17 Ağustos 2010 Salı

Resullerin Mücadelesi

RESULLERİN

MÜCADELESİ


Allah, yazmıştır: "Andolsun, ben galip geleceğim
ve elçilerim de." Gerçekten Allah, en büyük
kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır.
- Mücadele Suresi, 21 -





CAVİT YALÇIN




İstanbul, Aralık 1996







İÇİNDEKİLER

Önsöz
Resullerin mücadelesi
Resul'ün seçilişi
Resul'e iman edenler
Kavmin önde gelenleri
Resullerin isteği: Allah'a iman ve itaat
Önde gelenlerin Resul'ü kıskanmaları
Hz. Musa ve Firavun
Önde gelenlerin Resul'e attıkları iftiralar
Resul'e yapılan fiili saldırılar
Resul'ün ve müminlerin saldırılara karşı tavrı
Resul'ün önde gelenlere karşı mücadelesi
Resul'ün inkarcıları 'hor ve aşağılık' kılması
Resul'ün önde gelenlere tuzak kurması
Resul ve "atalar dini"nin temsilcileri
Resul'ün münafıklarla mücadelesi
Resul'ün yahudilerle mücadelesi
Resul'ün ahlaksızlıkla mücadelesi
Sonuç







Önsöz

Allah, tarih boyunca yaşamış olan tüm toplumlara kendi ilahi mesajını iletecek Resuller yollamıştır. Kuran'da da dikkat çekildiği üzere, bu Resullerin tüm davranışları, ahlaki özellikleri, müminler için örnektir. Bu nedenle de her mümin Resullerin yaşadıklarını dikkatle incelemeli ve öğrenmelidir.
Resullerin Kuran'da anlatılan mücadeleleri de kuşkusuz tüm müminler için aydınlatıcı ve yol göstericidir. Evet, Hz. Muhammed (s.a.v.) son Nebi ve son Resul'dür; Allah ondan sonra bir başka peygamber göndermeyecektir. Kuran, bu konuyu şöyle ifade eder:
"Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir; ancak o, Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir." (Azhap, 40)
Ancak "yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü'minlerle; 'Allah'ın yardımı ne zaman?' diyordu..." (Bakara, 214) hükmüne göre, Resulün yaşadıklarının benzerlerini onun ümmeti yaşamaya devam edecektir. Peygamberimize ve diğer peygamberlere düşmanlık yapanlar, onların Allah'ın dinini yaymasına engel olmaya kalkanlar, onların yolunu izleyen mümin ümmete karşı da harekete geçeceklerdir. Nitekim, "Allah... sizi sizden öncekilerin sünnetine iletmek ve tevbelerinizi kabul etmek ister. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir" (Nisa, 26) ayeti gereğince, Allah'ın müminler için çizdiği kader de budur
Bu nedenle Kuran'da anlatılan Resul mücadelelerini dikkatli bir şekilde incelemek, içinde bulunduğu ortamı tanıması ve gereken tepkileri verebilmesi açısından mümine büyük yarar sağlayacaktır. Nitekim Kuran, peygamber kıssalarının "temiz akıl sahipleri" için ibretler taşıdığını bildirmektedir:
"Andolsun, onların (Resullerin) kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. (Bu Kur'an) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, her şeyin 'çeşitli biçimlerde açıklaması' ve iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve rahmettir." (Yusuf, 111)
Bu kitapçık, bu konuda aydınlatıcı olabilmek için yazılmıştır.





Resullerin mücadelesi

İnsanlar, hayatlarını yönlendirmek için birbirinden farklı "yol gösterici"ler, rehberler seçerler. Pek çok insan için, en büyük yol gösterici, ailesi ve yakın çevresinden başlayarak, içinde yaşadığı toplumdur. Değer yargılarını, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bu toplumun genel düşüncesine göre belirler. Bazı insanlar ise kendilerine yol gösterici olarak ideolojilere inanır; sözkonusu ideolojileri üreten düşünürlerin "üstün" insanlar olduğunu, onların yolunu izleyerek doğruya ulaşabileceğini düşünür. Kimileri ise, tüm bunları tanımadığı, yalnızca kendi akıl ve sezgilerini yol gösterici olarak kabul ettiği iddiasındadır.
Oysa tüm bu sayılan düşünceler, ortak bir yanlış üzerine kuruludur. Bu düşünceleri taşıyan, (yani kendilerine yol gösterici olarak toplumu, bazı "üstün" saydığı insanları ya da kendi aklını benimseyen) kişiler, çok önemli bir gerçeği reddetmekte ya da gözardı etmektedirler: İnsan yaratılmış bir varlıktır ve sahip olduğu herşeyi kendisini yaratana, yani Allah'a borçludur. Kendi bedenini, etrafını, gökyüzünü ya da var olan herhangi bir şeyi biraz vicdanlı bir biçimde incelese, bunların Allah tarafından yaratılmış olduklarını açıkça görebilir.
İnsanı Allah yarattığına göre, kuşkusuz bu yaratışın belirli bir amacı olmalıdır. Çünkü, "biz, bir 'oyun ve oyalanma konusu' olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık" (Enbiya, 16) ayeti gereği, hiçbir şeyin yaratılışı amaçsız, hedefsiz olamaz. İnsanın yaratılış amacı, bir ayette şöyle bildirilir:
"Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zariyat, 56)
Evet, insanın yaratılışının tek gerçek amacı Allah'a kulluk etmesidir. Ancak burada bir yanlış anlamaya karşı dikkatli olmak gerekiyor: İnsanın yalnızca Allah'a kulluk etmek için yaratılmış olması, hayatı boyunca sürekli olarak namaz kılması ya da durmadan tespih çekmesi gerektiği anlamına gelmez. Kuşkusuz namaz ve benzeri şekli ibadetler farzdır ve her mümin bunları yerine getirmekle yükümlüdür. Ancak kulluk etmek hayatın her alanını kapsar ve asıl olarak da, Allah'ı tanımak, O'na yakın olmak ve tüm yaşamı O'nun gösterdiği yola göre sürdürmek demektir. Bu şekilde yaşayan, yani yalnızca Allah'a kulluk eden bir insan ise, dünyanın en neşeli, en huzurlu, en zevkli hayatını yaşar. Çünkü Allah'ın insandan istediği şeyler zor şeyler değildir. İnsan zaten Allah'a kulluk etmekten zevk alacak şekilde yaratılmıştır ve bunu yapmakla da bu yaratılışına (fıtrat) uygun hareketi yapmış olur. Kuran bu konuyu şöyle açıklar:
"Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiç bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler." (Rum, 30)
Ayette verilen bilgiler son derece önemlidir: İnsan, yalnızca Allah'a kulluk etmek üzere yaratılmıştır, yaratılışı (fıtratı) bu temel üzerindedir. Allah onu yoktan var etmiş, ona "kendi ruhundan üflemiş", onu "bir damla sudan" (spermden) koskoca bir insan haline getirmiş ve onu geçici bir süre için dünyaya koymuştur. İnsana düşen, Allah tarafından yaratıldığını bilmek ve bundan dolayı O'na şükretmektir. Böylece kendisi için geçici bir yurt olan dünyada Allah'ın gösterdiği amaca uygun olarak yaşayacak, olgunlaşıp eğitilecek ve asıl yurduna, ahirete gidecektir. Bu insanın yaratılışına (fıtratına) uygun olarak davranması demektir.
Ancak üstteki ayette, insanın fıtratının yalnızca Allah'a kulluk etmek olduğu böylece anlatıldıktan sonra bir başka bilgi daha verilir: İnsanların çoğu, bu büyük gerçekten habersizdirler!...
Çünkü insan, çoğu kez tek başına Allah'ın farkına varamaz. Yaratılmış olduğunu ve bu nedenle de Yaratıcı'sına karşı sorumlu olduğunu göremez. Çünkü, ayetlerde de vurgulandığı gibi, insan unutkandır. Kendi yaratılışını unutmaya ve Allah'ı reddetmeye son derece eğilimlidir. Kuran, bu durumu şöyle tarif ediyor:
"İnsan, bizim kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmüyor mu? Şimdi o, apaçık bir düşman kesilmiştir. Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek verdi; dedi ki: 'Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?' De ki: 'Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir'." (Yasin, 77-79)
Evet, insan Allah'ın kendisini yaratmış olduğunu unutmaya son derece eğilimlidir. Allah'ı unuttuğu anda ise, kendi bencil hırs ve tutkuları (nefsi) devreye girerek ona yeni ilahlar gösterecektir. Artık kendisini yaratan ve "düzgün bir adam kılan" (Kehf,37) Allah'a değil, başka varlıklara kulluk etmeye; onları hoşnut etmeye, onlardan medet ummaya, onları sevip onlardan korkmaya başlar. Oysa gözünde ilahlaştırdığı bu varlıkların tümü de aynı kendisi gibi aciz ve zayıf birer "kul"dur. Ama insan yine de aklını kullanıp bu gerçeği göremez ve bu hayali ilahların peşinde koşarak Allah'a yüz çevirir. Bu tam anlamıyla bir nankörlüktür. Kuran bunu şöyle ifade eder:
"Kahrolası insan, ne kadar nankördür.
(Allah) Onu hangi şeyden yarattı?
Bir damla sudan yarattı da onu 'bir ölçüyle biçime soktu'." (Abese, 17-19)
Bu tür insanların oluşturduğu bir toplum ise, doğal olarak, dinden tamamen kopmuş ve Allah'ı "arkalarında unutuluvermiş önemsiz bir şey" (Hud, 92) olarak kabul etmiş bir toplumdur. Toplumun bütün üyelerinin aynı yapıda olması, bir tür "sürü psikolojisi" yaratır ve zaten var olan inkarı daha da pekiştirir. Allah'tan ve ahiretten habersiz olan bu tür toplumlar, Kuran'da "cahiliye toplumu" olarak tanımlanır. Çünkü toplumun tüm üyeleri, her ne kadar fizik, tarih, biyoloji ya da benzeri bir "bilim" biliyor olsalar da, Allah'ı tanıyabilecek akıl ve vicdana sahip değildirler: Tam bir kara cehaletin içindedirler.
Ve bu toplumun üyeleri, konuya girerken değindiğimiz gibi, yanlış "yol gösterici"ler edinirler. Allah'ı tanımadıklarından dolayı, O'nun yolundan farklı yolların peşine takılırlar. Aynı kendileri gibi aciz birer kul olan insanlara tabi olur, o insanları örnek alır, o insanların düşüncelerini mutlak doğru olarak kabul eder.
Ve sonuçta cahiliye toplumu, gittikçe kendi kendini körleştiren, kendi kendini akıldan ve vicdandan koparan bir sistem oluşturur. Bu sistemin kendi kendine çözülmesi ve sözkonusu toplumun üyelerinin Allah'ın varlığını ve ahirette O'na verecekleri hesabı farketmeleri mümkün olmaz.
Bu kapalı sistem, Allah'tan gelecek bir "yol gösterici"nin cahiliye toplumunu gerçeğe davet etmesine kadar sürer. Kuran bu durumu ifade ederken şöyle der:
"Kitap ehlinden ve müşriklerden inkar edenler, kendilerine apaçık bir delil gelinceye kadar, (bulundukları durumdan) kopup-ayrılacak değillerdi. (O delil de) Allah'tan gönderilmiş-bir elçi (ki,) tertemiz sahifeleri okumaktadır..." (Beyyine, 1-2)

Resul'ün seçilişi
Az önce vurguladığımız gibi, cahiliye toplumu kendi başına Allah'ı farkedebilecek ve doğruyu görebilecek yeteneğe sahip değildir. Ancak Allah kuşkusuz bu toplumun üyelerini bu kapalı sistem içinde çaresiz bir durumda bırakacak değildir. Onlara, kendilerini uyaracak, kendilerine Allah'ın ve ahiretin varlığını, hayatın gerçek anlamını bildirecek bir elçi gönderecektir. Zaten Kuran'da bu elçilere "Resul" adı verilir ki, Resul'un kelime anlamı "gönderilen"dir.
Kuran'da her toplumun mutlaka bir Resul aracılığıyla uyarıldığı bildiriliyor:
"Andolsun, biz her ümmete: 'Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının' (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün." (Nahl, 36)
Resul de aslında ilk başta cahiliye toplumunun üyelerinden biridir. Allah'ın gösterdiği şekilde elçilik yapmaya hayatının belirli bir aşamasında başlayacaktır. Ancak Risaletinin (Resullüğünün) başlangıcı olan bu aşamadan önce de, yine cahiliye toplumun genelinden oldukça farklıdır. Toplumun genelinde görülen ahlaki dejenerasyondan uzaktır. Vicdanlı, dürüst, ince düşünceli ve akıllıdır. Ve en önemlisi, içinde bulunduğu toplumda bir gariplik olduğunu hissetmektedir.
Ve az önce belirttiğimiz gibi, hayatının belirli bir döneminde Risaleti başlar. Bazen Allah'ın kalbine verdiği bir anlayışla Allah'ın varlığının ve içinde bulunduğu toplumun ne denli çarpık olduğunun farkına varır, bazen de bu gerçek kendisine vahiy yoluyla bildirilir.
Örneğin Hz. İbrahim, Allah'ın varlığını ve bu gerçekten haberdar olmayan toplumunun sapkınlığını Allah'ın ilham ettiği bir anlayışla bulmuştur. Kuran, Hz. İbrahim'in durumunu şöyle anlatır:
"Hani İbrahim, babası Azer'e (şöyle) demişti: 'Sen putları ilahlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.
Böylece İbrahim'e,-kesin bilgiyle inananlardan olması için-göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.
Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: 'Bu benim rabbimdir.' Fakat (yıldız) kayboluverince: 'Ben kaybolup-gidenleri sevmem' demişti. Ardından ay'ı, (etrafa aydınlık saçarak) doğar görünce: 'Bu benim rabbim' demiş, fakat o da kayboluverince: 'Andolsun' demişti, 'Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum.'
Sonra güneşi (etrafa ışıklar saçarak) doğar görünce: 'İşte bu benim rabbim, bu en büyük' demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: 'Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım. Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.'
Kavmi onunla çekişip-tartışmaya girdi. Dedi ki: 'O beni doğru yola erdirmişken, siz benimle Allah konusunda çekişip-tartışmaya mı girişiyorsunuz? Sizin O'na şirk koştuklarınızdan ben korkmuyorum, ancak Allah'ın benim hakkımda bir şey dilemesi başka. Rabbim, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?...
...Bu, İbrahim'e, kavmine karşı verdiğimiz delilimizdir. Biz, dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz senin Rabbin, hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir." (Enam, 74-80, 83)
Ayetlerde bildirildiğine göre, Allah Hz. İbrahim'e "göklerin ve yerin melekutunu" göstermiştir. Melekut, Allah'ın ayetleri, varlığının delilleri anlamındadır. Bu bize gösterir ki, Hz. İbrahim, Allah'ın kendisine ilham ettiği anlayış sayesinde, etrafındaki müşrik (Allah'tan başka ilahlar edinen) cahiliye toplumunun sapıklığını farkedebilmiş ve Allah'ı kavrayabilmiştir. Bu, Hz. İbrahim'in Allah tarafından seçilmiş olması demektir.
Nitekim Allah tarafından seçilmiş olma ve yol gösterilme, tüm Resullerin ortak özelliğidir. Allah'ın Hz. Musa'ya yaptığı ilk hitap, bu konuyu daha iyi açıklamaktadır:
"Sana Musa'nın haberi geldi mi? Hani bir ateş görmüştü de, ailesine şöyle demişti: 'Durun, bir ateş gördüm; umulur ki size ondan bir kor getiririm veya ateşin yanında bir yol-gösterici bulurum.'
Nitekim ona gidince, kendisine seslenildi: 'Ey Musa. Gerçekten Ben, Ben senin Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar; çünkü sen, kutsal vadi olan Tuva'dasın.
Ben seni seçmiş bulunuyorum; bundan böyle vahyolunanı dinle. Gerçekten Ben, Ben Allah'ım, Ben'den başka ilah yoktur; şu halde Bana ibadet et ve beni zikretmek için dosdoğru namaz kıl.
Şüphesiz, kıyamet-saati yaklaşarak gelmektedir. Herkesin harcadığı çabanın karşılığını alması için, onun (koşup haberini) neredeyse gizleyeceğim. Öyleyse, ona inanmayıp kendi hevasına uyan, sakın seni ondan alıkoymasın; sonra yıkıma uğrarsın'." (Taha, 8-16)
Kısacası Resul, Allah tarafından özel olarak yaratılmış ve seçilmiş bir insandır. İçinde bulunduğu toplumdaki tüm insanlardan farklıdır; tek başına ve ilk olarak Allah'ın varlığının, ahiretin farkına varmıştır. Ancak bu aşamada görevi henüz yeni başlamaktadır: Farkına vardığı bu büyük gerçeği içinde yaşadığı cahiliye toplumunun diğer üyelerine de anlatmakla, onları Allah'ın yoluna davet etmekle yükümlüdür. "Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer (bu görevini) yapmayacak olursan, O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun..." (Maide, 67) ayeti, Resulün bu büyük tebliğ (dini duyurma, açıklama) görevini bildirir.
Bu ise hiç de kolay bir iş değildir. Çoğu kez kavmin ancak çok az bir bölümü Resul'e iman eder, diğerleri ise ona düşman kesilir.

