17 Ağustos 2010 Salı

Hücredeki Bilinç

HÜCREDEKİ BİLİNÇ





HARUN YAHYA



1.BASKI OCAK 2001


İÇİNDEKİLER


Giriş
Darwinizm'e İnanmak Aklı Ve Mantığı Terk Etmektir
Vücudunuzda, 20 Dakikada Bir Milyon Sayfa Dolusu Bilgiyi Kopyalama
Yeteneğine Sahip Bir Makina Olduğunu Biliyor Muydunuz?
DNA'nın Mükemmelliği Evrim Teorisini Yalanlamaktadır
Hücre Şekillerindeki Tasarım Evrim Teorisinin Geçersizliği İçin Yeterli Bir Delildir
Hücreler Birbirlerini Nasıl Tanıyabiliyor?
Allah'ın Varlığının Delillerini Anlatarak, İnsanları Dinsiz
Felsefelerin Batağından Kurtarabilirsiniz
Vücudumuzdaki Petrol Rafinerisi...
Hücrelerinizdeki Hayat Enerjisi: ATP Molekülü
Hücredeki Yoğun Trafiği Kim Düzenliyor?
Karaciğerin Dev Bir Laboratuvar Olduğunu Biliyor Musunuz?
Vücuda Zarar Vermemek İçin İntihar Eden Hücreler
Karaciğere Yerleştirilmiş "Bakteri İmha Makinaları"
Nefes Alıp Verme Düzeninizi Hiçbir Zaman Kontrol Etmiyorsunuz. Çünkü
Bazı Hücreleriniz Bu kontrolü Sizin Yerinize Yapıyor
Sizin Yapamadığınızı Hücreleriniz Yapabilir!
Yaşamınız Hücrelerinizin Şuurlu İşbölümü Sayesinde Devam Ediyor!
Hücrelerinizde Gerçekleşen Olayların Akıl Gerektirdiğini Hiç Düşünmüş Müydünüz?
Şeker Yediğiniz Zaman Vücudunuzda Çalışan Dev Fabrikanın Farkında Mısınız?
Glikozu, Proteini, Sodyumu Ayırt Edebilen Böbrekler Yaratılışın Apaçık Bir Delilidir
Tansiyonunuz Düştüğünde Vücudunuzda Neler Olduğunu Biliyor Musunuz?
Dolaşım Sistemindeki Şuur
Damarların Gevşemesini Sağlayan Mucize Molekül: Nitrik Oksit
Darwinizm'in Ne Büyük Bir Safsata Olduğunu Görmek İçin Sadece Bir Örnek Yeter!
Vücudunuzdaki Her Bir Protein Kusursuz Bir Tasarıma ve
Vazgeçilmez Görevlere Sahiptir!
Hataları Tespit Eden Enzimler
Darwinizm'e İnanmak, Çocuk Masallarının Gerçek Olduğuna İnanmak
Kadar Büyük Bir Mantıksızlıktır
Bilgi Şuur ve Beceri Sahibi Enzimler
Kemik Hücrelerinin Üretim Planlama Yetenekleri
Yaratılmışlar Arasındaki Müthiş Uyum Darwinizm'i Yalanlıyor
Kandaki Oksijen Avcısı Hemoglobinler
Solunum Yollarında Hatasız Yön Tespiti Yapabilen Tüycükler
Bu Yazıyı, Aşağıda Anlatılanları Şu Anda Vücudunuzda Gerçekleştiğini
Unutmadan Okuyun
İnsan Vücuduna Hizmet Eden Lizozom Enzimleri
Nefes Almanın Ne Kadar Büyük Bir Mucize Olduğunu Hiç Düşündünüz Mü?
Hücreler Arası Haberleşme Ağı
Doğum Sancılarının Ve Anne Sütünün Kaynağı: Beyinde Üretilen Bir Hormon
Eğer Hiç Susamasaydınız?….
Cinsiyet Ayrımı Yapabilen Moleküller: Hormonlar
Hücrelerdeki Bilinçli Hareketleri Yaptıran Güç, Kendi Varlığından Habersiz Bir
Hormon Olabilir Mi?
Hiçbir Formül Kendi Kendine, Tesadüfen Ortaya Çıkamaz
Böbrekleriniz Tıbbi Bilgilere Sahip Olabilir Mi?
Darwinizm'i Yalanlayan Hormonlar
Akciğerin Kendine Has Bir Acil Savunma Birimine Sahip Olduğunu
Biliyor Muydunuz?
Enzimler Olmasaydı Bu Yazıyı Okumanız 40 Bin Sene Sürerdi!
Daha Önce Hiç Karşılaşmadıkları Mikroplara Karşı Önlem Alabilen Antikorlar
Savunma Hücreleri Bilgi Yüklü Bir Hafızayla Yaratılmışlardır
Görüp De Düşünmediklerinizde Sayısız İlim Ve Mucize Saklıdır
Küçük Bir Molekülün Özellikleri Dahi, Evrim Teorisini Çürütmeye Yeterlidir
Hayatınızın Pamuk İpliğine Bağlı Olduğunu Biliyor Musunuz?
Dünyanın En Kompleks Şebekesi Beynimizde
Öğrendiğiniz Her Bilgi, Allah'ın İhtişamlı Yaratışının Bir Örneğidir
Ek Bölüm: Evrim Yanılgısı



GİRİŞ


Evrim teorisi, İngiliz doğabilimci Charles Darwin tarafından 19. yüzyılın ortalarında ileri sürüldü. O dönemin bugüne kıyasla en belirgin özelliği ise, bilim ve teknoloji düzeyinin son derece geri olmasıydı. 19. yüzyılın bilim adamları basit laboratuvarlarda, oldukça ilkel araçlarla çalışıyordu. Kullandıkları araçlarla bakterilerin dahi varlığını görmeleri mümkün değildi. Dahası, Ortaçağ'dan beri süregelen pek çok batıl inanış, bilim adamlarını hala etkisi altında tutuyordu.
Bu batıl inanışların biri, canlılığın temelde basit bir yapıya sahip olduğu düşüncesiydi. Eski Yunan düşünürü Aristo'ya kadar uzanan bu inanışa göre, canlılık bazı cansız maddelerin ıslak bir ortamda tesadüfen yanyana gelmeleriyle kendiliğinden başlayabiliyordu.
Darwin, teorisini geliştirirken bu inanışa, yani canlılığın temelde basit bir yapıya sahip olduğu düşüncesine dayandı. Darwin'in teorisini benimseyen ve savunan diğer biyologlar da aynı şekilde düşündü. Örneğin Darwinizm'in Almanya'daki en büyük destekçisi olan Earnst Haeckel, o dönemin mikroskoplarında sadece koyu bir leke gibi görünen canlı hücrenin çok basit bir yapıya sahip olduğunu düşünüyordu. Hatta bir yazısında hücre için açıkça "jöle dolu basit bir baloncuk" demişti.
İşte evrim teorisi, bu ve benzeri varsayımlar üzerine kuruldu. Teoriyi ortaya atan Haeckel, Darwin ya da Huxley gibi isimler, canlılığın çok basit bir yapıya sahip olduğunu ve dolayısıyla bu basit yapının tesadüflerle kendi kendine oluşabileceğini düşünüyorlardı. Ancak, yanılıyorlardı.
Darwin'den günümüze kadar geçen bir buçuk yüzyıl içinde, bilim ve teknolojide dev adımlar atıldı. Bilim adamları, Heackel'in "jöle dolu basit bir baloncuk" dediği hücrenin gerçekte nasıl bir yapıya sahip olduğunu keşfettiler. Ve hücrenin hiç de önceden sanıldığı gibi basit olmadığını hayretle gördüler. Hücrenin içinde, Darwin zamanında hayal bile edilemeyecek kadar kompleks bir sistem olduğu ortaya çıktı.
Ünlü bir moleküler biyolog olan Profesör Michael Denton, hücrenin nasıl bir yapıya sahip olduğunu anlatmak için şöyle bir benzetme yapar:
"Moleküler biyoloji tarafından ortaya çıkarılan yaşam gerçeğini kavrayabilmek için, bir hücreyi yaklaşık bir milyon kez büyütmemiz gerekir. Bu durumda hücre, New York ya da Londra gibi büyük bir şehri kaplayacak boyutta dev bir uzay gemisine benzeyecektir. Hücrenin yakınına gelip onu incelediğimizde, üzerindeki milyonlarca küçük kapıyla karşılaşırız. Ve eğer bu kapıların herhangi birinden içeri girersek, olağanüstü bir teknoloji ve bizi şaşkınlığa düşürecek bir komplekslikle yüzyüze geliriz.." (Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, s. 242)
Bu kitapta da dev bir uzay gemisinden çok daha kompleks ve harika sistemlere sahip, minyatür bir şahaser olan hücredeki yaratılış mucizeleri tanıtılacaktır. Hücre içindeki organellerin ve hücrede üretilen enzimlerin, proteinlerin ve diğer tüm maddelerin, kendilerinden beklenmeyecek şuurlu hareketleri gözler önüne serilecektir. İnsan bedenindeki yaklaşık yüz trilyon hücrenin her birinde sergilenen üstün akıl ve bilgiyle ilgili örnekler anlatılacak; tüm bunların şuursuz tesadüflerin değil, Allah'ın eseri olduğu bir kez daha hatırlatılacaktır.
Allah'ın yaratışının delilleri, O'nun üstün gücünün, aklının ve sanatının yansımaları aslında her yerdedir. İnsan gözünü nereye çevirse, Allah'ın yaratışı ile karşılaşır ve O'nu yücelterek tesbih eder.
Bu kitapta özellikle hücre üzerinde durulmasının nedenlerinden biri canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia ederek, Allah'ı inkar edenlere gerçekleri bir kez daha göstermektir. Canlılık, tesadüfen oluşamayacak kadar kompleks ve detaylı özelliklere sahiptir, üstün bir Akıl ve Güç tarafından yaratıldığı apaçıktır. Bu kitabın bir diğer amacı da Allah'ın yaratışındaki üstünlüğü anlatarak O'nun yüceliğini tesbih etmektir.



DARWINİZM'E İNANMAK
AKLI VE MANTIĞI TERK ETMEKTİR

Vücudumuzdaki her hücre bölünerek çoğalır. Bölünme sırasında hücre çekirdeğindeki DNA'nın da kopyalanması gerekir. DNA'nın kopyalanması işlemi ise, insanı hayrete düşürecek kadar kusursuz bir organizasyon, disiplin ve düzen içinde gerçekleşir.
İçinde 3 milyar harften oluşan bir bilgi bankasının bulunduğu DNA molekülü, helezon şeklinde bir merdivene benzer. Kopyalama işlemi başladığında ilk olarak "DNA helikaz" adındaki enzim olay yerine gelir ve DNA'nın helezon şeklini bir fermuar açar gibi açmaya başlar. Bunun sonucunda DNA'nın heliks şeklinde birbirine dolanmış olan kolları ayrılır. "DNA helikaz" her zaman tam vaktinde görev başındadır ve görevini kusursuzca, şaşırmadan, en ufak bir hataya düşmeden, DNA'ya hiçbir zarar vermeden yerine getirir.
Şimdi sıra "DNA polimeraz" enzimindedir. Bu enzimin görevi ise, DNA'nın ikiye ayrılan kollarını, ikinci bir kol ile tamamlamaktır. Bunun için DNA'nın bir kolunu oluştuan her bilginin karşısına uygun olan bilgiyi bulup getirir. Dikkat edin! Atomlardan oluşmuş, hiçbir bilgisi, şuuru ve aklı olması beklenmeyen bir enzim, DNA'nın yarım kolunu tamamlamak için gereken bilgileri tespit edebilmekte, onları daha sonra hücre içindeki ilgili yerlerden temin ederek yerlerine yerleştirmektedir. Bu işlem sırasında en küçük bir hata dahi yapmamakta, 3 milyar harfi en doğru şekilde tek tek tespit ederek tamamlamaktadır. Aynı esnada başka bir polimeraz enzimi de, DNA'nın diğer yarısını benzer şekilde tamamlamaktadır. Bütün bunlar olup biterken, DNA sarmalının ayrılan iki parçasının birbirine tekrar dolanmaması için "heliks-stabilizasyon" enzimleri DNA'yı uçlarından sabit tutarlar.
Görüldüğü gibi, DNA'nın kopyalanması sırasında, birçok enzim, askeri bir disiplin içinde, bilgi ve akıl kullanmayı gerektiren işlemleri yerine getirir. Sizin elinize 3 milyar harften oluşan bir metin verilse ve bunu daktilo ederek kopyalamanız istense, bu kopyalama işlemini tek bir hata yapmadan tamamlamanız mümkün olmazdı. Mutlaka bir yerde bir hata yapar, satır ya da en azından harf atlardınız. Ancak, bu enzimler böyle bir hataya düşmeden işlemlerini tamamlarlar.
Darwinistler ise, tüm bu enzimlerin, DNA'daki milyarlarca harften oluşan bilginin, DNA'nın kopyalanması işleminin, bu kusursuz organizasyonun tesadüfen gerçekleştiğini iddia ederler. Evrimcilerin böyle inanılması imkansız bir varsayıma inanmaları, üzerinde durulması gereken büyük bir olay, hatta bir mucizedir. Evrimcilerin, bu kadar mantıksız iddialara körü körüne inanmalarının tek nedeni, materyalizme olan bağlılıkları ve Allah'ın varlığını reddetme konusundaki kararlılıklarıdır.


VÜCUDUNUZDA, 20 DAKİKADA BİR MİLYON SAYFA
DOLUSU BİLGİYİ KOPYALAMA YETENEĞİNE SAHİP
BİR MAKİNA OLDUĞUNU BİLİYOR MUYDUNUZ?

Bilindiği gibi hücreler bölünerek çoğalırlar. Bu bölünme sırasında, hücrenin çekirdeğinde bulunan DNA'nın da yeni hücre için bir kopyasının alınması gerekir. Bu kopyalanma sırasında, üzerinde düşünülmesi gereken son derece çarpıcı bir olay gerçekleşir.
DNA, 3 milyar harften oluşan, canlı ile ilgili tüm bilgileri saklayan muazzam büyüklükte bir bilgi bankasıdır. DNA'daki bilgileri yazılı hale getirirsek, toplam 1 milyon sayfadan oluşan yaklaşık 1000 ciltlik bir ansiklopedi serisi elde ederiz. Öyle ise DNA'nın kopyalanması, 1 milyon sayfalık yazının veya diğer bir ifadeyle 1000 cilt ansiklopedinin kopyalanması ile aynı şeydir.
Peki bu kopyalama işlemi ne kadar sürer biliyor musunuz?
20 ile 80 dakika arasında.
Dikkat edin, bu, 1 milyon sayfa dolusu yazının 20 ila 80 dakika arasındaki bir sürede, hiçbir hata ve eksiklik olmadan kopyasının alınması demektir. Bugün bilinen hiçbir fotokopi makinası veya teknolojik ürün, bu kadar kısa sürede bu kadar hatasız ve eksiksiz bir kopyalama işlemi gerçekleştirememektedir. Ve dikkat edin DNA'daki bilgileri kopyalayan teknolojik aletler değil, gözle dahi göremediğimiz hücrelerimizdir. Şimdi düşünelim:
Her hücre bölündüğünde DNA'nın bir kopyasının alınması gerektiğini düşünen, DNA'nın en hızlı ve en kusursuz şekilde kopyalanması işlemini yürüten, hatalı işlemlerin derhal düzeltilmesi için müthiş bir organizasyon yapan güç, akıl, irade ve ilim kime aittir?
Böylesine kompleks, kusursuz ve hatasız bir düzenin tesadüfen geliştiğini söylemek kesinlikle akıl ve mantık dışıdır. Evrendeki tüm atomları ve gerekli tüm koşulları bir araya getirseniz, DNA'nın kopyalanmasını gerçekleştiren sistemi tesadüfen oluşturamazsınız.
Çok açıktır ki, bu kadar kusursuz bir sistemi yaratan ve milyonlarca senedir yaratmaya devam eden sonsuz ilim, akıl ve güç sahibi olan Allah'tır.

Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, herşeyi kuşatandır. (Nisa Suresi, 126)


DNA'NIN MÜKEMMELLİĞi
EVRİM TEORİSİNİ YALANLAMAKTADIR!

İnsanın tek bir DNA molekülünde bir milyon ansiklopedi sayfasını dolduracak bilgi bulunmaktadır. Bu bilgilerin tamamı çok önemli bir sıralamaya sahiptir. Şimdi düşünün, milyonlarca harfi rastgele caddeye serpsek, serpilen bu harflerin hepsi bir makale haline dönüşse, sonra bu milyonlarca harf gazete sayfasındaki yazılar gibi yazılar oluştursa, bunun kör bir tesadüf eseri olduğunu söylemek mümkün müdür? Darwinist anlayışa göre bu olağanüstü olayın tesadüfen gerçekleşmesi mümkündür.
Darwinizm bütün dünya milletleriyle alay eden, onları adeta çocuk kandırır gibi kandırdığını sanan bir ideolojidir. Tesadüfün ilahi bir akıl gibi sunulduğu bu düşüncede, tesadüf dünyadaki bütün insanların aklından daha çok akla sahip muazzam bir deha olarak gösterilmektedir. Evrimcilere göre, binlerce yıldır gelip geçmiş ne kadar insan varsa, hepsinin beynini, aklını, düşünme kabiliyetini, muhakemesini, hafıza gücünü, daha yüzlerce ve binlerce maddi manevi özelliğini şekillendiren "tesadüf" isimli bu "deha"nın sadece zamana ihtiyacı vardır. Eğer tesadüfe madde ve zaman verilirse insanları, karıncaları, atları, zürafaları, tavuskuşlarını, kelebekleri, inciri, zeytini, portakalı, şeftaliyi, narı, karpuzu, kavunu, domatesi, muzu, laleyi, menekşeyi, çileği, orkideyi, gülü ve aklınıza gelen gelmeyen yüzlerce binlerce hayvanı, bitkiyi ve her türlü canlıyı yapabilecek bir güce sahiptir. Elbette bu iddiaların tamamı bir safsatadan ibarettir. Herşeyin yaratıcısı Allah'tır.

Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir.
(Hac Suresi, 74)


HÜCRE ŞEKİLLERİNDEKİ TASARIM EVRİM TEORİSİNİN GEÇERSİZLİĞİ İÇİN YETERLİ BİR DELİLDİR

Vücudunuzdaki yaklaşık 200 farklı tipteki hücre, sadece birkaç açıdan birbirlerinden farklıdır. Bu farklılıkların en önemlilerinden biri de şekilleridir. Sinir hücreleri, kas hücreleri, kan hücreleri... Bunların hepsi temelde aynı mekanizmalara sahip olmalarına rağmen, şekillerindeki mükemmel tasarım sayesinde görev yaptıkları bölgede en yüksek verimi alacak şekilde faaliyet gösterirler.
Farklı şekillere sahip hücrelerden iki örnek sinir ve kan hücreleridir. Sinir hücrelerinin omurilikten ayağa kadar uzanan yaklaşık 1 metrelik uzantıları vardır. Bu sayede uyarılar bir hücreden diğerine atlayarak hiç vakit kaybı olmadan tek bir hat üzerinden hızla gidecekleri bölgeye ulaşırlar. Kan hücreleri ise sinir hücrelerinin aksine sadece 7 mikrometre boyundadır. Böylesine minik bir boyuta sahip olmaları onların mikroskobik boyuttaki kılcal damarlardan sıkışmadan geçebilmelerini sağlar. Ayrıca küçük birer diski andıran bu hücrelerin her iki yüzünün de içe doğru çukur olması onların oksijen ve karbondioksit alışverişi için maksimum alana sahip olmalarını sağlar. Bu hücrelerin milyonlarcasının her milimetre küp kanda olduğunu düşünürseniz, gaz alışverişinin yapıldığı yüzey alanın büyüklüğünü tahmin etmeniz hiç de zor olmayacaktır.
Göz ve kulaklarınızdaki hücreler de şekilleri itibarıyla özelleşmişlerdir. İç kulaktaki kokleada küçük tüycüklerden oluşan hücreler vardır. Bunlar ses dalgalarının etkisiyle titreşirler ve kulağın içindeki sıvının dalgalanma basıncını sinir uyarısına dönüştüren bir mekanizma olarak görev yaparlar. Gözdeki ışığa duyarlı retina hücreleri de görevlerini en iyi yapabilecek bir şekilde dizayn edilmişlerdir. Retinadaki koni hücrelerinde ışığa duyarlı pigmentleri ve sinir bağlantısını taşıyan çok sayıda zar vardır. Bu düzen her bir koni hücresine ışığa karşı yüksek derecede bir hassasiyet kazandırır.
İnce bağırsakta da görevine uygun şekle sahip, besinleri emici hücreler vardır. Her hücrenin üst kısmı mikrovilli adındaki mikro boyutta yüzlerce tüycükle kaplıdır. Bu tüycüklerin üzerindeki taşıyıcı moleküller besinlerdeki işe yarar kısımları alıp, yaramayanları geri çevirirler. Böylece besinlerin sindirilmesinin bir aşaması daha gerçekleşir.
Unutulmamalıdır ki insanın tüm hücreleri tek bir hücrenin bölünerek çoğalmasından meydana gelmişlerdir. Hücrelerin faaliyetleri için en uygun şekli kendileri seçtikten sonra, henüz beden oluşurken bu şekle girdiklerini düşünmek tamamen mantık dışıdır. Tüm bunlar bize hücrelerin fonksiyonlarını en verimli yapabilecekleri şekilde, sonsuz akıl sahibi Allah tarafından yaratıldıklarını açıkça göstermektedir.


HÜCRELER BİRBİRLERİNİ NASIL TANIYABİLİYOR?

Hepimiz lise ya da üniversite yıllarında insanın oluşumuyla ilgili bilgiler öğrenmişizdir. Buna göre ilk başlarda bir et parçası halindeki embriyo zaman içinde şekillenmekte, hücrelerin bir bölümü kolları, bir bölümü iç organları, bir bölümü ise gözleri oluşturmak üzere ayrılmaktadır. Her hücre gideceği yeri, hangi organı oluşturacağını, ne kadar çoğalacağını, ne zaman duracağını bilmektedir. Fakat aşağıdaki alıntıda anlatılanlar, bize embriyonun şekillenmesi sırasındaki bir başka hayranlık uyandırıcı bilgiyi vermektedir:
Bir embriyonun çeşitli organlarına ait hücreleri -ortamdaki kalsiyum miktarını azaltarak- ayırsak, daha sonra çeşitli organlara ait bu hücreleri elverişli bir ortamda iyice karıştırsak, bu hücreler tekrar birbirleri ile temas ettiklerinde aynı organa ait hücreler birbirlerini TANIRLAR ve her organa ait hücreler ayrı kümeler teşkil ederler. (Prof. Dr. Ahmet Noyan, Yaşamda ve Hekimlikte Fizyoloji, Meteksan Yayınları, Ankara, 1998, 10.baskı, s.40)
Yani hücreleri ilk önce birbirinden ayırıp, sonra tekrar birleştirsek, aynı organı oluşturacak olan hücreler birbirlerini tanıyacak, tekrar birleşeceklerdir.
Peki ne beyne, ne sinir sistemine, ne de göze, kulağa sahip olmayan bu hücreler birbirlerini nasıl tanımaktadırlar? Çeşitli moleküllerin biraraya gelmesiyle oluşan bu akıl, bilinç sahibi olmayan varlıklar diğer hücreler arasından kendi türünden olan hücreyi nasıl seçebilmektedir? Daha sonradan birlik olup bir organı oluşturacaklarını nereden bilmektedirler? Şuursuz moleküllerin sergiledikleri büyük şuurun kaynağı nedir?…

Bu şuurun kaynağı tüm kainatı yoktan var eden, alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Biz ayetlerimizi hem afakta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki,
şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Herşeyin üzerinde Rabbinin şahid olması yetmez mi? (Fussilet Suresi, 53)



ALLAH'IN VARLIĞININ DELİLLERİNİ
ANLATARAK, İNSANLARI DİNSİZ FELSEFELERİN
BATAĞINDAN KURTARABİLİRSİNİZ

Darwinistler'in iddiasına göre tüm canlılık başıboş tesadüflerin sonucunda oluşmuştur. Ancak vücudumuzdaki binlerce kompleks sistem bu tesadüf safsatasını yalanlamaktadır. Bunlardan bir tanesi, tek görevi hücreyi hareket ettirmek olan tüycüklerin yapısındaki binlerce ayrıntıdır.
Bazı hücreler kirpiklere benzeyen tüycükler sayesinde hareket ederler. Örneğin solunum yollarındaki sabit hücrelerin her biri yüzer tane tüycüğe sahiptir. Tüycükler tıpkı gemi kürekçileri gibi aynı anda hareket ederek, hücrenin ilerlemesini sağlarlar
m Bir tüycük diklemesine kesildiğinde, bunun dokuz ayrı çubuk (mikroçip) şeklinde yapıdan oluştuğu görülür.
m Mikrotüp denen çubuklar birbirine geçmiş iki ayrı halkadan oluşurlar.
m Bu halkaların biri on üç, diğeri on ayrı telden oluşur.
m Mikrotüpler tubulin adı verilen proteinlerden meydana gelirler.
m Mikrotübün, "dynein" isimli bir proteine sahip dış kol ve iç kol denen iki uzantısı vardır. Dynein proteininin görevi hücreler arasında motor görevini yapmak ve mekanik bir güç oluşturmaktır.
m Tubulin proteinini oluşturan moleküller, adeta birer tuğla gibi dizilip, hücrede silindir şeklinde bir düzen meydana getirirler. Ancak tubulin moleküllerinin dizilimi tuğlalardan çok daha komplekstir.
m Tüycüklerin ortasında iki mikrotüp daha bulunur. Bunlar kendi başına bulunur ve onüç tubulin şeridinden oluşurlar.
m Her bir tubulinin üst tarafında on tane kısa çıkıntı, alt tarafında da on tane girinti vardır. Bu girinti ve çıkıntılar birbirinin içine geçebilecek şekilde uyumlu yaratılmıştır. Böylece çok sağlam bir yapı oluştururlar. Çok özel bir tasarıma sahip olan bu girinti ve çıkıntılardaki en ufak bir bozukluk hücrenin yapısına zarar verecektir.
Yukarıda çok kısaca ve basit kelimelerle özetlediğimiz bu parçacıklar tek bir tüycüğü meydana getirmektedir ve tek hedefleri vücudunuzdaki trilyonlarca hücreden bir tanesini hareket ettirmektir. Bugüne kadar yaşamış olan ve halen yaşayan tüm insanların solunum hücrelerinin her birinde böyle kapsamlı bir sistem vardır. Üstelik bu kompleks ve birçok parçadan oluşan sistem, gözle dahi göremeyeceğimiz kadar küçük hücrenin içindeki bir tüycüğün daha da alt yapılarıdır. Şöyle bir kıyasla ne kadar küçük bir alandan bahsedildiğini daha iyi anlayabilirsiniz: yukarıda sıralanan detayların tek bir saç teline dahi sığdırılması insan aklının almayacağı kadar kompleks bir işlem olurdu. Ancak, sözü edilenler tek bir saç teli ile kıyaslanamayacak kadar küçük yapılardır.
Kısacası Allah, bizim gözle göremeyeceğimiz kadar küçük bir yere, son derece sistemli ve kompleks bir mekanizma yerleştirmiştir. Tesadüflerin, bir hücreyi hareket ettirmeyi düşünüp, böyle bir sistemi kurmaları ve bu kadar küçük bir alana sığdırmaları kesinlikle imkansızdır. Bu, ancak Allah'ın üstün ve sonsuz aklı, ilmi ve gücü ile mümkün olabilir.


VÜCUDUMUZDAKİ PETROL RAFİNERİSİ...

Bulunduğunuz yerden kalkıp yürümeniz, ayakta durmanız, nefes almanız, gözlerinizi açıp kapamanız kısacası hayatta olmanız için gereken enerji, hücrelerinizdeki mitokondri denilen santrallerde yapılır. Buradaki santral benzetmesinin abartılı olmadığı mitokondride gerçekleşen işlemler incelendiğinde açıkça görülecektir.
Hücrede enerji üretilmesinde başrolü oksijen oynar. Oksijenin pek çok yardımcısı vardır. Enerji üretiminin hemen her basamağında birçok farklı enzim devreye girer. Bir basamakta görevini tamamlayan enzimler son derece bilinçli bir hareketle, bir sonraki basamakta yerlerini başkalarına devrederler. Böylece, onlarca ara işlem, bu işlemlerde devreye giren yüzlerce farklı enzim ve sayısız kimyasal reaksiyon sayesinde besinlerde depolanan enerji hücrenin işine yarayacak hale getirilir. Bu enzim değişiklikleri sırasında hiç karışıklık çıkmaz, sıralamada hiçbir şaşma olmaz; tüm elemanlar çok disiplinli bir ekip şeklinde çalışmalarını sürdürürler.
Bu haliyle, milimetrenin 100'de biri kadar olan hücrelerimizin içindeki "enerji santrali"nin, bir petrol rafinerisinden ya da bir hidroelektrik santralinden daha kompleks olduğunu söyleyebiliriz.
Bir petrol rafinerisi, petrolün ne olduğunu bilen, ham petrolü laboratuvar şartlarında analiz etmiş ve bu teknik bilgiler ışığında hareket eden mühendisler tarafından inşa edilir ve işletilir. Petrolün ne olduğunu bilmeyen insanların bir petrol rafinerisi inşa edebileceklerini düşünmek ise imkansızdır.
Petrol üretiminden çok daha kompleks olan canlı hücresindeki enerji üretimi de aynı şekilde bilgi gerektirir. Ama bir hücrenin öğrenme kabiliyetinin olduğunu öne sürmek elbette ki gülünçtür. O halde böyle bir üretimi hücre nasıl gerçekleştirmektedir?
İşin doğrusu, hiçbir hücre biyolojik bir işlevi, sözcüğün gerçek anlamında "öğrenme" fırsatına sahip değildir. Eğer hücre ilk ortaya çıktığı anda böyle bir işlevi yerine getiremiyorsa daha sonra bunun üstesinden gelebilecek beceriyi elde etmek gibi bir şansı yoktur. Çünkü enerji üretiminde başrol oynayan "oksijen"in hücre üzerinde tahrip edici etkisi vardır. Hücre bu özelliklerle birlikte ortaya çıkmak zorundadır. Bu durum, hücrelerin tesadüfen ortaya çıkmış olamayacaklarının, Allah tarafından bir anda yaratıldıklarının delillerinden yalnızca bir tanesidir.
Allah milimetrenin 100'de biri kadar küçük bir alana sığdırdığı bu sanat ile bize gücünün sınırsızlığını göstermektedir.


HÜCRELERİNİZDEKİ HAYAT ENERJİSİ:
ATP MOLEKÜLÜ

Besinlerden elde edilen enerji, hücrenin yaşamını devam ettirmesi için gereken işlemleri yapmada doğrudan kullanılamaz. Bu enerji önce ATP (Adenozintrifosfat) adlı özel bir molekülün içinde paketlenir. Sonra da hücrenin içinde gerçekleşen bütün üretimlerde ve taşıma işlemlerinde kullanılır.
Dinlenme halindeki bir insanın günde ortalama 45 kg ATP molekülüne ihtiyacı vardır. Ancak ne ilginçtir ki, günün herhangi bir anında bakıldığında vücuttaki ATP miktarı 1 gramı geçmez. Bunun nedeni ATP molekülünün depolanmaması, anlık olarak kullanıma özel paketler halinde hazırlanmasıdır. Ancak unutulmamalıdır ki hücredeki yaşam bu enerjiye bağlıdır. Bu yüzden ATP oluşumu çok hızlı gerçekleşmelidir. Nitekim her saniye vücudunuzdaki yaklaşık 100 trilyon hücrenin her birinde, 10 milyon ATP molekülü hiç durmaksızın üretilir.
Peki bu hız nasıl sağlanır?
Hücre içinde enerjiye ihtiyaç olduğu zaman, ATP, bünyesindeki 3 fosfat molekülünden sonda olanı koparır; yani enerji paketinin kapağını açar. Sonuncu fosfatın bırakılmasıyla serbest kalan enerji hücre içindeki işlemlerin kolayca yapılmasını sağlar. Ve bu işlem her an şaşırtıcı bir hızla, hiçbir aksama olmadan devam eder.
Şüphesiz sadece atomlardan oluşan bir molekülün, hücre içindeki işlemler için ihtiyaç duyulan enerji miktarını tespit etmesi ve ona uygun üretim yapması mümkün değildir. Bu üretimin seri bir şekilde gerçekleşebilmesi için en uygun paketleme sistemine sahip olması da tesadüflerin eseri olamaz. Hücreyi de, hücre içindeki her molekülün hareketini ve üretimini de yaratan Allah, ATP molekülünü de en mükemmel şekliyle canlıların hizmetine vermiştir.


HÜCREDEKİ YOĞUN TRAFİĞİ KİM DÜZENLİYOR?

Golgi cisimciği bütün hücrelerde bulunur ve yeni sentezlenen proteinlerin hazırlanmasında ve türlerinin seçimi ve ayrılmasında önemli rol oynar.
Hücrenin çeşitli bölümlerinde bulunan çok çeşitli proteinler hücrenin başka bir bölümü olan endoplazmik retikulumda (ER) sentezlenirler. Proteinler sentezlenmelerinden sonraki dakikalar içinde ER'dan ayrılıp Golgi cisimciğine giderler. Proteinlerin üretildikten sonra bu işlemlerden geçmelerinin çok önemli nedenleri vardır. Golgi cisimciğinde proteinler çeşitli değişikliklere uğrarlar. Örneğin bazılarına karbonhidrat, bazılarına ise sülfat, fosfat ya da yağ asitleri eklenir. Bu değişiklikler proteinlerin türüne ve gidecekleri yere göre değişir. Golgi cisimciği bu proteinleri arındırır, türlerine ve gidecekleri organa göre ayırır ve paketler. Bu paketleri de kendisi hücrenin türüne göre imal eder. Ancak ER'da sentezlenen binlerce proteinin biyokimyasal aktivitelerinin birbirine karışmaması için bu işlemlerin çok hassas biçimde yapılması ve proteinlerin gidecekleri yere göre yönlendirilmeleri gerekir. İşte hücredeki bu trafiği düzenleyen Golgi cisimciğidir. Golgi cisimciği adını verdiğimiz bu küçücük organel yaptığı her işlemde çok büyük bir şuur göstermektedir. Kendisine gelen proteinleri tanımakta, ayırmakta, ihtiyaçlarını belirlemekte, ihtiyaçlarına göre üretim yapmakta, görevlerini tespit etmekte, onları paketlemekte ve bu kadar yoğun trafiği hiç karışıklık olmadan düzenlemektedir. Hücreye ve hücreyi oluşturan tüm parçalara bu aklı, karar verme ve uygulama yeteneğini ilham eden alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Hücredeki bu mucizevi özelliklere hayran kalarak, Allah'ın üstün ilmine şahit olanlar ise, evrimcilerin tüm bunların tesadüfen oluştuğunu iddia etmelerini hayretle karşılamaktadırlar.


KARACİĞERİN DEV BİR LABORATUVAR OLDUĞUNU BİLİYOR MUSUNUZ?

Tam teşekküllü, son teknoloji ile donatılmış bir laboratuvarın kendi kendine oluşabileceğini kimse iddia etmez. Ama evrimciler karaciğerde yer alan eşsiz laboratuvar kompleksinin kendi kendine oluştuğuna inanır ve bunu delil olmadan savunurlar. Çünkü Darwinizm insanların akıllarını örten bir büyü, batıl bir dindir.
Karaciğerinizin tek bir hücresinde 500 farklı kimyasal işlem gerçekleştirilir. Milisaniyeler (saniyenin binde biri) içinde kusursuz aşamalarla gerçekleşen bu işlemlerin çoğu laboratuvar koşullarında hala taklit edilememektedir. Karaciğer hücresi, yediğimiz besinlerin hepsini hücrelerimizin kullanabileceği enerji olan şekere, yani glukoza çevirir. Kullanılmayan şekeri yağa çevirip depolar. Şekerin yokluğunda ise proteinleri ve yağları şekere çevirip hücrelere sunar.
Kısacası biz, canımızın istediği her türde yiyeceği yerken, karaciğer bütün bu yiyecekleri vücudumuzun gereksinimine göre harcar, dönüştürür veya depolar. Ve ilk insandan bu yana trilyonlarca karaciğer hücresi aynı şuur ve ilimle hiç şaşırmadan hareket etmektedir.


VÜCUDA ZARAR VERMEMEK İÇİN
İNTİHAR EDEN HÜCRELER

Canlı vücudundaki gereksiz, hatalı veya hastalıklı hücreler kendi kendilerini öldürürler. Pek çok hücre kendi kendini yok etmek için bir dizi protein üretir. Ancak, hücre vücuda yararlı olduğu sürece bu proteini, yani kendi ölüm makinasını durdurur. Hücre hastalanır, kötü huylu hale dönüşür veya organizmanın sağlığını tehdit etmeye başlarsa öldürücü proteinler çözülürler, etkin hale gelirler ve hücreyi öldürürler.
Hücrenin tam zamanında ve yerinde karar vermesi çok önemlidir. Aksi takdirde, yani ölüm proteinleri, hücre sağlıklı iken harekete geçirildiğinde, vücuttaki sağlıklı hücreler sürekli ölecekler ve bu da, canlının ölümü ile sonuçlanacaktır. Zararlı ve hastalıklı hücrelerin yaşamaya devam etmeleri ise yine canlının ölümü ile sonuçlanabilecektir.
İntihar etmeye karar veren ve ölüm proteinini etkin hale getiren hücre önce büzülür ve kendisini çevresinden geri çeker. Sonra yüzeyinde kabarcıklar oluşur ve bu hücre kaynıyormuş gibi bir görüntü oluşturur. Ardından çekirdeği ve daha sonra da hücrenin tamamı parçalara ayrılır.
İntihar eden hücrelerin artıkları ise derhal çevredeki diğer hücreler tarafından yok edilir. Daha da ilginç olan ise, ölü hücrelerin hepsinin diğer hücreler tarafından temizlenmemesidir. Bazı ölü hücreler özellikle bırakılır, çünkü bunların vücuttaki görevleri hala bitmemiştir. Örneğin, gözün lensi, deri, tırnak gibi dokular da ölü hücrelerden oluşur ama bunlar beden için gerekli olduğu için yok edilmezler. Hücrelerin, hangi ölü hücreleri yok ederek hangilerini bırakacaklarına karar vermeleri ve bu karara vücuttaki trilyonlarca hücrenin uyum göstermesi üzerinde düşünülmesi gereken çok önemli bir konudur.
Bir hücreye böylesine hayati bir kararı verecek ve uygulayacak şuuru kazandıran nedir? Hangi durumda içinde bulunduğu organizmaya zarar vereceğini öğreten kimdir? Ve bu zararı önlemeyi bu mikroskobik canlıya ilham eden güç kime aittir?
Burada anlatılanlardan görüldüğü gibi, tüm hücreler, canlının yaşamını sürdürebilmesi için en ideal şekilde programlanmışlardır. O halde bu programın sahibi kimdir?
Evrimciler bu olağanüstü programın sahibinin şuursuz, kör tesadüfler olduğuna inanacak kadar körleşmişlerdir. Canlılığın her detayında Allah'ın eşsiz yaratışının ve sonsuz ilminin bir yansıması açıkça görülmektedir.


