayı 309, Ağustos 1993 s. 567
13. Michael J. Behe, Darwin's Black Box, New York: Free Press, 1996, s. 39
14. Stephen Jay Gould, "Not Necessarily a Wing", Natural History, Ekim 1985, ss. 12-13
15. J. A. Endler ve T. McLellan (1988), "The Process of Evolution: Toward A Newer Synthesis", Annual Review of Ecology and Systematics, 19, 397
16. J. A. Endler ve T. McLellan (1988), "The Process of Evolution: Toward A Newer Synthesis", Annual Review of Ecology and Systematics, 19, 397
17. Pierre P. Grassé, Evolution of Living Organisms, New York, 1977, s. 88s
18. "The Origin Of Life More Questions Than Answers", Interdisciplinary Science News, 13 348
19. Yabancı Meşhur Adamlar, Bilginler ve Mucitler, Doğan Kardeş Yayınları, ss. 86-87
20. Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, London: W.W. Norton, 1986, Önsöz
21 Charles Darwin, The Origin of Species: By Means of Natural Selection or the Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life, London: Senate Press, 1995, s. 134
22 Derek A. Ager, "The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British Geological Association, Vol. 87, No. 2, (1976), s. 133
23 T. N. George, "Fossils in Evolutionary Perspective", Science Progress. Vol. 48, Ocak 1960, ss. 1-3
24 Richard Monestarsky, Mysteries of the Orient, Discover, Nisan 1993, s.40.
25 Stefan Bengston, Nature, 345:765 1990
26 Earnest A. Hooton, Up From The Ape, New York: McMillan, 1931, s. 332.
27 Stephen Jay Gould, "Smith Woodward's Folly", New Scientist, 5 Nisan 1979, s. 44.
28 Charles E. Oxnard, The Palce of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt, Natura, Sayı 258, s 389.
29 Richard Leakey, The Making of Mankind, London: Sphere Books 1981, s. 116.
30 Eric Trinkaus, Hard Times Among the Neanderthals, Natural History, Sayı 87, Aralık 1978, s.10; R. L. Holoway, "The Neanderthal Brain: What Was Primitive?", American Journal of Physical Anthrophology Supplement, Sayı 12, 1991, s. 94.
31 Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları 1984, s. 61
32 Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları 1984, s. 61
33 Fabbri Britannica Bilim Ansiklopedisi, Cilt 2, Sayı 22, s. 519.
34 Kevin McKean, Bilim ve Teknik, Sayı 189, s. 7.
35 Frank B. Salisbury, Doubts About the Modern Synthetic Theory of Evolution, s. 336.
36 Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları 1984, s. 39.
37 Homer Jacobson, "Information, Reproduction and the Origin of Life", American Scientist, Ocak 1955, s. 121.
38 Reinhard Junker, Siegfried Scherer. "Entstehung Gesiche Der Lebewesen". Wegel, 1986. s. 89
39 Michael J.Behe, Darwin's Black Box, New York: Free Press, 1996, ss. 232-233.