Resul'e iman edenler
Kuran'da anlatılan peygamber kıssalarına baktığımızda görürüz ki, Resul'ün tebliğe başlamasıyla birlikte cahiliye toplumunun ancak çok az sayıdaki üyesi onu dinleyecek ve kabul edecektir. Çünkü Resul, insanları inandıkları pek çok değerden vazgeçmeye, tüm sahte ilahlarını terketmeye yalnızca ve yalnızca Allah'a kul olmaya çağırmaktadır. Cahiliye toplumunun üyelerinin büyük bölümü, bunları kavrayacak bir akla ve bilince sahip değildir. Kavrayabilecek olanların büyük bir bölümü de, kendilerine ağır gelen, bazı küçük çıkarlarıyla çatışan bu yeni sistemi kabullenmeye yanaşmazlar. Resul'e tabi olanlar, çok küçük bir azınlıktır. Bunlar, cahiliye toplumunun yoğun telkinini aşabilecek bir akla ve doğru bildiklerini uygulayabilecek bir iradeye sahip olan insanlardır. Resul'ün bildirdiklerine iman ederler, bu nedenle Kuran'da onlara verilen isim "mümin" (iman eden)dir.
Müminlerin pek çok önemli özelliği vardır. Öncelikle dünyaya bakış açıları, olaylar karşısındaki tavırları cahiliye toplumundan tamamen farklıdır. Kendilerine yol gösterici olarak cahiliye kıstaslarını değil, Allah'ın vahyini ve Resul'ün davranışlarını edinmişlerdir. Bu nedenle de, cahiliye toplumundaki dejenerasyon ve çürümüşlüğün aksine, üstün bir ahlaka sahiptirler. Resul'e karşı da büyük bir saygı, sevgi ve sadakat beslerler. Kuran, müminlerin ahlaki özelliklerini, Allah'a olan bağlılıklarını ve Resul'e yönelik tavırlarını ayrıntılı olarak anlatır.
Kuran'ın müminlerle ilgili olarak işaret ettiği bir başka özellik de oldukça ilginçtir. Bu özelliğe, hem Hz. Musa'ya iman eden müminlerde, hem de "Kehf ehli"nde dikkat çekilir. Kuran, Hz. Musa'ya iman edenlerle ilgili olarak şöyle der:
"Sonunda Musa'ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla- iman eden olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı." (Yunus, 83)
Hz. Musa'ya inananlar gençlerdir, çünkü gençler, toplumun daha yaşlı kesimlerine göre, cahiliye telkinini daha az almışlardır. Bu nedenle içinde bulundukları cahiliye sistemini yırtıp, gerçekleri kabul etmeye daha eğilimlidirler. Ayrıca, ayette de dendiği gibi, gençler cahiliye sisteminin baskı ve tehditlerinden yılmamaya ve doğru olduğuna inandıkları bir şeyi tavizsiz bir biçimde uygulamaya daha yatkındırlar.
Kehf Suresi'nden anlatılan mümin gençler de aynı özelliğe sahiptirler:
"Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine iman etmiş gençlerdi ve biz de onların hidayetlerini arttırmıştık. Onların kalpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik; (Krala karşı) Kıyam ettiklerinde demişlerdi ki: 'Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi'dir; ilah olarak biz O'ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız. Şunlar, bizim kavmimizdir; O'ndan başkasını ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir?'" (Kehf, 13-16)
Ancak, içindeki bulundukları kavmin sapmış olduğunu görebilen ve dolayısıyla da Resul'e tabi olan bu tür insanların, yani müminlerin sayısı azdır.
Az önce Hz. İbrahim'le ilgili ayetlerde de gördüğümüz gibi, cahiliye toplumunun çok büyük bir bölümü, kendilerini imana çağırmasına karşı Resul'e düşmanlıkla cevap verirler. Özellikle cahiliye toplumunun varlıklı, iktidar sahibi kesimi, kurulu düzenin değişmesine kesinlikle karşı olduklarından dolayı, Resul'e karşı büyük bir düşmanlık beslerler.
Ve ilginçtir, Allah da Resulü özellikle bu kesime yollar. Az önce Allah'ın Hz. Musa'ya seslenişi ile ilgili ayetleri aktarmıştık. Allah'ın Hz. Musa'ya bunlardan sonra verdiği emir şudur:
"Firavun'a git, çünkü o azmış bulunuyor." (Taha, 24)

Kavmin önde gelenleri
Az önce cahiliye toplumundan söz ederken, bu toplumun en büyük özelliğinin Allah'ı ve dini tanımayan ya da gözardı eden bir toplum olduğunu vurgulamıştık. Cahiliye toplumunun bu özelliğinin en büyük sonuçlarından biri de çarpık bir toplumsal düzen kurmasıdır.
İman etmiş, Allah'ı tanıyan ve O'na itaat eden bir toplumla, cahiliye toplumunun düzenleri tamamen farklıdır. İman eden bir toplumda, insanlar soylarına, fiziksel özelliklerine, maddi durumlarına göre ölçülmezler. Bu toplumda, takdir gören, sevilen ve sayılan insanlar ahlaki yönden üstün özellikleri olan insanlardır. Bu ahlaki özellikler ise (tevazu, dürüstlük, güvenilirlik, merhametli olmak, saygı ve sevgiyi bilmek, fedakarlık) ancak Allah'a teslimiyet ile kazanılır. Bu nedenle iman eden bir toplumda kendisine güç ve iktidar verilen, kendisine tabi olunan kimseler, bu özellikleri en çok taşıyan kimselerdir.
Oysa cahiliye toplumu bunun tam tersidir. Üstte saydığımız ahlaki değerlerin bu toplumda fazla bir önemi yoktur. Bu toplumun üyeleri, içinde bulundukları cehalet nedeniyle, maddi bazı özellikleri gözlerinde çok büyütürler. Örneğin maddi zenginlik, cahiliye toplumundaki en büyük değerdir. Toplumda herkesin en önem verdiği konu "para"dır; yani para ilahtır. Bundan dolayı da, cahiliye toplumlarında değişmez bir kural oluşmuştur: "Herkesin bir fiyatı vardır".
Madem herkesin fiyatı vardır, öyleyse çok parası olan birileri, herkese gerekli ödemeyi yaparak en üst kademeye tırmanabilir. Çok parası olanların illa insanları "satın alması"na da gerek yoktur; para en önemli değer haline geldiği için, parası olan kişiye garip bir saygı ve hayranlık duyulur. Dolayısıyla cahiliye düzeninde, en çok paraya sahip olan kişiler en güçlü ve en itibarlı kişilerdir. Bu kişiler cahiliye toplumunun "elit" kesimini oluşturur ve insanları yönlendirirler. Onların verdiği her karar toplumun diğer üyelerince "dalkavuk-efendi" ilişkisine uygun olarak kabul görür. Onların yaşam tarzları, tavırları ve ahlaki yapıları toplumun diğer üyeleri tarafından hayranlıkla izlenir, "moda" olarak kabul edilir.
Kuran, cahiliye toplumunu yönlendiren bu kesimden sık sık söz eder. Ayetlerde "kavmin önde gelen inkarcıları", "kavmin refahtan şımaran önde gelenleri" gibi ifadelerle tanımlanan bu kesim, Resullerin mesajına şiddetle karşı çıkan ve insanları Resulleri dinlememeye, hatta onlara düşmanlık beslemeye çağıran kesimdir. Kuran, bu değişmez kuralı şöyle bildiriyor:
"Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın 'refah içinde şımaran önde gelenleri': 'Gerçekten biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz' demişlerdir. Ve: 'Biz mallar ve evlatlar bakımından daha çoğunluktayız ve bir azaba uğratılacak da değiliz' de demişlerdir." (Sebe, 34-36)
Peki nedir önde gelenlerin Resul'e karşı böyle bir tepki vermelerinin nedeni?

Resullerin isteği: Allah'a iman ve itaat
Bu sorunun cevabını, Resullerin ortak mesajına bakınca bulabiliriz. Kuran'da anlatılan tüm Resuller gönderildikleri kavimlerden temel olarak iki şey istemişlerdir: Allah'a şirk koşmadan iman etmeleri, O'ndan korkup-sakınmaları ve kendisine itaat etmeleri..
Ardarda pek çok Resul'ün anlatıldığı Şuara suresinde bu değişmeyen mesajı rahatlıkla görebiliriz:
"Nuh kavmi de gönderilen (peygamber)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Nuh: 'Sakınmaz mısınız?' demişti. 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir.'
... Ad (kavmi) de gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Hud: 'Sakınmaz mısınız?' demişti. 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir.'
... Semud (kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Salih: 'Sakınmaz mısınız?' demişti. 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum;
... Lut (kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Lut: 'Sakınmaz mısınız?' demişti. 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir.'
... Eyke halkı da, gönderilen (peygamber)leri yalanladı. Hani onlara Şuayb: 'Sakınmaz mısınız?' demişti. 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir'." (Şuara, 105-180)
Kuran'da anlatılan diğer tüm Resullerin mesajı da yine aynıdır: "... İsa, açık belgelerle gelince, dedi ki: "Ben size bir hikmetle geldim ve hakkında ihtilafa düştüklerinizin bir kısmını size açıklamak için de. Öyleyse Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Şüphesiz Allah, O, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; şu halde O'na kulluk edin. Dosdoğru yol budur'." (Zuhruf, 63-64)
"Andolsun, Harun bundan önce onlara: 'Ey kavmim, gerçekten siz bununla fitneye düşürüldünüz (denendiniz). Sizin asıl Rabbiniz Rahman (olan Allah)dır; şu halde bana uyun ve emrime itaat edin' demişti." (Taha, 90)
Kuran, Hz. Muhammed'e de kavminden kendisine itaat istemesini emreder:
"De ki: 'Allah'a itaat edin, Resul’e itaat edin. Eğer yine yüz çevirirseniz, artık onun (peygamberin) sorumluluğu kendisine yüklenen, sizin sorumluluğunuz da size yüklenendir. Eğer ona itaat ederseniz, hidayet bulmuş olursunuz. Elçiye düşen, apaçık bir tebliğden başkası değildir'." (Nur, 54)
Evet, Resul, gönderildiği kavmi Allah'a iman etmeye ve O'na kul olmaya davet eder. Onları ahiret ile uyarır, dünyanın geçici olduğunu, yaptıklarının karşılığını ahirette göreceklerini bildirir. Ve tüm bunların yanında bir de gönderilmiş bulunduğu kavmin kendisine itaat etmesini ister. Çünkü Allah ona böyle emretmiştir; "...eğer ona (Resule) itaat ederseniz, hidayet bulmuş olursunuz..." (Nur, 54) hükmü gereği, kavmi doğruya ulaştırabilecek olan yalnızca odur.
İşte kavmin önde gelen inkarcıları Resul'ün bu özelliğini kabullenemezler. Çünkü önde gelenler, ellerindeki maddi güç sayesinde tüm kavmi kendilerine bağlı kılmışlardır. Oysa Resul, kavme bildirmektedir ki; Allah'tan başka ilah ve "Rab" (eğitici, yol gösterici, hüküm koyucu) yoktur ve Allah'ın kendisine itaat edilmesini emrettikleri dışında, hiç kimse itaate layık değildir. Bu gerçeğin-ki bu şirk koşmadan Allah'a iman etmek demektir-kavim tarafından kabul görmesi, kavmin önde gelenlerinin sahip oldukları güç ve iktidarı ortadan kaldıracaktır. İşte bu nedenle önde gelenler Resul'ün mesajına en büyük düşmanlığı gösterenlerdir.
Önde gelenlerin Resul'e tepki duymalarının bir başka nedeni ise, kendi basit kıstaslarına göre "seçkin" saymadıkları bu insanın liderliğini çekemeyişleridir.