KARACİĞERE YERLEŞTİRİLMİŞ
"BAKTERİ İMHA MAKİNALARI"

Yediğimiz besinlerle, soluduğumuz havayla ve daha birçok yoldan vücudumuza gözle görülemeyen birçok bakteri girer. Vücudun çalışma sistemini bozmamaları için bunlardan zararlı olanların etkisiz hale getirilmeleri gerekmektedir. Bunun için vücudumuzda görevi sadece "savunma yapmak" olan mükemmel bir hafızayla donatılmış hücreler vardır. Ancak vücudumuzun kusursuz tasarımının bir örneği olarak savunma için çeşitli ek tedbirler de alınmıştır. Bunlardan biri de dolaşım sistemi içinde stratejik bir durak olarak nitelendirilebilecek karaciğerde bulunan savunma hücreleridir.
Kuppfer hücreleri olarak adlandırılan bu hücreler, kan dolaşımıyla bağırsaklardan karaciğere gelen kandaki zararlı bakterileri 0.01 saniyeden daha kısa bir süre içerisinde sindirerek, etkisiz hale getirirler. Bu şuursuz hücreler vücuda giren çok sayıdakı bakteri arasından, insana faydalı olanlarla zararlı olanları nasıl birbirinden ayırt edebilmektedir? Hangi özelliklere sahip olduklarını ve vücutta yerine getirecekleri görevleri bilmeden, nasıl olupta bazı bakterileri imha ederken, diğerlerine hiç zarar vermemektedir?
Burada üzerinde durulup, dikkatlice düşünülmesi gereken önemli bir nokta daha vardır; Kuppfer hücrelerinin karaciğere yerleşmiş olması. Neden vücudun başka bir organı değil de karaciğer? İşte burada bir kez daha vücudumuzdaki kusursuz yaratılış delillerinden biri karşımıza çıkmaktadır. Eğer bu hücreler, karaciğere değil de başka bir organa yerleştirilmiş olsalardı kanın, bakterilerden arındırılmasında bu derece etkili olamazlardı. Çünkü bakteri dolu kan, karaciğerde temizlendikten sonra vücudun tamamını dolaşmak için genel kan dolaşımına girmektedir. Bu nedenle genel kan dolaşımına ulaşmayı başaran bakteri sayısı yüzde birden azdır.
Sizce hangi kör tesadüf vücutta daha birçok organ varken, Kuppfer hücrelerinin karaciğere yerleşmesini sağlayabilir? Yerleşecekleri en uygun yeri tesbit eden ve oraya gidip yerleşen bu hücreler değildir. Yaklaşık yüz trilyon hücreden oluşan bir beden içinde, herhangi bir hücrenin kendisi için özel bir yer tesbit ederek oraya yerleşecek bir şuura sahip olması mümkün değildir. Böyle kusursuz bir plan için, çok üstün bir aklın varlığına ihtiyaç vardır. Bu akıl, vücudumuzdaki her noktayı en iyi bilen ve buna uygun bir tasarımla bizi yoktan yaratan Allah'a aittir.


NEFES ALIP VERME DÜZENİNİZİ
HİÇBİR ZAMAN KONTROL ETMİYORSUNUZ.
ÇÜNKÜ BAZI HÜCRELERİNİZ BU KONTROLÜ
SİZİN YERİNİZE YAPIYOR.

Eğer nefes alma düzeni bizim kontrol ve dikkatimize bırakılmış olsa, nefes almayı unuttuğumuzda, uykuya daldığımızda ya da başka bir işle meşgul olduğumuzda nefessizlikten ölebilirdik.
Her insan için hayati bir öneme sahip olan nefes alma işlemi, solunum merkezi tarafından düzenlenir. Bu merkez bir mercimek tanesi büyüklüğünde olup beynimizin bir uzantısı olan "beyin sapı" denen yerdedir ve başlıca üç grup sinir hücresinden oluşur:
Birinci grup hücreler, solunumun temel ritmini belirlerler ve içimize hava çekmemiz için emir verirler. Böylece ihtiyacımız olan havayı içimize çekmiş oluruz.
İkinci grup hücreler ise, solunumun hızını ve gidişatını belirlerler. Ancak ikinci grup hücreler devreye girdiğinde, birinci grup hücrelerin faaliyetini bir sinyalle durdururlar. Böylece akciğerin hava dolum bölümü kontrol edilir ve nefes alıp vermemiz hızlanır.
Üçüncü grup hücreler ise, normal nefes düzeninde aktif değildirler. Ancak yüksek oranlarda soluk alıp vermek gerektiği zaman devreye girerler, karın kaslarımıza sinyal gönderip solunuma katılmalarını sağlarlar.
Tüm bu anlatılanlar hayatta kalmamız için yeterli midir? Hayır.
Solunum kimyasal olarak da kontrol edilir. Bizim nefes alıp vermemizin amacı kandaki oksijen ve karbondioksit miktarlarının belirli bir oranda kalmasıdır. Bu orandaki değişiklikler ise solunum merkezindeki bir grup hücreyi harekete geçirir ve solunumdaki bozulan değerler çok hassas ayarlamalarla olması gereken düzeye getirilir.
Kandaki oksijen miktarının solunum merkezine doğrudan bir etkisi yoktur. O halde kanda değişen oksijen miktarından nasıl haberdar olmaktadır? Burada bir grup daha devreye girerek mucizevi bir şuur gösterirler. Beynin dışında, şahdamarı gibi bazı büyük damarlarda bulunan çok hassas alıcılar, kandaki oksijen belli bir düzeyin altına indiğinde solunum merkezine sinyaller gönderirler. Böylece çok hassas değişikliklerle solunumda gerekli düzeltmeler yapılır.
Bizim hayatta kalmak için ne kadar oksijene ihtiyacımız olduğunu bir grup hücre nasıl bilmektedir?
Bilimin ancak son 20 yılda ortaya çıkardığı bu akılalmaz mekanizmayı hücreler ilk insandan bu yana nasıl kullanmaktadırlar?
Üstelik bu mekanizma o kadar hassastır ki, hayatımız boyunca otururken, koşarken ya da uyurken hiç hata yapılmaz ve vücudumuzdaki 100 trilyon hücreye her an tam ihtiyacı olan oksijen taşınır; zararlı olan karbondioksit ve hidrojen iyonu gibi atıklar derhal uzaklaştırılır.
Evrim teorisine, bağnaz bir inançla bağlı olan bazı bilim adamları, tüm bu gerçekleri bildikleri halde, sadece materyalizme bağlılıkları uğruna, bu kusursuzluğun kör tesadüfler tarafından meydana getirildiğini iddia ederler. Oysa bu mükemmel düzenin Yaratıcısı'nın sonsuz akıl sahibi olan Allah olduğu apaçıktır.


SİZİN YAPAMADIĞINIZI HÜCRELERİNİZ YAPABİLİR!

Önünüze çeşit çeşit toz metal konduğunu ve bunların hangi metaller olduğunu teşhis etmenizin istendiğini düşünün. İsabetli bir seçim yapabilir misiniz?
Bu konuda eğitim görmüş bir insan değilseniz böyle bir seçimi yapmanız mümkün değildir. Ama sizin gibi şuurlu bir insanın yapamadığı bu işlemi, bedeninizdeki yaklaşık 100 trilyon hücrenin her biri, hiç zorlanmadan, düşünmeden, hesap etmeden rahatlıkla yapabilmektedir. Üstelik bu yeteneğe yalnız sizin hücreleriniz değil, yeryüzünde şu ana kadar yaşamış olan ve şu an yaşamakta olan milyarlarca insanın her birinin trilyonlarca hücresi de sahiptir.
Bedeninizdeki bir hücre vücut içinde ihtiyacı olan demiri rahatlıkla seçebilir ve kullanmak üzere içine alabilir. Aynı şekilde fosforu, azotu, oksijeni, sodyumu, potasyumu ve diğerlerini her an kolaylıkla tanıyabilir, kullanmak üzere toplayabilir veya fazlasını tespit edip depolayabilir. Hatta gerektiğinde ihtiyaç fazlası ürünleri hücrenin dışına atabilir.
Burada durup düşünün. Hücre dediğimiz varlık proteinlerden, moleküllerden, atomlardan oluşan, milimetrenin binde biri büyüklüğünde bir yapıdır. Bu varlığın elleri, kolları, gözleri, kulakları, beyni yoktur. Bu varlığın sizin gibi bir şuuru da yoktur. O halde bu seçimi nasıl yapmaktadır?
Bu seçim hücrelerinizin her birine Allah tarafından ilham edilmektedir. Kör ve şuursuz atomlara, keskin bir görüş ve şuur gerektiren seçim yeteneğini veren sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah'tır.



YAŞAMINIZ HÜCRELERİNİZİN ŞUURLU İŞBÖLÜMÜ SAYESİNDE DEVAM EDİYOR!

B12 vitamini hayatın devamı için çok önemli bir vitamindir çünkü kan yapımında kullanılır. Eksikliğinde ölümle neticelenen kansızlık meydana gelir. Ancak bu vitamin tek olarak vücut içinde kullanılamaz. İşte bu yüzden mide mukozası kan yapımında önemli bir görevi olan B12 vitamininin emilmesini sağlayan özel bir madde salgılar. İnce bağırsağın çok özel bir bölümünde ise sadece B12 vitaminini emmek üzere hazırlanmış hücreler bulunur. Burada durup bir düşünelim. Kan yapımı birçok karmaşık işlemin sonucunda, ağırlıklı olarak kemik iliğinde gerçekleşir. Ancak kemik iliği mideye çok uzak bir yapıdır. Nasıl olur da kemik iliğinde ihtiyaç duyulan bir vitaminin kullanılması, mide hücrelerinin ürettiği bir maddeye bağlı olabilir? Ve nasıl olur da bu vitaminin emilmesi görevini, incebağırsağın bir bölgesinde bulunan belirli sayıdaki hücre üstlenmiştir?
Bunun için mide hücrelerinin de, incebağırsağın ilgili bölümündeki hücrelerin de bilgiye sahip olmaları gerekir. Kendilerinden çok uzakta gerçekleşen kan üretiminin detaylarına hakim olmaları gerekir. Aynı zamanda bu üretimin vücut için önemini de bilmelidirler. Kısacası bedeninizin içinde, kapkaranlık bölgelerde insanın öğrendiğinde hayrete düştüğü sistemler görev yapmakta, hücreler arasında son derece şuurlu işlemler yerine getirilmektedir.
Kuşkusuz bu keskin şuur ve kusursuz işleyiş söz konusu hücrelerin iradesi ile gerçekleşemez. B12 vitaminini de, onu kullanılır hale getirecek bilgiye sahip hücreleri de yaratan, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'tır.


HÜCRELERİNİZDE GERÇEKLEŞEN OLAYLARIN
AKIL GEREKTİRDİĞİNİ HİÇ DÜŞÜNMÜŞ MÜYDÜNÜZ?

Mideden bağırsaklara gelen sindirilmiş besinlerin içinde güçlü asitler bulunur. Bu durum oniki parmak bağırsağı için ciddi bir tehlike oluşturur. Çünkü oniki parmak bağırsağının mide gibi kendisini koruyabilecek özel bir tabakası yoktur.
O halde nasıl olup da oniki parmak bağırsağı asitlerden zarar görmemektedir? Bu sorunun cevabını bulmak için sindirim sırasında gerçekleşen olayları incelediğimizde, bedenimizde gerçekleşen hayret verici olaylarla karşılaşırız.
Onikiparmak bağırsağına mideden besinlerle birlikte gelen asitlerin oranı tehlikeli bir boyuta ulaştığında, bağırsağın duvarındaki hücrelerden "sekretin" isimli bir hormon salgılanmaya başlar. Onikiparmak bağırsağını koruyan bu sekretin hormonu incebağırsağın duvarındaki hücrelerde "prosekretin" halinde bulunur. Bu hormon sindirilmiş besinlerin asidik etkisiyle başka bir kimyasal madde olan sekretin haline dönüşür.
Sekretin hormonu kana karışarak pankreasa gelir ve enzim salgılaması için pankreası yardıma çağırır. Onikiparmak bağırsağının tehlikede olduğunu sekretin hormonu aracılığı ile öğrenen pankreas, "bikarbonat" moleküllerini bu bölgeye gönderir. Bu moleküller mide asidini etkisiz hale getirir ve onikiparmak bağırsağını korurlar.
İnsan hayatı için önemli olan bu işlemler nasıl gerçekleşmektedir? Bağırsak hücrelerinin ihtiyaçları olan maddenin pankreasta bulunduğunu bilmeleri, pankreası harekete geçirecek maddenin formülünü bilmeleri, aynı şekilde pankreasın da bağırsaktan gelen mesajı anlayarak bikarbonat moleküllerini salgılamaya başlaması mucizevi işlemlerdir.
Burada bağırsak hücreleri için kullanılan "bilmek, haberdar olmak" gibi fiiller insan bedeninde gerçekleşen olayları daha iyi vurgulamak için kullanılmaktadır. Yoksa akıl sahibi her insanın da takdir edeceği gibi bir hücrenin düşünmesi, iradeye sahip olması ve kararlar vermesi, başka bir organın özelliklerinden haberdar olması, formüller üretebilmesi kesinlikle mümkün değildir.
Hücreleri bu özelliklerle birlikte yaratan benzeri olmayan bir ilmin sahibi olan Allah'tır. Allah insanlara kendi bedenlerinde yarattığı bu gibi özelliklerle gücünün sınırsızlığını göstermektedir.


ŞEKER YEDİĞİNİZ ZAMAN VÜCUDUNUZDA ÇALIŞAN
DEV FABRİKANIN FARKINDA MISINIZ?

Eğer ihtiyacınızdan biraz daha fazla şekerli bir gıda yerseniz, vücudunuzdaki bir sistem kandaki şeker oranının yükselmesini engellemek için devreye girer:
1- Öncelikle pankreas hücreleri, kan sıvısının içinde bulunan yüzlerce molekül arasından şeker moleküllerini bulur ve diğerlerinden ayırdederler. Dahası bu moleküllerin sayılarının fazla mı yoksa az mı olduklarına karar verir, adeta şeker moleküllerini sayarlar. Gözü, beyni, elleri olmayan, gözle göremeyeceğimiz küçüklükteki hücrelerin bir sıvının içindeki şeker moleküllerinin durumu hakkında fikir sahibi olması, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.
2- Eğer pankreas hücreleri kanda gereğinden fazla şeker olduğunu belirlerlerse, bu fazla şekerin depolanmasına karar verirler. Ancak bu depolama işini kendileri yapmaz, kendilerinden çok uzakta bulunan başka hücrelere yaptırırlar.
3- Uzaktaki bu hücreler kendilerine aksi bir emir gelmediği sürece şeker depolamak istemezler. Ancak pankreas hücreleri, bu hücrelere "şeker depolamaya başlayın" emrini taşıyacak bir hormon yollarlar. "İnsülin" adı verilen bu hormonun formülü, pankreas hücreleri ilk oluştukları andan itibaren DNA'larında kayıtlı bulunmaktadır.
4- Pankreas hücrelerindeki özel "enzimler" (işçi proteinler) bu formülü okurlar. Okunan formüle göre de insülin üretirler. Bu üretimde her biri farklı görevlerde yüzlerce enzim çalışır.
5- Üretilen insülin hormonu, en güvenli ve en hızlı ulaşım ağı olan kan yoluyla hedef hücrelere ulaştırılır.
6- İnsülin hormonunda yazılı olan "şeker depolayın" emrini okuyan diğer hücreler ise bu emre kayıtsız şartsız itaat ederler. Şeker moleküllerinin hücrelerin içine geçmesini sağlayacak kapılar açılır.
7- Ancak bu kapılar rastgele açılmaz. Depo hücreleri kandaki yüzlerce farklı molekül arasından sadece şeker moleküllerini ayırdeder, yakalar ve kendi içlerine hapseder.
8- Hücreler, kendilerine ulaşan emre hiçbir zaman itaatsizlik etmezler. Bu emri yanlış anlamaz, hatalı maddeleri yakalamaya, gereğinden fazla şeker depolamaya kalkmazlar. Büyük bir disiplin ve özveri ile çalışırlar.
Böylece siz fazla şekerli bir çay içtiğinizde, bu olağanüstü sistem devreye girer ve fazla şekeri vücudunuzda depolar. Eğer bu sistem çalışmasaydı, o zaman kanınızdaki şeker hızla yükselir ve komaya girerek ölürdünüz. Bu o kadar mükemmel bir sistemdir ki gerektiği zaman tersine de çalışabilir. Eğer kandaki şeker normalin altına düşerse bu sefer pankreas hücreleri bambaşka bir hormon olan "glukagon"u üretirler. Glukagon daha önce şeker depolayan hücrelere bu sefer "kana şeker karıştırın" emri taşır. Bu emre de itaat eden hücreler depoladıkları şekeri geri bırakırlar.
Nasıl olur da, bir beyne, sinir sistemine, göze, kulağa sahip olmayan hücreler, bu denli büyük hesapları ve işleri kusursuzca başarırlar? Proteinlerin ve yağ moleküllerinin yan yana gelmesiyle oluşan bu şuursuz varlıklar, nasıl olur da insanların bile yapamayacakları kadar büyük işler yapabilirler. Şuursuz moleküllerin sergiledikleri bu büyük şuurun kaynağı nedir? Elbette bu olaylar, bizlere tüm evrene ve tüm canlılara hakim olan Allah'ın varlığını ve kudretini göstermektedir.


GLİKOZU, PROTEİNİ, SODYUMU
AYIRT EDEBİLEN BÖBREKLER,
YARATILIŞIN APAÇIK BİR DELİLİDİR

İki böbreğimiz hayatımız boyunca vücudumuzu dolaşan kanı temizler. Süzdüğü maddenin bir kısmını vücuda geri gönderir, kalanını da işe yaramadığı için vücuttan atar. Acaba böbreklerin, proteini, üreyi, sodyumu, glikozu ve diğerlerini nasıl birbirinden ayırt ettiğini biliyor musunuz?
Böbreklerde, gelen kanın içindeki maddeleri süzen yer "glomerül" adı verilen kılcal damarlardan oluşan yumak şeklindeki bir yapıdır. Buradaki kılcal damarların, vücudu saran diğer kılcal damarlardan farkı üç katmanla sarılmış olmasıdır. İşte bu üç tabaka büyük bir titizlikle, böbreklerde hangi maddenin süzülüp atılacağına hangisinin tekrar kana karışacağına KARAR VERİR. Ancak okuduğunuz bu cümledeki önemli bir detaya dikkat edin. Bir hücre zarı neyi ölçü alarak ve hangi mekanizmayla kendisine gelen sıvının içindeki tüm maddeleri teker teker tespit edip, hangi bölgeye gitmeleri gerektiğine karar verir? Böbreğe gelen kanın içinde glikoz, bikarbonat, sodyum, klor, üre ve keratin gibi birçok madde vardır. Böbrek, bu maddelerin bir kısmının tamamını, bir kısmının bir bölümünü vücuttan atarken, bir kısmını da tamamen kana gönderir. Bir et parçası bu maddelerin hangisini ne kadar atacağına nasıl karar verebilmektedir? Bu soruların cevabı, bu et parçasının kusursuz bir tasarımla yaratılmış olmasındadır.
Glomerüllerin seçiciliği sıvının içindeki moleküllerin elektrik yüklerine ve büyüklüklerine bağlı olarak belirlenir. Bu demektir ki glomerüller, sıvının içinde karışık olarak bulunan sodyum ile glikozun molekül ağırlığını hesaplama ve proteinlerin negatif elektrik yüklü olduklarını TESPİT EDEBİLME yeteneğine sahiptir. Böylece vücut için hayati öneme sahip olan proteinlerin vücuttan atılmayıp, tekrar geri alınması sağlanmış olur.
Peki sizce kılcal damarlardan oluşan bir yapı olan glomerüller, ne kimya, ne fizik ne de biyoloji eğitimi almamış olmalarına rağmen böyle üstün bir kabiliyete nasıl sahip olabiliyorlar? Glomerüller bu kabiliyete sahipler ve görevlerini kusursuz olarak yerine getiriyorlar çünkü kendilerini yaratan Allah'ın ilhamıyla hareket ediyorlar. Süzdükleri hiçbir maddeyi tesadüfen seçmezler. Eğer tesadüfen seçiyor olsalardı, bu şuursuz varlıklar doğru molekülü bulana kadar bedenimizin sağlıklı bir şekilde varlığını sürdürmesi mümkün olmazdı. Tüm bunlar, Allah'ın kusursuz yaratışının delillerinden biridir.