Önde gelenlerin Resul'ü kıskanmaları
İnkarcıların en büyük özelliği akılsız oluşlarıdır. Kuran bu özelliğe sık sık dikkat çeker. Ve kuşkusuz bu özellik, inkarcıların önde gelenleri için de geçerlidir.
Önde gelenlerin akılsızlığını en iyi ortaya çıkaran göstergelerden biri de Resul'e olan bakış açılarıdır. Resul Allah'ın elçisidir ve toplumu O'nun yoluna iletmek için gönderilmiştir. Bu elbette son derece büyük ve önemli bir olaydır. Ancak önde gelenler bu inceliği kavrayamaz ve Resul'ü de sıradan bir insan gibi değerlendirirler. Onu da kendi saçma kural ve gelenekleri içinde düşünürler.
Önde gelenlerin saçma kural ve geleneklerinden biri, liderlik vasfı ile ilgilidir. Cahiliye toplumlarındaki genel kurala göre, bir kimsenin lider olarak kabul edilmesi için mutlaka maddi bir takım vasıflar gerekir: Lider ya "soylu" ve ünlü bir ailenin üyesi olmalı ya da çok zengin birisi olmalı, yani bir başka deyişle kendi "elit" sınıflarının bir parçası olmalıdır.
Risaleti de bu basit mantık içinde değerlendirirler. Onlara göre, "eğer Allah'ın bir elçisi olacaksa", bu kendi çevrelerinden yani zengin ya da ünlü birisi olmalıdır. Ancak kendi sosyal sınıflarına dahil olmayan kimselerin Allah'ın elçisi ve dolayısıyla toplumun lideri olabileceğini kabul etmezler.
Kuran'da anlatılan Talut kıssası, bu bakış açısını oldukça iyi anlatmaktadır:
"Onlara (İsrailoğullarının önde gelenlerine) peygamberleri dedi ki: "Allah size Talut'u (melik olarak) gönderdi." Onlar: "Biz hükümdarlığa, ona göre daha çok hak sahibiyken ve ona bir mal (servet) bolluğu verilmemişken, nasıl bizi (yönetmek üzere) hükümdarlık (mülk) onun olabilir?" dediler. O (şöyle) demişti: "Doğrusu Allah size onu seçti ve onun bilgi ve bedenî gücünü arttırdı. Allah, kime dilerse mülkünü verir; Allah (rahmeti ve gücü) geniş olandır, bilendir." (Bakara, 247)
Önde gelenlerin bu yüzeysel ve basit düşüncesi oldukça yaygındır. Hz. Muhammed'in Risaleti de kavminin önde gelenleri tarafından tanınmamış, "Zikir (Kur'an), içimizden ona mı indirildi?" (Sad, 8) şeklindeki küstah ifadelerle reddedilmiştir. Bir başka ayet, önde gelenlerin psikolojisini şöyle anlatır:
"Kendilerine hak gelince, dediler ki: "Bu bir büyüdür, doğrusu biz ona (karşı) kafir olanlarız." Ve dediler ki: "Bu Kur'an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 30-31)
Allah, önde gelenlerin bu küstah ifadesine karşılık bir sonraki ayette şöyle der: "Senin Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?"
Önde gelenler için, Resulün Allah tarafından seçilmiş olması yeterli değildir. Onların tek kıstası maddi zenginliktir ve dolayısıyla da Resul'ü de bu kıstasa göre değerlendirmektedirler. Onların mantığına göre, Resul büyük bir maddi güce sahip olmalıdır ki, kendisine itaat edilsin. Kuran, inkar edenlerin Resulden bekledikleri bu olağanüstü özellikleri şöyle anlatır:
"Andolsun biz bu Kuran'da her örnekten insanlar için çeşitli açıklamalarda bulunduk. İnsanların çoğu ise ancak inkarda ayak direttiler. Dediler ki: "bize yerden pınarlar fışkırtmadıkça sana kesinlikle inanmayız ya da sana ait hurmalıklardan ve üzümlerden bir bahçe olup aralarından şarıl şarıl akan ırmaklar fışkırtmalısın.Veya öne sürdüğün gibi, gökyüzünü üstümüze parça parça düşürmeli ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza (şahit olarak) getirmelisin. Yahut altından bir evin olmalı veya gökyüzüne yükselmelisin. Üzerimize okuyabileceğimiz bir kitap indirilinceye kadar senin yükselişine de inanmayız.De ki:"Rabbimi yüceltirim;ben,elçi olarak bir beşerden başkası mıyım?" (İsra, 89-93)
Oysa müminler Resul'e herhangi bir maddi özelliği nedeniyle değil, Allah'ın onu seçmiş olduğu için bağlanmışlar, imanı ve Allah'a olan yakınlığı nedeniyle ona biat etmişlerdir. İnkar edenler ise, bu inceliği kavrayacak durumda değillerdir. Onların basit mantığına göre, en çok mülke kendilerine sahiptir ve dolayısıyla sözü dinlenmesi gereken kişiler de kendileridir.
Bu nedenle Resulün mesajları inkar edenlerin önde gelenlerini çok öfkelendirir. Buradan Resul'e ve müminlere yaptıkları saldırılar ve bundan da iki taraf arasındaki büyük mücadele doğar.
Önde gelenler ile Resul arasındaki ilişkinin çarpıcı bir örneği ise, Hz. Musa ve Firavun arasında geçen mücadeledir.

Hz. Musa ve Firavun
Firavun, Kuran'da bildirildiğine göre, Mısır halkını sahip olduğu maddi ve askeri güç ile yöneten ve baskı altında tutan bir zalimdi. Özellikle Mısır'da köle olarak çalıştırılan İsrailoğullarını baskı ve işkenceye uğratıyordu. Kuran, Firavun'un iktidarını şöyle tarif eder:
"Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı." (Kassas, 4)
Ve Allah, İsrailoğullarını Firavun'un azabından kurtarmak ve onları Kendi yoluna yöneltmek için Hz. Musa'yı Resul olarak gönderdi. Hz. Musa, Firavun'dan İsrailoğullarının kendi önderliğinde Mısır'dan ayrılmalarına izin vermelerini istedi. Oysa Firavun, kendi iktidarına gölge düşürecek böyle bir şeye asla izin vermeyi düşünmüyordu. O, kendisinin "tüm Mısır'ın Rabbi" olduğu iddiasındaydı. (Rab; eğiten, yol gösteren, hüküm koyan, kendisine itaat edilen anlamına gelir). Kavmini eziyor, onlara kendi düşüncelerini tek doğru olarak kabul ettiriyordu. Öyle ki, kavmine şöyle seslenmişti: "Ben, size yalnızca gördüğümü (kendi görüşümü) gösteriyorum ve ben sizi doğru yoldan da başkasına yöneltmiyorum." (Mümin, 29)
Ve kuşkusuz Firavun, Hz. Musa'nın kendisine gelip İsrailoğullarının kendi önderliğine bırakılmasını istemesini kabul etmemişti. Ona göre, tüm Mısır'ın mülkü ona aitti ve kendisinin aksine hiç bir malı-mülkü bulunmayan Hz. Musa'nın, İsrailoğulları'na önderlik yapması düşünülemezdi:
"Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: 'Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?'
'Yoksa ben, şundan daha hayırlı değil miyim ki o, aşağı (sınıftan) bir zavallı ve neredeyse (sözü) açıklamadan yoksun olan (biri)dir. Bu durumda (eğer doğruysa), üzerine altından bilezikler atılmalı ya da yakınında yer almış vaziyette onunla birlikte melekler gelmeli değil miydi? Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdi." (Zuhruf, 51-54)
Görüldüğü gibi, Firavun "Mısır'ın Rabbinin", yani yöneticisinin, yol göstericisinin ve hüküm koyucusunun kendisi olduğunu iddia etmektedir. Oya Hz. Musa, Allah'ın "göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan her şeyin Rabbi" olduğunu söylemektedir. Yani Mısır da buna dahildir!...
"Firavun dedi ki: 'Alemlerin Rabbi nedir?'
(Musa) Dedi ki: 'Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan her şeyin Rabbidir. Eğer 'kesin bilgiyle inanıyorsanız' (böyledir).'
(Firavun) Çevresindekilere dedi ki: 'İşitiyor musunuz?'
(Musa:) Dedi ki: 'O sizin de Rabbiniz, geçmişteki atalarınızın da Rabbidir.'
(Firavun) Dedi ki: 'Şüphesiz size gönderilmiş bulunan elçiniz, gerçekten bir delidir.'
'Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız, O, doğunun da, batının da ve bunlar arasında olan her şeyin de Rabbidir' dedi (Musa).
(Firavun) dedi ki: 'Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım'." (Şuara, 23-29)
Eğer Hz. Musa "benim Rabbim yalnızca göklerin Rabbidir" demiş olsaydı, kuşkusuz Firavun bundan rahatsız olmayacaktı. Çünkü bu, Mısır'ın egemenliğinin Firavun'a bırakılacağı anlamına gelirdi. Nitekim Firavun, "Musa'nın ilahının" yani Allah'ın "gökte" olduğuna inanmıştır:
"Firavun dedi ki: "Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa'nın ilahına çıkarım çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum." (Kasas, 38)
Görüldüğü gibi, Firavun'un Hz. Musa'ya düşmanlık beslemesinin nedeni, onun anlattığı gerçeklerin kendi kurmuş olduğu düzeni yıkacağı korkusudur. Yoksa Firavun "ateist" değildir ve "göklerde bir yerde bir Allah'ın var olabileceğini" (!) kabul etmektedir. Eğer Hz. Musa bu tür bir din anlayışını savunsa, Firavun ona karşı tepki göstermezdi.
Zaten Kuran'da "kavmin önde gelen inkarcıları"nın genel özelliği budur: Büyük bölümü Allah'ın varlığını inkar eden ateist kişiler değildir. Ancak sahip oldukları Allah inancı tamamen çarpık bir inançtır. Allah'ın kendilerine "karışmadığını" ve yaptıkları dolayısıyla da kendilerini cezalandırmayacağını sanırlar. En büyük özellikleri ise Allah'ın kendilerine yolladığı Resul'ü tanımamalarıdır. Çünkü Resul onlara kurdukları sistemin sapkın olduğunu bildirmekte, onları haksız yere elde ettikleri tüm çıkarlarından vazgeçmeye davet etmektedir. Ve en önemlisi, Resul onlardan kendisine tabi olmalarını istemektedir. Kendilerini beğenmiş, sahip oldukları nimetlerden dolayı şımarmış olan inkarcı önde gelenler, buna öfke ve düşmanlıkla cevap verirler.
Resul'e karşı besledikleri bu düşmanlık, kısa bir süre içinde saldırı ve komplolarla ortaya çıkar.

Önde gelenlerin Resul'e attıkları iftiralar
Kuran'daki peygamber kıssalarının büyük bir bölümünde, inkarcı kavmin önde gelenlerinin Resullere karşı giriştikleri, saldırılar, düzenledikleri komplo ve iftiralar anlatılır. Öyle ki, kavmin inkarcılarından bu tür tepkiler almayan Resul yoktur.
Ancak önde gelenlerin Resul'a karşı giriştikleri bu tür hareketlerin ilginç bir özelliği vardır: Önde gelenler, hiç bir zaman "biz Allah'ı tanımıyoruz ve bu nedenle de bizi O'nun hükümlerine davet eden Resulüne karşıyız" demezler. Tam tersine, önde gelenlerin iddiası, kendilerinin doğru Resulün ise yalancı olduğu şeklindedir: Kendilerinin gerçekte Allah'a inandıklarını ama Resulün O'nun elçisi olmadığını, dünyevi çıkarlar peşinde koşan bir sahtekar olduğunu öne sürerler. Resule inananların "kandırılmış", "büyülenmiş" insanlar olduklarını iddia ederler ve sözde toplumu Resulden kurtarmak için harekete geçerler. Onlara göre sahip oldukları cahiliye düzeni son derece doğru bir düzendir ve "nereden çıktığı belli olmayan bir adam" bu düzeni bozup kendi menfaatleri için karışıklık çıkarmaya çalışmaktadır.
Önde gelenlerin bu ikiyüzlü taktiği son derece yaygındır. Örneğin Firavun, Hz. Musa'yı öldürmeye yeltenirken şöyle der: "Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp-yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum." (Mümin, 26)
Buna göre Firavun kavmini sözde Hz. Musa'dan "kurtarma"ya çalışmaktadır. Bu ikiyüzlü davranış, tüm önde gelen inkarcıların ortak özelliğidir. Örneğin, Kuran, Hz. Nuh ve kavminin önde gelenleri arasındaki diyaloğu şöyle anlatır:
"Andolsun, biz Nuh'u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: 'Ey Kavmim, Allah'a kulluk edin. Onun dışında sizin başka ilahınız yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?'
Kendi kavminden, inkar edip ahirete kavuşmayı yalanlayan ve kendilerine, dünya hayatında refah verdiğimiz önde gelenler dedi ki:
'Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir, kendisi de sizin yediklerinizden yemekte ve içtiklerinizden içmektedir. Eğer sizin benzeriniz olan bir beşere boyun eğecek olursanız, andolsun, siz gerçekten hüsrana uğrayanlar olursunuz. O, öldüğünüz, toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman, sizin mutlaka (yeniden diriltilip) çıkarılacağınızı mı va'dediyor?
Heyhat, size va'dedilen şeye heyhat... O (bütün gerçek), yalnızca bizim (yaşamakta olduğumuz bu) dünya hayatımızdan ibarettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz. O ise, yalnızca bir adam (insan)dır, Allah'a karşı yalan uydurmaktadır, bizler de ona inanacak değiliz'." (Müminun, 32-38)
Görüldüğü gibi, önde gelenlerin Resul hakkında oldukça ilginç bir aleyhte propaganda yapmaktadırlar. Resulün insanlara bildirdiği ve dinin en büyük temellerinden biri olan ahiret inancını reddetmekte, ancak yine de Allah'ı inkar ettiklerini kabul etmeyip, Resulü "Allah adına yalan uyduran" biri, yani bir "din sömürücüsü" olarak tanıtmak istemektedirler. Bir diğer iddiaları da Resulün de "yemek yiyen, su içen" normal bir insan olduğu ve ona tabi olmanın bir faydası olmadığı şeklindedir. Oysa bu da son derece saçma bir iddiadır: Resul de kuşkusuz bir insandır ve diğer insanlar gibi yaşamaktadır, ancak kendisi Allah tarafından doğruya yöneltilmektedir. Bu nedenle de Resule kayıtsız şartsız itaat edenler, yeryüzündeki tek gerçek yol göstericiye uymuş olurlar.
Kuran, insanların Resulün olağanüstü bir varlık olmasını istediklerini, ancak bunun saçma olduğunu şöyle bildiriyor:
"Kendilerine hidayet geldiği zaman, insanları inanmaktan alıkoyan şey, onların: 'Allah, elçi olarak bir beşeri mi gönderdi?' demelerinden başkası değildir.
De ki: 'Eğer yeryüzünde (insan değil de) tatmin bulmuş yürüyen melekler olsaydı, biz de onlara gökten elçi olarak elbette melek gönderirdik'." (İsra, 94-95)
Kaldı ki, önde gelenler de kavimden kendilerine itaat etmelerini istemektedirler ve onlar da herkes gibi "yemek yiyen ve su içen" normal birer insandırlar. Ve en önemlisi, onlar Allah tarafından doğruya yöneltilen kimseler değillerdir, tam tersine büyük bir sapıklıkla sapmıştırlar. Kendilerine uyanlara da ancak sapıklığı verebilirler. Kuran bu konuda şöyle der: "...Onlar Firavun'un emrine uymuşlardı. Oysa Firavun'un emri doğruya-götürücü (irşad edici) değildi." (Hud, 97)
İnkarcıların Resul'e karşı çıkmalarının nedeni, iddia ettikleri gibi kavimlerini onun sözde "zararlı" düşüncelerinden korumak değildir. Önde gelenler, yalnızca kendi çıkarlarını düşünmekte ve çıkarları için büyük bir tehdit olarak gördükleri Resul'e düşmanlık beslemektedirler.
Bu nedenle önde gelen inkarcılar, ne yapıp-edip Resulü durdurmaları ve yanındaki mümin topluluğunu dağıtmaları gerektiğini düşünürler. Onlara göre, bu "tehlikeli cereyan" daha fazla serpilip gelişmeden bir an önce yok edilmelidir.
Bu hedef doğrultusunda ilk yaptıkları şey, Resul ve insanlara verdiği mesajı hakkında toplumun geneline yönelik olumsuz propagandaya girişmektir. Bu yönde kullandıkları bazı klasik iftira yöntemleri vardır. Kuran bunları ayrıntılı olarak anlatır.
Bu yöntemleri sırasıyla başlıklar altında inceleyebiliriz:

A) Resul'ün çıkar peşinde koştuğu iftirası
Önde gelenlerin en çok kullandığı taktik, Resul'ü toplumun gözünde küçük düşürmeye çalışmaktır. Resul'ün savunduklarında samimi olmadığını, aslında kendi çıkarları için böyle bir tebliğ işine giriştiğini iddia ederler. iddialarına göre, Resul, dini kendi çıkarları için bir alet olarak kullanmaktadır. Bu iftiraya göre, Resul'ün insanlardan itaat istemesinin ardında, "iktidar hırsı" yatar.
Örneğin, Firavun ve önde gelen çevresi, Hz. Musa'nın insanları Allah'ın dinine davet etmeyi değil, "yeryüzüne büyüklüğe" ulaşmayı istediğini iddia etmişlerdir:
"Onlar: (Musa ve Harun'a) 'Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz' dediler." (Yunus, 78)
Aynı suçlama Hz. Nuh'a da yapılmıştır:
"Andolsun, biz Nuh'u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: 'Ey Kavmim, Allah'a kulluk edin. Onun dışında sizin başka ilahınız yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?' Bunun üzerine, kavminden inkara sapmış önde gelenler dediler ki: 'Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz'." (Müminun, 23-24)
Bu ayetler göstermektedir ki, inkarcılar Resulleri de kendileri gibi basit insanlar zannetmektedirler. Hz. Musa ve başka tüm Resuller, insanları kendilerine itaate çağırmaktadırlar; ama onlardan Allah rızası için kendilerine itaat etmelerini istemektedir. Yoksa istenen kişisel bir itaat değildir. Resul de, ona iman edip itaat edenler de Allah'ın kullarıdırlar. Dolayısıyla Resul, insanları kendine itaat etmeye davet ederken, gerçekte Allah'a kul olmaya davet etmektedir. Aksi takdirde kendi şahsına itaat istemiş olurdu ki, bu kendisine kulluk edilmesini istemesi anlamına gelir. Ve Kuran'ın bildirdiğine göre, hiç bir Resul için böyle bir şey sözkonusu değildir:
"Beşerden hiç kimsenin, Allah kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği verdikten, sonra insanlara: 'Allah'ı bırakıp bana kulluk edin' deme (hakkı ve yetki)si yoktur. Fakat o, 'Öğrettiğiniz ve ders verdiğiniz Kitaba göre Rabbaniler olunuz' (deme görevindedir.) O, melekleri ve peygamberleri Rabler edinmenizi emretmez. Siz, müslüman olduktan sonra, size küfrü mü emredecek?" (Ali İmran, 79-80)
Oysa buna karşılık, az önce gördüğümüz gibi, Firavun ve benzeri önde gelen inkarcılar ilah (Rab) oldukları iddiasındadırlar. İşte bu inkarcılar, Resulle karşılaştıklarında, onun da aynı kendileri gibi Rablik iddiasında bulunarak insanları kendisine tabi kılmaya çalıştığını zannederler. Onların gözünde Resul, kendi düzenlerini yıkmaya çalışan bir "rakip"tir.
B) Delilik iftirası
Önde gelen inkarcıların sıkça kullandıkları iftira yöntemlerinden biri de, Resul'ü ve bazen de onunla birlikte inananları "delilik"le suçlamalarıdır. Bu suçlama, neredeyse tüm Resullere yöneltilmiştir. Kuran, sık sık bu konuya dikkat çeker.
Örneğin Hz. Nuh'a "kendisinde delilik bulunan bir adam" denmiştir:
"(Kavminden inkara sapmış önde gelenler dediler ki:) O (Nuh), kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin." (Müminun, 25)
"Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanlamıştı. Böylece kulumuz (Nuh'u) yalanladılar ve 'delidir ' dediler. O baskı altına alınıp engellenmişti." (Kamer, 9)
Hz. Muhammed'e de sık sık aynı iftira atılmıştır:
"Onlar: "Ey kendisine kitap indirilen (Muhammed). Gerçekten sen cinlenmiş (bir deli)sin," dediler."Eğer doğruyu söylüyor isen, bizlere melekleri getirmeli değil miydin?" (Hicr, 6-7)
"Onlar, yine de o sözü (Kur'an'ı) gereği gibi düşünmediler mi, yoksa onlara, geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi? Ya da kendi elçilerini tanımadılar mı ki, şimdi onu inkar ediyorlar?
Yahut: "Onda bir delilik var" mı diyorlar? Hayır, o, onlara hak ile gelmiş bulunmaktadır ve onların çoğu hakkı çirkin karşılıyorlar." (Müminun, 68-70)
Hz. Musa'ya karşı da aynı suçlama yapılmıştır:
"(Firavun) Dedi ki: "Şüphesiz size gönderilmiş bulunan elçiniz, gerçekten bir delidir." (Şuara, 27)
"Andolsun, biz Musa'yı ayetlerimizle ve apaçık bir delille gönderdik; Firavun'a, Haman'a ve Karun'a. Ama onlar: (Bu,) Yalan söyleyen bir büyücüdür" dediler." (Mümin, 23-24)
Allah, genel olarak tüm kavimlerin elçilerine bu tür suçlamada bulunmaya eğilimli olduğunu da bildirir:
"İnkâr edenler dediler ki: "Siz darmadağın olup dağıldığınızda, gerçekten sizin yeni bir yaratılışta bulunacağınızı size haber veren bir adamı gösterelim mi size? Allah'a karşı yalan mı düzüp uyduruyor, yoksa kendisinde bir delilik mi var?" Hayır, ahirete inanmayanlar, azapta ve uzak bir sapıklık içindedirler." (Sebe, 7-8)
"Onlar için öğüt alıp-düşünmek nerede? Onlara, açıklayan bir elçi gelmişti. Sonra, ondan yüz çevirdiler ve dediler ki: "(Bu,) Öğretilmiştir, bir delidir." (Duhan, 13-14)
İnkarcıların önde gelenlerinin Resullere karşı sürekli olarak böyle bir iftirada bulunmalarının en önemli nedeni, kuşkusuz Resulleri karalamak istemeleridir. Ancak bunun yanısıra, böyle bir suçlamayı seçmelerinin ikinci bir nedeni daha vardır: Önde gelen inkarcılar, Resul'ün nasıl olup da tüm bir kavme karşı açıkça meydan okuyabildiğini bir türlü anlayamazlar. Resul'ün kendi hayatını tehlikeye atarak, çok büyük bir maddi güce sahip olan önde gelenlere "kafa tutması", onların gözünde gerçekten de bir tür deliliktir. Çünkü inkarcıların tek kıstası çıkardır; yalnızca ve yalnızca kendi şahsi çıkarlarını gözetirler. Buna karşın, Resul tüm şahsi çıkarlarını dini tebliğ edebilmek için feda etmektedir. İnkarcıların gözünde bu son derece "karsız" bir davranıştır ve bir tür deliliktir.
Oysa Resul çıkarlarından vazgeçerken, Allah'ın rızasını, rahmetini ve Cennetini kazanmaktadır ki, bunların değeri hiçbir şeyle ölçülemez. Ancak inkarcılar kuşkusuz bunu kavrayabilecek akla sahip değildirler; bu akla sahip olsalardı, zaten mümin olurlardı. Onların kavrayış boyutuna göre, Resul'ün ve beraberindeki müminlerin yaptığı yalnızca deliliktir...
C) Büyücülük iftirası
Kuran kıssaları bize göstermektedir ki, önde gelen inkarcıların geleneksel bir karakteri daha vardır: Bu kişiler, Resul'ün nasıl olup da bazı kimseleri ikna edebildiğini bir türlü anlayamazlar. Çünkü kavmin büyük bölümü Resul'e karşı çıksa da, bazı kimseler-ki bunlar Kuran'ın ifadesiyle müminlerdir-Resul'ün bildirdiği gerçekleri kavramış ve ona bağlanmışlardır. Sözkonusu müminler, Resul'ün Allah'ın elçisi olduğunun, O'nun hükümüyle hükmettiğinin bilincindedirler ve bu yüzden de ona karşı büyük bir sadakat, saygı ve sevgi ile bağlıdırlar.
Bu önde gelen inkarcılar için anlaşılması zor bir durumdur. Onların bakış açısına göre, Resul'ün anlattıkları "eskilerin uydurma masallarından" (Müminun, 83) başka bir şey değildir. Oysa "masal" saydıkları bu gerçeklere bazı insanlar (müminler) her şeyi göze alarak büyük bir bağlılıkla bağlanmaktadırlar. Bu durumda önde gelen inkarcılar, Resul'ün sahip olduğu bu ikna yeteneğini "büyücü" oluşuna bağlarlar. Sık sık kullandıkları bu iddiaya göre, Resul etrafındakilerin beynini yıkamakta, onları büyülemektedir.
Kuran inkar edenlerin bu iftirasını şöyle vurgular:
"İçlerinden bir adama: 'İnsanları uyar ve iman edenlere, muhakkak kendileri için Rableri katında 'gerçek bir makam' olduğunu müjde ver' diye vahyetmemiz, insanlara şaşırtıcı mı geldi? İnkâr edenler: 'Gerçekten bu, açıkça bir büyücüdür' dediler." (Yunus, 2)
"İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kafirler dedi ki: 'Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür.İlahları bir tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey'." (Sad, 4-5)
Aynı suçlama Hz. Musa'ya karşı da yapılmıştır:
"Musa (olayın)da da (düşündürücü ayetler vardır). Hani Biz onu açık bir delille Firavun'a göndermiştik; Fakat o, 'bütün kişisel ve askeri gücüyle' yüz çevirdi ve: "(Bu,) Ya bir büyücü veya bir delidir" dedi." (Zariyat, 38-39)
"Firavun kavminin önde gelenleri dediler ki: 'Bu gerçekten bilgin bir büyücüdür'." (Araf, 109)
Kuran bu "delilik" suçlamasının inkarcılar arasında neredeyse gelenekselleşmiş olduğunu bildirmektedir:
"İşte böyle; onlardan öncekiler de bir elçi gelmeyiversin, mutlaka: 'Büyücü ve cinlenmiş' demişlerdir. Onlar bunu (tarih boyunca) birbirlerine vasiyet mi ettiler? Hayır; onlar, 'azgın ve taşkın (tağiy)' bir kavimdirler." (Zariyat, 52-53)

D) Yalancılık iftirası
Tüm bu üstteki iftiralara paralel olarak, Kuran'da dikkat çekilen bir başka iftira da, önde gelenlerin Resul'ü "yalancılık"la suçlayışıdır.
Önde gelenlerin en büyük endişesi, Resul'ün anlattığı gerçeklerin kabul görmesi, teklif ettiği ahlak sisteminin kavim tarafından benimsenmesidir. Bu durumda kendi batıl (boş, temelsiz, sahte, yalana dayalı) sistemleri çökecek ve kendi güç ve iktidarları da yıkılacaktır.
Üstte saydığımız iftiralar da (Resulü çıkar peşinde koşmakla suçlamak, delilik ve büyücülük iftiraları), aslında Resulü yalanlamaya yöneliktir. Yapmak istedikleri, Resulün Allah'ın elçisi olduğunu ve dolayısıyla tüm bildirdiklerinin de gerçeğin ta kendisi olduğunu gizlemektir. Asi halde, hiç kimse "ben Allah'ın elçisine karşı geliyorum" diyerek Resule açıktan düşmanlık yapamaz.
Kuran, Resullere yapılan "yalancılık" suçlamalarına dikkat çekiyor:
"Kavmin önde gelenlerinden küfre sapanlar dediler ki gerçekte biz seni akli bir yetersizlik içinde görmekteyiz. Ve doğrusu biz senin yalancılardan olduğunu da sanmaktayız." (Araf, 66)
"Kavimden ileri gelen inkarcılar biz seni yalnızca bizim gibi bir beşerden başkası görmüyoruz... Ve sizin bize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine biz sizi yalancılar sanıyoruz dedi." (Hud, 27)
"Semud (kavmi) de uyarıları yalanladı.Dediler ki: "Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir sapıklık (delalet) ve çılgınlık içinde kalmış oluruz. Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır'." (Kamer, 23-25)
Resule ve onunla birlikte iman edenlere karşı kullanılan yıpratma yöntemleri yalnızca bunlarla sınırlı değildir. İnkar edenler, "Andolsun, senden önce geçmiş topluluklara da elçiler gönderdik. Onlara herhangi bir elçi gelmeye görsün, mutlaka onunla alay ederlerdi." (Hicr, 10-11) hükmü gereği müminlerle alay etmeye, kendi akıllarınca onları küçük düşürmeye çalışırlar. Bunun yanında, Resulü ve iman edenleri "sapkınlık"la, hatta "ahlaksızlık"la suçlarlar. Hz. Yusuf ve Hz. Meryem bu "ahlaksızlık" iftirasıyla karşılaşmıştır.
Ancak kuşkusuz tüm bu iftiralar ne Resulü ne de onunla birlikte iman edenleri asla yıldıramaz. Çünkü onlar, girdikleri mücadeleye, Allah'a iman ve itaat ettikleri, O'nun rızasını aradıkları için girmişlerdir. Bu yoldan dönmeleri kesinlikle sözkonusu olamaz. Bu yola girerken zaten tüm bunları göze almışlardır. "Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan azimdendir" (Ali İmran, 186) ayeti gereği, mümin bilir ki, inkar edenler kendisine karşı her türlü "eziyet verici" sözü söyleyecektir. Ama Resul ve yanındaki iman edenler, Kuran'da müminler için bildirilen "Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan " (Maide, 54) vasfına uygun olarak, bu iftira ve karalamalara aldırmazlar.
Kuşkusuz inkarcı önde gelenler de bir süre sonra bu durumu farkedecekler, Resul'e ve müminlere attıkları iftiraların bekledikleri sonucu oluşturmadığını göreceklerdir. Bu durumda önde gelenlerin klasik tavrı, daha "etkili" yöntemlere başvurmaktır: Resul'ü "ortadan kaldırmaya" karar verirler.