TANSİYONUNUZ DÜŞTÜĞÜNDE
VÜCUDUNUZDA NELER OLDUĞUNU BİLİYOR MUSUNUZ?

Gün içinde sık sık "tansiyonum düştü" ya da "tansiyonum yükseldi!" sözleriyle karşılaşırız. Fakat tansiyonunuzu düzenleme görevinin böbreklerinize ait olduğunu belki de hiçbiriniz bilmiyorsunuzdur.
Böbrekler insan vücudundaki pek çok görevlerinin yanında kan basıncını, yani tansiyonu ayarlama görevini de üstlenirler. Kan basıncını belirleyen en önemli faktörlerden biri damarların içinde bulunan sıvı miktarıdır. Damarların içindeki sıvı ne kadar fazla olursa tansiyon da o derece yükselir ve vücuttaki tüm organlara zarar verir.
Vücudun damarlardaki fazla sıvıyı algılaması kalbin ön odacıklarına yerleştirilmiş algılayıcılar sayesinde olur. Kalbin, içine giren fazla miktarda sıvıyla gerilmesi sonucunda kalpteki algılayıcılar beyine durumla ilgili sinyaller gönderirler. Beyin buna karşı böbreğe giden damarları ayarlayarak kanın süzülmesini artırır. Yüksek tansiyon, yani damarlardaki sıvı miktarının artması, insan için oldukça tehlikeli bir durum oluşturur. Eğer bir önlem alınmazsa sonuç ölümdür. Artan kan basıncı kalbin daha fazla gerilmesine neden olur. Bu gerilmeyle kas liflerinin de araları açılır ve liflerin içine hapsedilmiş olan mesaj molekülleri serbest kalarak kana karışır. Ardından bu mesaj kan yoluyla böbreklere ulaşır. Buna bağlı olarak vücuttan atılan sıvı miktarı da artar. Böylece kan basıncı normal düzeye iner ve kalp sağlıklı olarak atmaya devam eder.
Kandaki basınç düzeyinin düzenlenmesinde böbreğin sahip olduğu rol bu kadarla da bitmez. Tansiyonun düşük olduğu durumlarda da böbrekteki çok özel yapıda bir hücre olan JGA'dan "renin" adlı bir madde salgılanır. Ancak bu maddenin doğrudan kendisinin tansiyon yükseltici etkisi yoktur. Bu madde üretildiği yerden çok daha farklı bir yerden, karaciğerden salgılanan "anjiotensinojen" adlı bir molekülle birleşerek "anjiotensin-1" molekülüne dönüşür. Ancak bu oluşan hormonların da tansiyon üzerinde çok ciddi bir etkisi yoktur. Kan dolaşımında bulunan bu hormon daha sonra yine farklı bir organda, akciğerde bulunan "ACE" adı verilen ve sadece "anjiotensin-1" molekülünü parçalamaya yarayan bir enzim sayesinde daha farklı bir molekül olan "anjiotensin-2" molekülüne dönüşür.
İşte damarlar üzerinde etki gösterip tansiyonu normal seviyeye çıkaracak olan asıl hormon da son noktada üretilen bu moleküldür. Bu molekül oluşmazsa kendinden önce üretilmiş hiçbir hormonun tansiyon üzerinde bir etkisi olmayacaktır. Anjiotensin-2 molekülü yine sadece kendisiyle birleşmek üzere damar yüzeyinde bulunan algılayıcılarla birleştikten sonra damarların büzülmesini ve tansiyonun yükselmesini sağlar.
Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, bu maddelerin etkilerinin birbirlerine bağlı oluşudur. Birinin olmaması diğerinin de olmaması anlamına gelmektedir. Böyle bir durumda sadece tek bir aşamasının bile rastlantılarla oluşması mümkün olmayan böyle bir sistemin bütün elemanlarının aynı anda, aynı bedende rastlantılarla oluşması imkansızdır. Rastlantıların böbreklere anlama kabiliyetini, önlem almak için gerekli olan karar yetkisini kazandıramayacağı ise tartışılmazdır. Tüm bu detaylı yapıların aynı anda var olması, onların Allah tarafından yaratılmış olduklarının açık bir göstergesidir.


DOLAŞIM SİSTEMİNDEKİ ŞUUR

Vücut dokularının beslenebilmeleri için gerekli olan en önemli maddelerden biri oksijendir. Bu nedenle, dokulara oksijenin sürekli olarak yeterli miktarlarda ulaştırılması gerekir. Vücut içindeki kusursuz sistemin en önemli parçalarından biri olan dolaşım sistemi, bu oksijen taşıma görevini kusursuzca yerine getirir. Dokulardaki oksijenin miktarı düştüğünde, dokuya giden kan akımında derhal OTOMATİK olarak belirgin bir artış meydana gelir. Hatta gerektiği durumlarda, kan akışının yedi katlık bir artış gösterdiği bilinmektedir.
Bu sistemin parçaları, hiçbir şuura, bilgiye veya karar verme mekanizmasına sahip olmayan dokular, hücreler, kan damarları, proteinlerdir. Öyle ise, dolaşım sistemine dokulardaki oksijen miktarının düştüğünü haber veren, dolaşım sistemine kan akışını hızlandırmasını emreden, tehlike atlatıldığında kan akışını eski haline geri döndüren bilgi, akıl ve karar yeteneği kime aittir? Hangi hücreye hangi haberin ulaştırılacağını tesbit eden, hücrelerin anlayacağı bir dille bu mesajı ileten nedir? Veya mesaj alan hücreler, o mesajı nasıl okumakta ve anlayıp uygulamaktadırlar? Bir hücrenin okuma ve anlama yeteneği olması mümkün değildir. Bu konuda daha pek çok detay araştırılabilir ama sonuç hep aynıdır: Vücudun içinde, bu işlemleri yürütebilecek, kandaki oksijen miktarını dengeleyebilecek bir şuur yoktur. İnsanın kendisi çoğu zaman böyle bir mekanizmanın varlığından dahi habersiz yaşamaktadır.
Evrende var olan canlı ve cansız tüm varlıklar gibi vücudumuzdaki tüm yapılar ve sistemler de Allah'ın emriyle hareket ederler. Tüm canlıların vücutlarında, organlarından hücrelerine, proteinlerinden moleküllerine kadar her zerrelerinde görülen şuur, Allah'ın yaratışının bir eseridir.

O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)


DAMARLARIN GEVŞEMESİNİ SAĞLAYAN
MUCİZE MOLEKÜL: NİTRİK OKSİT

1998 yılında Nobel Fizyoloji ve Tıp Ödülü'nü paylaşan üç bilimadamı damarda salgılanan nitrik oksit (NO) adlı molekülün gevşetici bir özelliğe sahip olduğunu keşfettiler. Bu molekül sayesinde damarın duvar gerginliği düzenlenmektedir. Ancak nitrik oksit bu işi tek başına yapmaz. O, damar duvarının gevşetilmesinde bir aracı olarak görev yapar.
Bu zincirleme işlemin nasıl geliştiğini daha iyi anlayabilmek için yandaki şemayı inceleyebilirsiniz. Damarın gevşemesi için öncelikle kanda bulunan bazı uyarı iletici hormonlar devreye girerler. Bunlar damar zarındaki alıcılara bağlanarak bu işlemi başlatırlar. Bunu ilk domino taşının düşmesiyle diğer tüm taşların birbirini etkileyerek sırayla düşmesine benzetebiliriz. İlk taş harekete geçtikten, yani kandaki uyarı iletici hormon damar zarındaki alıcılara bağlandıktan hemen sonra hücre zarı ne yapması gerektiğini "anlar" ve nitrik oksit üretmeye başlar. Üretildikleri anda ne yapmaları gerektiğini "bilen" nitrik oksit moleküllerinden bazıları hızla damar düz kas hücrelerine gelirler. Burada hücreye girerek GTP adlı enzimle birleşirler. Bu, ikinci aşamadır. Ancak damarın gevşemesi için bir sonraki aşamaya geçilmesi gerekmektedir. Nitrik oksit GTP ile birleştikten sonra cGMP isimli bir başka enzim üretilmeye başlar. Elbette üretilen bu yeni maddenin de bu zincirde bir görevi vardır ve bunu gerçekleştirmek için miyozine giderek, onu harekete geçirir. Miyozin, kas hücrelerinin kasılıp gevşemesi için gerekli olan bir etkendir. Artık son aşamaya gelinmiştir. Miyozinin de harekete geçmesiyle son taş da düşer ve kas hücreleri gevşer.
Şimdi bu aşamaların tümünü bir kez daha zihninizde canlandırın. Dikkat edilirse bu işlemde rol alan hormon ve hücreler bilinçli bir şekilde hareket etmektedirler. Kandaki uyarı iletici hormonlar damar zarında kendileri için uygun olan yere giderek, o bölgeyi etkilerler ve bu süreci başlatırlar. Bundan sonraki işlemlerde de aynı bilinç gözlenmektedir. Her uyarı, kapkaranlık insan bedeninin içinde asla yolunu şaşırmadan, hep doğru yere giderek başarılı bir sonuç elde eder.
Peki ama hücreler, hormonlar ve moleküllerin bu şuurlu hareketleri nasıl gerçekleşmektedir? Bu bilinç kendilerine ait olabilir mi? Elbette olamaz. Ama bir hücrenin ne zaman, ne üreteceğini ona bildiren, hormonun veya molekülün doğru adrese gidebilmesi için onlara yolu gösteren, adresin doğru olduğunu bildiren, kısaca tüm bunları yönlendiren bir akla ve şuura ihtiyaç vardır. Bu sonsuz akıl, hücreyi, hormonları, molekülleri yaratan, ne şekilde hareket etmeleri gerektiğini onlara ilham eden Allah'a aittir.


DARWINİZM'İN NE BÜYÜK BİR SAFSATA OLDUĞUNU GÖRMEK İÇİN SADECE BİR ÖRNEK YETER!

Darwinizm, tesadüfen meydana gelen milyonlarca olayın, cansız maddeleri canlandırdığını, kusursuzca işleyen, eksiksiz tasarıma sahip yapıları oluşturduğunu öne süren, son derece mantıksız bir iddiadır. Darwinizm'in ne kadar büyük bir safsata olduğunu görmek için şu örneği okumanız dahi yeterlidir.
Kandaki taşıyıcı proteinlerden biri olan albumin, kolesterol gibi yağları, hormonları, zehirli safra kesesi maddesini ve penisilin gibi ilaçları kendine bağlar. Daha sonra kanla birlikte vücutta gezerek, topladığı zehirleri karaciğerde zararsız hale getirilmek üzere bırakır, besin maddelerini ve hormonları ise gerekli oldukları yerlere götürür.
Şimdi bir düşünün ve kendinize şu soruları sorun:
m Albumin gibi atomlardan oluşmuş, hiçbir bilgisi, şuuru olmayan bir molekül nasıl olur da, yağları, zehirleri, ilaçları, besin maddelerini birbirinden ayırt edebilir?
m Dahası, nasıl olur da karaciğeri, safrayı, mideyi tanıyıp, taşıdığı maddeleri şaşırmadan, yanılmadan, hiç hata yapmadan her seferinde doğru yere ve ihtiyaç oranında bırakabilir?
Kanda taşınan zehirli maddeleri, ilaç ve besin maddelerini mikroskopta görseniz –tıp eğitimi almadıysanız- bunları siz bile birbirinden ayıramazsınız. Hangi organa hangisinin ne kadar miktarda bırakılması gerektiğini ise kesinlikle tespit edemezsiniz.
İnsanların büyük bir çoğunluğunun, özel bir eğitim almadıkça bilemeyecekleri bu bilgileri, şuursuz birkaç atomun birleşiminden oluşan albumin molekülü bilmekte ve milyonlarca yıldır bütün insanların vücudunda görevini kusursuzca yerine getirmektedir. Kuşkusuz bir "atom topluluğunun" böyle bir şuur gösterebilmesi, Allah'ın sonsuz kudreti ve ilmi ile gerçekleşmektedir.

"Sizin ilahınız yalnızca Allah'tır ki, O'nun dışında ilah yoktur. O, ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır." (Taha Suresi, 98)


VÜCUDUNUZDAKİ HER BİR PROTEİN
KUSURSUZ BİR TASARIMA VE
VAZGEÇİLMEZ GÖREVLERE SAHİPTİR!

Tesadüflerin yaratma gücünün olmadığını göstermek için en etkili yöntem Allah'ın varlığının delillerini anlatmaktır. Kendi vücudumuzdan bir örnek verelim.
Ayakta durmaktan, kolumuzu kaldırmaya kadar her türlü hareketi kaslarımız sayesinde gerçekleştiririz. Bu hareketleri yapabilmemiz için kas hücrelerimize devamlı bir oksijen akışı olması gereklidir. Kas hücrelerine oksijen taşıma işlemini de vücuttaki proteinlerden biri olan miyoglobin üstlenmiştir. Miyoglobin kanda oksijen taşımakla görevli olan hemoglobin adlı başka bir proteine genel olarak çok benzer. Ancak miyoglobin hemoglobinden farklı olarak tek bir oksijen yakalama kapasitesine sahiptir. Miyoglobinin bu özelliği sayesinde kaslara oksijen azar azar ve belirli bir miktarda taşınır.
Bir an için, kanda oksijen taşıyan hemoglobin ile kaslarda oksijen taşıyan miyoglobinin yer değiştirdiğini düşünelim. Bu durumda miyoglobin vücut için gerekli olan oksijeni akciğerlerden taşımak için yeterli olamayacaktır. Diğer yandan hemoglobin de kas dokularına gereğinden fazla oksijeni, üstelik de ani olarak bırakacaktır. Bu durumda da tüm vücudun dengesi bozulacaktır. Ancak böyle bir şey olmaz ve bu iki protein her zaman doğru yerde bulunur. Bu sayede rahatlıkla nefes alır, istediğimiz gibi hareket edebiliriz.
Hemoglobin ve miyoglobin insan vücudundaki proteinlerden sadece iki tanesidir. Vücuttaki diğer proteinler de aynı şekilde tam ihtiyaç duyulan özelliklerde ve ihtiyaç duyulan yerlerde üretilirler. Bu örneklerde görüldüğü gibi insan vücudu, tesadüfen ortaya çıkması imkansız olan, kusursuz bir tasarıma sahiptir. Bu tasarımın sahibi, tüm alemlerin Rabbi olan Allah'tır.

Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? (Nahl Suresi, 17)


HATALARI TESPİT EDEN ENZİMLER

Vücudun bilgi bankası olan DNA'da zaman zaman dış etkiler sonucu bazı hatalar meydana gelebilir. Ancak bu hatalar DNA kontrol mekanizmaları tarafından hiç vakit kaybetmeden düzeltilir. Düzeltme işlemini gerçekleştirenler de yine DNA'daki bilgiler doğrultusunda üretilmiş olan enzimlerdir.
Düzeltme işlemi bir kaç aşamadan meydana gelir:
1. Hasar gören DNA şeridinin hatalı kısmı DNA nükleaz adlı enzim tarafından tespit edilir.
2. DNA nükleaz tespit ettiği hatalı kısmı kopartır. Böylece DNA sarmalında bir boşluk oluşur.
3. Bir başka enzim olan DNA polimeraz, sağlam olan kopyadan doğru bilgiyi alarak, boş yere doğru bilgiyi yerleştirir.
4. Ancak düzeltme işlemini bununla bitmez. Düzeltmenin gerçekleştiği yerdeki şeker-fosfat şeridi üzerinde bir kopukluk meydana gelmiştir. Bu kopukluk ise DNA ligaz enzimi tarafından tamir edilir.
Yaptıkları işlerden de anlaşıldığı gibi, DNA'daki hataların düzeltilmesinde görev alan enzimler birçok özelliğe aynı anda sahip olmalıdırlar. Hataları tespit edebilmeleri için DNA'yı çok iyi tanımaları gerekir. Ayrıca, doğru bilgiyi nereden almaları ve açılan boşluğu nasıl kapatmaları gerektiğini de bilmelidirler.
İşin en ilginç yönü de, DNA'nın hem üretimini sağlayan hem de yapısını denetleyen bu enzimlerin, yine DNA'da kayıtlı olan bilgilere göre ve DNA'nın emir ve kontrolünde üretilmiş proteinler olmasıdır. Ortada içiçe geçmiş öyle muhteşem bir sistem vardır ki, böyle bir sistemin kademe kademe oluşan tesadüflerle bu hale gelmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Çünkü enzimin olması için DNA'nın olması, DNA'nın olması için de enzimin olması, her ikisinin olması içinse hücrenin de, zarından diğer bütün kompleks organellerine kadar eksiksiz olarak var olması gerekir.
Canlıların birbirini izleyen "yararlı tesadüfler" sonucunda "aşama aşama" geliştiklerini öne süren evrim teorisi, söz konusu DNA-enzim paradoksu tarafından kesin biçimde yalanlanmaktadır. Çünkü DNA'nın ve enzimin de aynı anda var olması gerekmektedir. Bu ise bilinçli bir yaratılışın varlığını gösterir.

"Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur; hepsi O'na 'gönülden boyun eğmiş' bulunuyorlar."
(Rum Suresi, 26)


DARWINİZM'E İNANMAK, ÇOCUK MASALLARININ
GERÇEK OLDUĞUNA İNANMAK KADAR
BÜYÜK BİR MANTIKSIZLIKTIR

Aşağıda gördüğünüz tablodaki harfler rastgele dizilmemişlerdir. Bu harfler aslında kanınızda oksijen taşımakla görevli hemoglobin proteininin tarifinin bir bölümüdür. Bu tarif, vücutla ilgili tüm bilgilerin bulunduğu DNA'da kayıtlıdır. Hemoglobin üretilmesi gerektiğinde, DNA'daki 3 milyar harf içinden bu harfler seçilir. Bu seçme işlemini, RNA polimeraz adındaki enzim yapar. Bu enzim o kadar dikkatli ve titizdir ki, hiçbir zaman okumada ve doğru harfleri seçme konusunda bir hata yapmaz. Her seferinde milyarlarca harf arasından doğru olanları seçer.
Doğru harfleri seçerek, proteinin tarifini aldıktan sonra üretim için, hücre içindeki üretim merkezine, yani ribozoma gider.
Ribozom da, bu tarifi aynı titizlikle dikkatlice okur, anlar ve hemen kusursuzca üretir.
Bu, son derece ileri teknolojiye sahip bir gökdelenin planının mimar ve mühendisler tarafından oluşturulduktan sonra, inşasının gerçekleştirilmesi için ilgili uzman ve teknisyenlere emanet edilmesi gibi planlı ve organize bir olaydır.
Darwinistler ise, gözle görülmeyecek kadar küçük bir alanda oluşan bu yüksek seviyeli organizasyonun, tesadüfen oluştuğunu iddia ederler. Cansız, kör ve şuursuz atomlardan oluşan moleküllerin sürekli akıl göstererek, kusursuz bir planın ve düzenin yöneticileri ve uygulayıcıları olduğunu iddia ederler.
Darwinizm'in bu iddialarına inanmak, çocuk masallarını gerçek sanmak kadar mantıksız ve inanılmazdır. Ancak Darwinizm büyü ve hipnoz teknikleri kullanarak, birçok insanı kandırmış ve kavrayışını kapatmıştır.


BİLGİ, ŞUUR VE BECERİ SAHİBİ ENZİMLER

Bir hücrede, belli bir proteinin üretilmesi gerektiğinde, RNA polimeraz isimli bir enzim, hücrenin bilgi bankası olan DNA'ya gider ve DNA'dan üretilecek proteinle ilgili bilgileri bularak kendisine bir kopyasını alır. Ancak bazen proteinle ilgili bilgiler DNA'nın farklı bölgelerinde dağınık olarak bulunur. Bu nedenle, RNA polimeraz enzimi bilginin başladığı yerden bittiği yere kadar olan bölümün tamamını kopyaladığında, arada işine yaramayan yerleri de kopyalamış olur. Aralarda gereksiz bilgilerin bulunması ise, farklı ve işe yaramaz bir proteinin üretilmesine neden olacaktır. İşte bu aşamada "spliceosome" isimli enzimler yardıma gelirler ve büyük bir ustalıkla yüzbinlerce bilginin içinden gereksiz olanları seçip çıkartarak, kalan zincirleri birbirlerine eklerler.
RNA kırpılması olarak isimlendirilen bu işlemde, birkaç atomun birleşmesiyle meydana gelen moleküller, çok şuurlu bir davranış göstermektedirler. Adeta bir redaktör gibi çalışarak, yazıdaki eksikleri, hataları düzeltmektedirler. Bu atomlar, RNA polimeraz'ın hangi proteini üretmeye çalıştığını bilmekte, bu proteinin meydana gelmesi için gerekli ve gereksiz olan bilgiyi birbirinden ayırt edebilmekte, üstelik yüzbinlerce bilgi arasında hiç hata yapmadan bu işi gerçekleştirebilmektedirler. Ayrıca, kendilerine her ihtiyaç olduğunda bunu hemen anlayarak hiç gecikmeden olay yerine gelip, görevlerine başlamaktadırlar.
Burada anlatılanlar, hücrenin içinde gerçekleşen milyonlarca olaydan sadece bir tanesinin, küçük bir ara aşamasıdır. Bu şuuru, bilgiyi, aklı, beceriyi, sorumluluk hissini ve işbirliği gerektiren davranışları şuursuz atomların göstermeleri kesinlikle mümkün değildir.
Ne var ki evrimciler, doğanın böylesine kusursuz bir sistemi, tesadüfen oluşturduğunu iddia edecek kadar mantığa, akla ve bilime karşı gelmektedirler. İnanılması imkansız şeylere inanan evrimciler doğanın mucizeler meydana getirdiğini, şuursuz atomları tesadüfen şuur ve akılla hareket ettirdiğini iddia ederler.
Ancak evrimciler yanılmaktadır. Tüm bu şuurlu ve planlı işlerin düzenleyicisi ve yöneticisi Allah'tır.

Gökleri ve yeri hak olmak üzere yarattı ve size düzenli bir biçim (suret) verdi; suretlerinizi de güzel yaptı. Dönüş O'nadır. (Teğabun Suresi, 3)


KEMİK HÜCRELERİNİN ÜRETİM PLANLAMA YETENEKLERİ

Kemiklerimiz ilk oluşmaya başladıklarında kıkırdak doku olarak ortaya çıkarlar. Zamanla bu dokunun iç kısmı sertleşmeye başlar. Daha sonra kıkırdak doku, kan damarlarıyla birlikte osteoblast ve osteoklast adlı özel kemik hücreleri tarafından sarılmaya başlar. Osteoklast hücrelerinin görevi sertleşmiş kıkırdak dokuda oyuklar açmaktır. Bunu salgıladıkları özel enzimler sayesinde yaparlar. Osteoklastların kemikte yaptığı yıkım sırasında osteoblast hücreleri de boş durmaz ve iskeleti oluşturmak üzere kemik yapı meydana getirmeye başlarlar.
Bu iki hücre grubunun ortaklaşa çalışması neticesinde kemikler büyüyerek iskeleti oluştururlar.
Çocukluk döneminde osteoblastların işi daha ağırdır, çünkü büyüme oldukça hızlı olduğundan kemik yapımı yıkımdan daha fazla olmalıdır. Ancak iskelet belli bir olgunluk düzeyine eriştikten sonra yapım ve yıkım süreçleri birbirlerini dengelemeye başlar.
Her insanda kemiklerde bulunan bu hücreler aynı görevleri görürler. Hepsi kemik yüzeyini nasıl inşa edeceklerini bilirler. Kafatasındaki kemiklerle uyluk kemiği arasındaki farklılıkları bilerek bu kemiklere nasıl şekil vereceklerini, ne zaman uzamalarının duracağını, incelik ve kalınlıklarının nasıl olacağını bilirler. Çocukluk döneminden de haberdardırlar. Bu dönemde daha fazla işleri olduğunu bilerek hareket ederler.
Bu işlemlerin sıralamasında hiçbir karışıklık yaşanmaz. Her hücre grubu tam gerektiği anda aktif hale geçer. Bu planlı oluşum sayesinde bütün kemikler görevlerini en iyi şekilde yerine getirebilecek bir yapıya ve şekle kavuşurlar.
Kemik hücreleri bu üretim ve planlama yeteneklerini nasıl kazanmışlardır? Şuursuz atomlardan oluşan bir hücre planlama yapamaz. Karar veremez. Vücuttaki dengelerden haberdar olamaz. İhtiyaçları hissedip önlem alamaz. Ancak insan bedenindeki trilyonlarca hücrenin her biri şuurlu bir insan gibi davranmakta, hatta insandan daha yüksek bir akıl göstermektedir. Bu durum hücrelerin üstün bir güç tarafından yönetildiklerini ve yönlendirildiklerini gösterir. Hücrelere neler yapacaklarını ilham eden büyük bir kudret sahibi olan Allah'tır.


YARATILMIŞLAR ARASINDAKİ
MÜTHİŞ UYUM DARWINİZM'İ YALANLIYOR

Darwinizm'e göre herşey tesadüflerin ve kaosun ürünüdür. Oysa tüm evrende öyle kusursuz bir düzen, muhteşem bir uyum ve hassas bir denge vardır ki, Darwinistler'in "tesadüf" iddiaları yerle bir olmaktadır. Vücudunuzun, gözle dahi göremeyeceğiniz bir detayındaki uyum ve tasarım, size bu gerçeği gösterecektir: Kanımıza kırmızı rengini veren alyuvarlar, kan hücreleridir. Alyuvarlar yassı disklere benzerler ve son derece esnektirler. Bu özelliklerinin, insan hayatı için son derece büyük bir önemi vardır.
Alyuvarların bu esnekliği olmasaydı, vücudun pek çok noktasında takılıp kalırlardı. Çünkü alyuvarların çapı, içinde gezdikleri damarların çapından neredeyse iki misli daha fazladır. Ancak, esneklikleri sayesinde bu bir problem oluşturmaz ve damarların içinde rahatlıkla hareket ederler.
Eğer alyuvarlar bu esnekliğe sahip olmasalardı ne olurdu?
Şeker hastalığında, bu sorun yaşanmaktadır. Şeker hastalarının kan hücreleri genellikle esnekliğini yitirir ve gözlerini oluşturan hassas dokular esnek olmayan kan hücreleri tarafından tıkanır. Bu tıkanmanın sonucu ise körlüktür.
Görüldüğü gibi, canlılarda var olan her yapı ve her sistem tesadüflere yer bırakmayacak kadar hassas, birbiriyle uyumlu ve dengelidir. Çünkü her birini, üstün bir güç ve ilim sahibi olan Allah yaratmıştır.
O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)


KANDAKİ OKSİJEN AVCISI
HEMOGLOBİNLER

Vücudumuzdaki tüm hücrelere oksijen, kandaki alyuvar hücreleri tarafından taşınır. Oksijen molekülleri kanda serbest olarak dolaşırken alyuvarların oksijen moleküllerini yakalamaları gerekir. Bu yakalama işlemini yapan ise, alyuvarlardaki hemoglobin isimli proteindir.
Alyuvarlar, hemoglobini taşıyabilmek için özel olarak tasarlanmışlardır. Hemoglobin alyuvarın % 90'ını kaplar ve bu nedenle alyuvarın içinden diğer hücrelerde bulunan çekirdek, mitokondri gibi organeller çıkarılmıştır. Bu sayede hemoglobin yeteri kadar oksijen yakalayabilir.
Hemoglobin, oksijeni kesinlikle temas etmeden bir maşa ile tutar gibi tutar. Çünkü, oksijen atomları ile temas ettiği takdirde hemoglobin yanar ve bunun sonucunda oksijen diğer hücrelere iletilemez.
Ancak, normal şartlarda hemoglobinin, oksijeni hiç dokunmadan tutabileceği şekilde yaratılmış özel sistemi sayesinde böyle bir tehlike yaşanmaz.
Hemoglobinin oksijen yakalama mekanizması şöyledir: Hemoglobin dört farklı proteinin birleşmesinden meydana gelir ve bu dört proteinde demir atomu taşıyan özel bölümler vardır. Demir atomlarını taşıyan bölümler "heme grupları" olarak adlandırılır. İşte bu "heme grupları" hemoglobinde oksijeni tutmak için özel bir yeteneğe sahip olan özel maşalardır. "Heme grupları"nın oksijene temas etmeden bir maşa gibi oksijeni yakalayıp, ihtiyaç duyulan dokulara götürüp bırakması için molekülün içinde özel katlanmalar ve açılar mevcuttur. Bu özel bağlanma sırasında bu açılar belirli bir oranda değişir.
Görüldüğü gibi, vücudun gözle görülemeyecek kadar küçük parçalarının arasında dahi son derece kusursuz ve mükemmel bir uyum vardır. Böyle bir uyumun tesadüfen gerçekleşmesi kesinlikle imkansızdır. Alyuvarların içini boşaltarak hemoglobine yer açan, hemoglobinin yanmaması için oksijenleri yakalayabileceği yanmaz maşaları tasarlayan, hemoglobini oksijen avcısı olacak şekilde programlayan, hemoglobinin oksijen moleküllerini tanımasını ve diğerlerinden ayırdetmesini sağlayan, yakaladığı oksijen moleküllerini nerelere teslim etmesi gerektiğini hemoglobine gösteren, tesadüfler değildir. Bunu iddia etmek, aklın ve mantığın dışına çıkmaktır. Tüm bunlar Allah'ın varlığının, yaratışının, sonsuz ilminin ve aklının birer göstergesidir.


SOLUNUM YOLLARINDA HATASIZ YÖN TESPİTİ
YAPABİLEN TÜYCÜKLER

Nefes alırken aslında havayla birlikte birçok tozu da solumuş oluruz. Ancak vücut için zararlı olan birçok madde akciğerlere ulaşamadan belirli güvenlik kapılarında tutularak etkisiz hale getirilir.
Burundan bronşlara kadar bütün solunum yollarının yüzeyi mukus adlı bir tabakayla kaplıdır. Solunum yollarının yüzeyini nemlendirici özelliğe sahip olan bu madde, havayla birlikte solunan toz gibi küçük maddeleri tutarak, akciğere girmelerini engeller. Ancak bu yabancı maddelerin mukus tarafından tutulduktan sonra, solunum yollarında birikmemesi için dışarıya atılmaları gerekir. Bunun için de bir başka güvenlik mekanizması devreye girer.
Bu mekanizmada solunum yolları yüzeyini kaplayan silya adındaki sivri uçlu kamçılar görev alır. Solunum yollarının yüzeyindeki hücrelerin herbirinin üstünde 200 silya bulunur. Bunlar saniyede 10-20 vuruş yaparak yutağa doğru sürekli bir çarpma hareketinin oluşmasını sağlarlar. Bu bölgedeki silyaların hareket yönleri hep yutağa doğrudur. Bu şekilde içinde yabancı madde barındıran mukusun dakikada 1 cm hızla yutağa doğru ilerlemesini sağlarlar. Burundaki silyalar ise bulundukları bölgede mukusun bu kez aşağı doğru hareket ettirilmesi gerektiğini bilirler ve tam aksi yöne kamçı hareketi yaparlar. Böylece burundaki mukusta yer alan maddelerin yutağa gelmesini sağlarlar. Daha sonra içinde yabancı maddeler bulunan mukus ya yutularak sindirim sistemine gönderilir ya da öksürükle vücuttan dışarı atılır.
Bu örneklerden anlaşıldığı gibi silya isimli tüycükler, görmek için gözleri, düşünebilmek için beyinleri olmamasına rağmen kendilerine kıyasla kilometrelerce uzaktaki yutağın yerini tespit edebilmektedirler. Bunun yanısıra yabancı maddelerin akciğere gönderilmesinin bedene zarar vereceğini bilmekte ve bulundukları bölgede bunu engelleyecek şekilde, birbirleriyle tam bir uyum içinde, hep gereken yönde hareket etmektedirler.
Bilimadamlarının çeşitli deneylerle, farklı araçlar kullanarak, uzun yıllardır süren araştırmalarına rağmen çalışma mekanizmasını tam olarak keşfedemedikleri bu metrenin 2 milyonda biri boyundaki tüycükler, yeryüzünde ilk insan varolduğundan beri kusursuz bir mekanizmayla çalışmaktadırlar. Onlar kendilerini yaratan Allah'ın ilhamıyla hareket ettikleri için hiçbir tesadüf zincirinin oluşturamayacağı kadar mükemmel bir işleyişe sahiptirler.


BU YAZIYI, AŞAĞIDA ANLATILANLARIN ŞU ANDA VÜCUDUNUZDA GERÇEKLEŞTİĞİNİ UNUTMADAN
OKUYUN.

Hemoglobin molekülü hücrelere oksijen taşıma görevini üstlenmiş özel bir moleküldür. Hemoglobin akciğerdeki oksijeni alırken, karbondioksidi bırakır ve oradan kaslara geçer. Bu sırada kaslar da besinleri yakıp karbondioksit oluştururlar. Hemoglobin molekülü kaslara ulaştığında öncekinin tam tersi bir işlev görerek oksijeni bırakıp karbondioksidi alır.
Bilim adamları birbirinden farklı bu iki işlevi yapan hemoglobini "olağanüstü bir molekül" olarak nitelendirmektedirler. Bir evrimci olan Gordon Rattray Taylor, The Great Evolution Mystery (Büyük Evrim Gizemi) adlı kitabında, hemoglobin molekülü hakkında şunları yazmıştır:
… Bu madde gerçekten olağanüstü bir moleküldür ki, bir anda oksijene karşı birleşme eğilimi gösterirken, birkaç saniye sonra bu eğilimini kaybeder. Bir anda tercihi karbondioksite bağlı olarak değişir. Bu da onu daha dikkate değer yapar.
Bu anlatılanlardan da anlaşıldığı gibi, hemoglobin molekülü adeta şuur sahibi bir varlık gibi gerektiği yerde ve gerektiği zamanda hareket ederek gereken seçimi yapabilmektedir. Ve hiçbir zaman oksijen ile karbondioksiti birbirine karıştırmamaktadır. (Gordon Rattray Taylor, The Great Evolution Mystery, Harper&Row Publishers, New York, s.108)
Mikroskoplarla görülebilecek kadar küçük bir molekülün düşünme, karar verme ve tercih yapma gibi özellikler gerektiren davranışlarda bulunması elbette ki düşündürücüdür.
Bu molekülün sergilediği olağanüstü şuur sayesinde, insan yaşamını rahatlıkla sürdürebilmektedir. İnsan vücudunda saatte ortalama 900 milyon alyuvar üretilir. Sadece bir alyuvar hücresinde ise yaklaşık 300 milyon hemoglobin molekülü bulunur. İnsan vücudunda bulunan hemoglobin moleküllerinin sayısı ve bu moleküllerin hepsinin istisnasız aynı yeteneklere sahip oldukları düşünüldüğünde konunun önemi daha net anlaşılmaktadır.
Böyle bir seçiciliğin tesadüfen ortaya çıkamayacağı, tesadüflerin insan vücudundaki milyarlarca hemoglobine bu özellikleri kazandıramayacağı akıl sahibi her insan için çok açık bir gerçektir. Hemoglobin molekülünü yaratan ve canlıların vücutlarına tüm özellikleriyle birlikte yerleştiren Allah'tır.



İNSAN VÜCUDUNA HİZMET EDEN
LİZOZOM ENZİMLERİ

Vücudumuzda gün içerisinde bizim farkında olmadığımız birçok işlem gerçekleşir. Bunları görevini eksiksiz bir şekilde yerine getiren 100 trilyon hücremiz yapar. Bu hücrelerin içerisinde, görevlerini çok iyi bilen birçok yapı vardır. Kimi enerji, kimi protein üretir, kimi taşıma işlemi yapar, kimi de depo şeklinde kullanılır.
Hücrenin içindeki bu şuurlu yapılardan birisi de lizozomdur. Lizozomu hücrenin öğütme makinesi olarak tanımlayabiliriz. Bu organelden salgılanan enzimler sayesinde vücutta birçok "yıkma" işlemi gerçekleşir. Lizozom enzimleri artık işe yaramayan hücreleri yıkıp, parçalamaları veya bir yapının etrafını saran zarı öğüterek delmelerinin yanısıra, vücutta sürekli olarak büyümeye devam eden bazı hücreleri de parçalarlar. Lizozom enzimlerinin gerçekleştirdiği bu yıkım işlemi, vücut açısından son derece önemlidir.
Örneğin hamile kadınlarda bebeğin gelişimiyle birlikte rahmin büyümesi normale oranla büyük bir artış gösterir. Bu sağlıklı bir bebeğin doğabilmesi için gerekli olan bir aşamadır. Ancak bebek doğduktan sonra artık bu derece geniş bir rahme ihtiyaç kalmamaktadır. Bu durumda aşırı derecede genişlemiş olan bu organın tekrar eski haline döndürülmesi gerekmektedir. İşte bu işlemi gerçekleştiren lizozom enzimleridir. Doğum işlemi bittiğinde belirli hücrelerin lizozomları adeta bunu haber alır ve ne yapmaları gerektiğini çok iyi bilerek hemen gerekli enzimleri salgılamaya başlarlar. Bu enzimler de vücudun sağlığı için hamilelikten sonraki 10 gün içerisinde hızlı bir yıkımla rahmi 1/40 oranında küçültürler. Böylece rahim artık eski boyutlarına dönmeye başlar.
Lizozomlar ayrıca spermin baş kısmında da bulunurlar. Sperm, yumurtaya ulaştığında onu saran kılıfını delmek için bünyesinde taşıdığı lizozom enzimlerini kullanır. Parçalayıcı etkiye sahip bu enzimler, yumurtayı koruyan kılıfı delerek spermin yumurtayı döllemesini sağlarlar.
Bu örneklerde de açıkça görüldüğü gibi vücudumuzdaki her mekanizma birbirini tamamlayacak şekilde çalışır. Hamilelik sırasında rahmin büyümesini sağlayan sistemin yanısıra onu eski haline döndürecek sistem de vardır. Aynı şekilde sağlam bir kılıfla korunan yumurtayı delebilecek enzim de spermin içine özel olarak yerleştirilmiştir.
İşte Darwinistler bu birbiriyle içiçe geçmiş mükemmel sistemin bazı tesadüflerin sonucunda oluştuğunu ve kusursuz şekilde işlemeye devam ettiğini iddia edecek kadar akıl ve mantıktan uzaklaşmışlardır. Kendi içlerinde mükemmel bir işleyişe sahip olan bu mekanizmaların vücudun bütünündeki sistemlerle de uyumlu bir şekilde çalışması, Allah'ın yaratışındaki kusursuzluğu gözler önüne sermektedir.