Resul'e yapılan fiili saldırılar
Resul Allah'ın dinini insanlara aktardıkça, kavmin önde gelenlerinden aldığı tepkinin şiddeti de gittikçe artar. Önde gelenler, Resul'ün liderliğindeki "tehlikeli akım"ın önü alınamaz bir biçimde büyüdüğünü ve kullandıkları iftira ve benzeri yıpratma yöntemlerinin işe yaramadığını gördüklerinde, daha "etkili" yöntemlere başvurmaya karar verirler.
Kuran, Resul'e hazırlanan bir "tuzağı" bildirirken şöyle diyor:
"Hani o inkar edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır." (Enfal, 30)
Buna göre, inkarcıların hedefi, Resul'ü tutuklayabilmek, öldürmek ya da sürgün etmektir. Ayette geçen "tuzak" kelimesi de dikkat çekicidir: İnkar edenler Resul'ü açıktan açığa ortadan kaldırmak yerine, "tuzak" yani komplo kurarak onu durdurmak istemektedirler. Bu komplo, Resulün tutuklanmasına, öldürülmesine ya da sürülmesine neden olabilecek bir komplodur.
(Ancak yine ayette bildirildiği üzere, inkar edenler Resul'e bu şekilde asla zarar veremezler. Resul Allah tarafından görevlendirilmiştir ve görevini tamamlayana kadar da O'nun tarafından korunacaktır. Ve asıl hüsrana uğrayanlar, ayette bildirildiği gibi, Resule tuzak kuranlar olacaktır.)
Kuran daha pek çok ayette Resullere karşı girişilen fiili saldırılardan söz eder. Hemen hemen tüm Resuller, önde gelenler tarafından ölümle, hapis ya da işkence ile tehdit edilmişler ve çoğu kez de bu saldırılara uğramışlardır. Firavun, Hz. Musa'ya "Andolsun benim dışımda bir ilah edinecek olursan seni mutlaka hapse atacağım" (Şuara, 29) tehdidinde bulunmuştur. Medyen halkının önde gelenleri ise, Hz. Şuayb'a şöyle tehdit savunmuşlardır:
"Ey Şuayb" dediler, "Senin söylediklerinin çoğunu biz kavrayıp anlayamıyoruz. Doğrusu biz seni içimizden zayıf birisi görüyoruz. Eğer yakın çevren olmasaydı gerçekten seni taşa tutar öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün değilsin." (Hud, 91)
Kavmi, Hz. Lut'a da şöyle seslenmiştir: "'Ey Lut(bu söylediklerine) bir son vermeyecek olursan gerçekten(burdan) sürülüp çıkarılanlardan olacaksın." (Şuara, 167)
Kuran, bir "şehir halkı"nın kendisine gönderilen elçilere verdiği tepkiyi ise şöyle anlatır:
"Sen onlara, o şehir halkının örneğini ver; hani oraya elçiler gelmişti. Hani onlara iki (elçi) göndermiştik, fakat ikisini yalanlamışlardı. Biz de (iki elçiyi) bir üçüncüyle güçlendirdik; böylece dediler ki: "Şüphesiz biz, size, gönderilmiş elçileriz."
Dediler ki: "Siz, bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsiniz, Rahman (olan Allah) da herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz, yalnızca yalan söylüyorsunuz."
Dediler ki: "Rabbimiz, gerçekten size gönderilmiş elçiler olduğumuzu bilir. Bizim üzerimizde de (sorumluluk ve görev olarak) apaçık bir tebliğden başkası yoktur."
Dediler ki: "Herhalde biz, sizlerden dolayı uğursuzluğa uğradık. Eğer (bu söylediklerinize) bir son vermeyecek olursanız, andolsun, sizi taşa tutacağız ve mutlaka bizden yana size acı bir azap dokunacaktır." (Yasin, 13-18)
Önde gelenler, Hz. Musa'yı da öldürmek istemişlerdir:
"Şehrin öbür yakasından bir adam koşarak gelip dedi ki: "Ey Musa, önde gelenler, seni öldürmek konusunda aralarında görüşmektedirler, artık sen çık git; gerçekten ben sana öğüt verenlerdenim." Böylece oradan korku içinde (çevreyi) gözetleyerek çıkıp gitti: "Rabbim, zalimler topluluğundan beni kurtar" dedi." (Kasas, 20-21)
İnkarcılar, gerçekten de çoğu kez bu "sizi taşa tutacağız ve mutlaka bizden yana size acıklı bir azap dokunacaktır" tehdidini uygulamaya kalkarlar. Örneğin Hz. İbrahim, kavminin önde gelenleri tarafından yakılarak öldürülmek istenmiştir. Kuran Hz. İbrahim'in kavmi ile olan mücadelesini şöyle anlatır:
"Andolsun, bundan önce İbrahim'e rüşdünü vermiştik ve biz onu (doğruyu seçme yeteneğinde olduğunu) bilenlerdik. Hani babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin, karşılarında bel büküp eğilmekte olduğunuz bu temsili heykeller nedir?
"Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk" dediler. Dedi ki: "Andolsun, siz ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz."
'Sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa (bizimle) oyun oynayanlardan mısın?" "Hayır" dedi. "Sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir, onları kendisi yaratmıştır ve ben de buna şehadet edenlerdenim. Andolsun Allah'a, sizler arkanızı dönüp gittikten sonra, ben sizin putlarınıza muhakkak bir tuzak kuracağım."
Böylece o, yalnızca büyükleri hariç olmak üzere onları paramparça etti; belki ona başvururlar diye.
"Bizim ilahlarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, zalimlerden biridir" dediler. "Kendisine İbrahim denilen bir gencin bunları diline doladığını işittik" dediler.
Dediler ki: "Öyleyse, onu insanların gözü önüne getirin ki ona (nasıl bir ceza vereceğimize) şahid olsunlar." Dediler ki: "Ey İbrahim, bunu ilahlarımıza sen mi yaptın?"
"Hayır" dedi. "Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir; eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin."
Bunun üzerine kendi vicdanlarına başvurdular da; "Gerçek şu ki, zalim olanlar sizlersiniz (biziz)" dediler.
Sonra, yine tepeleri üstüne ters döndüler: "Andolsun, bunların konuşamayacaklarını sen de bilmektesin."
Dedi ki: "O halde, Allah'ı bırakıp da sizlere yararı olmayan ve zararı dokunmayan şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza. Siz yine de akıllanmayacak mısınız?"
Dediler ki: "Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu yakın ve ilahlarınıza yardımda bulunun."
Biz de dedik ki: "Ey ateş, İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik ol." Ona bir düzen (tuzak) kurmak istediler, fakat biz onları daha çok hüsrana uğrayanlar kıldık." (Enbiya, 51-70)
Ancak ayetlerde de bildirildiği gibi, inkarcıların Hz. İbrahim'i "yakma" hesapları boşa çıkmış ve Allah onu kurtarmıştır. Çünkü Resuller, "Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et... Allah seni insanlardan koruyacaktır" (Maide, 67) hükmüyle Allah'ın koruması altındadırlar. İnkar edenler, Allah'ın dilemesi dışında, ne müminlere ne de Resule hiç bir zarar veremezler.

Resulün ve müminlerin saldırılara karşı tavrı
Kuşkusuz Resule ve müminlere karşı yapılan saldırılar, normal bir insanı yıldırıp korkutacak kadar ciddi saldırılardır. Örneğin Firavun, önce kendi tarafında olmalarına karşın, gösterdiği mucizeler karşısında Hz. Musa'ya iman eden büyücüleri şöyle tehdit etmiştir:
"Ben size izin vermeden önce O'na inandınız öyle mi? Şüphesiz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür. O halde ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve sizi hurma dallarında sallandıracağım. Siz de elbette, hangimizin azabı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız." (Taha, 71)
Elbette bu, çoğu insan için oldukça caydırıcı bir tehdittir. Ancak iman eden büyücüler, Firavun'un bu tehdidinden kesinlikle etkilenmemişlerdir. Ayetin devamı şöyledir:
"(Büyücüler) Dediler ki: "Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla 'tercih edip-seçmeyiz." Neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın hükmünü yürüt; sen, yalnızca bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin. Gerçekten biz Rabbimize iman ettik; günahlarımızı ve sihir dolayısıyla bizi kendisine karşı zorlayarak-sürüklediğin (suçumuzu) bağışlasın. Allah, daha hayırlıdır ve daha süreklidir." (Taha, 72-73)
Görüldüğü gibi müminler inkarcıların tehditlerine karşı son derece cesur, son derece güvenli bir tavır sergilemektedirler. Müminlerin ve tabi en başta Resullerin bu özelliğine başka ayetlerde de rastlamak mümkündür:
"Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) dediler ki: "Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp-çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz." (Şuayb:) "Biz istemesek de mi?" dedi. "Allah bizi ondan kurtardıktan sonra, bizim tekrar sizin dininize dönmemiz Allah'a karşı yalan yere iftira düzmemiz olur. Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi dışında, ona geri dönmemiz bizim için olacak iş değildir. Rabbimiz, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. Biz Allah'a tevekkül ettik. 'Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında 'Sen hak ile hüküm ver,' Sen 'hüküm verenlerin' en hayırlısısın." (Araf, 88-89)
"Onlara Nuh'un haberini oku. Hani kavmine demişti ki: "Ey kavmim, benim makamım ve Allah'ın ayetleriyle hatırlatmalarım eğer size ağır geliyorsa ben, şüphesiz Allah'a tevekkül etmişim. Artık siz ortaklarınızla toplanıp yapacağınız işi karara bağlayın da işiniz size örtülü kalmasın (veya tasa konusu olmasın), sonra hakkımdaki hükmünüzü -bana süre tanımaksızın- verin." (Yunus, 71)
Nitekim Kuran da Resullere inkarcılara karşı son derece kararlı ve güvenli olmalarını emreder:
"De ki: "Ortak koştuklarınızı çağırın, sonra bir düzen (tuzak) kurun da bana göz bile açtırmayın. Hiç şüphesiz, benim velim Kitabı indiren Allah'tır ve O salihlerin koruyuculuğunu (veliliğini) yapıyor." (Araf, 195)
"İman etmeyenlere de ki: "Yapabileceğinizi yapın; elbette biz de yapacağız." (Hud, 121)
Resulün inkarcılardan korkup-çekinmesi asla sözkonusu olamaz. Çünkü Resuller, "Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan içleri titreyerek-korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır" (Azhap, 39)
Resulün ve müminlerin inkarcılara karşı bu denli kararlı ve cesur davranmalarının nedeni, olayların iç yüzünü ve sırrını kavrayabilmeleridir. Bu sır, hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin kendisine belirlenen kaderin dışına çıkamayacağı gerçeğidir. İnkar edenler kuşkusuz bu metafizik gerçekten habersizdiler ve müminlere dilediklerini yapabileceklerini zannederler. Oysa müminler bilmektedir ki, hiç kimse Allah'ın izni dışında hiç bir şey yapamaz. Herkesin kaderini belirleyen, ne kadar yaşayacağını, nerede nasıl öleceğini tespit eden Allah'tır.
Dolayısıyla inkar edenlerin müminlere kurdukları tuzaklar, düzenledikleri saldırı ve iftiralar, Allah'ın bilgisi ve izni dışında gerçekleşemez. Bu nedenle de, müminlerin bu saldırılardan korkmalarını, çekinmelerini gerektirecek bir durum yoktur. "Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez" (Maide, 105); "Allah, kafirlere mü'minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez" (Nisa, 141) ve "Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların 'hileli düzenleri' size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz, Allah, yapmakta olduklarını kuşatandır" (Ali İmran, 120) ayetleri, konuyu açıklamaktadır.
Ancak bu, müminlerin hiçbir sıkıntıyla karşılaşmayacağı anlamına gelmez. Allah, inkar edenlerin saldırıları aracılığıyla müminleri deneyecek ve onları olgunlaştıracaktır. Bu nedenle inkarcıların saldırıları müminlere sıkıntı verebilir; ama bu "ayarı belli" bir sıkıntıdır. "Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez" (Bakara, 286) hükmü gereği, müminler "güç yetirebilecekleri" zorluklardaki imtihanlarla denenirler. Kuran, bir ayette bunu şöyle açıklar:
"Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele." (Bakara, 155)
Kısacası, Resul ve onunla birlikte iman edenler için, inkar edenlerin tüm baskı, iftira ve saldırıları, gerçekte Allah'ın bir imtihanıdır. Bu nedenle son derece kararlı, güvenli ve sabırlı bir tavır ortaya koyar, asla paniğe ya da korkuya kapılmazlar. Kuran, müminlerin bu tavrını şöyle bildirir:
"Onlar, kendilerine insanlar: "Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun" dedikleri halde imanları artanlar ve: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir." (Ali İmran, 173)
Ancak burada bir noktaya dikkat etmekte yarar var: Resulün ve müminlerin önde gelenlerin saldırılarına sabretmeleri, pasif oldukları anlamına gelmez. Tam aksine Resulün en büyük özelliği, inkar edenlerin kendisine kurduğu tuzakları bozması ve karşılığında inkar edenlere tuzak kurarak onları yenilgiye uğratmasıdır. O, Allah'ın yeryüzündeki elçisidir ve Allah bozguna uğratmak istediklerini onun eliyle azaplandırır.

Resul'ün önde gelenlere karşı mücadelesi
İçinde bulunduğumuz toplumun genelinde yerleşik olan din anlayışı, bazı yönlerden Kuran'daki gerçek dinle çelişmektedir. Bu yanlış din anlayışının en önemli yönlerinden biri de, Resulün ve müminlerin tavrıyla ilgilidir.
Bu yanlış düşünceye göre, Resuller ve onları izleyen müminler, son derece pasif ve tepkisiz bir karaktere sahiptir. Kendilerine yapılan saldırılara karşı hiç bir tepki göstermez, herşeye boyun eğerler. Hıristiyan geleneğinde "bir yanağına tokat yediğinde, öbürünü çevirmek" prensibiyle ifade edilen bu tavır, Uzakdoğu dinlerinde de oldukça yaygındır. Buna göre Resul ve müminler dünyanın en sessiz, en tepkisiz insanlarıdır ve kendilerine düşmanlık besleyenlere bile sevgi ve alçakgönüllülükle yaklaşırlar.
Oysa bu tamamen yanlış bir düşüncedir. Belki Budizm ya da bir başka din böyle bir mümin modeli öngörüyor olabilir, ancak Allah'ın Kuran'da öğrettiği Hak Din, kesinlikle bundan çok farklı bir model çizer. Evet Resul ve müminler alçakgönüllü, şefkatli insanlardır, ancak bu özelliklerini müminlere ya da mümin fıtratına (güzel ahlaka) yatkın insanlara karşı gösterirler. İnkarcıların önde gelenlerine karşı ise "anlayacakları dilden" konuşurlar. Allah müminleri tarif ederken onların "mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise 'güçlü ve onurlu" (Maide, 54) olduklarını bildirir. Ve Resule şöyle seslenir:
"Ey Peygamber, kafirlere ve münafıklara karşı cihad et ve onlara karşı 'sert ve caydırıcı' davran. Onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü bir dönüş yeridir o." (Tahrim, 9)
Dolayısıyla Resul ve önde gelenler arasındaki mücadele, tek taraflı bir mücadele değildir. İnkar edenler Resul'e ve müminlere tuzak kurmaya kalktıklarında, "ve (müminler) haklarına tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı koyanlardır" (Şura, 39) hükmüne göre, misliyle karşılık görürler. Çatışmayı başlatan taraf önde gelen inkarcılardır, ancak onu sona erdiren ve sonuçta galip gelenler, Resul ve onunla birlikte iman edenlerdir.
Resul, Allah'ın yeryüzündeki halifesidir; Allah hükmünü onun eliyle yürütür. Allah'ın inkar edenlere tattıracağı "dünya azabı"nın bir kısmı da, Resulün eliyle olacaktır. Allah, Resulünün eliyle inkarcıların önde gelenlerini azaplandıracağını şöyle bildirir:
"Andolsun, eğer münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar ve şehirde kışkırtıcılık yapan (yalan haber yayan)lar (bu tutumlarına) bir son vermeyecek olurlarsa, gerçekten seni onlara saldırtırız, sonra orada seninle pek az (bir süre) komşu kalabilirler. Lanete uğratılmışlar olarak; nerede ele geçirilseler yakalanırlar ve öldürüldükçe (sürekli) öldürülürler.(Bu,) Daha önceden gelip-geçenler hakkında (uygulanan) Allah'ın sünnetidir. Allah'ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın." (Azhap, 60-62)
Bir başka ayette ise şöyle denir:
"Allah, elçilerini dilediklerinin üstüne musallat kılar. Allah, her şeye güç yetirendir." (Haşr, 6)
Resul "Allah'ın çekilmiş kılıcı"dır. Allah, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, insanlara zulmeden ve onları Allah yolundan saptıran "müstekbir"leri onun eliyle yola getirecek ya da azaplandıracaktır. (müstekbir: Allah'a karşı büyüklenen ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran). "Dininize hınç besleyip-saldırırlarsa, bu durumda küfrün önderleriyle çarpışın" (Tevbe, 12) hükmü gereği, Resul ve ona iman edenler, "küfrün önderleri"ni dize getireceklerdir.
Kuşkusuz bu son derece çetin bir mücadeledir. Önde gelenler büyük bir maddi güce sahiptirler ve sayıca müminlerden çok üstündürler. Ancak Allah Resulün ve müminlerin yardımcısıdır. Onları güçlendirir, yardımıyla destekler. Özellikle Resul, Allah'ın özel desteğine mazhar olur. Kuran, çoğu Resul'e, Allah tarafından "ilim", "hikmet" ve "anlatım çarpıcılığı", "isabetli karar verme" yeteneği, "olgunluk" gibi özel yetenekler verdiğini bildirir. Bunun yanında Allah Resullere çok büyük bir "mülk" (maddi servet, güç ve ihtişam) da vermiştir.
Örneğin İsrailoğulları'na lider olarak seçilen Hz. Talut'a, "bilgi" "bedeni güç" ve "mülk" verilmiştir:
"Onlara peygamberleri dedi ki: "Allah size Talut'u (melik olarak) gönderdi." Onlar: "Biz hükümdarlığa, ona göre daha çok hak sahibiyken ve ona bir mal (servet) bolluğu verilmemişken, nasıl bizi (yönetmek üzere) hükümdarlık (mülk) onun olabilir?" dediler. O (şöyle) demişti: "Doğrusu Allah size onu seçti ve onun bilgi ve bedenî gücünü arttırdı. Allah, kime dilerse mülkünü verir; Allah (rahmeti ve gücü) geniş olandır, bilendir." (Bakara, 247)
Aynı şekilde Hz. İbrahim ve onun soyu da "hikmet" ve "mülk" ile desteklenmiştir:
"Yoksa onlar, Allah'ın kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar? Doğrusu biz, İbrahim ailesine Kitabı ve hikmeti verdik; onlara büyük bir mülk de verdik." (Nisa, 54)
Hz. Yusuf da benzer biçimde desteklenmiştir. Kuran, "erginlik çağına erişince" Hz. Yusuf'a "hüküm ve ilim" verildiğini (Yusuf, 22) bildirir. Daha sonra Hz. Yusuf ise dua ederken şöyle der: "Rabbim, Sen bana mülkten (bir pay ve onu yönetme imkanını) verdin, sözlerin yorumundan (bir bilgi) öğrettin." (Yusuf, 101)
Aynı şekilde Hz. Davud'a da "mülk ve hikmet" (Bakara, 251) verilmiştir. Bir başka ayette ise şöyle denir:
"Onun (Davud'un) mülkünü güçlendirmiştik. Ona hikmet ve anlatım çarpıcılığını vermiştik." (Sad, 20)
Resul, Allah'ın kendisine verdiği tüm bu destekle birlikte, inkarcıların önde gelenlerine karşı mücadeleye girişir. Allah'ın gösterdiği yolda, O'nun gösterdiği yöntemlere göre yürütülen, daha doğrusu O'nun Resul'ün eliyle yürüttüğü bir mücadeledir bu.

Resul'ün inkarcıları 'hor ve aşağılık' kılması
Az önce de belirttiğimiz gibi, Resul'ün inkarcıların önde gelenlerine karşı yürüttüğü mücadele, gerçekte Allah'ın inkarcılara tattırdığı "dünya azabı"nın bir parçasıdır. Allah'ın dünyada verdiği azabın en önemli aşamalarından biri ise, inkarcıların "hor ve aşağılık" kılınmasıdır. Tüm hayatlarını başka insanlara gösteriş yapmak, onlardan takdir toplamak için sürdüren inkarcılar için, bu son derece büyük bir azaptır. Kuran, "dünya azabı"nın bu "hor ve aşağı kılınma" özelliğini şöyle bildirir:
"Onlardan öncekiler de yalanladı; böylece azap onlara hiç şuurunda olmadıkları bir yerden gelip-çattı. Artık Allah, onlara dünya hayatında 'horluğu ve aşağılanmayı' taddırdı. Eğer bilmiş olsalardı, ahiretin azabı gerçekten daha büyüktür." (Zümer, 25-26)
Başında "besmele" (yani Allah'ın rahman ve rahim sıfatlarının) olmayan tek sure olan Tevbe Suresi ise şöyle başlar:
"(Bu,) Müşriklerden kendileriyle antlaşma imzaladıklarınıza Allah'tan ve Resulü’nden kesin bir uyarıdır. Bundan böyle yeryüzünde (size tanınmış bir süre olarak) dört ay dolaşın. Ve bilin ki Allah'ı aciz bırakacak değilsiniz. Gerçekten Allah, inkar edenleri hor ve aşağılık kılıcıdır." (Tevbe, 1-2)
İşte Allah, bu "hor ve aşağılık kılıcı" sıfatını müminlerin ve özellikle de Resul'ün eliyle gösterir. Tevbe Suresi'nin ilerleyen ayetlerinde şöyle denmektedir:
"Onlarla çarpışınız. Allah, onları sizin ellerinizle azablandırsın, hor ve aşağılık kılsın ve onlara karşı size zafer versin, mü'minler topluluğunun göğsünü şifaya kavuştursun. Ve kalblerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Tevbe, 14-15)
"İnkarcıları hor ve aşağılık kılma" görevini, Hz. Süleyman da üstlenmiştir. İsrailoğullarına Resul olarak yollanan Hz. Süleyman, inkarcı kavme yolladığı mesajında şöyle der:
"...biz onlara öyle ordularla geliriz ki, onların karşı koymaları mümkün değil ve biz onları ordan horlanmış-aşağılanmış ve küçük düşürülmüşler olarak sürüp çıkarırız." (Sebe, 37)
Dolayısıyla "inkarcıların önde gelenlerinin hor ve aşağılık kılınması" Resullerin mücadelelerinin önemli bir parçasıdır. Peki bu nasıl yapılacaktır?
Çoğu kez, inkarcı önde gelenlerin gerçek yüzünün ortaya çıkarılması, "hor ve aşağılık" kılınmaları için yeterli olur. Çünkü önde gelenler, adı üstünde, inkarda ve sapıklıkta en uç aşamaya varmış kimselerdir. Son derece dejenere bir yaşantıları vardır. Cinsel sapkınlıklar, sahtekarlıklar ve benzeri bozulmalar tarih boyunca önde gelenlerin başlıca özelliklerin biri olmuştur. Buna karşın önde gelenler bu dejenere yapılarını toplumun genelinden gizlerler. Bunların ortaya çıkarılması, önde gelenlerin "hor ve aşağılık" kılınmasının yollarından biridir.
Bunun da ötesinde, inkarcıların hor ve aşağılık kılınmasının bir diğer yolu, savaşla yenilmeleridir. Pek çok Resul, inkarcılarla bu tür bir mücadeleye girmiştir. Böyle bir durumda yapılması gereken, başka inkarcılara "ibret" olacak kadar ezici bir galibiyet elde etmektir:
"... Savaşta onları yakalarsan, öyle darmadağın et ki, onlarla arkalarından gelecek olanlar(ı caydır). Umulur ki ibret alırlar." (Enfal, 57)
Dolayısıyla ne Resul, ne de onunla birlikte iman edenler, sessiz, pasif insanlar değillerdir. Onlar dünyanın en büyük davasının temsilcileridirler ve bu büyük davanın şanına yaraşır bir güç ve ihtişama sahiptirler. Bu nedenle de müminler, inkarcıların önde gelenleri için büyük bir korku kaynağıdır. Resul'ün ve müminlerin gücü, aklı, kararlılığı, inkarcıların kalbine korku salar. Kuran, bu durumu şöyle ifade eder:
"Herhalde içlerinde 'dehşet ve yılgınlık uyandırma bakımından' siz, Allah'tan daha çetinsiniz. Bu, şüphesiz onların 'derin bir kavrayışa sahip olmamaları' dolayısıyla böyledir." (Haşr, 13)
Allah, inkarcıların Resulden ve müminlerden duyduğu bu korkuyu daha da artırır:
"Kendisi hakkında hiç bir delil indirmediği şeyi Allah'a ortak koştuklarından dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma yerleri ateştir. Zalimlerin konaklama yeri ne kötüdür." (Ali İmran, 151)
Resul, Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. Allah'tan korkacak akla ve inceliğe sahip olmayanlar, ondan korkacak, onun eliyle "hor ve aşağılık" kılınacak, onun eliyle azaplanacaktır.

Resul'ün önde gelenlere tuzak kurması
Önceki sayfalarda önde gelenlerin Resul'e ve müminlere karşı olan tavrından söz ederken, sözkonusu "müstekbir"lerin Resul'e tuzak kurmaya çalıştıklarından söz etmiştik. Kuran bizlere bu tuzakların boşa çıktığını bildirmekte ve daha da önemlisi, inkar edenlerin tuzağına karşılık, Allah'ın inkar edenlere tuzak ("düzen") kurduğunu bildirmektedir.
Ali İmran Suresi'nin 54. ayetinde, "Onlar (inanmayanlar) bir düzen kurdular. Allah da (buna karşılık) bir düzen kurdu. Allah, düzen kurucuların en hayırlısıdır" denilir. Enfal Suresi 30. ayette ise, inkar edenlerin Resul'e kurdukları tuzağa karşılık, Allah'ın da inkar edenlere tuzak kurduğu şöyle bildirilir:
"Hani o inkar edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır."
Zaten Allah'ın isimlerinden biri de, "Makir", yani "tuzak kuran"dır. Başka ayetlerde de Allah'ın bu sıfatı bildirilir:
"Doğrusu onlar, hileli bir düzen planlayıp kuruyorlar; Ben de bir düzen kurup hazırlıyorum. Sen kafirlere bir mühlet ver, az bir süre tanı." (Tarık, 15-17)
"Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış düzen (kötü bir karşılık) vardır." (İbrahim, 46)
"Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk." (Neml, 50)
Burada önemli bir nokta vardır: Allah'ın bu "düzen kurma" sıfatı da, az önce değindiğimiz "hor ve aşağılık kılma" sıfatı gibi, müminlerde ve özellikle de Resul'de tecelli eder. Allah, çoğu kez, küfrün tuzaklarına karşılık Resul'ün eliyle tuzak kurar.
Kuran'da bu konuyla ilgili bir kaç ilginç örnek verilir. Örneğin Hz. Yusuf, kendisine karşı "hileli-düzen" (Yusuf, 102) kurmuş olan inkarcı karakterli kardeşlerine bir tuzak kurmuş ve onların yüklerinin arasına değerli bir eşya yerleştirerek, onları hırsız konumuna sokmuştur. Ayetlerde olaydan şöyle sözedilir:
"Erzak yüklerini kendilerine hazırlayınca da, su kabını kardeşinin yükü içine bıraktı, sonra bir münadi (şöyle) seslendi: "Ey kafile, sizler gerçekten hırsızsınız."
Onlara doğru yönelerek: "Neyi kaybettiniz?" dediler. Dediler ki: "Hükümdarın su tasını kaybettik, kim onu (bulup) getirirse, (ona armağan olarak) bir deve yükü vardır. Ben de buna kefilim."
"Allah adına, hayret" dediler. "Siz de bilmişsiniz ki, biz (bu) yere bozgunculuk çıkarmak amacıyla gelmedik ve biz hırsız değiliz."
"Öyleyse" dediler. "Eğer yalan söylüyorsanız (bunun) cezası nedir?" Dediler ki: "Bunun cezası, (su tası) yükünde bulunanın kendisidir. İşte biz zulmedenleri böyle cezalandırırız."
Böylece (Yusuf) kardeşinin kabından önce onların kablarını (yoklamaya) başladı, sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik. (Yoksa) Hükümdarın dininde (yürürlükteki kanuna göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı. Ancak Allah'ın dilemesi başka. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır." (Yusuf, 70-76)
Ancak dikkat edilmesi gereken, Resulün ve müminlerin sözkonusu tuzağı Allah rızası için ve meşru bir amaca yönelik olarak tasarlamalarıdır. Tuzakla zarara uğratılacak kişiler, zaten çok daha büyük cezaları haketmiş "müstekbir"lerdir. Dolayısıyla Resul ya da müminler, şahsi hedefler uğruna değil, dinin menfaatleri uğruna inkarcılara tuzak kurarlar.
Kuran'da bir başka tuzak örneği de Hz. İbrahim'in putları kırma olayıdır:
"Andolsun, bundan önce İbrahim'e rüşdünü vermiştik ve biz onu (doğruyu seçme yeteneğinde olduğunu) bilenlerdik.
Hani babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin, karşılarında bel büküp eğilmekte olduğunuz bu temsili heykeller nedir?
"Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk" dediler.
Dedi ki: "Andolsun, siz ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz."
'Sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa (bizimle) oyun oynayanlardan mısın?"
"Hayır" dedi. "Sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir, onları kendisi yaratmıştır ve ben de buna şehadet edenlerdenim."
"Andolsun Allah'a, sizler arkanızı dönüp gittikten sonra, ben sizin putlarınıza muhakkak bir tuzak kuracağım."
Böylece o, yalnızca büyükleri hariç olmak üzere onları paramparça etti; belki ona başvururlar diye.
"Bizim ilahlarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, zalimlerden biridir" dediler.
"Kendisine İbrahim denilen bir gencin bunları diline doladığını işittik" dediler. Dediler ki: "Öyleyse, onu insanların gözü önüne getirin ki ona (nasıl bir ceza vereceğimize) şahid olsunlar."
Dediler ki: "Ey İbrahim, bunu ilahlarımıza sen mi yaptın?"
"Hayır" dedi. "Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir; eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin."
Bunun üzerine kendi vicdanlarına başvurdular da; "Gerçek şu ki, zalim olanlar sizlersiniz (biziz)" dediler. Sonra, yine tepeleri üstüne ters döndüler: "Andolsun, bunların konuşamayacaklarını sen de bilmektesin."
Dedi ki: "O halde, Allah'ı bırakıp da sizlere yararı olmayan ve zararı dokunmayan şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza. Siz yine de akıllanmayacak mısınız?" (Enbiya, 51-67)