NEFES ALMANIN NE KADAR BÜYÜK BİR MUCİZE OLDUĞUNU HİÇ DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ?

Doğduğunuz andan itibaren rahatlıkla nefes alıyor ve aldığınız bu nefes sayesinde hayatınıza devam edebiliyorsunuz. Birkaç dakika nefesinizin kesilmesi tüm vücut fonksiyonlarınızın durmasına ve hayatınızı yitirmenize neden olabilir. Peki hayatta kalmanızın akciğerlerinizdeki "sürfaktan" isimli maddeye bağlı olduğunu biliyor muydunuz?
Akciğerlerinizi oluşturan 300 milyondan fazla keseciğin (alveol) çevresi bu madde ile çevrilidir. Her nefes aldığınızda içi havayla dolan bu keseciklerin açılıp kapanması hiç de o kadar kolay değildir. Sürfaktan bu keseciklerin açılıp kapanmasına yardım eden bir maddedir…
Bu maddenin çok önemli özelliklerinden birisi, insanın dünyaya gelmesine tam bir ay kala üretilmeye başlamasıdır. İşte olayın mucizevi yönü de burada başlar. Anne rahmindeyken akciğerini kullanmayan bebek nasıl olup da dışarıda nefes alırken böyle bir zorlukla karşılaşacağını düşünüp, bu maddeyi üretmeye ihtiyaç duyabilir? Sürfaktanın, akciğerindeki keseciklerine yardımcı olabileceğini nereden bilebilir? Bu maddenin keseciklerin hareketine yardımcı olacağını hangi kimya bilgisiyle tahmin edebilir?
Bu maddenin yokluğu, bebeğin hayatını çok kısa bir zamanda kaybetmesine neden olacaktır. Ama böyle olmaz, ilk insandan bugüne kadar milyonlarca yıldır her doğan bebek bu madde ile çevrelenmiş akciğerlerle doğmuş ve rahatlıkla nefes almaya başlamıştır.
Kuşkusuz bu mucizevi olay ne bebeğin, ne de annenin iradesiyle gerçekleşmektedir. Bu kusursuz sistemi yaratan ve tam gereken zamanda çalışmaya başlamasını sağlayan Allah'tır.

Ey insan, 'üstün kerem sahibi' olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir? Ki O, seni yarattı, 'sana bir düzen içinde biçim verdi' ve seni bir itidal üzere kıldı. Dilediği bir surette seni tertib etti. (İnfitar Suresi, 6-8)


HÜCRELER ARASI HABERLEŞME AĞI

Vücudumuzdaki 100 trilyon hücre birbiriyle tam bir uyum içinde çalışır. Bu uyumun sağlanması için birbirlerinin fonksiyonlarını yakından takip etmeleri gereklidir. Bu amaçla "hormon" denen mesaj iletici moleküller üretirler. Örneğin, TİROİD hormonu tüm hücrelerin metabolizma hızını kontrol eder. İNSÜLİN hormonu vücuttaki tüm hücrelere şekerin girmesini sağlar. ALDESTERON hormonu böbreğe etki ederek kandaki su ve tuz oranını dengede tutar. Alyuvarların yapımı için ERİTHROPOİETİN hormonunun uyarısı gerekir.
Daha yüzlerce hormon, hücreler arasında sürekli iletişim sağlar. Üstelik bu işlemler dünya üzerindeki milyarlarca insanın her birinin bedeninde aynı mükemmellikle gerçekleştirilir. Hormonlar olmadan insan bedeninde düzen olamaz, kaos olur, başıbozukluk olur.
Peki ama bir hücre, bizim ölçülerimize göre kıyas yaptığımızda kendisinden binlerce kilometre uzakta olan bir başka hücrenin hangi işi yapması gerektiğini ve hangi hormonun bunu sağlayacağını nereden bilmektedir? Dahası, bu hormonu üretmek için gereken formülü, malzemeyi nereden bilmekte ve temin etmektedir?
Sadece bu gerçek dahi, vücutta herşeyin belirli bir plan dahilinde büyük bir ilim ve bilinçleyaratıldığını göstermektedir. Yeryüzünde yaşayan milyarlarca insanın her birinin vücudundaki 100 trilyon hücre arasındaki düzen, Allah'ın yaratışının ve tek ilah olduğunun bir delili ve hikmetidir.

Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. Aziz ve Hakim olan O'ndan başka ilah yoktur. (Al-i İmran Suresi, 18)


DOĞUM SANCILARININ
VE ANNE SÜTÜNÜN KAYNAĞI:
BEYİNDE ÜRETİLEN BİR HORMON

Hamilelik süresi tamamlandığında birdenbire başlayan doğum sancıları yeni bir hayatın başlangıcını müjdelerler. Oksitosin isimli bir hormon ise doğum sancılarını başlatan ve bu olayın ilk habercisi olan maddedir.
Beyinden salgılanan bu hormon etkisini başlıca iki yerde gösterir. Birincisi ana rahmini oluşturan kaslar, ikincisi ise göğüste oluşan anne sütünün salgılanmasını sağlayan kas yapısındaki hücrelerdir.
Doğum esnasında ana rahminin etkili olarak kasılması doğumun gerçekleşebilmesi için son derece önemlidir. İşte bu hormon, rahmi oluşturan kasların çok güçlü bir şekilde kasılmasını sağlar. Ancak bunu 9 ay 10 günlük süre dolduğunda yapar. Ne erken ne de daha geç... Çünkü her iki durum da bebeğin hayatını tehlikeye atabilecektir. Zaman geldiğinde beyne rahmin ağzındaki alıcılardan sinyaller gönderilir. Bu sinyalleri alan beyin ise çok uzaklarda ana rahmindeki alıcılara tam uygun olan oksitosini üretir ve tam hedefe ulaşacak şekilde gönderir.
Tüm bunların yanında, oksitosin hormonunun ayrı bir görevi daha vardır. Dünyaya gelmiş olan bebeğin beslenmesi için anne sütünün salgılanmasını da sağlar ve bebek bu süt ile beslenir.
Şimdi düşünelim.
Beynimizin küçük bir bölümündeki hücre, acaba ana rahmi için doğumu kolaylaştıracak olan hormonu üretmeye nasıl karar vermiştir?
Bu hormon, nasıl olup da tüm vücut içinde yolunu bulabilmekte, herhangi başka bir organa değil de sadece ihtiyaç duyulan yere gidebilmektedir?
Bebeğin hayatta kalabilmesi için 9 ay 10 gün ana rahminde olgunlaşması gerektiğini bilen ve dolayısı ile bu mekanizmayı tam zamanında harekete geçiren akıl kimin aklıdır?
Bebeğin beslenmesi için süte gereksinimi olduğunu düşünen ve bu sütü anne bedenine salgılattıran sistemi kuran oksitosin hormonunun kendisi midir?
Oksitosin hormonu, vücudumuzda bulunan binlerce hormondan sadece biridir. Bunun gibi her bir hormon, çok büyük bir organizasyon gerçekleştirir; hayati kararlar verir; bunları uygulamaya geçirir; hücrelerle haberleşir; vücudun ihtiyacı olan salgıyı oluşturur; bunun için uygun olan miktarı belirler; zamanlamasını, salgılama süresini ayarlar ve daha pek çok karmaşık işlemi kusursuzca yerine getirir.
Hayret verecek derecede mükemmel ve planlı olan bu düzenin tesadüfen veya kendi kendine işlemediği çok açıktır. Şuur içeren tüm bu organizasyonları ve hormonları en ince ayrıntısına kadar tasarlayan, yaratan ve kontrol eden sonsuz akıl sahibi olan Allah'tır.


EĞER HİÇ SUSAMASAYDINIZ?….

Vücudumuzdaki suyun miktarında gün içinde gerçekleşen en ufak değişimleri dahi algılayan sistemler vardır. Bunların başında, beynimizin bir bezelye tanesi büyüklüğünde olan hipotalamus denen bölümü gelir. Hipotalamusun hassas olduğu konulardan biri, kandaki su oranıdır. Kandaki su oranı azaldığında, kan basıncında çok küçük de olsa bir düşme gerçekleşir. Bunun üzerine kalpten kanın çıktığı ilk nokta olan aortta bulunan ve kan basıncındaki değişiklikleri algılamakla görevli olan basınç ölçerler (baroreseptörler) devreye girer. Kan basıncındaki değişiklikle uyarılan bu hassas algılayıcılar durumu hemen beynimizdeki hipotalamus bölgesine bildirirler. Hipotalamus ise buna önlem olarak hemen altında yer alan 1cm büyüklüğündeki hipofiz adlı bezde, "ADH" ("Vazopressin" ) isimli bir hormonun üretilerek salgılanması emrini verir.
Bu hormon kan dolaşımı yolu ile uzun bir yolculuğa çıkar ve böbreklere ulaşır. Böbreklerde aynen bir kilidin bir anahtara uygunluğu gibi tam bu hormona uygun olan özel alıcılar vardır. Hormonlar bu alıcılara ulaştıkları anda böbreklere su tasarrufu düzenine geçilmesi mesajını iletir. Bu mesajı anlayan böbrek hücreleri derhal vücuttan su atılımını çok az bir düzeye indirirler.
Öte yandan yine aynı "vazopressin" hormonu beynimizde susama hissinin oluşmasına da neden olur. Biz ise, içimizdeki bu mükemmel sistemin işleyişinden hiç haberimiz olmadan, sadece bir bardak su içerek vücudumuzun su dengesini sağlamış oluruz.
Eğer hipofiz hormonu ve bu hormonun getirdiği "su tüketimini azaltın" emrini anlayıp uygulayan böbrek hücreleri olmasaydı, susuzluktan ölmemek için günde 15-20 litre su içmek zorunda kalırdık. Bu suyu sürekli olarak da dışarı atmamız gerekeceğinden, uyumamız veya bir yerde uzun süre oturmamız mümkün olmazdı.
Görüldüğü gibi vücudumuzdaki su oranını dengede tutan bu sistemin bütün parçaları beyin ile ortak bir çalışma içindedir. Aorttaki hücreler bir mesaj göndererek su eksikliğini hemen beyne bildirmektedirler. Beyin de bu mesajın ne anlama geldiğini hemen anlayıp bir haberci yola çıkarmakta ve bu haberci vücuttaki pek çok organ içinden konuyla ilgili olana yani böbreklere giderek neler yapması gerektiğini anlatmaktadır.
Bu işlemler gün içinde defalarca, biz hiç fark etmeden gerçekleşir. Üstelik sadece bizim bedenimizde değil, çevremizde bulunan bütün insanların; daha önce yaşamış olan ve bundan sonra dünya üzerinde yaşayacak olan insanların da vücutlarında bu sistem vardır. Hepsi aynı hassas algılayıcılara sahiptirler. Hepsinin vücut hücreleri kan basıncı değişikliğinde nasıl davranmaları gerektiğini bilmektedir. Bütün insanların bu görevle görevlendirilmiş olan hücreleri kandaki basınç değişikliklerini ölçecek yapıya da sahiptirler.
Bu kadar kompleks ve kusursuz bir sistem nasıl ortaya çıkmış ve bütün insanlarda aynı özelliklere sahip olmuştur?
Böyle bir mekanizmanın kör tesadüflerle ortaya çıkamayacağı akıl sahibi her insan için açık bir gerçektir. Sistemin parçalarının da kendi kendilerine bu özellikleri kazanmaları mümkün değildir. Bir insanın okuyup anlaması için dahi dikkat sarf etmesi ve düşünmesi gereken bu işlemleri hücrelerin kendi kendilerine keşfedemeyecekleri de çok açıktır. Kaldı ki vazopressin vücudumuzdaki yüzlerce hormondan tek bir tanesidir. Diğer hormonların her biri vücuttaki organlarla benzer bağlantılar içindedir. Ve hiçbir hormon mesajını yanlış bir organa götürmez. Ve her organ kendisine gelen hormonun taşığıdı mesajı doğru ve eksiksiz anlar. Böyle bir sistemin üstün bir akıl tarafından var edildiği ortadadır. Bu aklın sahibi herşeyi yaratmış olan Allah'tır.
Her insan, kendi bedenindeki bu yaratılış mucizeleri üzerinde düşünmek ve kendisini kusursuzca yaratmış olan Allah'a şükretmekle sorumludur.


CİNSİYET AYRIMI YAPABİLEN
MOLEKÜLLER: HORMONLAR

İnsan vücudundaki hücreler ve hormonlar arasında büyük bir uyum vardır. Vücut hormonları tanır. Hormonların taşıdıkları mesajlarda neler var hemen anlar. Hormonlar da vücutta ne zaman nereye gideceklerini ve nasıl bir etki yapacaklarını çok iyi bilirler. Hem kadınlarda hem de erkeklerde aynı hormonlar salgılanmasına rağmen, her iki cinste, hormonların etkileri birbirinden tamamen farklıdır. Örneğin FSH adlı (folikül uyarıcı) hormon kadınlarda yumurtanın meydana gelmesini sağlayan hormondur. Erkeklerde ise aynı hormon sperm oluşumunu sağlamaktadır.
LH (luteinleştirici hormon) ise kadınlarda yumurtanın serbest hale gelmesini ve progesteron adlı başka bir hormonun salgılanmasını sağlayan hormondur. Progesteron rahmin bebek için hazırlanmasında kullanılır. Aynı hormon erkeklerde tamamen farklı bir görev üstlenmekte ve testesteron hormonunun salgılanması için hücreleri uyarmaktadır. Testesteron ise erkeksi özelliklerin ortaya çıkmasını ve sperm oluşumunu sağlar.
Benzer etkiye sahip hormonların farklı bedenlerde ancak aynı formüllerde üretilmeleri ve birbirinden tamamen farklı etkilere yol açmaları elbette ki düşündürücüdür.
Bir hormon erkek vücudunda salgılandığında bu hücrelerin bir erkeğe ait olduğunu anlamakta ve buna göre değişiklikler yapmaktadır. Örneğin bu hormon erkek vücudunda kaslanmaya neden olmakta, sesin daha kalın olmasını, sakal çıkmasını sağlamaktadır.
Yine aynı hormon kadın vücudunda da aynı formülle salgılanmakta ancak kadında erkeklerde yaptığı etkilerin neredeyse tam tersi etkilere yol açmaktadır. Kadınlara kadın sesi, erkeklere erkek sesi veren, vücudun gelişimini ona göre ayarlayan bir hormon, bunu ayırt edebiliyorsa kadın ve erkek vücudunun anatomisinden, kimyasından haberdar demektir. Bu da hormonun bir akla sahip olması, hatta bu konuda eğitim almış olması demektir.
Buhormonlar nasıl olup da kimya bilgisine sahip olmaktadır? Ya da bu hormonları üreten hücreler sadece insan bedenindeki kimyayı çözmekle kalmayıp ellerindeki bilgilere göre birer kimyager gibi hem kendilerinde üretim yapmakta, hem de başka hücreleri üretim yapmaya nasıl yöneltmektedirler? Bütün bunları yapacak akla hücreler nasıl sahip olmuşlardır?
Bu aklın hücrelere, bu hücreleri oluşturan atomlara ait olmayacağı çok açıktır. Erkek ve kadına özgü olacak şekilde ayarlanmış bu düzenlemeler bilinçli bir tasarımın, bir planın varlığını bize göstermektedir. Bu tasarım da üstün bir akıl sahibi olan Allah'a aittir.


HÜCRELERDEKİ BİLİNÇLİ HAREKETLERİ
YAPTIRAN GÜÇ, KENDİ VARLIĞINDAN HABERSİZ
BİR HORMON OLABİLİR Mİ?

İnsan vücudundaki 100 trilyon hücre tiroid hormonları sayesinde kusursuzca görevini yerine getirir.
Vücutta ne kadar çok tiroid hormonu varsa hücreler o kadar hızlı çalışırlar. Eğer vücutta yeterli miktarda tiroid hormonu salgılanmazsa hücrelerin çalışmaları gittikçe yavaşlar ve neredeyse durur. Bu sebeple tiroid hormonu kanda devamlı belirli bir miktarda bulunmalıdır.
Tiroid bezinin, diğer hücreleri etkilemeyi kendine görev edinmesi, bunun için kendi kendine karar alması imkansızdır. Çünkü diğer hücrelerin varlığından habersizdir. Yaptığı tek şey, kendi hücrelerinin DNA'larında yer alan emirleri en ince ayrıntısına kadar yerine getirmektir.
Tiroid bezine bu yazılı emirleri veren ve bunları yerine getirten güç, herşeyi bilen ve en ince ayrıntısına kadar tasarlayarak yaratan Allah'tır. Buradaki plan, tasarım ve işleyişteki şuur, tiroid bezi adını taşıyan ve kendi varlığından habersiz olan şuursuz bir et parçasına değil, Allah'a aittir.
Bunu inkar eden evrimciler ise,
- tiroid bezinin tüm hücreleri harekete geçirmek ihtiyacını kendi kendine hissettiğini,
- bu yüzden tüm hücreleri etkileyecek hormonu kendi başına tasarladığını,
- bu hormonu kusursuz olarak kendiliğinden ürettiğini
- ve düzenli olarak sabit miktarlarda kana bırakmanın doğru olacağına yine tiroid bezinin kendi başına karar verdiğini savunmaktadırlar.
Elbette, bu yalnızca onların zannıdır. İnsan bedenindeki bir salgı bezinin tüm bu işlemleri akledebilmesi ve gerçekleştirebilmesi asla mümkün değildir. Herşeyi birbiriyle uyum içinde, birbirinin işlevine muhtaç olarak yaratan, herşeyin bilgisi Kendi katında olan Allah'tır.


HİÇBİR FORMÜL KENDİ KENDİNE, TESADÜFEN ORTAYA ÇIKAMAZ

İnsülin, insan yaşamı için vazgeçilmez olan hormonlardan bir tanesidir. Bu hormonun salgılanmaması durumunda kanda yükselen şeker oranı dengelenemez. Bu durum, kişinin şeker komasına girmesine neden olur. Vücut için bu kadar önemli olan insülin, 51 aminoasitin belli bir düzen içinde birleşmesinden oluşan bir proteindir. Aşağıda insülini oluşturan aminoasitlerin isimlerinin yuvarlaklar içine yazılarak sıralanmasıyla ortaya çıkan şekil görülmektedir. İşte bu şekilde görülen aminoasit sıralamasındaki en ufak bir farklılık bile insülinin görevini yapamamasına neden olur.
Kağıt üzerinde yazılmış bir formül gören her insan bu formülün kendi kendine ortaya çıkamayacağını, bunun bir insan tarafından kağıda yazılmış olduğunu bilir. İnsülin hormonu da sabit bir formüle sahiptir. Ayrıca şu ana kadar yaşamış insanların tamamında bu sabit formüldeki insülin salgılanmaktadır. Bu durum insülinin zaman içinde, tesadüfen ortaya çıkamayacağını göstermek için yeterlidir. Hiçbir şuursuz tesadüf trilyonlarca insanda aynı formülde bir hormonun oluşmasını sağlayamaz. Böyle bir iddia hem akla, hem mantığa hem de bilime aykırıdır.
İnsülini bu formülde yaratan, ne gibi özelliklere sahip olacağını belirleyen, insanın ilk ortaya çıkışı ile birlikte insülini var eden Allah'tır.


BÖBREKLERİNİZ TIBBİ BİLGİLERE
SAHİP OLABİLİR Mİ?