Resul ve "atalar dini"nin temsilcileri
Şimdiye kadar hep Resul ile kavmin önde gelen inkarcıları arasındaki mücadeleye değindik. Oysa Resul'e ve onunla birlikte iman edenlere düşmanlık gösterenler yalnızca kavmin önde gelen inkarcıları değildir. Başka gruplar da benzer ya da farklı nedenlerden dolayı Resul'e karşı harekete geçerler. Ayrıca "önde gelenler"i de tek bir bütün olarak anlamak doğru olmaz; bu kesimin içinde de farklı özellikleri olan gruplar vardır. İlerleyen sayfalarda Kuran'ın tarif edip bildirdiği bu grupları inceleyeceğiz.
Bu grupların en önemlilerinden birisi, Resulün getirdiği Hak Din'e karşı, içinde pek çok sapkın öğenin yer aldığı geleneksel dini savunan tutucu gruptur.
Önceki sayfalarda cahiliye toplumundan sözederken, bu toplumun dinden koptuğunu ve Allah'ı gözardı ettiğini söylemiştik. Bu doğrudur, ancak bir farkla: Cahiliye toplumları Hak Din'den, yani Allah'ın insanlara gösterdiği saf ve gerçek dinden kopmuşlardır. Yoksa bu toplumda bir takım dini inanışlar mevcuttur. Kuran'da anlatılan cahiliye toplumlarının hemen hepsinin bir takım dini inançları vardır. Bu cahiliye dinleri kimi zaman Hak Din'e şekil yönünden benziyor da olabilir. Ancak bu "din"lerin özü, Hak Din'in özünden çok farklıdır. Hak Din, Allah'ı bilip-tanımak ve yalnızca O'na kulluk etmek, O'ndan başka hiçbir şeye bağlanmamak prensipleri üzerine kuruludur. Oysa cahiliye toplumundaki din kavramı, daha çok atalara olan anlamsız bir bağlılık ve onlardan kalma gelenekleri devam ettirme isteği üstüne kuruludur. Belki cahiliye dininde Allah'ın adı da sıkça geçmektedir, ancak bu bir aldatmacadır; bu dinde Allah'ın yalnızca adı vardır ancak gerçek bir iman ve Allah korkusu yoktur. Kuran, bu durumu şöyle anlatır:
"De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?"
"Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?"
De ki: "Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?"
"Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de sakınmayacak mısınız?"
De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Her şeyin melekutu (mülk ve yönetimi) kimin elindedir? Ki O, koruyup kolluyorken kendisi korunmuyor."
"Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Öyleyse nasıl oluyor da böyle büyüleniyorsunuz?"
Hayır, biz onlara hakkı getirdik, ancak onlar gerçekten yalancıdırlar." (Müminun, 84-90)
Ayetlerde tarif edilen kişilerin durumu son derece ilginçtir: Kendilerine sorulan tüm sorulara doğru cevap vermekte (yani Allah'ın herşeyin yaratıcısı olduğunu tasdik etmekte)dirler. Ancak davranışları bu sözlerine uygun değildir ki, onunla muhatap olan mümin "düşünmeyecek misiniz?" "sakınmayacak mısınız?" "nasıl oluyor da büyüleniyorsunuz?" gibi sorularla onların aklını açmaya çalışmaktadır. Bunun nedeni ise, sorulara cevap veren kişilerin gerçekte verdikleri cevapların anlamını kavramıyor oluşlarıdır.
Peki acaba bu garip durumun sebebi nedir?..
Sebep gayet açıktır: Sözkonusu kişiler Hak Din'in değil, cahiliye dininin üyeleridir. Bu dinin özelliği ise, Allah'a iman, Allah korkusu, Allah'ın rızası üzerine kurulu bir din olmayışıdır. Bu dinin temelinde, atalardan gelen bir takım inanç ve değerlerin gelenek biçiminde korunması yatar. (Ve atalara bağlı olmakla, Allah'a iman arasında hiçbir ilişki yoktur). Üstteki ayetlerde tarif edilen kişiler, atalar dininde yer alan belli-belirsiz Allah inancını taşıyan, fakat gerçekte Allah'ın varlığını ve vasıflarını kesinlikle kavramamış olan kişilerdir.
Bu arada, atalar dini, bu belli-belirsiz Allah inancının yanında pek çok sapkın öğe de taşır. Bu din, Hak Din'in tek kaynağı olan vahiyden tamamen kopmuş ve bir takım hurafeleri kendine kaynak edinmiştir. Bu nedenle Allah inancından, ahlak anlayışına kadar pek çok konuda sapkın hükümleri vardır. Ve bundan dolayı da, Resul ve onunla birlikte iman edenler atalar dinine karşı çıkar ve toplumu gerçek dine, Allah'ın insanlar için "seçip-beğendiği" Hak Din'e davet etmeye başlarlar.
Ancak çoğu kez insanlar atalarının dinine bağlı kalmakta diretirler:
"Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin" denildiğinde, "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" derler. (Peki,) Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse?" (Maide, 104)
Önde gelenler arasında da atalar dinine bağlı kalma eğilimi yaygındır. Kuran bunun değişmez bir kural olduğunu bildiriyor:
"İşte böyle, senden önce de (herhangi) bir memlekete bir elçi göndermiş olmayalım, mutlaka onun 'refah içinde şımarıp azan önde gelenleri' (şöyle) demişlerdir: "Gerçekten biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine (eserlerine) uymuş kimseleriz."
(O peygamberlerden her biri de şöyle) Demiştir: "Ben size atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden daha doğru olanını getirmiş olsam da mı?" Onlar da demişlerdi ki: "Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye kafir olanlarız." (Zuhruf, 23-24)
Peki nedir önde gelenlerin ve daha başka kimselerin atalar dinine bu kadar bağlanmalarının nedeni?
Önde gelenlerin atalar dinine bağlı olmalarının nedeni açıktır: Bu din, kendi egemenlikleri altında olan kurulu düzeninin önemli bir parçasıdır. Bu dini kullanarak düzene sözde meşruiyet sağlamaktadırlar. Ayrıca bu dinin bazı basit kurallarına uyarak kendilerini arasıra dindar insanlar olarak tanıtmaları ve toplumun güvenini kazanmaları son derece kolay olmaktadır.
Başkaları ise atalar dinine içinde bulundukları taassup nedeniyle bağlı kalırlar. Her türlü değişime karşı çıkan, eski olan herşeyin iyi olduğuna inanan bu kişiler, insan nefsinin eğilimlerinden biri olan taassubun (tutuculuk) içinde boğulmuşlardır.
Bazı kesimler ise sözkonusu atalar dini sayesinde maddi çıkarlar sağlamaktadırlar ve bu dinin terkedilmesinin de kendi kurdukları ruhban sistemini yok edeceğini bilirler. "Ey iman edenler, gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve (hıristiyan) rahiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah'ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele." (Tevbe, 34) ayetinde belirtildiği üzere, sahte bir dindarlık görüntüsüyle "insanların mallarını haksızlıkla yiyen" ruhbanların sayısı bir hayli kabarıktır.
Bu nedenle toplumun önemli bir kesimi, Resul'ün teklif ettiği Hak Din'e karşı atalarının dininin savunuculuğunu yapmaya başlar. Hz. Hud'a "Sen bize yalnızca Allah'a kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmakta olduklarınızı bırakmamız için mi geldin? Eğer gerçekten doğru isen, bize vadettiğin şeyi getir, bakalım" (Araf, 70) diyen Ad kavmi; ya da Hz. Salih'e "Ey Salih, bundan önce sen içimizde kendisinden (iyilikler ve yararlılıklar) umulan biriydin. Atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi davet ettiğin şeyden kuşku verici bir tereddüt içindeyiz" (Hud, 62) Semud kavmi; ya da Hz. Musa'ya karşı "Bu, düzüp uydurulmuş bir büyüden başkası değildir. Biz geçmiş atalarımızdan bunu işitmedik" (Kasas, 36) diyen Firavun çevresi, hep bu yöntemi izlemişlerdir.
Bu kesimin en büyük özelliklerinden biri de, Resul'e ve onunla birlikte iman edenlere karşı saldırıya geçerken, kendilerini gerçek birer dindar gibi göstermeye çalışmalarıdır. Allah ve din adına ortaya çıkarlar. Bu şekilde saldırı ve baskılarına sözde meşru bir zemin oluşturmaya çalışırlar. Elbette bu son derece sahtekarca bir tavırdır ve sözkonusu kişilerin de gerçekte Allah'la ve O'nun diniyle hiç bir ilgileri yoktur. Ancak o denli sahtekardırlar ki, "Resulü öldürmek" gibi olabilecek en büyük suçu işlerken, yine sözde "Allah adına" hareket ederler. Kuran'dan öğreniyoruz:
"Andolsun, biz Semud (kavmine de) kardeşleri Salih'i: "Yalnızca Allah'a kulluk edin" diye (demek üzere) gönderdik...
(Salih'e) Dediler ki: "Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık." Dedi ki: "Sizin uğursuzluğunuz (başınıza gelenler) Allah katında (yazılı)dır. Hayır, siz denenmekte olan bir kavimsiniz."
Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik-düzenlik bırakmıyorlardı. Kendi aralarında Allah adına and içerek, dediler ki: "Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velisine: Ailesinin yok oluşuna biz şahid olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz, diyelim."
Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. Artık sen, onların kurdukları hileli-düzenin uğradığı sona bir bak; biz, onları ve kavimlerini topluca yerle bir ettik." (Neml, 45-51)
Allah adına ortaya çıkarak Allah'a ve Resulüne savaş açanlar arasında çok önemli bir grup daha vardır. Hemen her Resulün karşılaştığı bu gruba, Kuran'da "münafık" adı verilir...

Resulün münafıklarla mücadelesi
Önceki sayfalarda sürekli olarak Resul ve müminler ile inkar edenler arasında geçen mücadeleyi konu edindik. Bu inkarcıların ortak özelliği, Resul'e karşı olduklarını, onun getirdiği dini inkar ettiklerini açık açık söylemeleri ve onlara karşı da açık bir mücadeleye girmeleriydi.
Oysa Resul ve müminlere karşı eyleme girişen inkarcılar, yalnızca sözkonusu "açık inkarcı"larla sınırlı değildir. Bir de müminlerden yana gözüken, Resul'e itaat ettiğini iddia eden "gizli inkarcılar" vardır ki, Resul ve müminler bunlara karşı da mücadele ederler. Kuran, "münafık" olarak bilinen bu ikiyüzlüleri şöyle tarif eder:
"İnsanlardan öyleleri vardır ki: 'Biz Allah'a ve ahiret gününe iman ettik' derler; oysa inanmış değillerdir. (Sözde) Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azap vardır." (Bakara, 8-10)
Münafıkların inanmadıkları halde inanmış gibi gözükmelerinin nedeni, kendilerini müminmiş gibi göstererek müminlerden bir takım çıkarlar elde edeceklerini ummalarıdır. Müminlerin maddi imkanları, güç ve ihtişamları bu kişileri etkiler ve bunlardan yararlanabilmek için kendilerini mümin gibi göstermeye karar verirler.
Oysa ayette de dendiği gibi, yalnızca kendilerini aldatırlar, çünkü "mümin taklidi yapmak" aslında mümkün değildir. Yapabildikleri dinin yalnızca bazı şekli özelliklerini taklid etmekten başka bir şey değildir. Oysa müminlerin "taklid edilemez" özellikleri vardır. Bu nedenle müminler ve özellikle de Resul münafıkların ikiyüzlülüğünü farkederler. Allah, Resule münafıkları tanımak için özel bir anlayış vermiştir:
"Yoksa kalplerinde hastalık bulunanlar, Allah'ın kinlerini hiç (ortaya) çıkarmayacağını mı sandılar?
Eğer biz dilersek, sana onları elbette gösteririz, böylelikle onları simalarından tanırsın. Andolsun, sen onları, sözlerin söyleniş tarzından da tanırsın. Allah, amellerinizi bilir" (Muhammed,29-30)
Ancak yine de "belki düzelirler" düşüncesiyle Resul münafıkların durumunu hemen yüzlerine vurmaz. Ancak bu kişilerin ikiyüzlülüğü kısa süre içinde, din için fedakarlık yapmaları gerektiği zaman ortaya çıkacaktır. Çünkü bu kişiler küçük şahsi menfaatlerini tatmin etmek umuduyla müminlere ve dine yaklaşmışlardır. Ancak bunu yapamayacaklarını, tam tersine Allah yolunda fedakarlıkta bulunmaları gerektiğini anladıklarında birden gerçek yüzlerini ortaya koyarlar.
Ancak münafığın en önemli özelliği bu noktada ortaya çıkar: Münafık "mümin taklidi" yapmaktan vaz geçtiği bu anda, tek başına müminlerden ayrılıp köşesine çekilmez. Tam aksine diğer müminleri de aynı kendisi gibi Allah yolundan döndürmeye çalışır. Onların şevklerini kıracak, onları şüpheye ve umutsuzluğa düşürecek, Resule olan sadakatlerini zayıflatacak telkinlerle ortaya çıkar. Çünkü, müminlerden ayrılırken, "onlar doğru yoldaydı, ben ise ikiyüzlü bir sahtekardım; çıkarlarım zedelenince ayrılıp-gittim" demeyi kendine yediremez. Tam tersine, "bunlar boş bir hedefin peşine takılmış gidiyorlar, ben gerçeği gördüm" diyerek gidecektir. Kuran'daki münafıkların, "Allah ve Resulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey vadetmemiş" (Azhab, 12), ya da "bunları (müslümanları) dinleri aldattı" (Enfal, 49) gibi ifadeleri, sözkonusu tavırlarını tarif etmektedir. Müminlerin farketmediği gerçekleri kendilerinin farkettiği psikolojisi ise, Hz. Musa'nın kavmini saptırıp buzağıya taptıran Samiri'nin söylediği, "Ben onların görmediklerini gördüm" (Taha, 96) sözünde en açık biçimde gözükmektedir.
Münafığın yaptığı bu bozgunculuk hareketinin adı, Kuran'ın ifadesiyle, "fitne"dir. Ve fitne, "Fitne, katilden beterdir" (Bakara, 217) hükmüne göre, en büyük suçtur. Resul elbette fitneye karşı önlem alır ve münafıkları azaplandırır.
Az önce sözünü ettiğimiz Samiri, münafık karakterinin dört dörtlük bir örneğidir. Hz. Musa'nın ona karşı tavrı da Resullerin kararlılığını gösterir. Kuran, Samiri'nin fitnesini ve Hz. Musa'nın tavrını ayrıntılı olarak anlatır. Buna göre, Hz. Musa'nın Allah'tan vahiy almak için tek başına Tur Dağı'na çıktığı bir sırada Samiri kavmi içinde fitne çıkarmıştır:
"(Allah dedi ki) Seni kavminden 'çarçabuk ayrılmaya iten' nedir ey Musa?"
Dedi ki: "Onlar arkamda izim üzerindedirler, hoşnut kalman için, Sana gelmekte acele ettim Rabbim."
Dedi ki: "Biz senden sonra kavmini deneme (fitne)den geçirdik, Samiri onları şaşırtıp-saptırdı."
Bunun üzerine Musa, kavmine oldukça kızgın, üzgün olarak döndü. Dedi ki: "Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Size (verilen) söz (ya da süre) pek uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizden üzerinize kaçınılmaz bir gazabın inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?"
Dediler ki: "Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik, ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından birtakım yükler yüklenmiştik, onları (ateşe) attık, böylece Samiri de attı." Böylece onlara böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkardı, "İşte, sizin ve ilahınız, Musa'nın ilahı budur; fakat (Musa) unuttu" dediler. Onun kendilerine bir sözle cevap vermediğini ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü olmadığını görmüyorlar mı?
Andolsun, Harun bundan önce onlara: "Ey kavmim, gerçekten siz bununla fitneye düşürüldünüz (denendiniz). Sizin asıl Rabbiniz Rahman (olan Allah)dır; şu halde bana uyun ve emrime itaat edin" demişti.
Demişlerdi ki: "Musa bize geri gelinceye kadar ona (buzağıya) karşı bel büküp önünde eğilmekten kesinlikle ayrılmayacağız."...
...(Musa da gelince:) Dedi ki: "Ya senin amacın nedir ey Samiri?"
Dedi ki: "Ben onların görmediklerini gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp atıverdim; böylelikle bana bunu nefsim hoşa giden (bir şey) gösterdi."
(Musa) Dedi ki: “Haydi çekip git, artık senin hayatta (hakettiğin ceza: "Bana dokunulmasın") deyip yerinmendir." Ve şüphesiz senin için kendisinden asla kaçınamayacağın (azap dolu) bir buluşma zamanı vardır. Üstüne kapanıp bel bükerek önünde eğildiğin ilahına bir bak; biz onu mutlaka yakacağız, sonra darmadağın edip denizde savuracağız. Sizin ilahınız yalnızca Allah'tır ki, O'nun dışında ilah yoktur. O, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır." (Taha, 83-98)
Görüldüğü gibi Resullerin münafıklara karşı tavırları son derece sert ve kararlıdır. Nitekim Allah Resule şöyle emreder: "Ey Peygamber, kafirlere ve münafıklara karşı cihad et ve onlara karşı 'sert ve caydırıcı' davran. Onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü bir dönüş yeridir o." (Tahrim, 9)
Bu arada şu da hatırlanmalıdır; Hz. Musa'nın kavmi zaten son derece anlayışsız ve itaatsiz bir kavimdir. Ancak gerçek müminler münafıkların fitnesinden etkilenmezler ve Resule olan sadakatlerini daha da artırarak sürdürürler. Bu durumda münafıklar toplu olarak müminlerden ayrılırlar. Ancak içlerindeki "intikam" isteği nedeniyle dağılmazlar ve Resul ve beraberindeki müminlere düşmanlığı sürdürmek için yeniden örgütlenirler. Ve ilginçtir, bu durumda bile ikiyüzlü oldukları kabul etmez, kendilerini gerçek birer mümin gibi tanıtırlar: Hz. Muhammed'e karşı fitne çıkaran münafıklar, onun yanından ayrıldıktan sonra "Dırar Mescidi" adıyla yeni bir mescid kurmuş, yani sözde müslüman görünmeye devam etmişlerdir. Oysa bu kurdukları mescidin tek amacı, Resule ve müminlere karşı düşmanlık yapabilmektir. Kuran, bu durumu şöyle açıklar:
" Zarar vermek, inkarı (pekiştirmek), müminlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah'a ve elçisine karşı savaşanı gözlemek için mescid edinenler ve: "Biz iyilikten başka bir şey istemedik" diye yemin edenler (var ya,) Allah onların şüphesiz yalancı olduklarına şahidlik etmektedir.
Sen bunun (böyle bir mescidin) içinde hiç bir zaman durma. Daha ilk gününden takva temeli üzerine kurulan mescid, senin bunda (namaza ve diğer işlere) durmana daha uygundur. Onda, arınmayı içten-arzulayan adamlar vardır. Allah arınanları sever.
Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez.
Onların kalpleri parçalanmadıkça, kurdukları bina kalplerinde bir şüphe olarak sürüp-gidecektir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Tevbe,107-110)
Ayette de belirtildiği gibi, münafıkların kurduğu mescidin amacı, müminlere zarar vermek ve müminlere karşı savaşanlarla işbirliği yapmaktır. Her ne kadar bu mescidi kuran münafıklar, "biz iyilikten başka bir şey istemedik" deseler de amaç budur. İki mescidi ayıran en önemli fark ise, müminlerinkinin "takva", yani Allah korkusu ve Allah rızası üzerine kurulmuş olmasıdır. Heva ve müminlere düşmanlık üzerine kurulan münafıkların mescidi ise, ayetin ifadesiyle, cehenneme yuvarlanacak bir yarın kenarındadır: Münafıklar ahirette cehennemin en alt tabakasına yollanacaklardır.
Münafıkların dünyada çekecekleri azap ise Resul ve müminlerin eliyle olacaktır. Resul, ayette de dendiği gibi, onların binalarını ve "kalplerini" paramparça edecektir. Nitekim Dırar Mescidi peygamberimiz tarafından yıkılmış ve darmadağın edilmiştir...

Resul'ün yahudilerle mücadelesi
Önceki sayfalarda Resullerin kavmin önde gelenleri ile olan mücadelelerini incelemiştik. Bu önde gelenler arasında özel bir grup vardır ki, şimdiye dek pek çok Resul tarafından doğruya davet edilmiş, ancak hep isyan ve düşmanlıkla cevap vermiş, hatta kendilerine gönderilen Resulleri öldürmüşlerdir. "İsyan etmeleri ve haddi aşmaları" nedeniyle Hz. Davud ve Hz. İsa gibi Resullerin diliyle "lanetlenen" (Maide, 78) bu topluluk, yahudilerdir.
Yahudilerden (ya da Kuran'da daha çok kullanılan isimleriyle İsrailoğullarından), Kuran'ın yüzlerce ayetinde söz edilir. Çünkü bu topluluk, tarih boyunca kendisine en çok Resul gönderilen ancak Allah'a ve Resullerine karşı da en çok isyan edip düşmanlık gösteren topluluktur. Kibirlilik, isyankarlık, bozgunculuk gibi klasik inkarcı özellikleri, Kuran'ın ifadesiyle "çok azı dışında" yahudilerin genel vasfı haline gelmiştir.
Yahudilerin inkarcı karakteri henüz Hz. Musa dönemindeyken başlamıştır. İsrailoğullarını Firavun'un baskısından kurtarmakla görevlendirilen ve bu yolda sayısız sıkıntıya katlanan Hz. Musa'ya karşı yahudilerin tavrı nankörlük ve isyandan başka bir şey olmamıştır. Firavun ordularının elinden büyük mucizeler sonucu kurtulan (denizin yarılması gibi) İsrailoğulları, ilk fırsata Allah'a ve Hz. Musa'ya itaatsizlik etmiştir. Yahudilerin bu nankörlüğü Kuran'da şöyle anlatılır:
"İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa'ya dediler ki: "Ey Musa, onların ilahları (var; onların ki) gibi, sen de bize bir ilah yap."
O: "Siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" dedi. "Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler (ibadetler) de geçersizdir. O sizi alemlere üstün kılmışken, ben size Allah'tan başka bir ilah mı arayacağım? Hani size dayanılmaz işkenceler yapan, kadınlarınızı sağ bırakıp erkek çocuklarınızı öldüren Firavun ailesinden sizi kurtarmıştık. Bunda Rabbinizden sizin için büyük bir imtihan vardı." (Araf, 138-141)
Ancak İsrailoğulları Hz. Musa'nın bu hatırlatmalarını dinlememiş ve az biraz önce değindiğimiz gibi Samiri'nin önderliğinde yeniden Allah'a isyan edip O'na ortak koşmuşlardır. Hz. Musa'nın Samiri'yi sürgün edip, yaptığı putu yok etmesinden sonra yine defalarca ona isyan etmişlerdir. Savaşa çıkmak gerektiğinde "Ey Musa biz, onlar durduğu sürece hiç bir zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz burda duracağız" (Maide, 54) diyenler de, Hz. Musa'nın ölümünün ardından Allah'ın vahyini elleriyle değiştirenler de onlardır.
Yahudiler, Hz. Musa'nın ardından kendilerine yollanan Resullerin bir kısmını da öldürmüşlerdir:
"Onların (yahudilerin) üzerine horluk ve yoksulluk (damgası) vuruldu ve Allah'tan bir gazaba uğradılar. Bu, kuşkusuz, Allah'ın ayetlerini tanımazlıkları ve peygamberleri haksız yere öldürmelerindendi. (Yine) bu, isyan etmelerinden ve sınırı çiğnemelerindendi." (Bakara, 61)
"Andolsun; "Gerçek, Allah fakirdir, biz ise zenginiz" diyenlerin (yahudilerin) sözlerini Allah işitmiştir. Onların bu sözlerini ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız ve: "Yakıcı olan azabı tadın" diyeceğiz." (Ali İmran, 181)
Yahudilerin bu tavrı Hz. İsa ve Hz. Muhammed'e karşı da devam etmiştir. Hz. İsa'yı Romalılara ihbar eden ve çarmıha gerilmesi için çabalayanlar yahudilerdir. (Ancak Allah Hz. İsa'yı çarmıha gerilmekten kurtarmış, onun yerine bir başkası çarmıha gerilmiştir). Hz. Muhammed'i öldürmeye çalışan, ona karşı Arap kabilelerini kışkırtanlar da yahudilerdir.
Bundan dolayıdır ki, yahudiler Kuran'da müminlerin en büyük düşmanı olarak gösterilmiştir:
"Andolsun, insanlar içinde, mü'minlere en şiddetli düşman olarak yahudileri ve müşrikleri bulursun." (Maide, 82)
Madem yahudiler müminlere düşmandırlar, o halde müminler de en büyük mücadelelerinden birini yahudilere karşı vereceklerdir.
Yahudilerin müminlere olan düşmanlıklarının , İslam'a karşı "kin ve hınç" (Nisa, 64) beslemelerinin yanında bir başka özellikleri de, yeryüzünde sistemli bir fitne (bozgunculuk) örgütlemeleridir. Allah, kitabında yahudilerin uyguladığı sistemli fitnenin bir çok özelliği bildirir. Kuran, İsrailoğullarının en çok dünya hırsına sahip olan topluluk olduğunu (Bakara, 96), kendilerini diğer insanlardan üstün gördüklerini (Cum'a, 6), "insanların mallarını haksızlıkla yediklerini" ve onları faiz yoluyla sömürdüklerini (Nisa, 161), peygamberleri-ki bu hüküm aynı zamanda peygamber geleneğini devam ettiren lider konumundaki müminleri de içerebilir-"öldürdüklerini" (Al-i İmran, 183), kendi soydaşlarını da öldürdüklerini veya yurtlarından sürdüklerini (Bakara, 84-85), "zalim" olduklarını (Bakara, 59), sıkça "ihanet" ettiklerini (Maide, 13), "küfre sapanlarla dostluklar kurdukları"nı (Maide, 80), insanlara "zulüm" yaptıklarını ve onları "Allah'ın yolundan alıkoyduklarını" (Nisa, 160) bildiriyor. Bu denli büyük bir fitneyi örgütleyen, yeryüzünde "savaş ateşini tutuşturan" ve "bozgunculuğa çaba harcayan" yahudiler (Maide, 64), doğal olarak Allah'ın yeryüzündeki halifesi olan Resul ve müminler tarafından durdurulacaktır. Çünkü "Allah bozguncuları sevmez" (Maide, 64)

Resulün ahlaksızlıkla mücadelesi
Resul'ün asıl görevi insanları Allah'ın yoluna davet etmek, Allah'ın dinini onlara açıklamaktır. Mücadele ettiği gruplar ise, Resul'ün çağrısına düşmanlıkla cevap veren, onu durdurmaya çalışan gruplardır. Önde gelenlerle, atalar dininin temsilcileriyle, münafıklarla ve yahudilerle yaptığı mücadelelerin mantığı budur.
Resul'ün mücadelesindeki bir diğer amaç ise, insanları Allah'ın yolundan alıkoyan, onları sapkınlığa teşvik eden grupların pasifize edilmesidir. Çünkü bu tür gruplar, "onlar, hem ondan (Kuran'dan) alıkoyarlar, hem kendileri kaçarlar" (Enam, 26) ayetinde haber verildiği gibi, yalnızca kendilerini saptırmakla kalmazlar, aynı zamanda pek çok insanı da sapıklığa özendirirler.
Örneğin cinsel sapkınlıkların, fuhşun yayılması için çaba gösterenler, kendileri saptıkları gibi, başka insanları da sapkınlığa sürüklemektedirler. Bu nedenle de azabı hak ederler. Ayette şöyle denmektedir:
"Çirkin utanmazlıkların (fuhşun) iman edenler içinde yaygınlaşmasından hoşlananlara, dünyada ve ahirette acıklı bir azap vardır. Allah bilir, siz ise bilmiyorsunuz." (Nur, 19)
Ahlaksızlığı yaymaya çalışanların ahirette karşılaşacakları azap, kuşkusuz cehennemdir. Dünyada yaşayacakları azabın farklı yolları olabilir. Allah bu kişilerin üstüne çeşitli belalar verebilir (AIDS ve benzeri cinsel hastalıklar bu yönden oldukça anlamlıdır). Bunun yanısıra, Allah bu azabı Resulün ve müminlerin eliyle de verecektir. Nitekim Nisa Suresi'nin 16. ayetinde eşcinsellere ceza olarak "eziyet edilmesi" emredilmektedir.
Resullerin cinsel sapkınlıkla mücadelesinin en ünlü örneği ise Hz. Lut ve kavmidir. Eşcinsel olan kavme karşı Hz. Lut'un uyarısı ve kavmin cevabı şöyledir:
"Hani Lut da kavmine şöyle demişti: "Sizden önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasız-çirkinliği mi yapıyorsunuz? Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz."
Kavminin cevabı: "Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar çokça temizlenen insanlarmış!" demekten başka olmadı." (Araf, 80-83)
Bir başka yerde Lut'un kavmine olan tepkisi ve kavmin sapkınlığı şöyle anlatılır:
"Lut (kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Lut: "Sakınmaz mısınız?" demişti."Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir."
"Siz insanlardan (cinsel arzuyla) erkeklere mi gidiyorsunuz? "Rabbinizin sizler için yaratmış bulunduğu eşlerinizi bırakıyorsunuz. Hayır, siz sınırı çiğneyen bir kavimsiniz."
Dediler ki: "Ey Lut, eğer (bu söylediklerine) bir son vermeyecek olursan, gerçekten (burdan) sürülüp çıkarılanlardan olacaksın."
Dedi ki: "Gerçekten ben, sizin bu yaptığınıza öfke ile karşı olanlardanım. Rabbim, beni ve ailemi bunların yaptıklarından kurtar."
Bunun üzerine onu ve bütün ailesini kurtardık. Yalnızca geri kalanlar içinde bir kocakarı hariç.. Sonra geride kalanları yerle bir ettik. Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık; uyarılıp-korkutulanların yağmuru ne kötü.
Gerçekten, bunda bir ayet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır esirgeyendir." (Şuara, 160-175)
Hz. Lut'un söylediği "ben sizin bu yaptığınıza öfke ile karşı olanlardanım" ifadesi, müminlerin cinsel sapkınlığa karşı olan genel tavrının özlü bir ifadesidir.


Sonuç

Kuran'a baktığımızda tüm Resullerin ve onlarla birlikte iman edenlerin ortak bir kadere sahip olduklarını görürüz. Resullerin önderliğindeki mümin toplulukları hep küçük bir cemaat olarak mücadeleye başlamışlardır. Bu mümin cemaatleri bir taraftan Allah'ın dinini tebliğ ederken bir taraftan da kendilerinden görünüşte çok daha güçlü olan düşmanlara karşı mücadele vermişlerdir. Ve bu mücadeleden "nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle galib gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir" (Bakara, 249) ayetinin sırrıyla galip çıkanlar hep Resuller ve müminler olmuştur.
"Öyleyse, dünya hayatına karşılık ahireti satın alanlar, Allah yolunda savaşsınlar; kim Allah yolunda savaşırken, öldürülür ya da galip gelirse ona büyük bir ecir vereceğiz" (Nisa, 74) ayetine göre, Allah yolunda mücadele eden bir mümin için iki ihtimal vardır: Ya galip gelecek ya da mücadele sırasında şehit edilecektir. "Yenilmek" gibi üçüncü bir ihtimal yoktur.
Resul ve inkarcılar arasındaki sözkonusu mücadelelerin tümü Allah'ın çizdiği kadere göre yürür. Müminleri de, düşmanlarını da yaratan Allah'tır. Kuran'da Allah'ın Resuller için özel düşmanlar kıldığı haber verilmektedir:
"Böylece her peygambere, insan ve cin şeytanlarından bir düşman kıldık. Onlardan bazısı bazısını aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapmazlardı. Öyleyse onları yalan olarak düzmekte olduklarıyla başbaşa bırak." (Enam, 112)
"İşte böyle; biz, her peygambere suçlu-günahkarlardan bir düşman kıldık. Yol gösterici ve yardımcı olarak Rabbin yeter." (Furkan, 31)
Mücadelenin her iki tarafını da Allah yarattığına göre sonucunu belirleyen de O'dur. Ve Allah Resullerin karinde galip gelmeyi yazmıştır. Kuran'da bildirildiğine göre, Resul için yenilmek sözkonusu değildir:
"Allah, yazmıştır: "Andolsun, ben galip geleceğim ve elçilerim de." Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır." (Mücadele, 21)
Mümin topluluğunun yaşayacağı geçici bir mağlubiyetin nedeni ise, ancak Resul'e karşı itaatsiz davranmalarıdır. Nitekim Ali İmran Suresi'nde anlatıldığına göre, Uhud Savaşı sırasında müminlerin bir kısmı Resul'ün emrine uymamışlar ve bu nedenle de kazanılacak gibi görünen savaş kaybedilmiştir. Ama bu geçici bir yenilgidir ve müminlerin eğitilmesine, daha itaatli olmalarına vesile olmuştur. Sonuçta galip gelenler ise mutlaka ve mutlaka Resul ve onunla birlikte iman edenlerdir. Resule karşı düşmanlık besleyenlerin sonu ise aynıdır: Dünyada aşağılanma ve ahirette cehennem azabı. Kuran, Resule başkaldıranların durumunu şöyle bildirir:
"Gerçekten Allah'a ve Resûlü’ne karşı (onların koydukları sınırları tanımayıp kendileri sınır koymaya kalkışmakla) başkaldıranlar, kendilerinden öncekilerin alçaltılması gibi alçaltılmışlardır. Oysa biz apaçık ayetler indirdik. Kafirler için küçültücü bir azap vardır.
Allah, hepsini dirilteceği gün, onlara neler yaptıklarını haber verecektir. Allah, onları (yaptıklarıyla bir bir) saymıştır; onlar ise onu unutmuşlardır. Allah, her şeye şahid olandır." (Mücadele, 5-6)
Buna karşılık Resul'e tabi olan müminler ise dünyada zafer ve hakimiyetle, ahirette Cennetle ve hepsinden en önemlisi, Allah'ın rızasıyla ödüllendirilirler. Kuran Resul'ün ve onunla birlikte iman edenlerin "Allah'ın fırkası" olduğunu bildirir ve şöyle der:
"Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiç bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orda süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir." (Mücadele, 22)
Bir başka ayette ise Resullerin (ve onların yolunu izleyen ümmetlerinin) kesin olarak galip geleceği şöyle bildirilir:
"Andolsun (peygamber olarak) gönderilen kullarımıza (şu) sözümüz geçmiştir: Gerçekten onlar muhakkak nusret (yardım ve zafer) bulacaklardır. Ve hiç şüphesiz; bizim ordularımız, üstün gelecek olanlar onlardır." (Saffat, 171-173)
Madem Allah'ın sözü budur, böyle de olacaktır. Üstün gelecek olanlar, kuşkusuz "Allah'ın orduları"dır...