Böbreklerinize pompalanan kandaki alyuvar miktarı böbrekler tarafından sürekli olarak ölçülür. Hassas algılayıcılar ile tespit edilen veriler hemen değerlendirilmeye alınarak gerekenler yapılır.
Böbrekten süzülen kan miktarında bir azalmanın tespit edilmesi durumunda böbreklerdeki özel hücrelerden "eritropoietin" adlı bir hormon salgılanır. Bu hormon kan üretimini artırmaya yarar. Hormon, etkisini böbrek dışında bir yerde kemik iliği üzerinde gösterecektir. Kemik iliğinde bulunan ana kan yapıcı hücreler bu hormonun kendilerine gelerek, alyuvar sayısının azaldığını bildirmesi üzerine alyuvar yapımını hızlandırarak kan dolaşımına daha fazla alyuvar bırakılmasını sağlarlar. Bu sayede alyuvar dengesi ayarlanmış olur.
Görüldüğü gibi böbrek hücreleri tespit yapmakta, verileri değerlendirmekte ve gerekeni uygulamaya sokacak şekilde insiyatif kullanmaktadır. Mesaj iletmekle görevli hormon ise vücut içinde yolunu kaybetmeden ilerlemekte, kemik iliğine hiçbir bozulmaya uğramadan ulaşabilmektedir. Kemik iliğindeki hücreler de böbreklerden gelen bir hormon ile gönderilmiş olan mesajı nasıl çözeceklerini bilmekte ve bu mesaja göre harekete geçmektedirler.
Üstelik bu işlemlerin tümü, milyarlarca insanın her birinde aynı şekilde gerçekleşmekte, bu uyum bütün insanlarda aynı şekilde sürmektedir.
Bütün bu işlemlerde hücreler çok açık bir akıl gösterisinde bulunmakta ve kusursuz bir organizasyonun disiplinli ve itaatli parçaları şeklinde davranmaktadırlar. Bu durumda bu aklın ve uyumun kaynağının ne olduğu sorusunun cevaplanması gerekmektedir. Hücrelerin böyle bir akla kendi kendilerine ya da tesadüfen sahip olduklarının iddia edilmesi mümkün değildir. Hücrelere bu aklı ve nasıl davranmaları gerektiğini ilham eden herşeyi kontrolü altında tutan Allah'tır.
Allah'tan başka bir güç yoktur.


DARWINİZM'İ YALANLAYAN HORMONLAR

Siz hiç farkında olmadığınız halde, vücudunuzda her an binlerce emir gider gelir ve yaşamınızı en uygun ve en kolay hale getirir.
Örneğin, heyecanlandığınızda veya korktuğunuzda, sinir hücreleriniz derhal sinyal sistemini uyarır ve büyük bir hızla ve yolunu şaşmadan hedefe ulaşarak böbrek üstü bezlerinizi hareketlendirir. Mesajı alan böbrek üstü bezleri adrenalin hormonu salgılar. Adrenalin hormonu ise kana karışarak, neredeyse bütün vücudu alarma geçirir. Sindirim organlarının hareketlerini engeller ve sindirme sürecini durdurur. Böylece sindirime katılmayan önemli miktarda kan, kasları beslemek üzere boşta kalmış olur. Aynı zamanda kalbin ritmi hızlanır, kan basıncı artar. Akciğerlerin bronşları genişleyip, oksijen girişini ve kanın oksijenle beslenmesini hızlandırır. Kandaki şeker miktarı artar. Bu da kaslara fazladan enerji sağlar. Nihayet gözbebekleri genişler ve gözlerin ışık uyarımlarına karşı duyarlılığı artar. Bütün bu etkiler biraraya geldiğinde ise, bir insan ister kaçma, ister savunma, isterse de saldırma durumuna geçmek üzere olsun, her durumda büyük bir performans göstermeye hazır duruma gelir.
Sinir hücreleri, cansız ve bilinçsiz atomlardan oluşan yapılardır. Ancak bu atomlar, vücudun ihtiyaç duyduğu durumları hemen anlayarak, vücudun ilgili yerine derhal mesaj gönderirler. Mesajı alan yer de aynı şekilde cansız atomların birleşmesinden meydana gelmiştir. Buna rağmen kendisine gelen mesajı hemen anlar ve harekete geçerek gerekli hormonu üretir. Bu hormon ise, son derece şuurlu bir şekilde ve üretiliş amacını gayet iyi bilerek tüm vücudu dolaşır ve ilgili organları alarma geçirir.
Bu kadar şuurlu, planlı, organize ve amaca yönelik bir sistemin tesadüfen oluştuğunu düşünmek akla, mantığa ve sağduyuya yüz çevirmektir. Darwinistler, tüm bu sistemlerin ve organların tesadüfen oluştuğunu iddia ederek, çocukların dahi gülecekleri bir duruma düşmektedirler.
Evrimci ve ateist bir felsefeci olmasına rağmen, Malcolm Muggeridge Darwinizm'in içinde bulunduğu bu durumu şöyle itiraf eder:
Ben kendim, evrim teorisinin, özellikle uygulandığı alanlarda, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük espri malzemelerinden biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşak, bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır. (Malcolm Muggeridge, The End of Christendom, Grand Rapids: Eerdmans, 1980, s; 43)
Bu kusursuz sistemlerin üstün bir Yaratıcı olan Allah tarafından yaratıldıkları açık ve kesin bir gerçektir.


AKCİĞERİN KENDİNE HAS BİR ACİL SAVUNMA
BİRİMİNE SAHİP OLDUĞUNU BİLİYOR MUYDUNUZ?

Akciğer, kendi acil savunma birimine sahiptir. Bazı akciğer hücreleri bakteri ve mikropların üzerine doğal bir mikrop öldürücü bileşim püskürterek bunları etkisiz hale getirirler. Böylelikle solunum yoluyla vücuda giren ve akciğere gelene kadar canlı kalmayı başarabilen mikrop ve bakteriler, burada imha edilirler.
Akciğer hücrelerinin kendilerine zarar verecek maddeleri tanımaları, onları etkisiz hale getirecek bileşimi bilmeleri ve ayrıca üretebilmeleri elbette ki mümkün değildir. Hücreler düşünme, bilme, karar alma, plan yapma gibi bilince ait özelliklerden yoksundurlar. Tüm bunlar, gökleri ve yeri bir düzen içinde yaratan, bir uyum ve ölçü tesbit eden Allah'ın eseridir. Allah, tek bir hücreye dahi insana hayranlık verecek derecede şuurlu işler yaptırarak, sonsuz ilminin ve aklının delillerini göstermektedir.


ENZİMLER OLMASAYDI BU YAZIYI OKUMANIZ
40 BİN SENE SÜRERDİ!

Enzimler, yaşamı mümkün kılan ve yaşamla ilgili kimyasal değişimlerin "gerektiğinde" hızlanmasını sağlayan protein molekülleridir.
Bir enzim bir reaksiyonu 1010 yani 10 milyar defa hızlandırabilir. Böylesine bir hızlandırma olmasaydı, 5 saniyelik bir süreç, örneğin bir cümlenin okunması, 1500 yıl sürerdi. Bu süre içinde diğer birçok istenmeyen kimyasal tepkime de olacağından yaşam sadece yavaşlamakla kalmayacak, olanaksız hale gelecekti.
Enzimlerin bir diğer önemli özelliği de seçici olmalarıdır. Enzimler vücudun istediği reaksiyonu hızlandırırken istenmeyenleri hızlandırmazlar. Peki neyin istenip neyin istenmediğini nasıl anlarlar? Bunun için vücutta meydana gelen tüm reaksiyonları ve fonksiyonları bilmeleri, neyin ne zaman ve ne kadar gerektiğinden haberdar olmaları gerekir.
Ayrıca, her enzim sadece belli moleküllerin girdiği kimyasal reaksiyonları hızlandırabilir. Enzim, kendisi için özel ayrılmış olan molekülün ancak belli bir bölgesine bağlanabilir. Bunun için enzimin şekil olarak, molekülün bu bölgesine bir anahtarın kilide uyum sağlaması gibi uyumlu olması şarttır. Yani enzim hem doğru molekülü tanımalı, hem de molekülün doğru yerini bilip oraya bağlanmalıdır.
Karbon, hidrojen, oksijen gibi şuursuz, cansız atomlardan oluşan, bir beyne, göze, akla ve şuura sahip olmayan enzimler, reaksiyon hızlandırma sorumluluğunu neden üzerlerine almışlardır, doğru molekülleri ve moleküllerin doğru yerlerini nasıl tespit edebilmektedirler? Tesadüfler ve şuursuz atomlar, enzimlerin yaşam için gerekli olduğuna nasıl karar verebilmişlerdir?
Tesadüfleri ve şuursuz atomları ilah kabul eden evrim teorisi bu soruların cevabını veremez. Bu soruların cevabı, enzimlerin yaşam için üstün bir güç ve yaratıcı olan Allah tarafından tasarlandıkları ve yaratıldıkları gerçeğidir.


DAHA ÖNCE HİÇ KARŞILAŞMADIKLARI
MİKROPLARA KARŞI ÖNLEM
ALABİLEN ANTİKORLAR

İnsan vücuduna her gün çok sayıda mikrop girer. Savunma sistemi bunları hemen etkisiz hale getirmeye çalışır. Ancak engellenemeyen bazı mikroplar ve yabancı maddeler dolaşım sistemine girerek tehlike oluşturabilir. Bu tür mikroplara "antijen" adı verilir. Savunma sistemi hücreleri antijenlere karşı "antikor" adı verilen maddeler üreterek onları yok etmeye ya da çoğalmalarını önlemeye çalışırlar.
Antikorların sahip oldukları en önemli özellik doğada var olan yüzbinlerce birbirinden farklı mikrobu tanıyıp, kendilerini onları yok etmeye yönelik olarak hazırlayabilmeleridir. Fakat asıl ilginç olan laboratuvarda oluşturularak insan vücuduna yerleştirilen yapay antijenleri bile tanıyan antikorların bulunmasıdır.
Bir hücre nasıl olur da yüzbinlerce farklı yabancı hücreyi tanıyabilir? Üstelik bunun yanısıra, yapay olarak üretilen bir maddenin de bilgisine sahip olabilir? Antikorun, vücuttaki antijenleri bir şekilde tanıdığını kabul etsek dahi, daha önce hiçbir şekilde karşılaşmadığı bir antijeni tanıyabilmesi çok şaşırtıcıdır. Dahası, antikorlar vücuda yeni giren bu yabancıyı hemen teşhis ettikleri gibi, yabancıya karşı kullanılacak etkili silahları da anında tespit edip üretebilirler. Vücudun içindeki bir mekanizmanın dış dünya hakkında bu denli şaşırtıcı bilgiye sahip olması elbette ki tesadüflerle açıklanamaz. Bu durum, evrimcileri büyük bir çıkmaza sokmaktadır. Antikorların vücuttaki her türlü yabancı maddeyi teşhis edebilme özelliğini kendi teorilerine göre açıklayamayan evrimciler son derece mantık ve bilim dışı izahlarla konuyu geçiştirmeye çalışırlar. Bir antikorun yapay bir antijeni tanıma konusuyla ilgili olarak evrimci bilim adamlarından Ali Demirsoy'un sözleri bu konuda bir örnektir:
Fakat yirminci yüzyılda yapay olarak sentezlenen bir kimyasal maddeye karşı antikor yapma düzeneğini çok daha önceden geliştiren bir hücre kahin demektir. (Prof. Dr. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Meteksan Yayınları, Ankara, 1995, s. 420)
Prof. Demirsoy'un ifadesinde de görüldüğü gibi evrimciler canlılardaki mükemmelliği kabul etmekte, ancak sebebini ilginç yollarla açıklamaya çalışmaktadırlar. "Bu bir evrim mucizesidir" veya "bu hücre adeta bir kahin gibidir" gibi evrimin tılsımlı sözleriyle halkı "hipnotize" etmek için uğraşırlar. Oysa burada olağanüstü bir durum vardır. "Kahin" sıfatı bazı bilgilere önceden sahip olduğu düşünülen kişi için kullanılır. Bir hücrenin bilgi sahibi olması, üstelik de bulunduğu ortamdan tamamen uzaktaki varlıklar hakkında bilgi sahibi olması olağanüstü bir özelliktir. Cansız atomların birleşmesinden meydana gelmiş bir hücrenin tesadüfen güçlü sezilere veya ileri derecede bilgi ve kültüre kendi kendine sahip olması elbette ki beklenemez. Bunu iddia etmek, aklın ve mantığın sınırlarının dışına çıkmaktır. Şu açık bir gerçektir ki, antikorların bu yetenekleri, en ince ayrıntısına kadar üstün bir ilmin sahibi olan Allah tarafından onlara verilmiştir.


SAVUNMA HÜCRELERİ BİLGİ YÜKLÜ BİR
HAFIZAYLA YARATILMIŞLARDIR

Vücudunuzdaki mikrobik saldırıların sinyallerini anında haber alıp, savunma alarmı veren hücrelerinizin varlığından ne kadar haberdarsınız?
Vücutta herhangi bir enfeksiyon hali olduğunda örneğin açık bir yaranızın üstü mikrop kaptığında savunma hücreleri hemen alarma geçerler. Makrofaj adlı bu savunma hücrelerinin, mikropların saldırısına karşılık verebilmek için mümkün olan en kısa zamanda enfeksiyon bölgesinin yerini tespit edip, oraya doğru yönelmeleri gerekmektedir. Bu yer tespit işleminde makrofajlar, bazı değişiklikleri fark ederler. Örneğin, o bölgede bakteriyel atıkların oluştuğunu, enfeksiyonlu dokunun oluşturduğu tahrip edici maddelerin ortaya çıktığını ve yine bu bölgede kanın pıhtılaşmasıyla birlikte oluşan maddeleri tesbit ederler. Eğer makrofajlar enfeksiyonlu dokunun sebep olduğu değişiklikleri fark edemeselerdi, vücudun hergün karşı karşıya kaldığı sayısız tehlikeye karşı koymamız imkansız olurdu.
Ancak burada ilginç bir durum vardır. Makrofajların çoğu böyle bir saldırı ile ilk kez karşılaşmaktadır? O halde bu mikroskobik canlılar teşhis ettikleri bulguların bir tehlike sinyali olduğunu nasıl öğrenmişlerdir? Bu konuda bir eğitimden mi geçirilmişlerdir?
Elbette makrofaj dediğimiz mikroskobik hücrelerin "eğitim" gördüğünü iddia etmek mümkün değildir. Ama tüm bu bilgiler ilk dünyaya geldikleri andan itibaren makrofajların hafızasındadır. Ve onlara bu hafızayı veren, düşman karşısında içinde bulundukları bedeni nasıl koruyacaklarını ilham eden üstün bir güç vardır. Savunma hücrelerine vücudun dışından gelen bir saldırının etkilerini tanıtıp, onları bu bilgiyle yaratan Alemlerin Rabbi olan Allah'tır.


GÖRÜP DE DÜŞÜNMEDİKLERİNİZDE
SAYISIZ İLİM VE MUCİZE SAKLIDIR

Herkes, bıçak parmağını kestiğinde kanının kısa sürede pıhtılaşarak, kanamasının duracağını bilir. Peki bu kadar kısa sürede pıhtılaşma nasıl gerçekleşir, vücudumuzda neler meydana gelir?
Pıhtılaşma olayı, aynı, otoyolda meydana gelen bir kazaya acil çağrılarla yetişen devriye ve ambulansların ilk yardımlarını anımsatan bir olaydır.
Vücudun herhangi bir bölgesinde bir kanama olduğunda ilk yardım trombosit adı verilen kan plakçıklarından gelir. Trombositler kanın içinde dağınık olarak dolaşırlar, bu nedenle kanama vücudun neresinde olursa olsun mutlaka o bölgeye yakın, devriye gezen bir trombosit vardır.
"Von Willebrand" isminde bir protein ise, kaza yerini işaret ederek yardım isteyen bir trafik polisi gibi, trombositleri gördüğünde önlerini keser ve olay yerinde kalmalarını sağlar.
Olay yerine gelen ilk trombosit, aynı telsizle yardım ister gibi, bir madde salgılayarak, diğerlerini de olay yerine çağırır.
Bu arada, vücutta yer alan 20 enzim biraraya gelerek yaranın üzerinde trombin adında bir protein üretmeye başlar. Trombin sadece açık yaranın olduğu yerde üretilir. Bu, olay yerinde bulunan ilk yardım ekibinin, hasta için gereken ilacı olay yerinde imal etmesi gibi bir olaydır. Üstelik bu üretim tam ihtiyaç kadar olmalıdır. Ayrıca bu proteinin üretimi tam zamanında başlamalı ve tam zamanında durdurulmalıdır. Başlama ve durdurma emrini bu proteini üreten enzimler kendi aralarında verirler.
Yeterli miktarda trombin proteini üretildikten sonra fibrinojen adında iplikçikler oluşturulur. Bu iplikçiklerin çok önemli bir görevi vardır: kanın üzerinde bir ağ oluştururlar ve gelen trombositler bu ağa takılarak birikir. Bu birikim yoğunlaştığında ise kanın dışarı akışı durur. Yara tamamen iyileştiğinde ise kan pıhtısı yine benzer işlemlerle çözülür.
Burada bahsedilen enzimler, proteinler, cansız, şuursuz, kör atomların farklı şekillerde dizilmelerinden oluşmuş yapılardır. Bunların her biri, yaralanma olayının en başından itibaren bir görev üstlenerek, en acil şekilde akan kanı durdurmak için "organize olurlar". Ortak bir çalışma ile ilaç üretir gibi gerekli proteinleri "üretirler", yardım için diğerlerine "haber gönderirler". Diğerleri ise haberin mahiyetini "anlayıp" derhal olay yerine "gelir" ve her biri görevlerini eksiksizce yerine getirirler.
Unutulmamalıdır ki, burada "organize olurlar", "üretirler", "haber gönderirler", "anlarlar" vs. diye bahsettiğimiz varlıklar yalnızca şuursuz atomların birleşmesiyle meydana gelen enzimlerdir. Bu atom yığınlarının böylesine bir şuur göstermesi ise kuşkusuz çok büyük bir mucizedir.
Böyle bir sistemin, canlı varlıkların vücudunda tesadüfen oluşması kesinlikle imkansızdır. Her detayı ayrı bir plan ve hesap ürünü olan bu sistem, Allah'ın sonsuz ilminin, aklının ve gücünün bir göstergesidir. Bu sistemin tesadüfen oluştuğunu iddia etmek ise, Darwinistler'in mantık çöküntüsünü sergilemesi açısından son derece ibret verici bir olaydır.


KÜÇÜK BİR MOLEKÜLÜN ÖZELLİKLERİ DAHİ,
EVRİM TEORİSİNİ ÇÜRÜTMEYE YETERLİDİR

Trombin, fibrinojeni fibrine çevirerek kanı pıhtılaştıran bir proteindir. Ancak, bu protein sürekli kanın içinde dolaşmasına rağmen, her zaman kanı pıhtılaştırarak akışını durdurmaz. Sadece damarlardan birinde kanama olduğunda pıhtılaşma gerektiğini anlar ve kanı pıhtılaştırır. Eğer trombin her zaman kanı pıhtılaştırıyor olsaydı, kandaki trombin proteinleri nedeniyle damarlardaki tüm kan pıhtılaşır ve canlı yaşayamazdı. Peki, trombin pıhtılaştırma özelliğini sadece gerekli olduğu durumlarda nasıl aniden kazanabilmektedir?
Trombin, genelde kanda aktif olmayan protrombin halinde mevcuttur. Aktif olmadığı için pıhtılaşma görevini yerine getiremez, böylece canlı, kontrolsüz bir pıhtılaşmanın ölümcül etkilerinden korunmuş olur.
Bir yaralanma, yani kanama olduğunda protrombini aktif hale getirerek, trombine dönüştüren nedir?
Stuart faktörü denilen bir protein de protrombine etki eder ve onu pıhtılaştırmayı gerçekleştiren trombine dönüştürür. Ancak Stuart faktörü de kanda aktif durumda bulunmamaktadır ve harekete geçmesi için aktifleştirilmesi gerekmektedir.
Bu noktada adeta bir yumurta-tavuk senaryosuyla karşı karşıya kalırız. Akselerin adında başka bir protein Stuart faktörünün harekete geçmesi için gereklidir. Akselerin sayesinde Stuart faktörü aktif hale gelir ve aktif Stuart faktörü –protrombini trombine dönüştürür; böylece canlının kanaması durdurulur. Ancak şuna dikkat edin: Aslında akselerin de başlangıçta aktif olmayan proakselerin durumundadır. Peki onu ne aktifleştirir? Trombin!
Fakat trombin hatırlayacağınız gibi bu zincirleme olayda, proakselerinin durduğu yerden daha aşağıdadır. Bu durumda akselerin üretiminde rol oynayan trombin, torunun anneannenin doğumundan önce var olmasına benzer. Ne var ki, Stuart faktörünün protrombini çok yavaş bir hızda etkilemesi nedeniyle, kanda her zaman bir miktar trombin bulunmaktadır. Dolayısıyla bu az miktardaki trombin önce akselerini aktifleştirir ve daha sonra pıhtılaşma için gereken proteinlerin herbiri domino taşları gibi sıradan harekete geçer ve kan pıhtılaşır.
Buraya kadar anlatılanlar pıhtılaşma ile ilgili son derece yüzeysel bilgilerdir. Onlarca parçanın birbirine bağımlı olarak işlev gördüğü ve bir tanesinin bile bir kez dahi görevini aksatmadığı böylesine bir sistemin tesadüfler sonucunda oluştuğunu öne sürmek, kuşkusuz bir insanın hayatı boyunca karşılaşabileceği en mantıksız, en akıl dışı iddiadır.
Ancak evrimciler canlıların, pıhtılaşma da dahil tüm sistemleriyle birlikte aşama aşama evrimleştiklerini iddia ederler. Oysa, pıhtılaşma olayında da görüldüğü gibi, tüm proteinler ve enzimler, pıhtılaşmanın gerçekleşebilmesi için birbirine bağımlıdır ve biri olmadan diğerleri hiçbir işe yaramamakta, hatta canlının ölümüne neden olmaktadır. Dolayısıyla, canlının, yarım çalışan bir pıhtılaşma sistemiyle, diğer parçaların tamamlanmasını beklemek gibi bir şansı ve vakti olmayacak ve hemen yok olacaktır. Sonuç olarak, bu tek örnekten de açıkça görülmektedir ki, canlıların evrimleşerek türediklerini iddia etmek akıl, bilim ve mantık dışıdır. Üstelik canlı bedenleri bunun gibi yüzlerce birbirine bağlı sistem sayesinde varlığını sürdürür.
Tüm bu sistemlerin Yaratıcısı, Allah'tır.


HAYATINIZIN PAMUK İPLİĞİNE BAĞLI OLDUĞUNU
BİLİYOR MUSUNUZ?

Tek bir enzimin eksikliği ile insan nesli yok olabilir. Bunu görmek için sadece bir örnek dahi yeterlidir…
Sinir hücreleri vücudumuzu bir ağ gibi sarar. Bu sinir ağı üzerinde sürekli bir bilgi akışı gerçekleşir. Sinirler boyunca ilerleyen elektrik sinyalleri, beyin ve organlar arasında her an sayısız emir ve uyarı taşırlar.
Ancak sinir hücreleri vücudun bir ucundan diğer ucuna uzanan tek parça kablolar şeklinde değildir. Ucuca eklenmişlerdir, ama aralarında boşluklar vardır. Birbirlerine değmezler bile.
Peki elektrik akımı bir sinirden ötekine nasıl geçmektedir?
İşte bu noktada çok karmaşık bir kimyasal sistem devreye girer. Sinir hücreleri arasında özel bir sıvı vardır ve bu sıvıda çok özelleşmiş bazı kimyasal enzimler yer alır. Bu enzimlerin "elektron taşıma" gibi olağanüstü bir özellikleri vardır. Elektrik sinyali bir sinirin ucuna ulaştığında, elektronlar bu enzimlere yüklenir. Enzimler de sinirler arası sıvıda yüzerek taşıdıkları elektronları diğer sinire aktarırlar. Elektrik akımı böylece bir sonraki sinir hücresine geçerek akmaya devam eder. Bu işlem saniyenin çok küçük birimlerinde gerçekleşir ve elektrik akımı en ufak bir kesintiye uğramaz. Görüldüğü gibi insan vücudu her parçasıyla tamam olsa, tek bir enzimin eksikliği bile insan diye bir canlının var olmaması için veya o canlının fonksiyonlarını yerine getirememesi için yeterlidir. Aynı durum diğer binlerce enzimden herhangi birinin eksikliği için de geçerlidir. Sonuçta bir canlının, evrimin iddia ettiği gibi milyonlarca sene kör tesadüflerle tamamlanmayı bekleyebilecek bir lüksü yoktur.
Ortada tek bir gerçek vardır, insan dahil tüm canlılar, şu anki kusursuz ve eksiksiz yapılarıyla bir kerede var olmuş, yani Allah tarafından kusursuzca yaratılmışlardır.


DÜNYANIN EN KOMPLEKS ŞEBEKESİ BEYNİMİZDE

İnsan beyni birçok işi aynı anda yürütebilecek bir sisteme sahiptir. Örneğin bir kişi, beynindeki kusursuz yapı sayesinde bir yandan arabasını kullanırken, bir yandan teybinin ayarlarını yapabilir, o sırada direksiyonu da rahatlıkla idare edebilir. Birçok işi aynı anda yapmasına rağmen önündeki arabalara ya da yayalara çarpmaz. Aynı anda ayaklarıyla gaz pedalını idare edebilir. Radyo dinlerken söylenenleri de tam olarak anlayabilir. Konuşmasına kaldığı yerden devam edebilir. Kısacası bir insan, beynindeki olağanüstü kapasite sayesinde aynı anda pek çok işi yapabilir. Bu uyumu sağlayan ise beyindeki sinir hücrelerinin birbirleri ile olan bağlantılarıdır.
Beyindeki kusursuz sistemi oluşturan en önemli unsurlardan biri, sayıları 10 milyar civarında olan sinir hücreleridir ve bu hücreler arasındaki iletişimi sağlayan 100 trilyon bağlantıdır. 100 trilyon çok büyük bir sayıdır. Bu sayının büyüklüğünü biyokimya profesörü Michael Denton şöyle ifade eder:
"100 trilyon elbette algılarımızın üzerinde bir sayıdır. Amerika'nın yarı büyüklüğünde bir arazi düşünün. Eğer bu bölgenin tamamının ağaçlarla kaplı olduğununu ve her ağacın 10 bin tane yaprağı olduğunu kabul edersek, işte tüm bu bölgedeki yaprak sayısı, beynimizdeki bağlantıların sayısına yakın olacaktır."
Beynimizdeki olağanüstü durum bağlantıların sayısıyla da bitmez. Çünkü bu 100 trilyon bağlantının tamamı olması gereken yerdedir. Eğer bu bağlantılardan herhangi biri yanlış bir yerde olsaydı veya bu ağda bir eksiklik olsaydı sonuçları çok ağır olurdu. Ancak böyle bir şey olmaz ve istisnai hastalıklar dışında tüm insanlar, kendilerine doğal gelen ama aslında ardında trilyonlarca mucizevi işlemin hiç durmadan gerçekleştiği bir yaşantıyı sürdürürler.
Darwinistler ise, bu 100 trilyon bağlantının tesadüfler sonucunda oluştuğunu ileri sürerler. Yani onların bu iddialarına göre, insan vücudunu oluşturan 100 trilyon hücreden 10 milyar tanesi nasıl olduysa sinir hücreleri olmaya karar vererek şekil ve özelliklerini değiştirmişlerdir. Gösterdikleri mucizeler bununla da kalmamış, aralarında 100 trilyon bağlantı kullanarak birbirlerine kusursuz bir şekilde bağlanmışlardır. Ve bu 100 trilyon bağlantıdan bir tanesinin dahi çekildiği hat yanlış olmamıştır. Darwinistlerin bu iddiaları, İstanbul gibi bir şehrin tüm elektrik şebekesinin, bir gece çıkan fırtına sırasında tesadüfen oluştuğunu ve tek bir ev dahi dışta kalmamak üzere tüm evlere ulaştığını iddia etmekten çok daha mantıksız ve akılsızcadır. Tüm bu kusursuz sistemi kuran ve kontrol eden üstün bir gücün varlığı apaçık bir gerçektir. Bu güç hepimizin Yaratıcısı olan Allah'tır.


ÖĞRENDİĞİNİZ HER BİLGİ, ALLAH'IN İHTİŞAMLI
YARATIŞININ BİR ÖRNEĞİDİR

Vücudumuzdaki sinir hücreleri bir ağ gibidir. Bu ağ üzerinde beyin ve organlar arasında sayısız emir ve uyarı gidip gelir. Ancak, bu kesintisiz bir ağ değildir, önceki sayfalarda belirttiğimiz gibi sinirler arasında boşluklar vardır. Bir mesaj bu boşluklara ulaştığında elektron taşıyan enzimler mesajı diğer sinire aktarırlar.
Elektronları taşıyan enzimler yüklerini bıraktıktan sonra diğer sinir ucunun önünde serbest kalırlar. Ancak orada birikmeleri durumunda, arkadan gelen diğer elektron yüklü enzimlerin yolunu keseceklerdir. Bu durumda da elektrik sinyalleri diğer sinire aktarılamayacak ve akım kesintiye uğrayacaktır. Fakat böyle bir problem yaşanmaz. Çünkü "asetilkolin esteraz" isimli özel bir enzim, sinir ucu önünde biriken kimyasalları parçalayarak oradan uzaklaştırır. Yani bir anlamda "ortalığı süpürür". Bu sayede, arkadan gelen elektron taşıyıcıların önü sürekli açılıp temizlenir. En ufak bir aksama, kesinti yaşanmaz.
İşte, vücudumuzdaki on binlerce farklı enzimden yalnızca söz konusu "asetilkolin esteraz" eksik olsa, yaşamamız mümkün olamaz. Çünkü bu bir anlamda tüm vücudun elektriğinin kesilmesi demektir.
Her insan burada durup kendisine şu soruyu sormalıdır: Canlı vücudunda en küçük bir detayın dahi unutulmaması için kusursuz sistemler kuran, hiçbir şuuru, bilgisi ve iradesi olmayan molekülleri en uygun ve en akılcı tavrı gösterecek şekilde programlayan kimdir?
Tüm bu akıl, bilgi ve kusursuz eserin sahibi kesinlikle tesadüfler değildir. Evrimciler, bu sorular karşısında mecburen sessiz ve cevapsızdır. Çünkü her enzimi yaratan, her birine görevini bildiren, hayatı kusursuz biçimiyle yoktan vareden Yüce Allah'tır.

İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilah yoktur. Herşeyin yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir.
(Enam Suresi, 102)

EK BÖLÜM

EVRİM
YANILGISI


Darwinizm yani evrim teorisi yaratılış gerçeğini reddetmek maksadıyla ortaya atılmış, ancak başarılı olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüflerle oluştuğunu iddia eden bu teori, evrenin Allah tarafından yaratılmış olduğunun ortaya çıkmasıyla, aslında yıkılmış durumdadır. Evreni yaratan ve en ince ayrıntısına kadar düzenleyen Allah'tır. O halde canlıların Allah tarafından yaratılmadıklarını, tesadüflerin ürünü olduklarını savunan evrim teorisinin de doğru olması mümkün değildir.
Nitekim evrim teorisini incelediğimizde, gerçekten bu teorinin bilimsel bulgular tarafından reddedildiğini görürüz. Canlılıkta var olan tasarım, cansız dünyadaki tasarımdan daha da kompleks ve çarpıcıdır. Örneğin cansız dünyada atomların ne kadar hassas dengelerle düzenlendiklerini inceleyebiliriz, dahası canlı dünyada bu atomların ne denli karmaşık tasarımlarla bir araya getirildiklerini, bunlar kullanılarak yapılan protein, enzim ve hücre gibi yapıların ne denli olağanüstü mekanizmalar olduklarını gözlemleyebiliriz.
İşte canlılıktaki bu olağanüstü tasarım, 20. yüzyılın sonunda Darwinizm'i geçersiz kılmış durumdadır.
Bu konuyu diğer bazı çalışmalarımızda çok ayrıntılı olarak ele aldık ve almaya devam ediyoruz. Ancak önemi açısından burada da özetlemekte yarar vardır.


DARWIN'İ YIKAN ZORLUKLAR

Evrim teorisi, tarihi eski Yunan'a kadar uzanan bir öğreti olmasına karşın, kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerinin Allah tarafından ayrı ayrı yaratıldıklarına karşı çıkıyordu. Darwin'e göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir "mantık yürütme" idi. Hatta, Darwin'in kitabındaki "Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu.
Darwin, teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in bilim karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü "evrim mekanizmaları"nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel başlığı ana hatları ile inceleyeceğiz.


AŞILAMAYAN İLK BASAMAK: HAYATIN KÖKENİ

Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce ilkel dünyada ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı sorulardır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o "ilk hücre" nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, yaratılışı reddettiği, hiçbir doğaüstü müdahaleyi kabul etmediği için, o "ilk hücre"nin, hiçbir tasarım, plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde rastlantısal olarak meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.


"HAYAT HAYATTAN GELİR"

Darwin, kitabında hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı.
Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: "Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür." (Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and The Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977. s. 2)
Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.


20. YÜZYILDAKİ SONUÇSUZ ÇABALAR

20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı: "Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır." Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196
Oparin'in yolunu izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit) sentezledi.
O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı. ("New Evidence on Evolution of Early Atmosphere and Life", Bulletin of the American Meteorological Society, cilt 63, Kasım 1982, s. 1328-1330)
Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti. (Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7)
Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı? (Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40)


HAYATIN KOMPLEKS YAPISI

Evrim teorisinin hayatın kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmesinin başlıca nedeni, en basit sanılan canlı yapıların bile inanılmaz derecede karmaşık yapılara sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik ürünlerden daha karmaşıktır. Öyle ki bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler bir araya getirilerek canlı bir hücre üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar fazladır. Hücrenin en temel yapı taşı olan proteinlerin rastlantısal olarak sentezlenme ihtimali; 500 aminoasitlik ortalama bir protein için, 10950'de 1'dir. Ancak matematikte 1050'de 1'den küçük olasılıklar pratik olarak "imkansız" sayılırlar.
Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa, 500'er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San Diego California Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. (Leslie E. Orgel, "The Origin of Life on Earth", Scientific American, cilt 271, Ekim 1994, s. 78)
Kuşkusuz eğer hayatın doğal etkenlerle ortaya çıkması imkansız ise, bu durumda hayatın doğaüstü bir biçimde "yaratıldığını" kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı yaratılışı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.


EVRİMİN HAYALİ MEKANİZMALARI

Darwin'in teorisini geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin "evrim mekanizmaları" olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış olmasıdır.
Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen "doğal seleksiyon" mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında "Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" demek zorunda kalmıştı. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189)


LAMARCK'IN ETKİSİ

Peki bu "faydalı değişiklikler" nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı. Darwin'den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck'a göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck'a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı.
Darwin de benzeri örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında, yiyecek bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü iddia etmişti. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184)
Ama Mendel'in keşfettiği ve 20. yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım kanunları, kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı. Böylece doğal seleksiyon "tek başına" ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak kalmış oluyordu.


NEO-DARWINİZM VE MUTASYONLAR

Darwinistler ise bu duruma bir çözüm bulabilmek için 1930'ların sonlarında, "Modern Sentetik Teori"yi, ya da daha yaygın ismiyle Neo-Darwinizm'i ortaya attılar. Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi" olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi.
Bugün de hala dünyada evrim adına geçerliliğini koruyan model Neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün, bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının "mutasyonlara", yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara zarar verirler.
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük, rastgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rastgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir. (B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988)
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin "evrim mekanizması" olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları sadece tahrip eden, sakat bırakan bir genetik olaydır. (İnsanlarda mutasyonun en sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma "evrim mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin'in de kabul ettiği gibi, "tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu gerçek bizlere doğada hiçbir "evrim mekanizması" olmadığını göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.



FOSİL KAYITLARI: ARA FORMLARDAN ESER YOK

Evrim teorisinin iddia ettiği senaryonun yaşanmış olmadığının en açık göstergesi ise fosil kayıtlarıdır.
Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız "ara türler"in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.
Örneğin geçmişte, balık özelliklerini hala taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu teorik yaratıklara "ara-geçiş formu" adını verirler.
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu ucube canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179)


DARWIN'İN YIKILAN UMUTLARI

Ancak 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermiştir.
Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. (Derek A. Ager, "The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British Geological Association, cilt 87, 1976, s. 133)
Yani fosil kayıtlarında, tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz biçimleriyle aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam aksidir. Dahası, bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir canlı türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır. Bu gerçek, ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır. Canlılar Dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir. (Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983. s. 197)
Fosiller ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Yani "türlerin kökeni", Darwin'in sandığının aksine, evrim değil yaratılıştır.


İNSANIN EVRİMİ MASALI

Evrim teorisini savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu konudaki Darwinist iddia, bugün yaşayan modern insanın maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, modern insan ile ataları arasında bazı "ara form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel "kategori" sayılır:
1— Australopithecus
2— Homo habilis
3— Homo erectus
4— Homo sapiens
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına gelen "Australopithecus" ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını göstermiştir. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, ss. 75-94; Charles E. Oxnard, "The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt", Nature, cilt 258, s. 389)
İnsan evriminin bir sonraki safhasını da evrimciler, "homo" yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir gerçekte kayıptır" diyerek bunu kabul eder. (J. Rennie, "Darwin's Current Bulldog: Ernst Mayr", Scientific American, Aralık 1992)
Evrimciler "Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens" sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus'un dünya'nın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir. (Alan Walker, Science, vol. 207, 1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1st ed., New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, vol. 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272)
Dahası Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (modern insan) ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır. (Time, Kasım 1996)
Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler. (S. J. Gould, Natural History, vol. 85, 1976, s. 30)
Kısacası, medyada ya da ders kitaplarında yer alan hayali birtakım "yarı maymun, yarı insan" canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan ibarettir.
Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle Australopithecus fosilleri üzerinde 15 yıl araştırma yapan İngiltere'nin en ünlü ve saygın bilimadamlarından Lord Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu canlılardan insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç bir "bilim skalası" yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze oluşturmuştur. Zuckerman'ın bu tablosuna göre en "bilimsel" -yani somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en "bilim dışı" sayılan kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati, altıncı his gibi "duyum ötesi algılama" kavramları ve bir de "insanın evrimi" vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:
Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara—yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına—girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 19)
İşte insanın evrimi masalı da, teorilerine körü körüne inanan birtakım insanların buldukları bazı fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.


MATERYALİST BİR İNANÇ

Buraya kadar incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi yoktur ve fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır.
Ama evrim teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini "bilime saldırı" olarak göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki neden?...
Bu durumun nedeni, evrim teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm'i de doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça itiraf da ederler. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda önde gelen bir evrimci olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilimadamı" olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan 'a priori' bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz. (Richard Lewontin, "The Demon-Haunted World", The New York Review of Books, 9 Ocak, 1997, s. 28)
Bu sözler, Darwinizm'in, materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı yarattığına inanır. Milyonlarca farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların, böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir kabuldür. Ama Darwinistler, "İlahi bir açıklamanın sahneye girmemesi" için, bu kabulü savunmaya devam etmektedirler.
Canlıların kökenine materyalist bir ön yargı ile bakmayan herkes ise, şu açık gerçeği görecektir: Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcı'nın eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz biçimde düzenleyen ve tüm canlıları da yaratıp şekillendiren Allah'tır.

Dediler ki: "Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın."
(Bakara Suresi, 32)